Durumu: Medine No : 21422 Üyelik T.:
08 Kasım 2012 Arkadaşları:35 Cinsiyet: Mesaj:
3.297 Konular:
784 Beğenildi:132 Beğendi:34 Takdirleri:141 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Cevap: Atauzem felsefe tarihi özetleri 1-14 11.ÜNİTE
CARTESiANiZM
1. Occasionalistler
Descartes felsefesinde önemli bir problem ruh-beden düalizmiydi. Ancak bu düalizm tam olarak sonuçlandırılamamış, ruh ile bedenin birlikteliği veya ayrılığı konusu bir sonuca bağlanamamış ve soru işaretlerine neden olmuştu. İşte occasionalistler, Descartes‟ın bıraktığı bu önemli probleme, yani ruh-beden ilişkisine çok değişik cevaplar aramaktadır. Bunlar arasında en önemlileri Geulincx ile Malebranche‟dır. Bunların düşünce sistemine occasionalizm denilmektedir. 1.2. Arnold Geulincx (1624-1669)
Descartes‟ın „düşünüyorum, o halde varım‟ önermesini, her çeşit bilginin çıkış noktası yapan Geulincx, düşüncenin halleri olan tavırları iki gruba ayırır.
Birincisi duygulanmak, istemek, yargıda bulunmak vb gibi kendimizden türettiğimiz hallerdir. Diğeri de duyu organlarından gelen duyumlar olan dışardan verilmiş hallerdir.
Benim iradem dışında bazı tasavvurların kendimde meydana getirildiğini fark ediyorum ama bunları kimin meydana getirdiğini bilemiyorum. Ben burada aktör değil sadece seyirciyim ve bedenim de yalnızca bir alet durumundadır. O halde, gerek dışardan yapılan uyarım gerekse içerden olan isteme, vücudumda bir hareket ve ruhumda bir duyum yaratmak için esas sebep değil sadece birer vesileden ibarettirler (occasion). Ruhsal olayların esas sebebi ben değil Tanrı‟dır. Tanrı, bedenimde meydana getirdiği bir uyarım vesilesiyle ruhumda bir tasavvur, isteme vesilesiyle de hareket yaratır. Ruh ile beden arasındaki ilişkileri, böylesi vesilelere bağlayan görüşe de occasionalism (vesilecilik) denilmektedir. Geulincx, önceleri sadece ruh-beden ilişkisi için kullandığı vesilecilik teorisini, sonra cisimlerin birbirini etkilemesine de uygulamış, sonlu nesnelerin (cevherlerin) birbirini gerçekte etkileyemeyeceğini, bunların birbirini etkilemelerinin de vesile sebeplere bağlı olduğunu belirtmiştir. Ona göre bu vesileleri meydana getiren gerçek etki ise, sonsuz cevher, yani Tanrı‟dan başkası değildir. Böylece Geulincx, cismi aktif olmaktan çıkarmış, tamamen pasif bir hale getirmiştir. Tek etkin varlık Tanrı‟dır. Geulincx‟in ahlak öğretisi de bu metafizik occasionalizm üzerine kurulmuştur. 1.3. Nicole Malebranche (1638-1715)
Occasionalismi son sınırına kadar ulaştıran ünlü Fransız filozofu Malebranche (Malöbranş), 17. yüzyılda Fransa‟nın Descartes‟tan sonraki en büyük filozofudur. Descartes gibi zayıf bir bünyeye sahip olduğu için, kendisin tamamen düşünmeye adamıştır. Böyle bir anlayışı gerçekleştirebilmek için de kendilerini bilimsel çalışma ve dini murakebeye vermiş insanların toplandıkları „Oratorium‟ isimli bir tarikate girmiştir. 1715 yılında İngiliz filozofu Berkeley ile yaptığı bir görüşmeden duyduğu heyecana dayanamayarak ölmüştür. “Hakikatin Araştırılması” ve “Metafizik ile Din Üzerine Konuşmalar” adlı iki önemli eser yayınlamıştır. Onun da çıkış noktası Descartes‟taki gibi cevher anlayışıdır. O da maddi cevher ile ruhi cevher arasındaki münasebeti Tanrı‟ya bağlar. Çünkü tamamen farklı ve birbirlerine zıt olan bu iki cevher, ancak Tanrı‟nın vasıtasıyla ilişki kurabilir. Tanrı, hem tek yaratıcı hem de yegane etkin (aktif) varlıktır. Evrende, etkin olan tek varlık Tanrı‟dır. Olup bitenlerin tek sebebi O‟dur. 1.3.1. Malebranche‟ ın Bilgi Teorisi
