Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 01:31   Mesaj No:15

Verda_Naz

Medineweb Sadık Üyesi
Verda_Naz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Verda_Naz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 176
Üyelik T.: 15 Eylül 2007
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Yaş:31
Mesaj: 612
Konular: 248
Beğenildi:11
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kur'an Hud Suresi Tefsiri

DÖNÜŞ ALLAH'ADIR

Böylece, Allah'a ibadet ederken, O'na tevbe edip sığınırken, en sonunda O'na dönerken tevhidin gözetilmesi gerektiğini vurgulayarak başlayan bu sure, sona erdi. Tıpkı başladığı gibi sadece Allah'a ibadet edilmesi, yalnız O'na dönülmesi gerektiğini, en sonunda O'na dönüleceğini vurgulayarak sona erdi.
Daha önce evrenin uçsuz bucaksız ufuklarında, insanın ruhunun dipsiz derinliklerinde ve geçmiş asırların karanlık evrelerinde uzun bir yolculuğa çıkılmıştı.
Böylece surenin başı ile sonundaki edebi ahenk ve güzellik bulunmuş oluyor. Surede yeralan hikâyeler ile surenin genel akışı arasındaki uyum Kur'an-ı Kerim'deki bakış, düşünce ve yöneliş bütünlüğü ile güzel bir uyum oluşturuyor. Oysa eğer bu Kur'an Allah'dan başkasından gelmiş olsaydı, içinde birçok çelişkiler bulurlardı.
Şimdi, bu surenin akışını topluca inceleyenler, daha doğrusu Kur'an'ın Mekke'de inen kısmını inceleyenler göreceklerdir ki, ortada, köklü, kalıcı, geniş ve derin bir çizgi vardır. Bu sureler, bu çizginin etrafında yoğunlaşmaktadırlar. Surelerin etrafında döndüğü ekseni bu çizgi oluşturmaktadır. Diğer çizgiler hep bu temel çizgiye dönüktür. Tüm ipler ona bağlanmaktadır... Bu çizgi bu dinin etrafında yoğunlaştığı inanç çizgisidir. Bu, inanç eksenidir; insanlık hayatını her yönüyle düzenleyen, en ince ayrıntısına kadar ele alan bu ilahi sistem işte bu eksen etrafında dönmektedir.
Bu sureyi topluca değerlendirirken, surenin akışı içinde belirginleştiği şekliyle bu çizgi ve bu eksen üzerinde ana hatlarıyla durma gereğini duyacağız. Su renin akışı içinde bu konuyu ele alırken, daha önce yaptığımız açıklamalara değin de bulunmamız gerekecektir. Bu son değerlendirmenin bölümlerini birbirine bağlamak için kaçınılmazdır.
Surenin tüm akışı içinde ön plana çıkan ilk gerçek... Gerek Hz. Muhammed'le -salât ve selâm üzerine olsun- birlikte gönderilen kitabın içeriğinin sunulduğu giriş kısmında, gerek insanlık tarihi boyunca İslâm inancına göre hareke stratejisinin sunulduğu kıssalarda, gerekse Hz. Peygambere, hem kıssalardan ben de kendisiyle birlikte gönderilen kitabın içeriğinden çıkarılan sonuçlarla müşriklere karşı koyması direktifinin verildiği bitiş değerlendirmesinde...
Evet surenin bütünü içerisinde ön plana çıkan ilk gerçek... Tüm konuların tek başına Allah'a kulluk etmenin emredilmesi, ondan başkasına kulluk etmenin yasaklanması etrafında yoğunlaştığı gerçeğidir. Allah'a kulluk etmenin, ondan da başkasına kulluk etmemenin "din" demek olduğunun vurgulanmasıdır. Verilen sözler, tehditler, hesaplaşma ve amellerin karşılığı meselesi, sevap ve ceza meselesi bu köklü, kapsamlı tek ve değişmez temele dayandırılmaktadır. Nitekim surenin girişinde ve surenin akışı ile birlikte değişik yerlerde bu gerçeğe işaret etmiştik.
Burada öncelikle Kur'an metodunun bu gerçeği vurgulama yöntemini ve bu yöntemin değerini ön plana çıkarmak kalıyor bize.
Tek başına Allah'a kulluk etme gerçeği surede iki üslupla ifade ediliyor.
"Ey soydaşlarım, sadece Allah'a kulluk sununuz, O'ndan başka ilahınız yoktur."
