Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 01:28   Mesaj No:11

Verda_Naz

Medineweb Sadık Üyesi
Verda_Naz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Verda_Naz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 176
Üyelik T.: 15 Eylül 2007
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Yaş:31
Mesaj: 612
Konular: 248
Beğenildi:11
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kur'an Hud Suresi Tefsiri

64- "Ey soydaşlarım, bu Allah'ın devesidir, size bir mucize olarak gönderildi; bırakın onu Allah'ın toprağında dolaşıp yesin-içsin; ona bir kötülük dokundurmayın, yoksa yakın vadeli bir azaba çarpılırsınız. "

Salih'in soydaşlarına bir mucize, bir olağanüstülük belirtisi olsun diye gönderildiği bizzat Hz. Salih tarafından belirtilen bu dişi devenin nasıl bir deve olduğu ayette anlatılmıyor. Yalnız onun "Allah'ın devesi" diye anılmasından ve "size bir mucize olsun diye" denilerek Salih'in soydaşlarına özel olarak gönderildiğinin vurgulanmasından anlıyoruz ki, o sıradan bir deve değildir, ayırıcı özellikler taşımaktadır ve bu özellikler sayesinde Hz. Salih'in soydaşları onun Allah tarafından kendilerine gönderilmiş bir mucize olduğunu bilebilmektedirler.
Bu deve konusunda bu kadarlık bilgi ile yetiniyoruz. Bu konudaki efsanelerin ve yahudi uydurmalarının (israiliyatın) okyanusuna dalmak istemiyoruz. Zaten bu efsaneler ve uydurma rivayetler yüzünden tefsir bilginleri bu deve konusunda -deve hikâyesinin gerek geride kalan bölümü ve gerekse gelecek bölümü ile ilgili olarak- birbirinden farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Evet;
"... Bu Allah'ın devesidir, size bir mucize olarak gönderildi; bırakın onu Allah'ın toprağında dolaşıp yesin-içsin; sakın ona bir kötülük dokundurmayınız."
Yoksa Allah'ın azabı sizi hemen yakalayıverir. Cümleye bu "acele" anlamını kazandıran "fe" edatı ile "yakın" sözcüğüdür. Okuyoruz:
"Yoksa yakın vadeli bir azaba çarpılıverirsiniz."
Sözkonusu azap kıskıvrak yakalayıverir sizi. Burada "dokunma" ve "meydana gelme" fiillerinin ifade ettiğinden daha sert bir hareket ifade edilmek istenmiştir.
Bir sonraki ayeti okuyalım:

64- "Ey soydaşlarım, bu Allah'ın devesidir, size bir mucize olarak gönderildi; bırakın onu Allah'ın toprağında dolaşıp yesin-içsin; ona bir kötülük dokundurmayın, yoksa yakın vadeli bir azaba çarpılırsınız. "

Salih'in soydaşlarına bir mucize, bir olağanüstülük belirtisi olsun diye gönderildiği bizzat Hz. Salih tarafından belirtilen bu dişi devenin nasıl bir deve olduğu ayette anlatılmıyor. Yalnız onun "Allah'ın devesi" diye anılmasından ve "size bir mucize olsun diye" denilerek Salih'in soydaşlarına özel olarak gönderildiğinin vurgulanmasından anlıyoruz ki, o sıradan bir deve değildir, ayırıcı özellikler taşımaktadır ve bu özellikler sayesinde Hz. Salih'in soydaşları onun Allah tarafından kendilerine gönderilmiş bir mucize olduğunu bilebilmektedirler.
Bu deve konusunda bu kadarlık bilgi ile yetiniyoruz. Bu konudaki efsanelerin ve yahudi uydurmalarının (israiliyatın) okyanusuna dalmak istemiyoruz. Zaten bu efsaneler ve uydurma rivayetler yüzünden tefsir bilginleri bu deve konusunda -deve hikâyesinin gerek geride kalan bölümü ve gerekse gelecek bölümü ile ilgili olarak- birbirinden farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Evet;
"... Bu Allah'ın devesidir, size bir mucize olarak gönderildi; bırakın onu Allah'ın toprağında dolaşıp yesin-içsin; sakın ona bir kötülük dokundurmayınız."
Yoksa Allah'ın azabı sizi hemen yakalayıverir. Cümleye bu "acele" anlamını kazandıran "fe" edatı ile "yakın" sözcüğüdür. Okuyoruz:
"Yoksa yakın vadeli bir azaba çarpılıverirsiniz."
Sözkonusu azap kıskıvrak yakalayıverir sizi. Burada "dokunma" ve "meydana gelme" fiillerinin ifade ettiğinden daha sert bir hareket ifade edilmek istenmiştir.
Bir sonraki ayeti okuyalım:

66- Azaba ilişkin emrimiz geldiğinde Salih ile beraberindeki mü'minleri helak olmaktan ve o günkü onur kırıcı perişanlıktan, rahmetimizin sonucu olarak, kurtardık. Hiç şüphesiz senin Rabbin güçlüdür, üstün iradelidir.


67- O zalimleri müthiş bir gürültü yakaladı da evlerinde, oldukları yerde yığılıp kalıverdiler.

Daha önceki uyarılarımız gereğince helâk etmeye ilişkin emrimizin gerçekleşmesine sıra gelince Hz. Salih ile beraberindeki mü'minleri, özel ve dolaysız merhametimizin sonucu olarak kurtardık. Onları hem ölümden ve hem de o günün utandırıcı perişanlığından kurtardık. Semudoğulları'nın ölümü, gerçekten utandırıcı, rezil edici bir ölüm biçimi idi. Korkunç, tüyler ürpertici bir gürültü onları oldukları yere cansız olarak devirmişti. Evlèrinde yerlere serilmiş leşleri gerçekten komik, utandırıcı, yerin dibine geçirici bir perişanlık manzarası sergiliyordu. Devam ediyoruz:
"Hiç kuşkusuz, senin Rabbin güçlüdür, üstün iradelidir."
O şımarıkları, burnu büyükleri yakalayıp derslerini verir. Yapamayacağı hiçbir şey yoktur. Ayrıca kendisine sığınanları ve emirlerine uyanları da asla yüzüstü bırakmaz.
Daha sonra Semudoğulları'nın sahnesi gözlerimizin önüne seriliyor. Bu sahneye adamların sapık tutumlarına ve son derece büyük bir hızla yok oluşlarına ilişkin bir hayret de eşlik ediyor. Okuyoruz:


68- Sanki az önce o evlerde yaşayanlar onlar değildi. Haberiniz olsun ki, Semudoğulları Rabblerini inkâr ettiler. Hey, kahrolsun Semudoğulları!

Sanki o evlerde hiç oturmamışlar, hiç yaşamamışlardı. Sahne son derece etkileyici ve tabloyu çizen fırçanın darbesi son derece dokunaklıdır, manzara bütün dehşeti ile gözlerimizin önünde somutlaşmaktadır. Hayat ile ölümün arası -ölüm gerçekleştikten sonra- göz açıp kapama arası kadar kısacıktır. Hayatın tümü de hızla akıp giden bir şerittir. Evet, `sanki az önce o evlerde yaşayanlar onlar değildi."
Arkasından, bu surede ifadeleri ile artık iyice tanıştığımız değerlendirme ve sonuç bölümü geliyor. Bu bölümde Semudoğulları'nın sicilleri hatırlatılıyor, arkalarından lânet ediliyor, sayfaları dürülerek somut hayattan ve hafızalardan siliniyorlar. Okuyoruz:
"Haberiniz olsun ki, Semudoğulları Rabblerini inkâr ettiler. Hey, kahrolsun (gözden ırak olsun) Semudoğulları!