Malebranche‟a göre, insan bilgiyi ne kendi yaratır ne de cisimden edinir. Bilgiyi onun ruhuna yerleştiren bizzat Tanrı‟dır. Bilgimizin iki temel unsuru vardır. Bunlar Tanrı‟yı bilmek ve kendi bilincimizi bilmektir. Aslında bilincimizin bilgisi de Tanrı‟yı bilmeye bağlıdır. Yani bilincimiz Tanrı bilgisiyle birlikte bize verilmiştir. Malebranche‟ın kendi ifadesiyle, „biz her şeyi Tanrı‟da görürüz‟. Dolayısıyla bütün nesneler, her şey Tanrı‟dadır. Bu görüş sonradan Panenteizm adını alacaktır, bu da Spinoza panteizminin zıddıdır. Malebranche, Yeni Platonculuğun etkisinde kalarak Tanrı‟da bir „ideal cisimler dünyası‟ bulunduğunu iddia etmektedir. Malebranche‟ın kendi deyimiyle „mekan cisimlerin, Tanrı da ruhların yeridir‟. Buna göre sonlu birer cevher olarak madde ve ruh bağımsız olmaktan çıkıp „Sonsuz cevher‟in, „Yetkin ve Mutlak Varlığın‟ noksan parçaları, yani Tanrısal varlığa katılan, bu varlıktan pay alan şeyler olmaktadırlar. 1.3.2. Malebranche‟ ın Ahlak Anlayışı
Malebranche‟ın ahlak öğretisi de bu metafizik görüşüne dayanır. Bu evrendeki bütün varlıklar Tanrı‟nın birer görünüşü ve biçimler kazanması olduğuna göre, insanın bütün istemelerinin sonunda ulaşmaya çalıştıkları amaç da Tanrı olacaktır. Her isteme ne kadar aşağı bir basamakta olursa olsun aslında bir Tanrı sevgisidir. Eylemlerimizin en yetkin olanı, noksan olan tek nesnelerden uzaklaşıp yani dünyayı unutup Tanrı‟yı istemektir. Tam olan bir „Tanrı sevgisi‟ne yükselmektir. Mutluluk ise ancak „Ruhların ruhu‟nu özleyip onu bulmak ve bilmekle elde edilebilir. Malebranche‟ın felsefesi Ortaçağ filozofu Augustinus ile Descartes‟ın uzlaştırılmasından ibarettir. Çünkü bu iki felsefe „Tanrı‟yı bilmek‟ ile „insanın kendisini bilmesi‟ni sıkı sıkıya birbirine bağlar. Descartes, kendi „ben‟imizi bilmekten Tanrı bilgisine varmıştı; Augustinus ise „kendimizi bilmemizi‟, „Tanrı‟yı bilmemiz‟ içinde eritir. 2. Baruch Spinoza (1632-1677) 2.1. Hayatı ve Eserleri
genç yaşta Bruno, Bacon ve Descartes‟ı okuması onu Yahudi inançlarından uzaklaştırmıştır. Bunun üzerine havra onu dinden çıkarmış, o da bir daha hiç bir dine girmeden yalnızlık içerisinde, fakat „bilgece‟ yaşamıştır. Hayatını optik camları yaparak kazanmıştır. Onun kendisinin felsefe dünyasında tanınması ve bilinmesi, ölümünden yüz yıl kadar sonra Goethe, Lessing gibi Alman idealistleri tarafından eserlerinin düşünce dünyasına tanıtılmasıyla gerçekleşmiştir. Spinoza‟nın ana eseri “Ethica (Ahlak)”dır. Bütün felsefi sistemini burada ortaya koymuştur. Diğer eserleri ise şunlardır: “Politik inceleme”, “Devlet Üzerine inceleme”, “Anlığın Düzeltilmesi Üzerine inceleme”, “Tanrı, insan ve insanın Mutluluğu Üzerine inceleme” ile “Mektuplar”dır. 2.1.2. Spinoza‟ nın Yöntemi
Spinoza‟nın yöntemi, cevher‟in tanımından hareketle ve Descartes‟ın yönteminin mantığa uygulanmasından ibarettir.
