Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 01:20   Mesaj No:4

Verda_Naz

Medineweb Sadık Üyesi
Verda_Naz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Verda_Naz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 176
Üyelik T.: 15 Eylül 2007
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Yaş:31
Mesaj: 612
Konular: 248
Beğenildi:11
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kur'an Hud Suresi Tefsiri

İFTİRACILARIN TEŞHİR EDİLİŞİ

Daha sonraki ayetler, Kur'an'ı inkâr edenleri, onun yüce Allah tarafından gönderilmiş bir kitap olmayıp, uydurma olduğunu iddia edenleri, böylece yüce Allah'a ve Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- iftira edenleri gündeme getiriyor. Bu amaçla karşımıza kıyamet sahnelerinden birini getiriyor. Bu sahnede yüce Allah'a asıl iftira atanlar gözlerimizin önüne getiriliyor. Bu iftiracıların kimileri "Bu kitabı Allah indirmedi" diyen kimselerdir, kimileri yüce Allah'a ortak koşmuşlardır, kimileri de yüce Allah'ın kendine özgü yetkisi olan rabblik, egemenlik yetkisini yeryüzü kaynaklı sahte egemenlere yakıştırmışlardır. İnceleyeceğimiz ayetler, "Allah'a yalan yakıştırma" kavramının ifade ettiği bütün sapık yönelişleri içermek amacı ile bu konuda ayrıntı vermekten bile bile kaçınıyorlar.
Bu iftiracılar, bir kıyamet sahnesinde gözler önüne serilerek onca tanığın önünde, "teşhir" ediliyor, rezil ediliyor. Bu iftiracıların karşısında mü'minlerin, Rabblerine güvenenlerin ve onları bekleyen nimetlerin ve mutluluğun tablosu ile karşılaşıyoruz. Ayetlerin sonunda bu iki kesim, kör ve sağırlar ile görebilen ve işitebilen kimselere benzetiliyor, bu örnek aracılığı ile sözkonusu iki kesim arasındaki bağdaşmazlık ve uçurum çapındaki farklılık vurgulanıyor. Şimdi bu ayetleri okuyoruz:
"Allah'a yalan yakıştırma yapanlardan daha zalim kim olabilir? Onlar Rabblerinin huzuruna çıkarıldıklarında tanıklar, `Bunlar, Rabbleri hakkında yalan yakıştırmalar düzmüşlerdir' derler. Haberiniz olsun ki, Allah'ın lâneti zalimlerin üzerindedir.
Onlar insanları Allah yolundan alıkoyarlar. O yolu eğri göstermeye yeltenirler ve ahireti de inkâr ederler.
Bunların Allah'ın yapacaklarına engel olmaları sözkonusu değildir. Allah dışında dayanakları, destekçileri de yoktur. Azapları katlanır. Ne işitebilirler ve ne de görebilirler.
Bunlar kendilerini hüsrana düşürmüşler ve uydurdukları ilahlar-ortalıkta görünmez olmuşlardır.
Onlar, hiç kuşkusuz, ahirette en ağır hüsrana uğrayacak kimseler olacaklardır.
İman edip iyi ameller işleyenlere ve Allah'a gönülden saygı besleyenlere gelince, onlar cennetliklerdir ve orada ebedi olarak kalacaklardır.
Bu iki grup, kör ve sağır ile görebilen ve işitebilen kimselere benzer. Hiç bir iki grubun durumu bir olur mu? Acaba ibret dersi almaz mısınız?"
İftira, başlıbaşına iğrenç bir suçtur, gerçeğe ve aleyhinde yalan düzülene karşı işlenmiş bir zulümdür. Hele bu iftira yüce Allah'a karşı düzülürse, işlenen suçun ne kadar ağır olacağını varın siz düşünün. Ayetlerin ilgili cümlelerini birlikte okuyalım:
"Onlar Rabblerinin huzuruna çıkarıldıklarında tanıklar `Bunlar, Rabbleri hakkında yalan yakıştırmalar düzmüşlerdir' derler."
Ayette yeralan "Bunlar, Rabbleri hakkında yalan yakıştırmalar düzenlerdir" ifadesindeki "Bunlar" zamiri "işaret" yolu ile o kimseleri "teşhir etme ve kınama anlamını taşır. Bu kimseler kim hakkımda yalan düzmüşler? "Rabbleri hakkında" başka biri hakkında değil. Bu sahnenin egemen atmosferi rezillik atmosferidir. Bu rezilliği, işlenen suçun iğrençliğine denk düşen lânet motifi izliyor:
"Haberiniz olsun ki, Allah'ın laneti zalimlerin üzerindedir."
Bu sözü sahnedeki "tanıklar" böyle söylüyor. Tanıklar ya melekler, peygamberler ve mü'minler ya da tüm insanlardır. O halde bu lânet, bu kalabalık ortasında gerçekleşen bir utandırma, aşağılama ve "teşhir" cezasıdır. Ya da tanık kalabalığı karşısındaki bu rezil etmenin, ipliklerini pazara çıkarmanın yanısıra onlara ilişkin yüce Allah'ın bir başka kararıdır. Tekrarlıyoruz:
"Haberiniz olsun ki, Allah'ın lâneti zalimlerin üzerinedir."
Buradaki "zalimler"den maksat, müşriklerdir. Yüce Allah hakkında yalan yakıştırmalar yapanlar ve bu yolla insanları Allah'ın yolundan alıkoymak isteyenler onlardır. Devam ediyoruz:
"O yolu eğri göstermeye yeltenirler."
Onlar doğru yolu, sapmasız rotayı istemezler. Çarpıklığı, kaypaklığı, zigzağı ve sapmayı isterler. Böyle olmasını istedikleri şey, yol da olabilir, hayat da olabilir, hayatın olguları da olabilir. Ayetin anlamı bunların hepsini içerir. Bunun yanısıra "Bunlar ahireti de inkâr eden" kimselerdir. Bu ifadede "onlar" zamiri iki kez tekrarlanıyor. Amaç pekiştirme yolu ile sözkonusu müşriklerin suçluluklarını vurgulamak, bu suça dikkatleri çekmek sureti ile onları "teşhir" etmektir.
Yüce Allah'a ortak koşanlar -ki, bunlar zalimlerdir- İslâmın dosdoğru rotasından ayrılınca hayatın tüm alanlarını eğriliğe yöneltmeyi amaçlarlar. Zaten yüce Allah'ın egemenliği dışındaki bir başka merciin egemenliğine girmek, hem insan kişiliğinin bütün cephelerini ve hem de sosyal hayatın tüm kesimlerini eğriliğe mahkûm eder.
Yüce Allah'dan başkasına kul olmak, insan vicdanında onursuzluk ve aşağılıklık meydana getirir. Oysa yüce Allah, insan vicdanının onurla donanmasını istemiştir. Öte yandan kula kulluk, sosyal hayatı zulmün ve azgınlığın pençesine düşürür. Oysa yüce Allah, bu hayatın adalete ve eşitliğe dayalı olmasını istemiştir. Ayrıca kula kulluk ilkésinin egemen olduğu toplumlarda insanlar, toprak kökenli egemenleri, sahte rabbleri ilahlaştırma emeklerini, çabalarını boşa harcarlar. Bu amaçla durmadan davullu-zurnalı şenlikler düzenlerler. Bu şenliklerde durmadan nefes tüketirler. Bu yolla düzmece ilahlarını yücelterek gerçek Rabbin yerini doldurmaya çalışırlar. Fakat bu düzmece egemenler, bu sahte ilahlar, özleri itibarı ile küçük ve zavallı oldukları için bir türlü gerçek Rabbin yerini tutamazlar, yüce Allah'a inançsızlıktan doğan boşluğu dolduramazlar.
