Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 01:29   Mesaj No:13

Verda_Naz

Medineweb Sadık Üyesi
Verda_Naz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Verda_Naz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 176
Üyelik T.: 15 Eylül 2007
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Yaş:31
Mesaj: 612
Konular: 248
Beğenildi:11
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kur'an Hud Suresi Tefsiri

91- Medyenoğulları dediler ki; "Ey Şuayb, söylediklerinin çoğundan hiçbir şey anlamıyoruz. Seni aramızda güçsüz görüyoruz. Eğer aşiretin olmasaydı, seni taşa tutarak öldürürdük. Sen bizim gözümüzde saygın ve dokunulmaz bir kişi değilsin.

Adamların gönülleri bu kadar açık gerçeğe kapalı olduğundan, onu kavramak istemiyorlar. Bu yüzden;
"Dediler ki; `Ey Şuayb, söylediklerinin çoğundan hiçbir şey anlamıyoruz."` Ayrıca hayata ilişkin değerleri; görünür maddi güç kriteri ile ölçüyorlar. Okuyoruz:
"Seni aramızda güçsüz görüyoruz."
Hz. Şuayb'ın taşıdığı ve yüzlerine haykırdığı güçlü gerçeğin onların gözünde hiçbir ağırlığı, hiçbir önemi yoktur: Devam edelim:
"Eğer aşiretin olmasaydı, seni taşa tutarak öldürürdük."
Önem verdikleri değer inanç bağlılığı değil, aşiret taassubudur; gönül bağını umursadıkları yok, tek geçerli saydıkları bağ, kan ve soy bağıdır. Ayrıca yüce Allah'ın dostlarına yönelik kayırıcılığından da haberleri yok. O'nu hiç hesaba katmıyorlar. Okuyoruz:
"Sen bizim gözümüzde saygın ve dokunulmaz bir kişi değilsin."
Bize göre sen ne değerce ve onurca üstün bir kişisin ve ne de yıldırıcı ve ezici bir maddi gücün var. Bizim güçlülük ve saygınlık ölçümüz aile ve aşiret ölçüsüdür.
Böyledir bu. Vicdanlar tutarlı bir inanç sisteminden, yüce değerlerden ve üstün ideallerden yoksun kalınca yere kapaklanırlar, toprağa yapışırlar, kısa vadeli çıkarların ve dünya değerlerinin tutsağı olurlar. O zaman ne yüce bir çağrıyı ve ne de büyük bir gerçeği saygın görürler. Ayrıca böyle bir çağrının temsilcisini,, kaba kuvvet kullanarak susturmaktan da çekinmezler. Yeter ki, sığınacağı bir aşireti, saldırılara karşı kendisini koruyacak vurucu bir gücü olmasın. İnanca, gerçeğe ve haklı çağrıya saygı göstermeye, onları dokunulmaz saymaya gelince, bu boş ve kof vicdanlarda böylesine bir değerin ne ağırlığı ve ne sözü edilir bir etkisi vardır.

HZ. ŞUAYB'IN GAYRETLERİ

Bu noktada Hz. Şuayb, Rabbinin yüceliğinden ve ululuğundan kaynaklanan cesaretle gayrete geliyor. Koruyucularının ve aşiretinin himayesinden sıyrılıyor. Soydaşlarının, evrene egemen olan gerçek güçlere ilişkin değerlendirmelerindeki yanılgılarını yüzlerine vuruyor. Bütün yaptıklarını bilgisi ile kuşatan yüce Allah'a karşı edepsizlik yaptıklarını haykırıyor. Son sözünü söyleyerek soydaşları ile arasında inanç farklılığına dayalı bir ara kesit çiziyor, Allah ile onların aralarından çıkıyor, onlar gibileri bekleyen azabın kara haberini veriyor, kendilerini tercih ettikleri acı sonla başbaşa bırakıyor.
92- "Ey soydaşlarım, aşiretim sizin gözünüzde Allah'dan daha mı üstün, daha mı önemlidir ki, O'na sırt döndünüz, O'nu yabana attınız? Hiç kuşkusuz, yaptığınız her hareket Rabbimin bilgisinin kapsamı içindedir.