Bunun daha çok bir „geometrik yöntem‟ olarak uygulandığını görüyoruz. Nitekim Ethica‟nın tam adı şöyledir, “Geometrik Metoda Göre ispat Edilmiş Olan Ahlak”. Buna göre Spinoza‟nın yöntemi, „determinist bir matematizm‟, felsefesi de „genelleştirilmiş bir matematik‟tir. 2.1.3. Spinoza‟ nın Metafiziği
Spinoza metafiziğinin yukarıda anlatılan yöntem çerçevesinde şekillendiği görülmektedir. Spinoza önce metafiziğinin temel kavramlarını, tanımlar halinde belirledikten sonra, ikinci olarak bu tanımlardan yola çıkıp „dedüksiyonlar‟ yapmak suretiyle bütün metafiziğini kurmaya çalışmaktadır. 1) Tanımlar
Spinoza‟nın metafizik sisteminin üç temel kavramı vardır ve o bütün sistemini bu üç kavram üzerine kurmuştur. Bu kavramlar cevher, sıfat ve tavır‟dır. Spinoza bu üç temel kavramın tanımıyla başlamaktadır. Bu bir anlamda Descartes‟ın apaçıklık ilkesinin yerine de geçmektedir.
Ona göre cevher, yalnız kendisi ile var olan ve düşünülen, yani var olmak ve düşünülmek için başka hiç bir şeye ihtiyacı olmayan şeydir.
Sıfat, cevherin mahiyetini, özünü teĢkil eden niteliktir. Sıfat olmaksızın cevheri anlamak mümkün değildir.
Tavır ise, cevherin çeşitli sıfatlar çerçevesindeki çeşitli halleridir. Yani, tavır cevherin bir belirlenimi, başka bir şeyde var olan, bu başka şey dolayısıyla kavranabilen halleri diye tanımlanır. Özetle, cevher kendi başına var olan, sıfat cevherin mahiyetini teşkil eden, tavır da cevherin çeşitli hallerle belirlenimi, tayin edilişi demektir. 2) Dedüksiyonlar
Spinoza, belirlediği bu tanımlara dayanarak dedüksiyon (zorunlu çıkarım) yoluyla yeni açıklamalara ve yeni bilgilere ulaşmaktadır. Üç temel kavram tanımına bağlı olarak üç teori ileri sürmektedir. a) Cevher teorisi
Spinoza‟ nın yapmış olduğu cevher tanımından zorunlu olarak şu sonuçlar çıkmaktadır.
1-Cevher kendi kendisinin sebebidir. Başka bir sebeple var olsa cevher olmayacaktı.
2-Sonsuzdur. Sonlu olsa, kendisini sınırlayan başka bir cevher bulunacak ve ona tabi olacaktı.
3- Birdir. Eğer iki olsa, birbirini sınırlayacak ve bağımsız olamayacaktı. O halde, hiç bir şeye bağlı olmayan ve aksine her
şeyin kendisine tabi olduğu bir tek cevher vardır.