"Allah'dan başkasına kulluk sunmayınız. Ben O'nun size gönderdiği bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim."
Emir ve yasaklama üslupları arasındaki farklılık gayet açıktır. Acaba ikisinin de anlamı bir midir?
' Birinci ifade; Allah'a kulluk edilmesini emretmekte, onun dışında ibadet edilecek bir ilahın olmadığını vurgulamaktadır. İkinci ifade ise; Allah'dan başkasına kulluk etmeyi yasaklamaktadır.
İkinci ayetin ifade ettiği anlam, birinci ayetin anlam ve içeriğinin gerektirdiği bir sonuçtur. Ne var ki, birincisi, sözlü olarak ifade edilirken, ikincisi ifadeden anlaşılmaktadır. Kuşkusuz yüce Allah'ın hikmeti bu büyük gerçeğin açıklanması bakımından sadece Allah'dan başkasına kulluk etmenin yasaklanmasının ifade ettiği anlamla yetinilmemesini, ayrıca bu yasağın bağımsız bir yoldan sözlü olarak da ifade edilmesini öngörmüştür. Her ne kadar bu yasak ilk emrin anlamında ve içeriğinde yeralsa da...
Bu da o büyük gerçeğin değeri ve yüce Allah'ın terazisindeki ağırlığı hakkında oldukça etkili bir mesaj vermektedir bize. O kadar ki, bu gerçek, Allah'a kulluk etmenin emredildiği ve O'nun dışında ibadet edilecek bir ilahın olmadığının vurgulandığı ifadenin içerdiğinden anlaşılmak üzere bırakılmıyor. Ayrıca Allah'dan başkasına kulluk etme yasağı sözlü olarak ve bağımsız bir ifadede yeralıyor. Bu yasak doğrudan doğruya bir hüküm olarak yeralıyor, Allah'a ibadet etmeye ilişkin emrin içeriğinden elde edilen bir anlam olarak değil. Onun zorunlu bir gereği değil de başlı başına bir hüküm olarak ifade ediliyor.
Ayrıca bu, Kur'an-ı Kerim'in sözedilen gerçeği iki yönüyle, Allah'a kulluk etme, O'ndan başkasına kulluk etmeme yönleriyle ortaya koyma yöntemini de göstermektedir bize. Buna göre insanlık, bu gerçeğin iki yönünü de içeren kesin bir hükme ihtiyaç duymaktadır. İnsan psikolojisi Allah'a kulluk etmenin emredilmesi, onun dışında kulluk edilecek bir ilahın olmadığının vurgulanması ile yetinmiyor. Tek başına Allah'a kulluk etmeye ilişkin emrin içeriğinden çıkan dolaylı anlamın yanında, Allah'dan başkasına kulluk etmenin de açıkça yasaklanmasını da gerektiriyor. Çünkü gün gelir insanlar Allah'ı inkâr etmedikleri, O'na kulluk etmekten vazgeçmedikleri halde, O'nunla birlikte başkasına da kulluk edebilirler. Kendilerini müslüman (!) sanırlarken şirke düşebilirler.
İşte bu yüzden Kur'an-ı Kerim tevhid gerçeğini emir ve yasağa birlikte yer vererek ifade etmektedir, yekdiğerini desteklesin diye. Böylece birçok çeşidi bulunan şirkin nüfuz edebileceği bir delik bırakılmayacak şekilde vurgulu olarak dile getirilmektedir bu gerçek.
Kur'an-ı Kerim'de buna benzer ifadeler değişik yerlerde yinelenmiştir. Örnek olarak bu sureden ve başka surelerden bazı ayetleri aşağıya alıyoruz:
Elif, Lâm, Ra. Bu Kur'an, her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından muhkem, uyumlu cümlelerle örülen, sonra ayrıntılı biçimde açıklanan ayetlerden oluşmuş bir kitaptır.
(İçeriğinin özü şudur): Allah'dan başkasına kulluk sunmayınız. Ben, O'nun size gönderdiği bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim. (Hud Suresi 1-2)
Nuh'u soydaşlarına peygamber olarak gönderdik, onlara dedi ki; "Ben sizin için açık bir uyarıcıyım."