93- "Soydaşlarım, siz bildiğiniz gibi hareket ediniz, ben de bildiğim gibi hareket edeyim. Hangimizin perişan edici bir azaba uğrayacağını, hangimizin yalancı olduğunu yakında göreceksiniz. Bekleyiniz; ben de sizinle birlikte bekliyorum. "

Evet; "Sizin gözünüzde aşiretim, Allah'dan daha mı üstün, daha mı önemlidir?"
Aşiretim, nihayet bir grup insandır. Ne kadar güçlü ve ne kadar. yıldırıcı olsalar da eninde sonunda insandırlar, zayıf varlıklardır, Allah'ın birkaç kuludurlar. Öyleyken size göre bunlar Allah'dan daha mı üstündürler? Bu kimseler, sizi Allah'dan daha mı çok korkutuyor, yüreklerinize O'nun saldığından daha büyük bir heybet mi salıyor? Devam ediyoruz:
"Ki, Allah'a sırt çevirdiniz."
Bu ifâde "bir yana bırakma"yı ve "yüz çevirme"yi somut biçimde anlatıyor. Bu özelliği ile adamların davranışlarının çirkinliğine çirkinlik katıyor. Öyle ya. Adamlar yüce Allah'ı bir yana bırakıyorlar, O'na sırtlarını dönüyorlar. Oysa O'nun yaratıklarındandırlar. Rızıklarını veren, safasını sürdükleri refahı kendilerine bağışlayan O'dur. Buna göre onların yüce Allah'a sırt çevirmeleri kâfirlik, gerçeği yalanlama ve değer bilmezlik olduğu kadar, aynı zamanda da şımarıklık, nankörlük ve utanmazlıktır. Ayetin son cümlesini okuyoruz:
"Hiç kuşkusuz yaptığınız her hareket Rabbimin bilgisinin kapsamı içindedir."
"Kapsam içine alma", "kuşatma" bir şeyi bilmenin, o şeye güç yetirmenin en somut ifadesidir.
Hz. Şuayb'ın bu sözlerinde Rabbinin ululuğuna ve yüceliğine dil uzatılan bir mü'minin öfkesi okunuyor. Bu öfke kabarınca onun yanında soy gururu, koruma ekibi gururu, aşiret ve ırkdaş gururu barınamaz olur. Hz. Şuayb, soydaşlarını koruma ekibi ile korkutmaya kalkışmıyor, bu amaçla köpürüp küplere binmiyor. Onlara doğru elini kaldırmıyor, döğmeye, yumruk sallamaya kalkışmıyor ki, onlar ondan böyle bir tepki bekliyorlar. Ya da koruma ekibi onlara karşı muhafızlığını yapsın, artık kendisininkinden başka bir yolun yolcuları oldukları kesinleşen soydaşlarının muhtemel saldırılarına göğüs gersin diye yan gelip yatmıyor. İşte gerçek anlamı ile "iman" budur. Mü'min, sadece Rabbi ile övünür. Rabbinden korkmayanların yüreklerine korku salan bir koruma ekibinden hoşlanmaz. Çünkü mü'min koruma ekibine ve soydaşlarına değil, Rabbine ve dinine bağlıdır, bunların üzerinde titrer, bunlara toz kondurmaya yanaşmaz. İşte aslında İslâm düşüncesi ile bütün zamanların ve bütün ülkelerin cahiliye düşüncesi arasındaki yol ayırımı burasıdır. Allah adına duyulan bu öfkeden, O'ndan başkası ile övünmeye yanaşmamaktan, O'ndan başkasının himayesine sığınmaya tenezzül etmemekten, Hz. Şuayb'ın soydaşlarına yönelttiği o "meydan okuma" eylemi doğuyor. O bu yüzden onlar arasında kesin bir ayrılık çizgisi çizebiliyor. Bunu yaparken soyca onlardan biri olduğunu umursamayabiliyor. Bu durumda iki tarafın yolları, artık hiç birleşmemek üzere ayrılıyor. Okuyoruz:
"Ey soydaşlarım, siz bildiğiniz gibi hareket ediniz."
Yolunuza devam ediniz, bildiğinizden geri kalmayınız. Artık sizden elimi çektim.
"Ben de bildiğim gibi hareket edeyim."
Kendi yolumdan gideyim, inandığım sisteme uyayım:
"Hangimizin perişan edici bir azaba uğrayacağını, hangimizin yalancı olduğunu yakında göreceksiniz."
Ben mi, yoksa siz mi?
"Bekleyiniz; ben de sizinle birlikte bekliyorum."
Beni ve sizi bekleyen akıbeti gözleyiniz. Bu tehdit, Hz. Şuayb'ın kendi geleceğinden emin olduğunun mesajını verdiği gibi, aradaki köprülerin atılmış olduğunun ve yolların iyice ayrıldığının da mesajını duyurmaktadır.