Bu yüzden o düzmece ilahların zavallı kulları, sefil köleleri sürekli bir çaba, kesintisiz bir didinme içindedirler. Gece-gündüz durmadan bu düzmece ilahları şişirmek için çalışırlar. Dikkatleri ve projektörleri üzerlerine ,çekmeye uğraşırlar. Aralıksız biçimde onlar adına davul-zurna çalarlar. Marşlı, şarkılı, bandolu, trompetli şenlikler düzenlerler. Böylece yararlı üretim faaliyeti uğrunda harcanması gereken insan emekleri, bu sonuçsuz, bu uğursuz çabalar uğrunda, bu onur kırıcı ve gelişmeyi durdurucu amaçlar peşinde harcanır. Bundan daha büyük bir eğrilme, bundan daha büyük bir yamukluk düşünülebilir mi?
"Onlar..."
Yani o lânete uğramış, yüce Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmış, kovulmuşlar:
"Allah'ın dünyada yapacaklarını engelleyemezler."
Onlar, yüce Allah'ın iradesine set çekecek güçte değildirler. Yüce Allah istese dünyada yakalarına yapışıp kendilerini azaba çarptırır. Devam ediyoruz:
"Onlar Allah dışında bir dayanakları, bir destekçileri de yoktur." Allah'a karşı kendilerine yardım edecek; O'nun azabı gelince kendilerine arka çıkacak bir koruyucuları yoktur. Yüce Allah, eğer onları somut dünya azabına çarptırmıyorsa, eğer bunun yerine işlerini ahiret azabına havale ediyorsa, bunun sebebi hem dünya azabını, dünya perişanlığını ve hem de ahiret azabını birlikte ve eksiksiz olarak çekmeleridir. Okuyoruz:
"Azapları katlanır."
Onların algılama mekanizmaları işlemez bir halde, basiretleri bağlı olarak yaşadılar. Sanki kulakları ve gözleri yokmuş gibi ömür sürdüler:
"Ne işitebilirler ve ne de görebilirler." "Bunlar, kendilerini hüsrana düşürmüşlerdir."
En ağır hüsran, en büyük kayıp budur. Kendini, özbenliğini kaybeden kimse, bunun dışındaki kazançlarından hiçbir yarar sağlayamaz. İşte bunlar, dünyada özbenliklerini kaybetmişler, öz varlıklarını hasara uğratmışlardır. Her şeyden önce insanlık onurlarını yitirmişler, onun bilincinden yoksun yaşamışlardır. Bu bilinç, yüce Allah'dan başkasının kulluğunu reddetme onurunda, kula kulluğun boyunduruğundan kurtulup Allah'a kul olmanın şerefine yüceltme tutumunda somutlaşır. Bunun yanısıra bu bilinç, dünya nimetlerinden yararlanmayı ihmal etmemekle birlikte, bu hayatın tutsaklığından sıyrılıp daha yüksek ve daha yüce bir hayata göz dikmeyi beraberinde getirir. Fakat bu adamlar ahireti inkâr etmekle, yüce Allah'ın karşısına çıkacakları gerçeğini yalanlamakla bu bilinçten yoksun olduklarını kanıtlamışlardır. Çünkü dünyadaki bu onursuz hayatlarının karşılığı olarak orada rezil-sefil olacaklardır, kendilerini bekleyen tek şey azaptır. Devam ediyoruz:
"Uydurdukları ilahlar da ortalıkta görünmez olmuştur."
Bu adamlar, yalan yere uydurdukları düzmece ilahlarını yanlarında bulamamışlar, onlarla buluşamamışlardır. Bu asılsız ilahlar gözlerden kaybolmuş, yokolmuş, sıvışıp gitmişlerdir. Devam ediyoruz:
"Onlar hiç kuşkusuz ahirette en ağır hüsrana uğrayacak kimseler olacaklardır."
Hiçbir kayıp, hiçbir hüsran, onların uğrayacakları kayba, onların karşılaşacakları hüsrana denk olamaz. Çünkü onlar hem dünyada ve hem de ahirette kendilerini, özbenliklerini yitirmişlerdir.
Öbür yanda mü'minler, iyi amel işleyenler yeralır. Bunlar Rabblerine güvenenler, O'na bel bağlayanlar, şikayetsiz ve endişesiz olarak O'nun himayesinde huzur bulanlardır. Okuyoruz:
"İman edip iyi ameller işleyenlere ve Allah'a gönülden saygı besleyenlere gelince, onlar cennetliklerdir ve orada ebedi olarak kalacaklardır." Buradaki "ihbat (gönülden saygı besleme)" kelimesi "güven, istikrar, teslimiyet ve bel bağlama" anlamlarına gelir. Bu kelime, mü'minin Rabbine yönelik tutumunu tasvir eder. Buna göre, mü'minler Allah'a sığınırlar, O'ndan gelecek her şeye razı olurlar. Yüce Allah'ın kendilerine yönelik tasarrufları karşısında vicdanları rahattır, kalpleri emniyettedir, gönülleri güven, huzur ve hoşnutluk duyguları ile doludur. Devam ediyoruz:
"Bu iki grup kör ve sağır ile görebilen ve işitebilen kimselere benzer. Hiç bu iki grubun durumu bir olur mu?"
Burada somut bir tablo karşısındayız. Tabloda iki grubun durumu elle tutulur biçimde tasvir ediliyor. Birinci grup gözleri görmeyen körlere ve kulakları işitmeyen sağırlara benziyor. Bunlar duyu ve algılama organlarını işlemez hale getirenler, onları fonksiyonlarını yerine getiremez duruma düşürenlerdir. Bu organların fonksiyonları kalbe ve akla mesaj ileten araçlar olmalarıdır; kalp ve akıl da aldıkları bu mesajlarının anlamını kavramakla ve özünü değerlendirmekle görevlidirler. Fakat bu kimseler sanki bu duyu ve algılama organlarından yoksun gibidirler.
İkinci gruptakiler ise, normal olarak görebilenler ve işitebilenler gibidirler. Buna göre bunlar gözlerinin ve kulaklarının kılavuzluğundan, yol gösterici fonksiyonundan sürekli biçimde yararlanan kimselerdir. Şimdi;
"Hiç bu iki grubun durumu bir olur mu?"
Bu soru, somut tabloyu izleyen ve cevap gerektirmeyen bir sorudur. Çünkü gözlerimizin önüne serilen somut tablo, bu sorunun açık cevabını içermektedir. Ayetlerin son cümlesini okuyoruz:
"Acaba ibret dersi almaz mısınız?"
Mesele bu hali ile "ibret" dersi almaktan başka hiçbir tepkiyi kaldırmaz. O kadar yalındır, o kadar apaçıktır ki, üzerinde düşünmeye hiç gerek yoktur.
İşte Kur'an üslubunun ağırlıklı unsurunu oluşturan "tasvir" yönteminin fonksiyonu budur. Bu yöntem tartışmayı gerektiren düşünce içerikli meseleleri, yalın ve söz götürmez kesin gerçeklere dönüştürür. Bu tür gerçekler karşısında insanın yapacağı tek şey onları görmek ve onlardan gerekli ibret derslerini çıkarmaktır.