Spinoza bu cevher anlayışıyla Descartes‟tan ayrılmaktadır. Çünkü Descartes‟a göre hem sonsuz (Tanrı) hem de sonlu (ruh ve madde) cevherler vardır. Ruh ve madde Tanrı‟ya göre izafi cevherlerdir. Oysa kendi başına var olmayana cevher denilemez. Bundan dolayı Spinoza‟ya göre cevher deyimini yalnızca Tanrı için kullanabiliriz. Spinoza, Tanrı‟yı iyiye göre hareket ettiren, ona iyiyi gaye edindiren anlayışı, gerçeklikten çok uzak bulur. Çünkü o takdirde iyi Tanrı‟nın üzerinde bir var oluş haline gelmekte ve Tanrı bir bakıma belirlenmiş olan iyi doğrultusunda hareket etmek zorunda kalmaktadır. Bu, Tanrı‟yı kadere tabi kılmaktır ve bundan saçma bir şey olamaz. Oysa Tanrı, mahiyetinin, varlığının tek ve hür sahibidir.
Tanrı aynı zamanda evrenin de sebebidir. Ama buradaki sebep farklı bir anlamda kullanılmaktadır. Spinoza‟ya göre elma nasıl kendi kırmızılığının sebebi, süt, beyazlığının ve tadının sebebi ise Tanrı da öylece evrenin sebebidir. Böylece Spinoza‟da evren ile Tanrı ve cevher bir ve aynı şey olmakta ve özdeşleşmektedir. Aynı zamanda hem bütün varlıkların yaratıcısı tabiat (natura naturans) hem de onun sonuçları olarak bütün yaratılmış tabiat (natura naturata)dır. Bunun ise felsefedeki karşılığı ise panteizmdir. b) Sıfatlar Teorisi
Cevherin her biri kendine göre Tanrı‟nın mahiyetini ifade eden sonsuz sıfatları vardır. İnsan aklı bunlardan ancak ikisini bilebilir: Yer kaplama ve düşünce. Evren (cevher) yer kaplar ve düşünür. O, aynı zamanda bütün cisimlerin ve ruhların cevheridir. Yer kaplayan ve düşünen iki şey olarak madde ve ruh, Descartes‟ta olduğu gibi birbirine zıt değil, bir ve aynı şeyin iki ayrı adıdır. Cevherin sıfatlarının her biri nisbi olarak sonsuzdur. Bir örnekle açıklamak gerekirse sonsuz bir bardak düşünsek, bardağın sıfatları olarak şeffaflık ve içine su alma kabiliyeti de sonsuz olacaktır. Ama bu, sıfatların bardaktan ayrı olacakları anlamına gelmez. Onlar bardak gibi birer cevher değil sadece birer sıfattırlar. Yer kaplama olarak sonsuz olan madde bütün varlıkları kendinde toplamaz. Çünkü bundan başka sonsuz ruh (düşünce) ve onun meydana getirdiği tek tek ruhlar vardır. Ruh da varlıkların bütününü teşkil etmez, çünkü onun yanında yer kaplama ve cisimler de vardır. Yani, varlık ne sadece maddeden ne de sadece düşünceden ibarettir. Buna göre Spinoza‟nın tasarladığı Tanrı, „hem hiç bir sıfatı olmayan, hem de sonsuz sıfatı olan varlık‟ gibi gözükmektedir. Bu problemin çözümü için, Spinoza‟nın sıfatlardan kast ettiğinin ne olduğunu anlamak gerekmektedir. Spinoza‟nın söylediği şu sözünden hareketle, „her tayin, yani belirleme nisbi bir inkardır‟ demek, her sınırlama bir inkardır, anlamına gelmektedir. Yoksa Spinoza, „Tanrı‟ya mutlak olarak belirlenemeyen‟ demekle, O‟nun belirsiz yani hiç bir şey olmayan bir varlık olduğunu değil, aksine sıfatları sınırsız olan varlık, müspet ve en yüksek derecede gerçek varlık olduğunu söylemek istiyor. Sıfatları, kendisini sınırlasa ve belirleseydi bu, cevherin yani Tanrı‟nın tanımıyla çelişmiş olurdu.