YOKOLUŞ SAHNESİ

Burada perde iniyor. Hz. Şuayb'ın bu son sözü söylemesi ve araya kesin bir ayrılık çizgisi çizmesi ile sahne kapanıyor. Arkasından yeni bir sahnenin perdesi açılıyor. Bu sahnede adamların toptan helâk oluşlarını, evlerinin orasına burasına yığılıp kalmış cesetlerini seyrediyoruz. Hz. Salih'in soydaşlarını yakalayıp canlarını yere seren korkunç gürültü onları da yakalayarak cansız yerlere yatırmıştır. Akıbetleri, Hz. Salih'in soydaşlarının acı sonu gibi olmuş, evleri-barkları ıssız kalmıştır. Sanki burada hiç evleri olmamıştı. Sanki burası hiçbir zaman şenlik olmamış, evlerle barklarla donanmamıştı. Tıpkı Hz. Salih'in soydaşları gibi lânetle yolcu edilerek göçüp gittiler. Varlık alemindeki sayfaları dürüldü, anıları kalplerden siliniverdi.



94- Azaba ilişkin emrimiz geldiğinde Şuayb ile beraberindeki mü'minleri, rahmetimizin sonucu olarak kurtardık. O zalimler müthiş bir gürültüye tutuldular da evlerinde, oldukları yerde yığılıp kalıverdiler.


95- Sanki az önce o evlerde yaşayanlar onlar değildi. Hey, Semudoğulları nasıl kahroldularsa, Medyenoğulları da öyle kahrolsunlar!

Böylece tarihin kara sayfalarından biri daha kapanmış oldu. Bu sayfada yüce Allah'ın uyarılarını yalanlamış olanlar hakkında yalan saydıkları tehdit gerçekleşmiş oldu.

HZ. MUSA VE FİRAVUN

Okuduğumuz hikâyelerin sonunda "Hz. Musa ile Firavun" hikâyesine kısaca değiniliyor. Bu değinmede Firavun ile yakın adamlarının ve onun emirlerine körükörüne boyun eğen soydaşlarının acı sonları tescil ediliyor. Bu kısa özette ayrıca hikâyenin burada anlatılmayan olaylarına dolaylı biçimde değiniliyor. Bir de hareketli, canlı bir kıyamet sahnesi gözlerimizin önüne getiriliyor. Gerek bu kısa özette ve gerekse o kıyamet sahnesinde İslâmın önémli bir ilkesine dikkatlerimiz çekiliyor. Bu önemli ilke, kişisel sorumluluk ilkesidir. Liderlere ve baştakilere bağlılığın bu sorumluluğu, fertlerin üzerinden düşüremeyeceği vurgulanıyor.
Burada gözlerimizin önüne getirilen sahne şöyle başlıyor: Hz. Musa, yüce Allah'ın gücü ve otoritesi ile desteklenmiş ayetler ile Firavun diktatörüne ve ileri gelen kurmaylarına gönderiliyor.

96- Musa'yı da ayetlerimizle ve somut mucizeler ile peygamber olarak gönderdik.


97- Onu Firavun'a ve yandaşlarına gönderdik. Yândaşları Firavun'un emrine uydular. Oysa Firavun'un emri doğruya iletici değildir.

Ayetler, hikâyenin adımlarını kısaltarak sözü sonuna bağlıyorlar. Bir de bakıyoruz ki, Firavun'un yandaşları diktatörün emrine körükörüne bağlanarak, yüce Allah'ın emirlerine karşı gelmeyi tercih ediyorlar. Firavun'un emirleri aptalca, cahilce ve saçma şeyler olmalarına rağmen onlara uyuyorlar. Okuyalım:
"Yandaşları Firavun'un emrine uydular. Oysa Firavun'un emri doğruya iletici değildi."
Adamlar, Firavun'un emirlerine körükörüne uydular. Onun izinden gittiler. Düşünmeden-taşınmadan sapık adımlarını izlediler. Hiçbir konuda kendi
görüşlerini işe karıştırmadılar. Böylece kendilerini küçük düşürdüler. Yüce Allah onları akılla, irade ile, tercih özgürlüğü ile, gidecekleri yolu serbestçe seçme ayrıcalığı ile onurlandırdığı halde, onlar bu onurlu konumlarından feragat ettiler. Onlar böyle alçaltıcı bir tutumu benimsedikleri için ayet, Firavun'un kıyamet günü de onları güdeceğini, onların orada da ona kuyruk ve sürü olacaklarını açıklıyor.

98- Kıyamet günü, Firavun soydaşlarının önüne düşerek onları cehenneme götürdü. Vardıkları yer ne fena bir yerdir!