NUH PEYGAMBER VE KAVMİ

Peygamber hikâyeleri bu surenin iskeletini oluşturur. Fakat bu hikâyeler, bağımsız ve sonuçtan kopuk olarak anlatılmış değildir. Tersine bu hikâyeler surenin anlatmak üzere indiği ve başlangıç kısmında özetle değinilen büyük gerçekleri doğrulama, somut olaylarla kanıtlama amacı taşırlar. Surenin sözkonusu başlangıcını bir kere daha okuyalım:
"...Bu Kur'an; her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından muhkem, uyumlu cümleler ile örülen, sonra ayrıntılı biçimde açıklanan ayetlerden oluşmuş bir kitaptır.
(İçeriğinin özü şudur Sırf Allah'a kulluk ediniz. Ben O'nun size gönderdiği bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.
Rabbinizden af dileyiniz, pişmanlık duygusu içinde O'na yöneliniz ki, belirli bir sürenin sonuna kadar sizi mutlu yaşatsın ve her erdemli kişiye erdemli davranışlarının ödülünü versin. Eğer O'na sırt çevirirseniz, sizin hesabınıza `büyük gün'ün azabından korkarım.
Dönüş yeriniz Allah'ın huzurudur, O'nun gücü her şeye yeter."
Surenin giriş bölümünde bu gerçeklerin irdelenmesine ilişkin çeşitli gezintiler düzenleniyor. Bu bölümdeki ayetleri okurken, kimi zaman göklerin ve yerin görkemli sırları arasında, kimi zaman da Mahşer kalabalığı arasında gezintiye çıkıyoruz.
Şimdi okuyacağımız ayetler ise, bizi başka gezintilere çıkarıyorlar. Bu gezilerde kendimizi yeryüzünün değişik yörelerinde, tarih sürecinin değişik dönemlerinde buluyor ve geçmiş milletlerin bazı hayat maceralarını yeniden yaşıyoruz. Bu geziler sırasında "İslâm inancı" akımının tüm insanlık tarihi boyunca cahiliye zihniyeti karşısında giriştiği sürekli mücadelenin bazı kritik evreleri gözlerimizin önünde canlandırılıyor.
Bu surede anlatılan peygamber hikâyeleri oldukça uzundur. Özellikle Hz. Nuh'a ve Tufan olayına ilişkin hikâye hepsinden uzun bir biçimde anlatılıyor. Bu hikâyeler, bu surenin başlangıcında yeralan ve tüm surelerin iniş gerekçesini oluşturan inanç sistemine ilişkin gerçekler etrafındaki tartışmaları içerirler. İnsan bu tartışmaları izlerken dünün yalanlayıcıları ile bugünün yalanlayıcılarının arasında önemli bir fark olmadığını, her ikisinin de hemen hemen aynı karakteri paylaştıklarını, tüm insanlık tarihi boyunca sergiledikleri zihniyetin aşağı-yukarı aynı zihniyet olduğunu açıkça görür.
Bu surede anlatılan peygamber hikâyeleri kronolojik sırayı izler. Buna göre önce Hz. Nuh'un, arkasından Hz. Hud'un, daha sonra Hz. Salih'in hikâyeleri anlatılır. Sonra Hz. Lût'a gidilirken Hz. İbrahim'e uğranır. Arkasından Hz. Şuayb'in hikâyesine geçilir, sonra da Hz. Musa'nın hikâyesine kısaca değinilir. Bu hikâyelerde tarih çizgisinin aşamalarına bağlı kalınır. Çünkü amaç, tarihin sürekli akışı içinde ve oluş zincirine bağlı kalınarak yeni kuşaklara eski kuşakların akıbetlerini, sonlarının ne olduğunu hatırlatmaktır.
İlk hikâye, Hz. Nuh ile soydaşları arasındaki olayları anlatan hikâyelerdir. Bu hikâye, anlatılan hikâyelerin en eski tarihlisi olduğu gibi surede ele alınan hikâyelerin de ilkini oluşturuyor.
Şimdide Aşağıda Hz. Nuh kıssasına ilişkin ayetleri inceleyelim:


25- Biz Nuh'u soydaşlarına peygamber olarak gönderdik. (O onlara dedi ki); "Ben sizin için açık bir uyarıcıyım. "


26- "Sırf Allah'a kulluk sununuz. Yoksa sizin hesabınıza acıklı bir günün azabından korkarım. "

Bu ayetlerin sözleri, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- insanlara duyurmak üzere görevlendirildiği ve "...her işi yerinde, her şeyden haberdar olan Allah tarafından muhkem, uyumlu cümleler ile örülen, sonra ayrıntılı biçimde açıklanan ayetlerden oluşmuş" kitabın sözleri ile hemen hemen aynıdır. Bu ifade benzerliği tesadüfi değildir. Ortak ve temel kavramları anlatmak için kullanılan sözler arasındaki bu yakınlık bilerek ve istenerek seçilmiştir. Amaç peygamberlik misyonlarının ve inanç sisteminin birliğini, özdeşliğini vurgulamaktır. Bunun için nerede ise kullanılan kelimeler bile aynı olmuştur. Ayrıca bu söz benzerliği karşısında şu gerçeği de dikkatlerimizden kaçırmamalıyız, Bu ayetlerde bize Hz. Nuh'un sözlerinin anlamı aktarılıyor, yoksa o sözlerin kelimeleri tekrarlanmıyor. Bu konudaki en akla uygun yorum budur. Çünkü biz Nuh'un -selâm üzerine olsun- hangi dili kullandığını bile bilmiyoruz. İlk ayeti ele alalım:
"Biz Nuh'u soydaşlarına peygamber olarak gönderdik. (O onlara dedi ki); "Ben sizin için açık bir uyarıcıyım."
Ayetin ikinci cümlesinde Hz. Nuh'un dedikleri aktarılırken, söze "O dedi ki..." diye başlanmıyor. Çünkü Kur'an'ın anlatımı sahneye canlılık kazandırıyor: Sanki bu hikâyede olup-bitenler gözlerimizin önünde cereyan ediyor, sanki onlar geçmişin hikâyesi değildirler. Sanki Hz. Nuh, bu sözleri soydaşlarına şimdi söylüyor ve biz kendisi ile soydaşlarını gözlerimizle görüyor, söylediklerini kulaklarımızla işitiyoruz.
Bu, okuduğumuz cümlenin ilk özelliğidir. İkinci özelliği ise, bu kısacık cümlenin, peygamberlik misyonunun tümünü birkaç kelime ile özetlemesi, onu bir tek gerçeğe indirgemesidir. Cümleyi tekrarlıyoruz:
"Ben sizin için açık bir uyarıcıyım."
Her şeyin kısacık bir cümleye sığdırılması, peygamberlik misyonunu belirleme ve onu dinleyicilerin vicdanlarında ön plana çıkarma bakımından son derece etkili bir ifade yöntemidir.
Bir sonraki cümlede peygamberlik misyonunun içeriği bir kere daha tek bir gerçekte somutlaştırılıyor. Okuyoruz:
"Sırf Allah'a kulluk sununuz."
İşte peygamberlik misyonunun temel dayanağı, uyarı fonksiyonunun ana içeriği budur. Peki bu uyarının amacı nedir?
"Yoksa sizin hesabınıza acıklı bir günün azabından korkarım."
Böylece bu kısacık cümleler aracılığı ile hem gerçekleri duyurma ve hem de uyarma görevi tamamlanmış oluyor.
Bir de şu noktaya değinmeliyiz: Ayette sözü edilen "gün" aslında "acıklı" değil; "acılarla dolu" bir gündür. Yani acıları tadacak olan günün kendisi değil, o günü yaşayacak olan insanlardır. Bu ifade "acı" olgusunu zihinlerde somutlaştırmak için bilerek seçilmiştir. Yani o günün kendisi acılarla yüklüdür, acıları iliklerinde duyuyor. Artık o günü yaşayacak olanların halini varın siz düşünün! Ayetleri okumaya devam ediyoruz:



27- Soydaşlarının ileri gelen kâfirleri O'na dediler ki, "Biz senin sadece bizim gibi bir insan olduğunu görüyoruz. Sana uyanların da aramızdaki ilkel düşünceli, ayak takımı olduğunu görüyoruz. Sizin bize karşı herhangi bir üstünlük taşıdığınız görüşünde değiliz. Tersine sizlerin yalan söylediğiniz kanısındayız.