TARİH SÜRECİNDE DEĞİŞMEYEN GERÇEK

Okuduğumuz hikâyede kendimizi bir kez daha tarihin başlangıç noktasına kadar uzanan peygamberler zincirinin halkalarından biri karşısında buluyoruz. Dile getirilen çağrı, aynı çağrı, tanıtılan İslâmın gerçeği aynı gerçek. Kısacası, kulluk, ortaksız olan tek Allah'a sunulacak ve rakipsiz tek Allah'ın egemenliği benimsenecek. Bunun yanısıra, bu hikâyede İslâmın egemenlik dönemini izleyen cahiliye devri ve tek Allah inancının arkasından gelen müşriklik dönemi de bir kez daha karşımıza çıkıyor. Çünkü Semudoğulları, Hz. Nuh ile birlikte gemiden sağ olarak inen müslümanların soyundan gelmişlerdi. Fakat sonradan sapıtarak cahiliye sisteminin pençesine düştüler. Bunun üzerine Hz. Salih ortaya çıktı. Görevi bu sapıtmış soydaş!arını tekrar İslâma döndürmekti.
Bu hikâyede dikkatimizi çeken bir başka önemli nokta da şudur: Hz. Salih'in soydaşları, iman etmek için kendilerine olağanüstü bir mucizenin gösterilmesini istiyorlar. Fakat istedikleri bu mucize kendilerine gösterilince iman etmekten cayıyorlar, hatta bu mucizenin somut sembolü olan deveyi öldürüyorlar.
Müşrik Araplar da iman etmek için Peygamberimizden daha önceki mucizeler gibi bir mucize, olağanüstü bir olay göstermesini istemişlerdi.
Bu hikayede açıkça görüyoruz ki, Hz. Salih'in soydaşlarına istedikleri mucize gösterilmiş, fakat hiçbir işe yaramamıştı, bu olağanüstü kanıt, onları yola getirmeye yetmemişti. Bundan anlıyoruz ki, iman etmek için olağanüstü mucizeler görmeye gerek yoktur. İman, kalplerin ve akılların kavrayabilecekleri yalın bir çağrıdır. Fakat cahiliyenin kalplere ve akıllara yapıştırdığı pas tabakası bu organları duyarsız hale getiriyor.
Yine bu hikâyede seçkin kullardan birinin kalbine tecelli eden biçimi ile "Allah gerçeği"ni buluyoruz. Sözünü ettiğimiz seçkin kalpler, peygamberlerin kalpleridir. Bu gerçeği Kur'an-ı Kerim'in bize aktardığı Hz. Salih tarafından söylenen şu sözlerde buluyoruz:
"Ey soydaşlarım, baksanıza, eğer ben Rabbimden gelen açık bir belgeye dayanıyorsam, O bana doğrudan doğruya kendi katından bir rahmet bağışladı ise, emrine karşı geldiğim taktirde beni O'ndan kim kurtaracak? Sizin bana zararımı arttırmaktan başka hiçbir katkınız olamaz."
Hz. Salih, bu sözlerden önce "Allah kullarına yakındır ve dileklerin kabul edicisidir" diyerek kalbinin algıladığı nitelikleri ile Allah'ı soydaşlarına tanıtmıştı.
"Allah gerçeği, yeterlikte, saygınlıkta, doyuruculukta ve güzellikte bu seçkin önderlerin kalplerine yansıdığı gibi, başka hiçbir kalbe kesinlikle yansıyamaz. Bu kalpler pürüzsüz ve parlak birer ayna gibidirler. Allah gerçeğini böylesine eşsiz ve hayret verici bir netlikte yansıtmak sadece onların harcıdır.
Bu hikâyede bir de doğruluğu, sapıklıkmış gibi gören, gerçeği akla sığmaz bir tuhaflıkmış gibi algılayan cahiliye yaklaşımı ile karşılaşıyoruz. Meselâ sağlam karakteri, üstün düşünme gücü ve temiz ahlâkı sayesinde, umut bağlanan bir kişi sayılan Hz. Salih hakkında sonra soydaşları hayal kırıklığına düşüyorlar; ona yönelik umutlarının suya düştüğünü söylüyorlar. Niye, acaba? Çünkü Hz. Salih, bu adamları, atalarından kalan Allah'dan başkalarının egemenliği altına girme geleneğini bırakarak başkalarının egemenliği altına girme geleneğini bırakarak tek Allah'ın egemenliğini benimsemeye çağırıyor diye!
Demek oluyor ki, insanoğlu doğru inanç sisteminden bir kıl ucu kadar bile sapınca sapıklığın ve aykırılığın hiçbir derecesinde duramaz. Öyle ki, fıtratın ilkelerine ve mantığa uygun, yalın gerçekleri -bile, sanki bunlar akla sığdırılması mümkün olmayan tuhaflıklarmış gibi görür. Buna karşılık ne fıtratın mantığı ile ve ne de aklın prensiplerine dayanmayan sapıklığı ise son derece normal bir şey sayar.
Hz. Salih, bu adamlara "Ey soydaşlarım, sadece Allah'a kulluk sununuz, O'ndan başka bir ilahınız yoktur. Sizi topraktan yaratan ve yeryüzüne yerleştirerek burayı kalkındırmakla görevlendiren O'dur" diye sesleniyor. Onlara yaratılışlarının ve dünyadaki varoluşlarının içerdiği fıtrata ve mantığa dayalı delilleri hatırlatıyor. Bu delilleri reddedemezlerdi. Çünkü onlar kendi kendilerini yarattıklarını, yeryüzündeki varoluşlarını kendileri garantiye bağladıklarını, dünyada yedikleri şu besin maddelerini kendilerinin sağladıklarını sanmıyorlardı, böyle bir düşünce beslemiyorlardı.
Belli ki, bu adamlar, yeryüzünde kendilerini yaratanın, burayı kalkındırma gücü ile donatanın yüce Allah olduğunu inkâr etmiyorlardı. Fakat yüce Allah'ın ilahları olduğuna, kendilerini yaratıp yeryüzüne yerleştirenin O olduğuna ilişkin onaylarına, bu onayın normal uzantısı olan Allah'ın ortaksız egemenliğini benimsemeyi, o sadece O'nun emirlerine uymayı eklemekten kaçınıyorlardı. İşte Hz. Salih, "Ey soydaşlarım, sadece Allah'a kulluk sununuz, O'ndan başka bir ilahınız yoktur" derken, onları ilahlığın bu doğal uzantısını kabul etmeye çağırıyordu.
Mesele hep o bilinen mesele idi. "Rabb'lik meselesi idi, "ilahlık" meselesi değildi. Yani egemenliğin kimde olduğu, kimin sözünün geçeceği, kime uyula-cağı, kimin buyruğunun geçerli sayılacağı meselesi idi. Bu mesele her dönemde güncelliğini korumuştur ve İslâm ile cahiliye arasındaki sürekli savaşın eksenini oluşturmuştur.