Buraya kadar geçmişe ait bir hikâye ve geleceğe ilişkin bir kara haber dinliyorduk. Fakat bu noktada sahnenin sonu, başına geçiveriyor. Bir de bakıyoruz ki, gelecek zaman geçmiş zaman olmuş, olup bitmiş bir olaya dönüşmüştür. Bir de bakıyoruz ki, bu altüst olmuş zaman boyutunda Firavun, yandaşlarının önüne düşerek onları cehenneme sürüklemiş ve bu iş noktalanmıştır. Okuyoruz:
"Soydaşlarının önüne düşerek onları cehenneme götürdü."
Onları cehenneme götürdü. Tıpkı çobanın, koyun sürüsünü su başına götürmesi gibi. Zaten onlar düşüncesiz, akılsız bir koyun sürüsü değiller miydi? Onlar dünyada kendilerini insan yapan en önemli ayrıcalıklarından, yani özgür iradelerinden ve serbest tercih yapabilme haklarından kendi rızaları ile vazgeçmemişler miydi? Bu yüzden Firavun, onları bir koyun sürüsü gibi güderek cehenneme sürükledi. Ama heyhat! Bu varılan yer bir subaşı değildir. Orada susuzluk giderilemiyor. Orada yanık ciğerlérin; ateşi düşürülemiyor. Orada karınlar ve kalpler kebap gibi kızarıp eriyor sadece. Okuyalım:
"Vardıkları yer ne fena bir yerdir!"
Bir de bakıyoruz ki, bütün bunlar, yani Firavun'un bu adamların önüne düşüp kendilerini bu kötü yere götürmesi, meğer bize anlatılan bir hikâye imiş. Şimdi de bu hikâyeye bir değerlendirme cümlesi ekleniyor.


99- Çarpıldıkları azaba ek olarak hem dünyada hem de ahirette lânete uğramışlardır. Paylarına düşen bu armağan ne fena bir armağandır.

Ayetin son cümlesinde bu acı sonları alay konusu ediliyor, içine düştükleri durumun komikliği vurgulanıyor. Okuyoruz:
"Paylarına düşen bu armağan ne fena bir armağandır."
Bu cehennem ateşi, Firavun'un kendisine bağlı kalan soydaşlarına armağan ettiği bir bağış, bir minnet ödülüdür!
Hani Firavun, Hz. Musa'nın karşısına çıkardığı büyücülerine büyük bir ödül, göz kamaştırıcı bir armağan vaad etmemiş miydi? İşte onun gözü bağlı yandaşlarına verdiği armağan, cehennem ateşi! Ne fena bir varılacak yer ve ne kötü bir armağan! Değil mi?
Burada bu hayrete düşürücü kitabın yani Kur'an'ın, düzeyine erişilmez anlatım ve tasvir sanatının seçkin bir örneği ile karşı karşıyayız.