Burada kendilerini beğenmiş elebaşların verdikleri cevabı okuyoruz. "İleri gelenlerin" toplumun kilit noktalarını ellerinde bulunduran, üst düzeydeki egemenlerin herkese tepeden bakan sözleri ile karşı karşıyayız. Bu sözler, Kureyşli elebaşlar tarafından Peygamberimize verilmiş bir cevap da olabilirdi. "Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz." "Sana uyanların aramızdaki ilkel düşünceli, ayak takımı olduğunu görüyoruz." ``Gördüğümüze göre sizin bize karşı hiçbir üstünlüğünüz yok." "Tersine sizin yalancı olduğunuz kanısındayız."
Kuşkular aynı kuşkular. Suçlamalar aynı suçlamalar. Burnu büyüklük, aynı burnu büyüklük. Aynı aptalca, cahilce ve umursamasız cevap!
İnsanların "cahil" kesiminin kafalarına öteden beri takılan kuşkulardan biri şudur: İnsanoğlu, yüce Allah'ın elçiliğini taşıyamayacak kadar küçük ve yetersiz bir canlı türüdür. Eğer yüce Allah mutlaka insanlara elçi gönderecekse, bu görevi kesinlikle başka bir canlı türü yüklenmelidir. Bu cahilce bir kuşkudur. Kaynağı "insan" denen şu canlı türüne güvensizliktir. Oysa yüce Allah, insanı yeryüzünde halife olarak seçmiştir. Bu görev, son derece önemli bir görevdir. Buna göre yüce Allah, insana bu göreve denk düşecek yetenekler ve güçler bağışlamış olmalıdır; bu canlı türünü, bazı seçkin fertlerin peygamberlik yükünü taşıyacak yeteneğe sahip olmalarını mümkün kılacak düzeyde yaratmış olmalıdır. Bu peygamberleri yüce Allah seçeceğine göre, bu peygamberlerin yapı hamuruna, insan türünün genel niteliklerinden fazla olarak hangi özel yetenekleri katacağını O, herkesten iyi bilir.
Bu alandaki bir başka cahilce kuşku da şudur: Madem ki yüce Allah insanlar arasından peygamber seçiyor. Bu peygamber, niye toplumun kaymak tabakasını oluşturan, yönetim mekanizmasının kilit noktalarını ellerinde tutan seçkinler arasından belirlenmiyor? Bu kuşkunun arkasında insan denen canlıya üstünlük kazandıran gerçek değerlerin ne olduğunu bilmemek; bütün bir tür olarak yeryüzü halifeliğine neden lâyık görüldüğünden ve bazı seçkin fertlerinin şahsında niçin yüce Allah'u elçiliği gibi yüce bir görevi taşımaya yetenekli sayıldığından habersiz olmak yatar. Sözkonusu değerlerin servetle, mevki ile, yeryüzünde egemenlik kurmuş olmakla ilgisi yoktur. Bu değerler vicdan temizliği ile bu vicdanların yücelikler alemi ile ilişki kurmaya yetenekli olmaları ile ilgilidir. Bu vicdanların her türlü lekeden arınmış olmaları, yücelikler aleminin mesajlarını alabilmeleri, o alemle iletişim kurma yeteneğini taşımaları, bu ağır emaneti omuzlayacak güçte olmaları, onun yükleyeceği zorluklara katlanabilmeleri ve bu emaneti, ne pahasına olursa olsun, insanlara iletebilmeleri önemlidir. Bu saydıklarımız yanında peygamberliğin daha başka nitelikleri de vardır. Önemli olan peygamber olarak seçilenlerin bu nitelikleri taşımalarıdır ve niteliklerin servetle, mevki ile, yeryüzü egemenlerinden biri olmakla uzaktan-yakından ilgileri yoktur.
Fakat Hz. Nuh'un soydaşlarının seçkinleri, tıpkı diğer peygamberlerin soydaşlarının seçkinleri gibi bu yüce değerleri görmekten uzaktırlar, dünyevi konumları gözlerini bu gerçeği görmeyecek derecede kör etmektedir. Bu yüzden seçilen peygamberlerin bu yüce göreve lâyık görülmelerinin gerekçesini kavrayamamaktadırlar. Onlara göre bu görev, insanlara verilemez. Ama eğer mutlaka bir insana verilecekse, bu insan kesinlikle kendileri gibi toplumun kaymak tabakasını oluşturan egemenler arasından seçilmelidir! Nitekim bakın, neler diyorlar!
"Biz seni sadece bizler gibi bir insan olarak görüyoruz."
Bu, sözlerinden biridir. Öbürü ise daha da müthiş! Okuyoruz:
"Sana uyanların aramızdaki ilkel düşünceli, ayak takımı olduğunu görüyoruz."
Bu sözde seçkinler, yoksul halk yığınlarına "ayak takımı" diyorlar. Zaten her toplumun ileri gelenleri, kendi dışlarındaki serveti ve mevkii olmayan halk kitlelerini her dönemde bu gözle görmüşlerdir. Oysa bütün peygamberlerin taraftarları genellikle bu yoksul halk kitleleri arasından çıkmıştır. Çünkü sıradan halk kitlelerinin fıtratı, insanları seçkinlere kul olmaktan kurtaran; kalpleri düzmece "ulular"dan daha yüce, ezici iradenin ortaksız sahibi olan tek Allah'a bağ-. lamaya daha yatkındır. Sebebine gelince, yoksul halk kitlelerinin fıtri (doğal) yapılarını şımarıklık ve lüks hayat bozmamıştır; şahsi yararlar ve göz kamaştırıcı nişanlar onları, ilahi çağrıya olumlu cevap vermekten alıkoymaz. Eğer yüce Allah'a inanırlarsa kaybedecekleri bir sosyal mevkileri yoktur. Oysa sözde seçkinler, halk yığınlarının gafleti sayesinde onları değişik biçimli putperest hurafelerin tutsağı yaparak elde ettikleri bu "çalıntı" saltanatlarını yitirmekten korkarlar. Sözkonusu putperest saplantıların başta geleni; yüce Allah'ın ortaksız ilahlığı kabul edileceği yerde, egemenlik yetkisi rakipsiz tek Allah'a özgü sayılacağı yerde, birtakım gelip geçici insanlara bağlılık sunmak, onların sözlerine kayıtsız-şartsız bir teslimiyetle itaat etmek, onların kulu-kölesi sayılmayı onaylamaktır. Bundan dolayı insanları tek Allah'a çağıran peygamberlik misyonları; her dönemde ve her yerde insanlık için gerçek kurtuluş hareketleri olmuşlardır. Böyle olduğu içindir ki, yeryüzünün zorba diktatörleri, zalim "tagut"ları, her zaman bu hareketlerin karşısına dikilmişler, halk kitlelerinin bu hareketlerin safında yeralmalarını önlemeye çalışmışlar, bunu yapabilmek için sözkonusu özgürlük hareketlerini karalamaya, önderlerini en iğrenç suçlamalarla lekeleyerek halkın gözünden düşürmeye, yığınların antipatisini üzerlerine çekmeye yeltenmişlerdir. Bu sözde seçkinlerin yukarıdaki sözlerini birkere daha okuyalım:
"Sana uyanların aramızdaki ilkel düşünceli, ayak takımı olduklarını görüyoruz."
Yani onlar ne yaparlarsa, düşünüp taşınmadan yaparlar. Bu da toplumun en üst katını oluşturan sözde seçkinlerin, "mü'minler" topluluğuna tarihin her döneminde yönelttikleri bir suçlamadır. Onlara göre halk yığınları, kurtuluş hareketlerine katılmadan önce bu işi enine-boyuna düşünüp taşınmazlar. Bunun yerine bu hareketlere körü-körüne ve heyecanların körüklediği bir coşku ile katılırlar ki; bu büyük bir suçtur. Bundan dolayı seçkin beyefendilerin onların yöntemlerini benimsemeleri, onların yollarını izlemeleri şanlarına yakışmaz. Eğer ayak takımı bir çağrıya inanıyorsa, bu beyefendilerin de ona inanmaları, "ayak takımı"nın inancını paylaşmaları, ya da bu ayak takımı tarafından sözkonusu inanç sistemini benimsemeye çağrılmaları olacak şey değildir! Bakın daha neler söylüyorlar!
"Sizin bize karşı herhangi bir üstünlük taşıdığınız görüşünde değiliz."
Bu sözleri ile davanın önderi ile bu önderin çağrısına uyan halk kitlelerini, kendi şımarık deyimleri ile "ayak takımı"nı aynı kefeye koyduklarını gösteriyorlar. "Sizin hidayete daha yakın olmanızı sağlayacak ya da doğruyu daha iyi bilmeye yolaçacak bir üstünlüğünüz, bu konuda bize karşı bir avantajınız olduğu görüşünde değiliz. Eğer sizin bağlandığınız ilkeler yararlı ve doğru olsaydı, bunun daha önce biz farkına varırdık, sizden daha önce o ilkeleri benimserdik, sizden geride kalmazdık."
Onlar bu sözleri söylerken, daha önce değindiğimiz yanıltıcı ölçüyü kullanıyorlar, meseleleri bu sakat mantığın ölçeğine göre değerlendiriyorlar. Bu sakat mantığa göre üstünlüğün dayanağı servettir, akıllılığın dayanağı mevkidir ve bilginin dayanağı da iktidardır. O halde zenginler daha üstün, mevki ve rütbe sahipleri daha akıllı, iktidarda bulunanlar da daha bilgilidirler. Bu kavramlar ve bu değer yargıları her zaman Allah birliği inancının tamamen yokolduğu ya da etkisiz kaldığı toplumlarda egemen olurlar. O zaman insanlık cahiliye dönemlerine geriler, putperest geleneklerin çok sayıdaki türlerinden birinin pençesine düşer. Yalnız bu putperest gelenek, materyalist uygarlığın göz kamaştırıcılığı içinde ortaya çıkabilir, buna aldanmamak gerekir. (Meselâ günümüz Amerikası'nda insanın değeri, gelir düzeyine ve bankadaki hesabının rakamlarına göre ölçülür. Amerika'dan kaynaklanan bu cahiliyeye özgü putperest bakış açısı dalga dalga bütün dün· yaya yayılıyor, hatta kendini müslüman sanan doğu dünyasında bile egemen oluyor!) Bu anlayışın, insanlık için bir gerileme olduğu, tersine gitmek anlamına geldiği kuşkusuzdur. Çünkü bu bakış açısı insanı insan yapan değerleri küçümsemekte, hiçe saymaktadır. Oysa insan bu değerler sayesinde yeryüzü halifeliğine lâyık görülmüş ve peygamberlik misyonu taşıyacak derecede yüceliklere tırmandırılmıştır. İnsan bu değerlerden yoksun kalınca, organik ve fizik yapısı ile hayvana yakın bir düzeye iner. Bir de şu sözlerini okuyalım:
"Tersine sizlerin yalancı olduğunuz kanısındayız."
Sözünü ettiğimiz seçkinlerin yüce Allah'ın peygamberine ve bağlılarına yönelttikleri sonuncu suçlama budur. Fakat bu suçlamayı, mensubu oldukları sınıfın, yani "Aristokrasi"nin yöntemleri uyarınca yapıyorlar. Söylemek istediklerini "Aristokrat"lara yaraşır bir ihtiyatlılıkla dile getiriyorlar; "olduğunuz kanısındayız" diyorlar. Neden derseniz, dobra dobra konuşmak ve kesin doğrultulu tercihi yapmak, bu beylere göre, taşkın ve ilkel düşünceli halk yığınlarının özelliklerindendir. O halde ileri görüşlü ve sağlam düşünceli seçkinler, hiçbir zaman bu düzeye düşmemelidirler!
Bu davranış türü ve bu konuşma üslubu Hz. Nuh'un zamanından beri sürekli tekrarlanan bir örnektir. Yani sözünü ettiğimiz cepleri dolu, kalpleri boş, burnu büyük, iddialı, boyun damarları çıkık ve şiş göbekli sözde seçkinler her zaman böyle konuşurlar, böyle davranırlar.
Buna karşılık Hz. Nuh, bu adamların suçlamalarını, sırt çevirmelerini ve tepeden bakmalarını peygambere yaraşır bir hoşgörü ile karşılıyor. Onların bu sözleri karşısında vakarlıdır, insanlara duyurmak üzere getirdiği gerçeğin gücüne güvenmektedir, kendisini peygamber olarak gönderen Rabbinin desteğinden emindir; önündeki yolun belirginliğinden ve kafasındaki yöntemin doğruluğundan en ufak bir kuşkusu yoktur. Bu yüzden karşısındakiler gibi kaba sözler söylemiyor, onlar gibi suçlamalara kalkışmıyor, onlarınkine benzer iddialar ileri sürmüyor, kendini olduğundan başka türlü göstermeye, peygamberlik misyonuna özü dışında bir nitelik vermeye çalışmıyor. Onlara şöyle sesleniyor:



28- Nuh dedi ki; "Ey soydaşlarım, baksanıza, eğer ben Rabbimden gelen açık belgelere dayanıyorsam, eğer O bana kendi katından bir rahmet verdi ise de siz bunu görmekten yoksun bırakıldı iseniz, istemediğiniz halde sizi bu açık belgeleri ve bu rahmeti kabul etmeye mi zorlayacağız?"


29- "Ey soydaşlarım, bu uyarı çabalarıma karşılık sizden maddi bir karşılık istemiyorum, benim ücretimi verecek olan Allah'dır, mü'minleri yanımdan kovacak değilim, çünkü onlar Rabblerine kavuşacaklardır. Fakat sizin gerçeklerden habersiz bir toplum olduğunuzu görüyorum. "


30- "Ey soydaşlarım, eğer o mü'minleri yanımdan kovacak olursam, Allah'a karşı beni kim savunabilir? Bunu hiç düşünmüyor musunuz?"


31- "Size `Allah'ın hazineleri benim elimin altında da' demiyorum, gayp alemini de bilemem, `Ben bir meleğim' de demiyorum. Sizin gözlerinize hor görünen kimselere Allah'ın hiçbir hayır vermediğini de söyleyemem, kalplerinde neler olduğunu herkesten iyi bilen Allah'dır. Yoksa zalimlerden biri olurum. "