AYETLERİN GENEL TASVİRİ

Aşağıda okuyacağımız ayetler, tarihin akışına uyarak Hz. Nuh döneminden beri yeryüzüne yerleştirilen müslümanlara, bereketlerle ve esenlikle donatılan milletler ile azaba çarpılan milletlere kısaca değiniyor. Bu arada acıklı azaba uğrayan Hz. Lût'un soydaşlarına ilişkin hikâyenin yolu üzerinde Hz. İbrahim'e uğruyoruz, bereketlerle ve esenlikle donatılanların hikâyesi olan bu hikâyenin kısa bir bölümünü okuyoruz:
Hz. İbrahim hikâyesi ile Hz. Lût hikâyesi, vaktiyle yüce Allah'ın verdiği sözün iki karşıt kutbu ile gerçekleştiğinin somut örnekleridirler. Bilindiği gibi yüce Allah, Hz. Nuh'a şu sözü vermişti.
Bu sırada şöyle bir ses duyuldu; "Ey Nuh, sana ve yanındakilerden türeyecek ümmetlere sunacağımız esenliğin ve bereketlerin eşliğinde gemiden in. Yanındakilerin soyundan başka ümmetler de gelecektir. Bunlara bir süreye kadar dünya nimetlerini tattırdıktan sonra kendilerini acıklı azabımıza çarptıracağız."
Bu ayette sözü verilen "bereketler ve esenlik" Hz. İbrahim ile oğulları Hz. İshak'ın ve Hz. İsmail'in soylarında gerçekleşti. Hz. İshak'ın soyunda "Beni İsrail" kökénli peygamberler ve Hz. İsmail kolundan da peygamberlerin sonuncusu olan bizim Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- geldi.