İNSANLIK AYNIDIR

Hud suresinin bu san bölümü, surenin önceki bölümlerine, surenin giriş kısmına ve surede yeralan hikâyelere dayalı olarak gelişen çeşitli yorumları ve değerlendirmeleri kapsamaktadır. Bu yorumlar ve değerlendirmeler ile surenin geçen bölümleri arasında sıkı bir bağ vardır. Bu bölümleri bütünleyerek surenin hedeflerini gerçekleştirmektedirler.
Şu anda ele almak üzere olduğumuz bu derste yeralan ilk değerlendirme, surede geçen hikâyelerle doğrudan ilgilidir:
"Ya Muhammed, sana anlattığımız bu olaylar, bazı şehirlerin hikâyeleridir. Bu şehirlerin kimisï halâ duruyor, kimisi de biçilmiş ekin tarlasına dönüşmüştür."
"O şehirlerin halklarına biz zulmetmedik, tersine onlar kendilerine zalimlik ettiler. Allah'ın azaba ilişkin emri geldiğinde Allah dışında imdada çağırdıkları düzmece ilahları, hiçbir dertlerine deva olmadılar, yıkımlarını arttırmaktan başka hiçbir işlerine yaramadılar."
"İşte Rabbin, zalim halkların şehirlerinin yakasından tutunca böyle tutar. Hiç kuşkusuz O'nun yakaya yapışması pek sert ve acıklıdır."
İkinci değerlendirme, geçmişte bazı şehirlerin başına inen azabı, ahiret azabından duyulacak şiddetli korkuya bir işaret olarak sunuyor. Ve olay son derece hareketli bir kıyamet sahnesinde canlandırılıyor:
"Ahiret azabından korkanlar için bu olaylardan çıkarılacak dersler vardır. O gün tüm insanların toplantı günüdür, herkes o günün canlı tanığı olacaktır."
"Biz o günü, sadece sayılı günlerin sonuna kadar erteliyoruz."
"O gün geldiğinde Allah'ın izni olmadıkça hiç kimse konuşamaz. O gün kimi insanlar mutlu, kimisi ise bedbahttır."
"Bedbahtların varacakları yer cehennem ateşidir. Onların orada ahlandıkları, vahlandıkları, hırıltılı seslerle inledikleri duyulur."
Gökler ile yer dùrdukça, Rabbinin dileği uyarınca cehennemlikler orada sürekli kalacaklardır. Hiç kuşkusuz Rabbin neyi isterse onu yapar."
"Mutluların varacakları yer ise cennettir. Gökler ile yer durdukça Rabbinin dileği uyarınca, cennetlikler kesintisiz bir bağış olarak orada sürekli kalacaklardır."
Bu değerlendirmeyi, geçmişteki şehirlerin akıbetinin ve kıyamet sahnesinin uzantısı bir başka değerlendirme izliyor. Bu değerlendirmenin amacı da Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- karşı koyduğu müşriklerin kendilerinden önce yaşamış müşriklerden farklı olmadığını vurgulamaktır. Şayet bunlar da geçmişteki müşrikler gibi kökten yokedilme azabı ile cezalandırılmıyorlarsa, bu Rabbinin belli bir süreyi kapsamak üzere verdiği bir sözden dolayıdır. Nitekim kendilerine kitap geldikten sonra aralarında görüş ve inanç ayrılığına düşmelerine rağmen Musa'nın kavmine ilişkin azap da ertelenmiştir. Ne var ki, bunlar da, onlar da kesinlikle yaptıklarının karşılığını göreceklerdir. O halde, ey peygamber, seninle birlikte Allah'a yönelen mü'minlerle birlikte kendi yolunu izle. Sakın zalimlere ve müşriklere dayanıp, güvenme. Namazı kıl ve sabret. Çünkü Rabbin iyi kimseleri mükâfatsız bırakmaz.
"Ey Muhammed, şu müşriklerin taptıkları ilahların düzmece oldukları konusunda sakın kuşkun olmasın. Onlar vaktiyle atalarının yaptıkları gibi asılsız ilahlara tapıyorlar. Onlara hakettikleri karşılığı eksiksiz olarak vereceğiz."