Oysa sonsuz sayıdaki sıfatları onu sınırlamamakta ve yine sonsuz ve sınırsız varlık olmaya devam etmektedir. Spinoza felsefesinde ortaya çıkan ikinci problem şudur. Spinoza bir yandan Tanrı‟da zeka ve irade olmadığını söylerken, diğer yandan ona düşünce sıfatı izafe etmektedir. Böylece o, Tanrı‟nın sonsuz zekası olduğunu iddia etmiş olmaz mı? Bu da bir çelişki değil midir? Bu güçlüğün çözümü şöyle olabilir. Yahudi ve Katolik ilahiyatında, hatta Descartes‟ta Tanrı, gayesine varmak için muhakeme ve tahlil yapan diskursif, yani mantıki bir zekaya değil, fakat vasıtasız bilme, görme gücü olan intüitif, yani sezgici bir zekaya sahiptir. Spinoza‟da ise, Tanrı, tabiatın yaratıcısı olmayıp, bizzat kendisidir. Spinoza‟ya göre tabiatın bir mantığı vardır, fakat bu tam manasıyla zeka olmayan şuursuz bir mantıktır.
Böylece Spinoza bu problemi, düşünce ile zekayı birbirinden ayırmakla halletmeğe çalışmaktadır. felsefesinde yer kaplama ve düşünce, Descartes‟ın metafiziğindeki gibi birbirine zıt iki cevher değil, bir ve aynı cevherin iki ayrı sıfatıdır. Fakat bu ayrılık da bir zıtlığı ifade etmemekte, farklı görünüşün iki ayrı adı olarak karşımıza çıkmaktadır. Aynı cevher olan Tanrı veya tabiat, hem yer kaplama hem de düşünme sıfatının konusudur. Spinoza bu görüşüyle hem materyalizme, hem de spiritüalizme kapılarını kapamış olur. c) Tavır Teorisi
Tavır, cevherin çeşitli hallerle belirlenmesi, başka deyişle görünüşüdür. Bu belirlenme daha önce belirtildiği gibi, cevherin sahip olduğu sıfatlar çerçevesinde olmaktadır. Yer kaplama sıfatının hallerinden iki tavır, hareket ve sükunet meydana gelir. Düşünce sıfatının hallerinden de gene iki tavır, zeka ve irade ortaya çıkar. Bu dört şey, cevherin veya sıfatların tavırları veya değişen halleridir. Sonsuz hareket tavrından, sonsuz şekilde tek tek cisimler meydana gelir. Zeka ve iradeden de yine sonsuz şekilde zekâ ve iradeler, yani tek tek ruhlar meydana gelirler. Ama gerek cisimlerin her biri, gerekse ferdi zeka ve iradeler sonludur. Cisimler ve ruhlar, birbiriyle çelişmedikleri gibi cevherin yani Tanrı‟nın sıfatlarının geçici halleridir. Böylece Spinoza, hareketin öncesiz ve sonrasız ama onunla birlikte bulunan cisimlerin sonlu olduğunu, zeka ve iradenin ezeli ve ebedi, fakat her ferdi zeka ve iradenin sonlu ve sınırlı olduğunu ifade etmektedir. Buna göre tek bir cevher vardır, kalan şeylerin hepsi sıfattır. Cevher kendi kendinin sebebi, mutlak, ebedi ve zorunludur. Tavır ise başkasıyla yani sıfatla birlikte var olabilen, mümkün, geçici ve izafidir, yok gibi bile düşünülebilir. (objesi) ve cisimsiz düşünce, ruh yoktur. Çünkü ne düşünce yer kaplamanın ne de yer kaplama düşüncenin eseridir.