ALLAH'IN DOSTU İBRAHİM

69- Hani elçilerimiz İbrahim'e müjdeli haberi getirdiklerinde ona, "Selâm sana" dediler. O da onlara "Selâm size" dedi. Az sonra önlerine kızarmış bir buzağı getirdi.

Ayette sözü geçen "müjdeli" haberin ne olduğu burada açıklanmıyor. Bu açıklama uygun yeri gelince Hz. İbrahim'in karşısında yapılacaktır. Yine ayette sözü geçen "elçiler" (melekler) hakkında bilgi verilmiyor. Bu yüzden tefsir bilginlerinin yaptıkları gibi, onları tanıtmaya, elimizde hiçbir delil yokken onların kimler oldukları hakkında spekülasyon yapmaya girişmiyoruz. Ayetin ikinci cümlesini bir kere daha okuyalım:
"Elçilerimiz, İbrahim'e `Selâm sana' dediler. O da onlara `Selâm size' dedi."
Hz. İbrahim, doğum yeri olan Irak'taki "Keldaniler" yurdundan göçetmiş, Ürdün üzerinden geçerek çöl ortasındaki "Kenan ili"ne yerleşmişti. Bu yüzden Bedeviler'in konuk ağırlama adetleri uyarınca konuklarına yemek hazırlamaya koyulmuştu. Çünkü yüce Allah'ın bu melek kökenli elçilerini konuk sanmıştı. Okuyoruz:
"Az sonra önlerine kızarmış bir buzağı getirdi."
Semiz, yağlı, kızgın taş üzerinde kızarmış bir buzağı idi bu. Fakat melekler dünyalıların yiyeceklerini yemezler.

70- İbrahim, elçilerin kızarmış buzağıya doğru el uzatmadıklarını görünce, konukları tuhafına gitti, içine onlardan kaynaklanan bir korku düştü. Bu sırada konukları "Korkma, biz Lût'un soydaşlarına gönderildik" dediler.

Hz. İbrahim, konuklarının ellerinin kızarmış buzağıya doğru gitmediğini görünce; "... konukları tuhafına gitti; içine onlardan kaynaklanan bir korku düştü." Bedevi adetlerine göre ikram edilen yemeği yemeyen konuk kuşku uyandırır; ev sahibine yönelik bir hainliği, bir kötülüğe niyetlendiği imajını verir. Bizim kırsal kesimimizin insanları yedikleri yemeğe ihanet etmeyi, daha doğrusu yemeğini yedikleri kimseye kötülük etmeyi mertliklerine yediremezler, böyle bir kalleşliği yapmaktan kaçınırlar. Bu yüzden eğer birinin yemeğini yemek istemezlerse, bu istemezlik, o adam hakkında kötülük düşündükleri, ya da adamın kendilerine yönelik niyetinin iyiliğinden emin olmadıkları anlamına gelir.
İş bu noktaya varınca, yüce Allah'ın elçileri, gerçek kimliklerini açıklıyorlar. Okuyoruz:
"Bu sırada konukları `Korkma, biz Lût'un soydaşlarına gönderildik' dediler."
Hz. İbrahim, Hz. Lût'un soydaşlarına bu meleklerin niçin gönderildiğini anlamıştı. Fakat tam o sırada başka bir olay oldu ve bu olay konuşmanın akışını değiştirdi. Okuyoruz:

71- O sırada ayakta duran İbrahim'in karısı bu haberi duyunca güldü. Biz de ona o elçiler aracılığı ile oğlu İshak'ın ve İshak'ın arkasından da torunu Yakub'un müjdesini ilettik.