"Musa'ya da kitap verdik, fakat bu kitap (Tevrat) hakkında insanlar görüş ayrılığına düştüler. Eğer Rabbinin daha önce verilmiş kesin hükmü olmasaydı, o anlaşmazlığa düşenler hakkında çoktan hüküm verilirdi. Müşrikler Kur'an konusunda koyu bir kuşku içindedirler."
"Kuşku yok ki, Rabbin onların tümüne davranışlarının karşılığını tam olarak verecektir. Hiç şüphesiz O, onların neler yaptıklarından haberdardır."
"Ey Muhammed, sana emredildiği gibi dosdoğru ol; yanındaki eski sapıklıklarından tevbe edenler de öyle olsunlar. Sakın ölçüleri aşmayınız. Hiç kuşkusuz Allah bütün yaptıklarınızı görür."
"Sakın zalimlere eğilim, yakınlık göstermeyiniz. Yoksa cehennemin ateşi yakalar sizi; Allah'dan başka bir dostunuz, bir dayanağınız yoktur. O zaman O'nun yardımını göremezsiniz."
"Gündüzün iki ucunda ve gecenin ilk saatlerinde namaz kıl; iyi ameller kötülükleri giderirler. Bu hatırlatmalar öğüt alacak yetenekte olanlar için birer öğüttür."
"Müşriklerin sana çektirdikleri sıkıntılara karşı sabret; çünkü Allah iyi davranışları ödülsüz bırakmaz."
Ardından, yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan kaçınan çok az kimsenin bulunduğu, çoğunluğunsa bozgunculuğa dalıp, yok edilmeyi hakettiği geçmiş çağlara dönülüyor:
"Sizden önceki kuşaklardan, yeryüzünde bozgunculuktan sakındıran birtakım akıllı ve erdemli kimseler çıksaydı ya! Sadece toplu felâketlerden kurtardığımız az sayıda kimse bu görevi yerine getirdi. Zalimler ise kendilerini şımartan ihtiraslarına kapılarak ağır suçlara daldılar."
"Sözkonusu şehirlerin hakları doğru yoldayken, Rabbin oraları haksızlıkla helâk etmiş değildir."
İnsanların tuttukları yol ve eğilimler açısından farklı özelliklere sahip olmalarına ilişkin yüce Allah'ın yasası gözler önüne seriliyor. Şayet Rabbin dileseydi, insanları tek bir ümmet olarak yaratırdı. Ne var ki, onun iradesi insanlara bir ölçüde seçme özgürlüğünü vermeyi öngörmüştür.
"Eğer Rabbin dileseydi, tüm insanları tek-bir ümmet yapardı. Oysa insanlar sürekli görüş ve inanç ayrılığı içindedirler."
"Yalnız Rabbinin merhametine mazhar olabilenler doğru yolda görüş ve inanç birliği sağlayabiliyorlar. Zaten Allah insanları bunun için yarattı. Rabbinin `Cehennemi, mutlaka insanlarla ve cinlerle dolduracağım" şeklindeki sözü çoktan kesinleşti."
En sonunda ayetlerin akışı, bu surede yeralan hikâyelerin amaçlarından birini de açıklıyor. Peygamberin gönlünü ferahlatma, azmini pekiştirmek... Hz. Peygambere, müşriklere son sözünü söylemesi, onlara Allah'a özgü gaybın kapsamındaki akıbetlerine havale etmesi, Allah'a ibadet edip O'na dayanması, yaptıklarına karşılık insanları sorgulama işini Allah'a bırakması emrediliyor.
"Sana anlattığımız, önceki peygamberlerin hayatlarına ilişkin her olay, gönlünü ferahlatmayı ve azmini pekiştirmeyi amaçlıyor. Bu hikâyeler sana gerçeği ilettikleri gibi, mü'minler için de öğüt ve hatırlatma niteliğindedirler?"
"İnanmayanlara de ki, "Siz bildiğiniz gibi hareket ediniz, biz de bildiğimiz gibi hareket edelim."
"Bekleyiniz bakalım, biz de bekliyoruz."
"Göklere ve yere ilişkin bilinmezliklerin (gaybın) bilgisi Allah'ın tekelindedir. Her işin kesin çözüm mercii O'dur. Öyleyse sırf O'na kulluk sun, yalnız O'na dayan; Rabbin onların neler yaptıklarından habersiz değildir."