Hz. Nuh sözlerine "Ey soydaşlarım" diye başlıyor. Bu hoşgörü yansıtan, sevgi dolu, onların kendinden ve kendisini onlardan sayan seslenişten sonra konuşmasını şöyle sürdürüyor: Sizler bana karşı çıkıyor ve "Biz seni sadece bizler gibi bir insan olarak görüyoruz" diyorsunuz. Ya ben Rabbim ile ilişki halinde isem; bu durum benim vicdanımda apaçık ve benim bilincimde kesin bir realite isé, o zaman ne diyeceksiniz. Böyle bir iç-sezi size verilmemiş bir özelliktir. Bunun yanısıra eğer Allah beni peygamber seçerek bana kendi katından bir rahmet bağışladı ise, ya da bana peygamberlik yükünü taşıyabilmemi sağlayacak ayrıcalıklar bağışladı ise -ki hiç kuşkusuz bu büyük bir rahmettir-, eğer gerek deminki ve gerekse şimdiki varsayımım doğru ise de bu gerçekler sizin gözlerinizden saklandı ise, eğer sizler bu gerçekleri kavrayacak yetenekten yoksun tutuldu iseniz ve eğer basiretleriniz bağlı olduğu için bu realiteleri göremiyorsanız, sizi bunları kabul edesiniz diye "zorlayacak mıyız?" "Siz istemediğiniz halde" sizi bu realiteleri kavramaya, onlara inanmaya zorlamak, ne yapabileceğim bir iştir ve ne de bana yakışır.
İşte Hz. 'Nuh, bu yumuşak sözlerle karşısındakilerin dikkatlerini yönlendirmeye ve vicdanlarına dokunmaya, duyarlıklarını harekete geçirmeye çalışıyor. Bu yolla bilgisinden yoksun kaldıkları değerleri kavramalarını, peygamberlik misyonuna ve peygamber seçimi konusunda habersiz oldukları ayrıcalıklarının farkına varmalarını sağlamaya çalışıyor. Bu önemli görevin, onların kullandıkları yüzeysel ve dış görünüş ile ilgili kriterlere, ölçülere dayandırılamayacağını kendilerine göstermeye çabalıyor. Bunların yanısıra onlara son derece önemli olan şu ilkeyi belletiyor: İnanmanın temeli, özgür tercihtir; düşünerek, araştırarak benimsemektir; yoksa zorla devlet gücü ile ve insanlara tepeden bakarak hiç kimseye yeni bir inanç aşılanamaz. Şimdi de yukardaki ayetlerin ikincisini incélemeye çalışalım:
"Ey soydaşlarım, bu uyarı çabalarıma karşılık, sizden maddi bir karşılık istemiyorum, benim ücretimi verecek olan Allah'dır. Mü'minleri de yanımdan kovacak değilim. Çünkü onlar Rabblerine kavuşacaklardır. Fakat sizin gerçeklerden habersiz bir toplum olduğunuzu görüyorum."
Yani "ey soydaşlarım, sizin `ayak takımı' dediğiniz insanları ben iman etmeye çağırdım, onlar da iman ettiler. Benim insanlardan, iman etmeleri dışında hiçbir beklentim yoktur. Ben çağrı çabalarım karşılığında maddi kazanç istemiyorum ki zenginlerle sıkı-fıkı olayım da fakirler ile arama mesafe koyayım. Benim gözümde bütün insanlar birdir. Kim insanların malını umursamazsa, onun için fakirler ile zenginler bir olur" Devam ediyoruz:
"Benim ücretimi verecek olan Allah'dır."
Bu iş yalnız O'na düşer. Başkasına değil. Ayrıca:
"Mü'minleri de yanımdan kovacak değilim."
Anlaşılan bu sözde seçkinler Hz. Nuh'a, ya açıkça, ya da dolaylı biçimde dediler ki; "Bu ayak takımını yanından kov; o zaman sana iman etmeyi düşünebiliriz. Biz bu ayak takımı ile senin yanında biraraya gelemeyiz, ya da onlarla aynı yola giremeyiz." Hz. Nuh'un bu isteğe verdiği karşılık kesindir; "Hayır, onları kovmam sözkonusu değil. Ben böyle bir şey yapmam. Onlar iman ettiler. Bundan sonraki işleri yüce Allah'a kalmıştır, artık benimle bir işleri yok." Devam ediyoruz:
"Çünkü onlar Rabblerine kavuşacaklardır. Fakat görüyorum ki, siz gerçeklerden habersiz bir toplumsunuz."
Sizler insana yüce Allah'ın terazisinde kıymet kazandıran gerçek değerlerin neler olduklarını bilmediğiniz gibi, tüm insanların en sonunda yüce Allah'ın huzuruna varacaklarından da habersizsiniz. Şimdi de bir sonraki ayete geçiyoruz:
"Ey soydaşlarım, eğer ben o mü'minleri yanımdan kovacak olursam, Allah'a karşı beni kim savunabilir? Bunu hiç düşünmüyor musunuz?"
Orada Allah var. Yoksulların da zenginlerin de, zayıfların da güçlülerin de Rabbi olan Allah. Orada Allah insanları burada geçerli saydıklarınızdan farklı déğerler ile değerlendiriyor, onları tek bir terazide tartıyor. Bu terazi, iman terazisidir. Buna göre sözünü ettiğiniz mü'minler yüce Allah'ın koruması ve gözetimi altındadırlar. O halde;
"Ey soydaşlarım, eğer ben o mü'minleri yanımdan kovacak olursam Allah'a karşı beni kim savunabilir?" '
Eğer ben yüce Allah'ın koyduğu ölçüleri çiğner de O'nun mü'min kullarına karşı haksızlık edersem, beni O'ndan, O'nun gazabından kim kurtarabilir. Eğer sahte yeryüzü değerlerini onaylayarak Allah'ın değerli saydığı o insanları hor görürsem, Allah'ın karşısında bana kim arka çıkabilir? Oysa yüce Allah beni o sahte değer yargılarına uymak için değil, onları değiştirmek için gönderdi.
Size gelince pençesine düştüğünüz sapıklık, size insan fıtratının sağlıklı ve dengeli ölçüsünü unutturmuştur.
Daha sonra Hz. Nuh bù sözde seçkinlere kendini ve peygamberlik görevini tanıtıyor. Bu tanıtma sırasında kendini ve peygamberliğini her türlü süsten, her türlü alımlılıktan, her türlü yeryüzü kaynaklı sahte değerden arındırarak ortaya koyuyor. Ayrıca bu tanıtmayı yaparken gerçekleri hatırlatıcı ve öğüt verici bir üslup kullanıyor. Amacı, onlara gerçek değerleri belletmek, göz boyayıcı ve içi kof değerleri gözlerinden düşürmektir. Bunun için bu sahte değerlere metelik vermeyen, onlardan soyutlandığını vurgulayan bir dille konuşuyor. Buna göre kim peygamberliğin çağrısını onaylarsa; onu gösterişsiz, iddiasız kimliği ile olduğu gibi kabul ederse sahte değerlerden arınarak ve sırf Allah rızasına gönül vererek onun safına katılsın. Okuyoruz:
"Size `Allah'ın hazineleri benim elimin altındadır' demiyorum.
Ne zengin olduğumu iddia ediyorum ve ne de istediklerime servet dağıtabilecek güçte olduğumu söylüyorum. Ayrıca;
"Ben gayb alemini de bilemem."
Ne insan türünde olmayan bir gücün sahibi olduğumu ve ne de yüce Allah ile peygamberlik ilişkisi dışında başka bir ilişkimin olduğunu iddia etmiyorum. Bunların yanısıra;
"Ben bir meleğim de demiyorum."
Sizin gözünüze girebilmek için saplantılarınıza göre insanlıktan üstün tuttuğunuz başka bir sıfata sahip olduğumu iddia etmiyorum, kendi uydurduğum bir gerekçe ile size karşı üstünlük taslamıyorum. Bir de şunu biliniz ki;
"Sizin gözlerinize hor görünen kimselere Allah'ın hiçbir hayır vermedi ini .de söyleyemem." '
Sizin büyüklük komplekslerinizi tatmin edeyim diye, ya da yeryüzü kaynaklı yargılarınıza ve gelip geçici değerlerinize uyum göstereyim diye böyle asılsız bir iddia ileri süremem. Çünkü;
"Onların kalplerinde neler olduğunu herkesten iyi bilen Allah'dır."
Ben onların sadece görünüşlerine bakabilirim. Görünüşlerine bakınca onlara saygı duymak gerekiyor, yüce Allah'ın onlara hayır verdiğinden ümitli olmak icap ediyor:
"Yoksa zalimlerden biri olurum."
Eğer bu söylediğim iddialardan biri ile ortaya çıkarsam bir zalim olup çıkarım. Her şeyden önce gerçeğe karşı zalim olurum. Oysa ben onu insanlâra duyurmak için geldim. Sonra kendime karşı zalim olurum, kendimi yüce Allah'ın gazabı ile yüzyüze getirmiş olurum. Ayrıca insanlara da zalim olurum. Onlara Allah'ın indirdiği mesajlar dışında sahte mesajlar indirmiş olurum.
Görüldüğü gibi Hz. Nuh, sözde seçkin soydaşlarına kendini ve peygamberlik görevini tanıtırken bütün sahte değerleri reddediyor, karşısındakilerin peygamberden ve peygamberlik misyonundan bekledikleri bütün yapmacık süslemeleri elinin tersi ile kenara itiyor. Kendini ve peygamberlik görevini, tüm saplantılardan arındırılmış, yüce gerçekliği ile sunuyor. Bu yüce gerçeğin sözü geçen yüzeysel cilalamalarının hiçbirine ihtiyacı yoktur. Başka bir deyimle, Hz. Nuh, karşısındakileri gerçeğin yalınlığı ve gücü ile başbaşa bırakıyor.
Bütün bunları anlatırken hoşgörülü ve çıplak gerçek sevgisi ile dolu bir dil kullanıyor. Bu yolla karşısındakileri bu çıplak gerçekle yüzyüze getirmek, onun çizeceği rotayı benimsemelerini sağlamak istiyor. Ayrıca yağcılığa, gerçekleri çarpıtmaya, peygamberlik misyonundan ve bu misyonun yalın özünden taviz vererek karşısındakilerin hoşnutluğunu kazanma girişimlerine metelik vermiyor.
Hz. Nuh, bu tutumu ile İslâm davasının her dönemdeki önderlerine örnek oluyor. Onlara iktidar sahiplerine karşı nasıl davranacaklarına ilişkin ders veriyor. Bu derse göre İslâm davasının önderleri, iktidar sahipleri karşısında yalın gerçeği ortaya koymalıdırlar. Onların düşünce tarzlarına ayak uydurma gayretkeşliğine girişmemelidirler; onlara yardakçılık, yağcılık yapmamalıdırlar. Yalnız onların önünde eğilmemekle birlikte kullanacakları dil, sevgi dolu olmalıdır.
İş bu noktaya gelince, Hz. Nuh'un sözde seçkin soydaşları delile, delil ile karşı koymaktan umudu kestiler. Bir de bakıyoruz ki, bu şımarıklar, sınıfsal gelenekleri uyarınca suçlulukları ile iftihar etmeye kalkışıyorlar; gerçekler karşısında yenik düşeceklerini, aklın ve insan fıtratının ortaya koyduğu çıplak delillere boyun eğeceklerini sezdikleri için burun kıvırıp büyüklük taslıyorlar. Bu küstahlığın sonucunda tartışmayı kesip işi kabadayılığa, meydan okumaya döküyorlar.
Alıntı ile Cevapla