Kadın, belki de, Hz. Lût'un iğrenç soydaşlarının helâke uğrayacaklarına sevindiği için gülmüştü. Devam edelim:
"Biz de ona o elçiler aracılığı ile oğlu İshak'ın ve İshak'ın arkasından da torunu Yakub'un müjdesini ilettik."
Hz. İbrahim'in eşi kısırdı, hiç çocuk doğurmamıştı, üstelik o sırada iyice yaşlanmıştı. Bu yüzden Hz. İshak'a ana olacağı müjdesi onun için şaşırtıcı bir sürpriz olmuştu. Üstelik bu müjde katmerli idi. Çünkü Hz. İshak'ın da Yakub adında bir oğlu olacaktı. Böylesine inanılması zor bir müjdeli haber bir kadını -özellikle kısır bir kadını- tepeden tırnağa titretir, haberi ansızın öğrenmesi ise bu titremeyi sarsıntıya, duygusal fırtınaya dönüştürür. Okuyalım:

72- Aman Allah'ım! Doğum mu yapacağım? Oysa ben yaşlı bir kadınım, şu eşim de ihtiyar bir adamdır. Bu şaşılacak bir şey!

Olay gerçekten şaşırtıcıdır. Çünkü kadınlar belirli bir yaşa gelince adetten kesilirler ve artık hamile kalmazlar. Fakat yüce Allah'ın sınırsız gücüne göre hiçbir şey şaşırtıcı değildir. Okuyoruz.



73- Konuklar, kadına "Allah'ın işine mi şaşıyorsun? Ey hane halkı, Allah'ın rahmeti ve bereketi üzerinizdedir. Hiç kuşkusuz O, övgüye ve yüceltilmeye lâyıktır" dediler.