Sırf Allah'a kulluk sununuz. Yoksa sizin hesabınıza acıklı bir günün azabından korkarım." (Hud suresi 25-26)
Fakat azabım da son derece acıklı bir azaptır. (Hud Suresi 50)
İbrahim ne yahudi ve ne de hristiyan idi. O dosdoğru bir müslümandı, müşriklerden değildi. (Ali İmran suresi 67)
Ben yüzümü, dosdoğru bir şekilde gökleri ve yeri yoktan varedene yönelttim, ben O'na ortak koşanlardan değilim. (En'am suresi 79)
Kur'an-ı Kerim'de tevhid gerçeği ifade edilirken bu yönteme sıkça baş vurulmaktadır. Hiç kuşkusuz bunun özel bir anlamı vardır. Gerek tevhid gerçeğinin değerinin ve öneminin vurgulanması bakımından -Öyle ki bu gerçeğin hiçbir tarafı dolaylı anlaşılmaya, zorunlu olarak çıkarılacak sonuçlara bırakılmıyor tersine bu gerçeğin hiçbir tarafı eksik bırakılmadan sözlü olarak ifade edilen bir hüküm olarak indiriliyor- gerekse bu yöntemin yüce Allah'ın insan denen varlığın tabiatını bildiğini göstermesi bakımından... Buna göre yüce Allah insanın bu büyük gerçeğin bu şekilde açıkça belirtilmesine ihtiyacı olduğunu biliyor. Bu gerçeğin insanın duygu ve düşüncesinde her türlü şüpheden ve kapalılıktan korunup bu şekilde ince bir ifadeyle vurgulanması gerektiğini biliyor. Amacı ve hedefi son derece belirgin bir ifadeyle bunu belirtiyor yüce Allah. Hiç kuşkusuz yüce Allah üstün hikmet sahibidir. Yarattıklarını en iyi bilir. O latiftir, her şeyden haberdardır.
Şimdi, tek başına yüce Allah'a kulluk edilmesinin emredilmesini ve ondan başkasına kulluk etmenin yasaklanması üzerinde bu kadar yoğunlaşılmasının ayrıca, bu gerçeğin sözle ifade edilen bir hüküm olarak ve her iki yönünü kapsayacak şekilde dile getirilmesine gösterilen özenin ve dolaylı anlamlarla yetinilmemesinin ötesi eki hikmeti kavrayabilmemiz için bu surede, ayrıca bütün Kur'an'da geçen kulluk/ibadet kavramı üzerinde duralım.
Daha önce Hud peygamber -selâm üzerine olsun- ve kavmi kıssası üzerinde değerlendirme yaparken, bunca yoğunlaşmayı, bunca özeni, saygın peygamberler kafilesinin uğruna bunca emek sarfetmesini, her gün insanları tek başına Allah'a kulluk etmeye çağıran davetçilerin uğruna çektiği bunca azapları, bunca acıları hakeden "kulluk/ibadet" kavramının anlamı üzerinde durmuştuk. Şimdi ise yaptığımız bu değerlendirmeye bazı değimlerle eklemede bulunmak istiyoruz.
İnsanlar arası ilişkileri "muamelat" kavramı ile nitelendirmek buna karşılık kul ile Rabb arasındaki ilişkileri bireysel ve sembolik kulluk kastı taşıyan davranışları "ibadet kavramı ile nitelendirmek, Kur'an-ı Kerim'in indiği dönemden çok sonraları ortaya çıkmış bir yaklaşımdır. İslâmın ilk dönemlerinde bu ayırım bilinmiyordu.
"İslâm Düşünceleri" adlı eserimizde, bu meselenin tarihine ilişkin, olarak bazı açıklamalarda bulunmuştuk, oradan bazı bölümler aktarıyoruz. "İnsanın hareketlerini "ibadet" ve "muamelat" olarak ayırmak fıkıh eserlerinin yazılmasından sonra ortaya çıkmış bir meseledir. Bununla beraber -ilk önceleri- amaç, yalnızca ilmi eserlerin özelliği olan "teknik" bir ayırımdı. Maalesef bu ayırım İslâm düşüncesinde birçok kötü sonuçların doğmasına neden olmuştur. Bunun sonucu olarak da -bir dönem sonra- islâmi hayatın her alanında kötü etkileri ortaya çıkmıştır. Böylece "ibadet" sıfatının insanların kafalarında "ibadet fıkhının" ele aldığı hareketler olduğuna ilişkin bir düşünce uyandı. Bu hareketlerin "muamelat fıkhının" ele aldığı hareketler olduğuna ilişkin bir düşünce uyandı. Bu hareketlerin "muamelat fıkhının" içerdiği ikinci tür hareketlerden ayrı oldukları düşüncesi doğdu. Hiç kuşkusuz bu, İslâm düşüncesinden sapmadır. Bunun ardından İslâm toplumunun hayatının her alanında sapmaların baş göstermesi kaçınılmaz olmuştur.