ÜRPETİCİ SAHNELER


100- Ya Muhammed, sana anlattığımız bu olaylar, bu şehirlerin hikâyeleridir. Bu şehirlerin kimisi halâ duruyor, kimisi de biçilmiş ekin tarlasına dönüşmüştür. "


101- O şehirlerin halklarına biz zulmetmedik, tersine onlar kendilerine zalimlik ettiler. Allah'ın azaba ilişkin emri geldiğinde Allah dışında imdada çağırdıkları düzmece ilahları, hiçbir dertlerine deva olmadılar, yıkımlarını arttırmaktan başka hiçbir işlerine yaramadılar. "


102- İşte Rabbin, zalim halkların şehirlerinin yakasından tutunca böyle tutar. Hiç kuşkusuz O'nun yakaya yapışması pek sert ve acıklıdır.

Bu kavimlerin gözler önüne serilen acıklı akıbetleri ve sahneleri insanın ruhuna, hayaline sıkıntı vermektedir. Kimisi her tarafı kaplayan tufanın dalgaları arasında boğulmuş, kimisi her şeyi kasıp kavuran kasırgaya yakalanmış, kimisi dehşet verici bir gürültüye tutulmuş, kimisi yurtları ile birlikte yer tarafından yutulmuş. Kimisi de kavimlerine öncülük edip kıyamette onları ateşe sürüklemiş, bu arada dünyada iken başlarına gelenler dikkatlere sunulmuş. Bu noktada, surenin akışı bu yok edilmeler ve dehşet verici sahnelerle kalplerin ve duyguların derinliklerine etki etmişken, şu değerlendirme yeralıyor:
"Ya Muhammed, sana anlattığımız bu olaylar, bazı şehirlerin hikâyeleridir. Bu şehirlerin kimisi halâ duruyor, kimisi de biçilmiş ekin tarlasına dönüşmüştür."
"Sana anlattığımız bu olaylar bazı şehirlerin hikâyeleridir."
Bu konuda senin hiçbir bilgin yoktu. Bu örtülü gaybı sana haber veren, vahiydir. Bunlar Kur'an'daki hikâyelerin gerçekleştirmek istedikleri hedeflerden bazılarıdır.
"Bu şehirlerin kimisi halâ duruyor."
Bu şehirlerin kalıntıları, o toplumların güç ve uygarlık alanında ulaştıkları düzeye tanıklık etmektedir. Ahkaf bölgesindeki Ad kavmi ile Hicr bölgesindeki Semud kavminin kalıntıları gibi.
"Kimisi de biçilmiş ekin tarlasına dönüşmüştür."
Bir tarla gibi biçilmişlerdir. Topraktan koparılmışlardır, yerleri kupkuru ekinsiz bir tarla gibi kalmıştır. Nuh veya Lût kavimlerinde olduğu gibi.
Nedir toplumlar? Nedir uygarlıklar? Tıpkı bitki tarlaları gibi bunlar da insan tarlası değil mi? Bunun da bazı fidanları temiz, bazısı pistir. Bazısı gelişir, bazısı kurur.
"O şehirlerin halklarına biz zulmetmedik, tersine onlar kendilerine zalimlik ettiler."
Çünkü onlar kavrama yeteneklerini devre dışı bırakmışlardı. Doğru yola sırt çevirmişlerdi. Allah'ın ayetlerini yalanlamışlardı. Tehditleri alaya almışlardı. Bu yüzden, zulme uğramayan buna karşın kendi kendilerine zulmeden toplumların başına gelen, onların da başına gelmiştir.
"Allah'ın azaba ilişkin emri geldiğinde Allah dışında imdada çağırdıkları düzmece ilahları, hiçbir dertlerine deva olmadılar, yıkımlarını arttırmaktan başka hiçbir işlerine yaramadılar."
Bu da Kur'an'da yeralan bu hikâyelerin gerçekleştirdiği bir başka hedef. bilindiği gibi bu sure Allah'dan başkasının hükmüne başvuranlara, O'ndan başkasına itaat edenlere yönelik bir uyarı ile başlamıştı. Her gelen peygamberle birlikte bu uyarı yinelenmiş ve onlara şöyle denmişti: "Şu sahte Rabbler sizi Allah'a karşı koruyamayacaklardır." İşte bakın, akıbetler, bu uyarıyı doğrulamaktadır. Allah'a ortak koştukları sahte tanrılar hiçbir işlerine yaramadı. Rabbinin azaba ilişkin emri geldiğinde, bu azabı durduramadılar. Daha doğrusu bu düzmece tanrılar, onların hüsranını, yok edilişlerini arttırmaktan başka bir işe yaramadılar. (Ayette geçen "Tetbib" ifadesi yapısı ve sert vurgusu ile oldukça güçlü bir ifadedir) Bu şu demektir: Onlar o sahte ilahlara güvenip dayandılar. Bunlar da onların şımarıklıklarını, yalanlamalarını arttırdılar. Yüce Allah da başlarına gelen felâketi, yokolma azabını şiddetlendirdi. İşte "yıkımlarını artırmaktan başka hiçbir işlerine yaramadılar" ifadesinin anlamı budur. Çünkü bu düzmece tanrılar onlara herhangi bir zarar dokunduramadıkları gibi, bir yarar dokundurma gücüne de sahip değiller. Ne var ki, bu düzmece tanrılar yüzünden müşriklerin zararı ikiye katlanıyor, yokoluşları ağırlaşıyor, başlarına gelen felâket dayanılmaz oluyor.
"İşte Rabbin, zalim halkların şehirlerinin yakasından tutunca böyle tutar."
Sana anlattığımız şekilde... Rabbin şehirlerin yakasına, zulümlerinden dolayı yapışınca böyle yokeder. Böyle bir felâket indirir başlarına. Zulmettiklerinde, yani Rabblik açısından Allah'a ortak koşmak, yeryüzünde bozgun çıkarmak, tevhid ve ıslah çağrısına sırt çevirmek suretiyle kendi kendilerine zulmettiklerinde... Artık bu şehirlerde zulüm alabildiğine yaygınlaşır. Zalimler egemen olurlar.
"Hiç kuşkusuz O'nun yakaya yapışması pek sert ve acıklıdır."
Ama kendilerine belli bir süre tanındıktan, dünya nimetlerinden diledikleri gibi yararlanma fırsatı bulup denemeye tabi tutulduktan, peygamberler apaçık belgelerle gelip bahanelerini ortadan kaldırdıktan, ayrıca toplumu ıslah etmek için mücadele eden hak davetçilerinin azınlıkta oldukları, sapıklığın kol gezdiği zalim toplumun hayatında hiçbir etkinlikleri olmadığı ortaya çıktıktan sonra... Ayrıca mü'min topluluk, sapıklı içinde yüzen kavimlerinden tamamen ayrılıp, kendini ayrı bir dine, ayrı bir i aha, bağımsız mü'min bir önderlik kadrosuna ve ayrı bir dostluk bağı etrafında kümelenmiş farklı bir millet olarak tanımladıktan sonra... Arkasından tüm bu gerçekleri müşrik kavmine açıkça duyurup, onları zaman boyunca değişikliğe uğramamış yasa uyarınca, yüce Allah'ın takdir ettiği akıbetleri ile başbaşa bıraktıktan sonra...

BİR DE AHİRETTE AZAP

Bu zorlu ve acıklı cezalandırma, ahirette karşılaşılacak azabın belirtisidir. Ahiret azabından korkanlar bunu görürler. Daha doğrusu, bu dünyada zalimliklerinden dolayı şu şehirlerin halklarının başına geleni, ahirette de günahları yüzünden yakalarına yapışacak azabın dehşetini kavramak için basiretlerini açan ve azaptan çekinenler bunun farkındadır. Burada ayetlerin akışı, konunun bütünlüğü içinde iki yolculuğu birbirine bağlamak için Kur'an'ın yöntemi uyarınca, insan kalbini dünya sahnesini seyrederken alıp, kıyamet sahnelerini seyretmeye götürüyor.



103- Ahiret azabından korkanlar için bu olaylardan çıkarılacak dersler vardır. O gün tüm insanların toplantı günüdür, herkes o günün canlı tanığı olacaktır.