Yüce Allah'ın işine şaşılmaz. Çünkü herhangi bir şeyin normalde belirli bir şekilde olması, aynı çizgiyi izlemesi, o şeyin değişmez bir kanun olduğu anlamına gelmez. Yüce Allah, herhangi bir hikmete dayanarak o işin başka türlü olmasını dileyince, iş alışılmışın dışında bir gerçekleşme gösterir. Sözünü ettiğim hikmet, bu olayda, yüce Allah tarafından mü'minlere vadedilmiş olan rahmetin ve bereketin Hz. İbrahim ailesine yansımasıdır. Üstelik bu normal dışı gelişme, yine de bizim sınırlarını bilmediğimiz ilahi geleneğin çerçevesi içinde meydana gelir. Bizler her hal-ü kârda kısıtlı bir süreyi kapsayan gözlemlerimizle normal gelişmelere bakarak bu normal dışı gerçekleşmeler hakkında hüküm veremeyiz. Çünkü bizler evrende meydana gelen bütün olayları gözlem ve inceleme süzgecinden geçiremeyiz.
Yüce Allah'ın dilediğini, bildikleri doğal yasaların çerçevesi ile sınırlandıranlar, bizzat yüce Allah'ın Kur'an'da belirttiği gibi Allah gerçeğinden habersiz kimselerdir. Kuşkusuz tartışmaları kesecek son söz yüce Allah'ın sözüdür. İnsan aklına, O'nun sözü karşısında başka bir şey demek düşmez. Hatta yüce Allah'ın dileğini, bizzat yüce Allah'ın "bunlar benim koyduğum yasalardır" diyerek belirlediği kanunların çerçevesi ile sınırlayanlar da Allah gerçeğini bilmiyorlar. Çünkü yüce Allah'ın dileği, bizzat kendisinin belirlemiş olduğu yasaların ötesinde özgürdür, sözkonusu ilahi yasalar bu dilek için bağlayıcı olamazlar.
Evet. Yüce Allah, şu evreni önceden belirlediği yasalar uyarınca yönetir. Fakat bu ayrı bir şeydir ve yüce Allah'ın iradesinin, O'nun tarafından yürürlüğe konan bu yasalarla sınırlı olduğunu ileri sürmek ayrı bir şeydir. Çünkü herhangi bir doğal yasa her uygulanışında yüce Allah'ın takdiri ile yürürlüğe girer, işlerlik gösterir. Hiçbir doğal yasanın yürümesi ve işlerlik göstermesi "otomatik" değildir. Buna göre yüce Allah herhangi bir doğal kanunun o ana kadarki sayısız uygulanışlarından farklı bir şekilde yürümesini takdir ederse, bu farklı uygulama gerçekleşir, sözkonusu kanun bu yeni ilahi takdirin pratiğe yansımasını engelleyemez. Çünkü bütün doğal yasaların kaynağı olan "ana-ilke" yüce Allah'ın dileğinin özgür olduğu, hiçbir sınırlamaya bağlı olmadığı prensibidir. Her doğal yasa, her pratiğe yansıyışında yüce Allah'ın bu özgür takdirinin özel kararı ile gerçekleşir, işlerlik kazanır.
Gelişmelerin bu noktasında Hz. İbrahim'in -Allah'ın selâmı üzerine olsun Allah'ın elçileri olan konuklarından yana hiçbir endişesi kalmaz. Fazla olarak bu elçilerin getirdikleri müjdeli habere sevinir. Fakat Hz. Lût ile günahkâr soydaşları bir türlü aklından çıkmaz; gelen meleklerin onları helâk etmekle, toptan yok etmekle görevli olmalârı konusu içine dert olur. -Bu arada şunu hemen belirtelim ki, Hz. Lût, O'nun kardeşinin oğludur, doğup büyüdüğü yurdundan, kendisi ile birlikte göçetmek zorunda kalmıştır ve şimdi de yakınına düşen bir bölgede oturmaktadır- Çünkü Hz. İbrahim, merhametli ve sevecen bir karaktere, sahiptir. Bu yumuşak karakteri, bir toplumun helâk olmasını, toptan yokolmasını soğukkanlılıkla karşılayamıyor, böyle bir olaya kolayca katlanamıyor.

74- İbrahim'in korkusu geçip de müjdeli haberi alınca, Lût'un soydaşları hakkında elçilerimiz ile tartışmaya girişti.


75- İbrahim, gerçekten hoşgörülü, yumuşak kalpli ve kendini Allah'a adamış bir kimse idi.

"Hoşgörü (halimlik)" "öfkeye yolaçan sebeplere katlanmak, sabretmek, bunları soğukkanlılıkla karşılayarak feveran etmemek" demektir. "Yumuşak kalplilik (evvah'lık)", "Allah korkusu ile O'na içten yakarma edebini benimseme" demektir. "Kendini Allah'a adamışlık" da "Her durumda hızla Allah'a yönelmek" anlamını taşır. İşte bu saydığımız sıfatlar, Hz. İbrahim'i, Hz. Lût'un soydaşlarının acı akıbeti konusunda melekler ile tartışmaya sürüklemiştir. Gerçi bu tartışmanın nasıl bir tartışma olduğunu bilmiyoruz. Çünkü okuduğumuz ayetler, bu konuda ayrıntılı bilgi vermiyorlar. Bildiğimiz bir şey varsa, bu tartışma girişimine verilen cevap; sözü noktalayıcı niteliktedir. Çünkü Hz. İbrahim'e, Lût'un soydaşlarına ilişkin ilahi hükmün kesinleştiği, bu konudaki tartışmanın yersiz olduğu kesin bir dille bildirilmektedir. Okuyoruz:

76- Konuk melekler ona dediler ki; "Ey İbrahim, bu işten vazgeç; çünkü Rabbinin emri gelmiştir. Onların başlarına geri çevrilmesi mümkün olmayan bir azap gelecektir. "
Alıntı ile Cevapla