"İslâm düşüncesine göre insanın hiçbir hareketi yoktur ki, "ibadet" kavramının kapsamına girmesin, ya da bu sıfatın gerçekleşmesi istenmesin. İslâm sisteminin ilk ve son amacı "ibadet"in anlamını gerçekleştirmektir."
"İslâm sisteminde, idari ve ekonomik düzenin, ceza yasasının, medeni kanunun, aile hukukunun ve bu sistemin içerdiği diğer yasaların bunun dışında bir gayesi yoktur."
"İnsan hayatında ibadetin anlamını gerçekleştirmekten başka bir hedef sözkonusu değildir. Ama insanın hareketleri bu sıfatla nitelenemez, bu hedefi gerçekleştirmiş sayılamaz -ki Kur'an bunun insan varlığının gayesi olduğunu belirtmektedir- bu hareketler ilahi sisteme uygun olmadıkça... Çünkü ancak o zaman yüce Allah'ın ilahlıkta bir olduğunu vurgulanmış, kulluk, sadece O'na Yöneltilmiş olur. Aksi takdirde bu, ibadetin dışına çıkmaktır, çünkü kulluğun sınırlarını aşmaktır. Yani yüce Allah'ın istediği şekliyle insan varlığının hedefinden sapmaktır. Yani Allah'ın dininden çıkmaktır. Fıkıhçıların -İslâm düşüncesinde bu anlayışın yeri olmadığı halde de"ibadet" ismini verdikleri ve ibadet kavramını onlara özgü kıldıkları hareket türlerinin Kur'an-ı Kerim'de ele alındığı yerlere bakıldığında görmezlikten gelinmeyecek son derece belirgin bir gerçek açığa çıkar... Bu hareketlerin tek başına ele alınmadıkları ve fıkıhçıların "muamelat" adını verdikleri hareketlerden ayrı geçmedikleri görülecektir. Her iki hareket türünün de Kur'an'ın akışı içinde ve yönlendirme yönteminde birbirlerine bağlı olarak geçtikleri görülecektir. Çünkü bu da öteki gibi, "ibadet" sisteminin bir yönünü oluşturmaktadır. İnsan varlığının hedefi budur. İbadetin anlamının ve yüce Allah'ın ilah olarak bir kabul edilmesinin anlamının gerçekleşmesi budur.
Zamanla bu ayırım, bazı insanların "muamelat"ın kapsamına giren hareketleri Allah'ın dışında O'nun izin vermediği konularda kendileri için kanun koyan kimselerin koyduğu sistemlere uygun olarak gerçekleştirirken "ibadet"in kapsamına giren hareketleri İslâmın hükümlerine göre gerçekleştirdiklerinde, "müslüman" olabileceklerini sanmalarına engel oldu.
Bu büyük bir vehimdir. Çünkü İslâm bölünmez bir bütündür. Onu bu şekilde ikiye bölen herkes bu bütünün dışına çıkmaktadır. Diğer bir ifadeyle, bu dinden çıkmaktadır.
İşte bu gerçekten müslüman olmak aynı zamanda insan olarak varlığının hedefini gerçekleştirmek isteyen herkesin aklında bulundurması gereken büyük bir gerçektir.