Bu durumda Spinoza‟nın ruh-beden ilişkisine ait görüşleri de şöyle açıklanabilir. Spinoza‟ya göre, duyum bedensel bir oluşumdur. Yani insan ve hayvan bedenine mahsustur. Buna karşılık, algı zihni bir oluşumdur. Beden bir duyumun etkisi altında kaldığı zaman algı, ruhun bu duyumun bir hayalini veya tasavvurunu oluşturmasından ibarettir. Böylece, Descartes‟ta ruh-beden ilişkisi „birlikte işleme‟ veya karşılıklı etki çerçevesinde çözümlenmiş iken, Spinoza‟da ikisinin aynı Tanrı‟nın sıfatları oluşuyla çözümlenir ve birbirine paralel oluşuyla açıklanır. Aslında, en baştan Tanrı-tabiat ikiliği kalkınca, ruhmadde ikiliğine de yer kalmamaktadır. Yani bunların ikiliği, yalnızca bir görünüşten ibaret olmaktadır. 2.1.4. Spinoza‟ nın Bilgi Teorisi
Spinoza bilgi anlayışında rasyonalizmin ilkelerine dayanmaktadır. Buna göre gerek bilginin kaynağını gerekse değerini belirleyen temel ilke akıldır. Ancak Spinoza en değersiz bilgiden en değerli bilgiye doğru şöyle bir sıralama takip etmektedir. 1- Adi bilgi
Gündelik, sıradan bilgilerdir. Çaba harcanmadan bilinen bilgidir. Bu bilgi herkeste bulunmaktadır. Düzensiz tecrübe derecesini gösterir; henüz zihin düzeni kurulmamıştır. 2- Hayal gücünün bilgisi
Adi bilgiye göre biraz daha düzenli olmakla beraber apaçık değil, bulanık ve belirsizdir. 3- Deduktif (teorik) bilgi
Elde edilmesinde bir çabaya ihtiyaç olan, zihinde genel kavramların oluşmasından sonra, bu kavramlar arasındaki ilgiler dikkate alınarak ortaya çıkan bilgidir. 4-intuitif (Akli sezgili) bilgi
Zihnin dedüktif aşamasında elde edilen bütün bu genel kavramları da bir anda, doğrudan kavrayabilen aklın apaçık bilgisidir. Descartes‟ın apaçık bilgilerine karşılıktır. Zaten Spinoza için de hakikatin ölçüsü apaçıklıktır. Hayal gücü, eşyayı bize göre yani sübjektif olarak gösterirken, akıl, eşyayı olduğu gibi, yani objektif olarak tanıtır. Hayal gücü insanı evrenin merkezi yaparken, akıl „ben‟in üstüne yükselir. Aklın bakış açısı, tümel, ezeli, ebedi olana göredir ve her şeyi Tanrı‟ya bağlar. Tanrı‟ya bağlanan her fikir doğrudur. Bu yüzden akıl, tesadüfü reddeder ve olayların zincirleme oluşunu zorunlu görür. Tesadüf, olaylar arasındaki zorunluluğu göremeyen hayal gücünün ürünüdür. Zorunluluk, aklın ilk postulatı ve gerçek ilmin parolasıdır.
Gerçekten var olan biricik tümel varlık, Tanrı veya sonsuz cevherdir. Kalan her şey O‟nun ilintisinden (araz) başka bir şey değildir. Tanrı‟yı da hayal gücü değil akıl kavrayabilir.
Spinoza‟ya göre bu bilgi derecelerinden sadece üçüncü ve dördüncüsü açık, seçik ve kesindir. Anlaşılıyor ki Spinoza bilginin temeline de Tanrı bilgisini koyuyor. Ona göre diğer bütün bilgileri de ancak Tanrı‟yı kavramakla açıklayabiliriz. Bu görüşlerinden onun metafizikçi ve ilahiyatçı bir düşünür olduğu ortaya çıkmaktadır. Genel olarak, İslam düşünürlerinin fikirleriyle benzeşen bu fikirlere göre, Tanrı hem fail-i muhtar, yani hür, hem de vacibü‟l-vücud, yani zorunludur. Tanrı‟nın hürriyeti, zorunluluğunun şuuruna varmaktan ileri gelmektedir. Bir taş da düşerken zorunluluğunun bilincinde olsaydı „hür olduğunu‟ söyleyecekti. Ancak nesne ve bitkilerde bu bilinç olmadığı için hür de değildirler. 2.1.5. Spinoza‟nın Psikolojisi ve Ahlak Anlayışı