104- Biz o günü, sadece sayılı günlerin sonuna kadar erteliyoruz.


105- O gün geldiğinde Allah'ın izni olmadıkça hiç kimse konuşamaz. O gün kimi insanlar mutlu, kimisi ise bedbahttır.


106- Bedbahtların varacakları yer cehennem ateşidir. Onların orada ahlandıkları, vahlandıkları, hırıltılı seslerle inledikleri duyulur.


107- Gökler ile yer durdukça, Rabbinin dileği uyarınca cehennemlikler orada sürekli kalacaklardır. Hiç kuşkusuz Rabbin neyi isterse onu yapar.


108- Mutluların varacakları yer ise cennettir. Gökler ile yer durdukça Rabbinin dileği uyarınca cennetlikler kesintisiz bir bağış olarak orada sürekli kalacaklardır.

Onların çarpıldıkları bu çetin, bu acıklı cezada ahiret azabına benzer yönler vardır. İnsana o günü hatırlatıyor, insanı o günün azabından korkutuyor. Gerçi bu olayı sadece ahiretten korkanlar görebilir. Basiretleri ve kalpleri parlatan bu takva sayesinde basiretleri açılır.
Ahiretten korkmayanlara gelince, onların kalpleri taşlaşmıştır, Allah'ın ayetlerini algılayacak şekilde açılmaları mümkün değildir. Yaratılış ve yeniden dirilişin hikmetini anlayamazlar. Bu işlemin sadece dünya hayatında meydana gelen kısmını görebilirler. Fakat bu dünya hayatında meydana gelen ibret verici olaylar bunlara ne öğüt verir, ne de anlamalarını sağlar.
Sonra bu günün tanıtımına geçiliyor:
"O gün tüm insanların toplantı günüdür. Herkes o günün canlı tanığı olacaktır."
Burada toplanma sahnesi tüm yaratıkları kapsayacak genişlikte canlandırılıyor. Bu toplantı, istekleri dışında gerçekleşiyor. Her şeyin apaçık sergilendiği sahneye doğru genel bir hazırlıktır bu. Herkes geliyor. Ve herkes biraz sonra neler olacağı beklentisi içindedir.
"O gün geldiğinde Allah'ın izni olmadıkça hiç kimse konuşamaz."
Bu ürkütücü suskunluk herkesi, her yeri kaplamıştır. İçindekilerle birlikte kuşatıcı bir dehşet çökmüştür sahnenin üzerine. Konuşmak izne bağlıdır. Hiç kimse isteğini ifade etme cesaretini bulamaz kendisinde. Ancak yüce Allah'ın dilediği kimselere konuşma izni verilir. Onun izni ile suskunluğu bozar. Sonra ayırım ve dağıtım işlemi başlıyor.
"O gün kimi insanlar mutlu, kimisi ise bedbahttır."
Bu sözlerin arkasından "bedbahtların" cehennemde canlarının sıkıldığını seyrediyoruz. Sıcaktan, kapalılıktan ve sıkıntıdan "ahlandıklarını, vahlandıklarını, hırıltılı seslerle inlediklerini" gözlüyoruz. "Mutlular" ise cennettedirler. Orada sürekli bir bağışla karşılandıklarını, bu bağışın hiçbir zaman, kesintiye uğramadığını, durdurulmadığını görüyoruz.
"Göklerle yer durdukça."
Her iki grup da bulunduğu yerde sürekli kalacaktır. Bu ifade zihinde süreklilik ve kesintisizlik anlamını canlandırmaktadır. Her ifadenin bir gölgesi vardır. Burada yeralan bu ifadenin gölgesi de budur.
Ancak ayetlerin akışı her iki durumdaki sürekliliği de Allah'ın dilemesine bağlamıştır. Her karar, her kanun sonunda O'nun dilemesine bağlıdır çünkü. Kanunları belirleyen Allah'ın iradesidir, O'nun iradesi bu kanunla kayıtlı, onlarla sınırlı değildir. O'nun iradesi serbesttir, dilediği zaman bu kanunları değiştirir.
"Kuşkusuz Rabbin neyi isterse onu yapar."
Ayetlerin akışı mutluların içinde bulundukları güvenli durumu daha bir arttırmak için, Allah'ın iradesinin onlara yönelik bağışının kesintisiz olmasını dilediğini belirtiyor. Söz gelişi cennetteki yerleri değiştirilse bile, Allah'ın onlara yönelik bağışı kesintiye uğramayacaktır. Böyle bir şey sözkonusu olmamakla beraber, sınırlanacağı sanıldığı bir sırada bile yüce Allah'ın iradesinin serbestliğini vurgulamak için yeralıyor bu ifade.
Alıntı ile Cevapla