Şimdi de İslâm düşüncesi kitabından aktardığımız bu bölümlere, daha önce bu cüzde yaptığımız açıklamaları ekliyoruz. İlk defa bu Kur'an'la muhatap olan Araplar, Allah'a ibadet etmekle emrolundukları zaman ibadet, kulluk kavramının anlamını yalnızca kulluk kastı taşıyan, bireysel sembolik davranışlarla sınırlandırmıyorlardı. Hatta ilk defa Mekke'de bu Kur'an'la muhatap oldukları sırada henüz sembolik ibadet şekilleri farz kılınmamıştı bile. Araplar bu Kur'an'la ilk defa muhatap oldukları sıralarda bu kavramla, her konuda sadece Allah'a itaat etmenin, O'na boyun eğmenin her konuda O'ndan başkasına itaat etme, O'ndan başkasına boyun eğme, zilletinden çıkmanın istendiğini anlıyorlardı. Nitekim Peygamberimizin de -salât ve selâm üzerine olsun- bir hüküm olarak "ibadet/kulluk" kavramını "emrine uyma, boyun eğme" şeklinde açıklamıştır. Peygamberimiz, Adiy b. Hateme yahudi ve hristiyanların hahamlarını ve papazlarını Rabb edindiklerini söyleyerek şu açıklamada bulunmuştu "Evet hahamlarına ve papazlarına ibadet ettiler. Çünkü hahamları ve papazları helalleri haram, haramları da helal kıldılar, onlar da hahamlarının ve papazlarının dediklerine uydular. Bu da onlara "ibadet/kulluk ediyorlar demektir."
Sembolik "tapınma" hareketlerine kulluk/ibadet denmesinin nedeni bu hareketlerin Allah'a boyun eğmenin, O'na itaat etmenin bir şekli olmasıdır. Ancak bu şekil, ibadet kavramının tüm anlamını kapsamaz. Daha doğrusu sembolik ibadetler "ibadet" kavramının özünden çok ikinci derecede anlamını temsil ederler.

KULLUK GERÇEĞİ

Daha önce bu cüzde şunları söylemiştik. Şurası bir gerçektir ki, şayet ibadet/kulluk kavramının gerçek anlamı sadece sembolik tapınma davranışları olsaydı uğruna bunca peygamberin gelmesini, bunca risaletlerin gönderilmesini haketmezdi. Gelmiş geçmiş peygamberlerin -selâm üzerlerine olsun- büyük çabalar sarfetmesini haketmezdi. Tarih boyunca davetçilerin, mü'minlerin karşı karşıya kaldığı bunca işkenceyi, bunca acıyı gerektirmezdi. Tersine insanları topyekün kullara boyun eğmekten kurtarıp, her işte ve her durumda, dünya ve ahiretteki hayat sistemlerinde sadece Allah'a boyun eğmelerini, O'na itaat etmelerini gerçekleştirme olgusu haketmiştir bu ağır bedeli.
"İlahlığın birliği, Rabblığın birliği, otoritenin birliği, egemenliğin birliği, yasama kaynağının birliği, hayat sisteminin birliği, insanların kapsamlı bir şekilde boyun eğdikleri, emirlerine uydukları merciin birliği... Evet, bunca peygamberin gönderilmesini, uğrunda bunca emeğin harcanmasını, tevhid gerçeği haketmiştir. Bunca işkenceler, tarih boyunca katlanılan bunca méşakkatler tevhidin gerçekleşmesi uğruna olmuştur. Yüce Allah'ın böyle bir şeye ihtiyacı olduğundan değil elbette. Çünkü yüce Allah alemlerin hiçbir şeyine muhtaç değildir. insanlık hayatı, tevhidin egemenliği olmaksızın islah olamadığı, doğru bir çizgiyi izleyemediği, yücelemediği, insana yaraşır bir hayat niteliğini kazanamadığı için bunca çaba sarfedilmiştir. Hiç kuşkusuz tevhidin egemenliği her yönüyle insanlık hayatı üzerinde sınırsız bir etkinliğe sahiptir."
Yukarıdaki açıklamayı yaparken, bitiş değerlendirmesinde konuyu biraz daha açıklayacağımıza söz vermiştik.
İşte şimdi tevhid gerçeğinin her yönüyle insanlık hayatındaki değerine ana hatlarıyla değineceğiz.

TEVHİD GERÇEĞİ

1- En başta -bu kapsamlı şekliyle- tevhid gerçeğinin, bizzat varlığı fıtri ihtiyacı ve insanı bileşimi açısından insan denen varlığın yapısı üzerindeki etkisine, onun düşüncesi üzerindeki etkisine, bir de bu düşüncenin insan bünyesi üzerindeki etkisine bakalım.