Spinoza‟nın psikolojisi ve ahlakı bir duygu öğretisidir. Ona göre, insanın esas duygusu „kendini koruma ve varlığını devam ettirme‟ isteğidir. Bu duygu insanın varlığının zembereği gibidir. Yani korunma duygusuna uygun olan iyi, aykırı olan kötüdür. Spinoza‟ya göre bir şey „kendinde‟ (mutlak) iyi veya kötü değildir. Yalnızca biz bir şeye örneğin ihtiyaç duyduğumuzda ya da o şeyi istediğimizde ona iyi deriz. Yani iyi ve kötüyü biz belirleriz. O halde iyi ve kötü, rölatif belirlemelerdir. Haz ve acı duyguları da böyle değerlendirilmelidir. Spinoza‟nın ahlak anlayışı bütün sisteminin en olgun kısmıdır. Ana eserine zaten “Ahlak (Ethica)” adını vermiştir. „Kendini koruma isteği‟nden hareket etmesinden dolayı o,
erdemle kendini koruma isteği arasında bir bağlantı kurar. Kendimizi koruma isteğimizin asıl sebebi, kendimizi güçlendirmeğe ve olgunlaştırmağa çalışmaktır. Erdem de bu çabanın gerçekleşmesinden ibarettir. Burada erdemle, güçlü olmak, olgun olmak özdeşleşmektedir. pinoza. Descartes gibi erdemle, ruhun aktifliği arasında da ilgi kurar. Ruh ne kadar etkin olursa, o derece olgundur ve tutkularının da esiri değildir. Ġnsanın hür olması veya olmaması, ruhun etkin ya da edilgin olmasıyla ilgilidir. Ġnsan, aklıyla hür, tutkularıyla köledir.
O halde insanı hür ve erdemli duruma ulaştıran gerçek bilgi nedir? Spinoza‟ya göre bu, Tanrı‟yı bilmek ve her şeyin O‟ndan zorunlu olarak meydana geldiğini kavramakla açıklanabilir. Tanrı bilgisi, hem bilginin, hem de erdemin doruk noktasıdır. Bu bilgi insanı, tutkuların köleliğinden kurtarıp hürriyete ulaştırır.
Böylece insan, sonlu dünyanın eksikliğinden uzaklaşıp, sonsuz Tanrı‟ya kavuşmuş olur. Spinoza‟nın sistemi, „Tanrı düşüncesi‟yle, O‟nun tanımı ve sıfatları ile başlamış ve görüldüğü gibi, sonu da „Tanrı‟ya karşı duyulan entellektüel sevgi‟yle noktalanmaktadır. Bu bilgiye dayanan sevgi bizi, „sonsuz varlığa‟ yükselterek tam bir hürriyete ve yetkinliğe eriştirmektedir. 2.1.6. Spinoza‟ nın Devlet Anlayışı
Spinoza‟nın ahlak anlayışı gibi, devlet anlayışı da psikolojisine dayanır. O, iyi ve kötü gibi, „hak‟ kavramını da „kendisini koruma‟ duygusuna bağlar. Spinoza‟ya göre bencilliğimizi geliştirmek en doğal hakkımızdır. Bir kimsenin gücü ne kadarsa hakkı da o kadardır. O halde devlet, suni bir kurumdur. insanın kendi esenliğini korumak için kurduğu bir makine gibidir. Devletin şeklini de bu gayeye uygunluk tayin eder. Spinoza, burada Hobbes‟tan ayrılır ve herkesin hakkını bir mutlak hükümdara devrettiği monarşiyi reddeder. Buna karşılık demokrasiyi tercih eder. Ancak içinde yaşadığı Hollanda demokrasisi bozulunca Spinoza, „en iyilerin‟ bilgisine dayanan aristokrat bir cumhuriyeti düşünmeye başlar. yüzyılın hürriyet ve hoşgörü için mücadele eden düşünürleri arasında Spinoza da bulunmaktadır. Spinoza, barış içinde hür bir toplumu ideal sayar. Ona göre devlet, insanı hayvan ve makine gibi aşağı durumlara düşürmemeli, insanın değerini alçaltmamalıdır. Devlet, düşünme, konuşma ve yayın hürriyetini engellerse, gayesine aykırı düşer.
alıntıdır |