Bu düşünce meselesi, böylesine evrensel bir şekilde ele aldığından, tüm yönlerini tüm isteklerini, tüm ihtiyaçlarını ve tüm eğilimlerini gözönünde bulundurarak insanın yapısına hitap eder. Onu sürekli ilişki halinde bulunacağı tek bir merciye yöneltir. Her şeyi bu merciden ister ve her şeyiyle bu merciye yönelir. Ümitle bağlandığı, korku duyduğu bu biricik mercidir. O'nun öfkesinden sakınır, hoşnutluğunu arzular. İhtiyaç duyduğu, beklentisi içinde olduğu her şeye bu biricik merci sahiptir. Çünkü her şeyin yaratıcısı, her şeyin sahibi ve her şeyïn idarecisi O'dur.
Bu düşünce insanın bünyesini varlığını tek bir kaynağa yöneltir. Böylece insan düşüncesini, anlayışını, değer ve ölçülerini, şeriat ve kanunlarını bu kaynaktan edinir. Evrene, hayata ve insana yönelirken, kendisini etkileyen tüm işaretlerin içinde uyanan tüm soruların cevabını bu kaynaktan alır.
Bu durumda insanın bünyesi, bir bütün haline gelir. İnanç ve sistem konusunda yardım dileme ve başvuruda bulunma konusunda hayat ve ölüm konusunda çalışma ve hareket konusunda, sağlık ve rızık konusunda, dünya ve ahiret konusunda bilinç ve davranış olarak, düşünce ve pratik olarak bir bütünlük arzeder. Parçalanıp ayrılmaz. Birbirinden farklı yollara, değişik ufuklara yönelmez. Birbiriyle uyuşmayan değişik yollara girmez.
İnsan bünyesi yapısı belirtilen tarzda bütünlük arzettiği zaman, gelebileceği en iyi duruma gelmiş demektir. Çünkü o zaman "birlik" haline gelmiş olur. Ve bu, her alanda gerçeğin özelliğidir:.. Çünkü birlik yüce yaratıcının gerçeğidir. Değişik görüntüleri, şekilleri ve durumları ile birlikte evrenin gerçeğidir. Birlik, hayat ve canlıların tüm ve cinslerin farklılığı ile beraber gerçeğidir. Bireylerin ve yeteneklerin çeşitliliği ile beraber insanın gerçeği de birliktir. Birlik insan varlığının gayesidir de. Bu da alanların ve şekillerin farklılığı ile birlikte kulluk gerçeğidir. İnsan bu varlık aleminde gerçeği araştırdığında, bunun böyle olduğunu görecektir.
İnsanın bünyesi, yapısı, her alanda "gerçeğe" uygun bir durumda olduğu zaman, kişisel olarak gücünün doruğuna ulaşır. İçinde yaşadığı, karşılıklı iletişim kurduğu bu evrenin özünde yereden "gerçek"le ve karşılıklı etkileşim halinde bulunduğu varlıklar aleminin dayanağı olan "gerçek"le uyumlu olmanın doruklarına ulaşır. Bu uyum onun en görkemli eserleri meydana getirmesine ve önemli rolleri yerine getirmesine yardımcı olur.
Bu gerçek, ilk müslümanlardan oluşan seçkin toplumun şahsında doruğa çıkınca, yüce Allah, bunlar aracılığı ile hem insan varlığının, hem de insanlık tarihinin planında derin etkileri bulunan son derece önemli rolleri gerçekleştirdi.
Bu gerçek bir kez daha meydana geldiğinde -Allah'ın izni ile meydana geldiğinde. Allah'ın izni ile meydana gelmesi bir kaçınılmazdır- Yüce Allah daha büyük, daha çok işler gerçekleştirecektir. Yolunda ne kadar engeller bulunursa bulunsun. Çünkü bu gerçeğin varlığı bizzat karşı konulmaz bir güce kaynaklık etmektedir. Çünkü bu evrenin gücü ile özde birdir. O da bu evreni yaratan güce yöneliktir.
Bu gerçeğin önemi sırf imanı düşünceyi doğrultmasından gelmez. Gerçi bu doğrultma bile, tüm hayat binasının dayanağı olan büyük bir hedeftir. Bu gerçeğin önemi, hayattan iyi zevk almayı sağlamasından ve bu zevki yeterlilik ve ahenkliliğin en üst noktalarına ulaştırmasından kaynaklanır. Çünkü insan hayatının değeri artar, bütünüyle Allah'a ibadet haline geldiği zaman, insan hayatındaki -büyük küçük- tüm hareketler, ibadetin bir parçası ya da -ibadette gizli olan anlamı gözönünde bulundurursak- ibadetin tümü olarak algılandığı zaman... İbadetin özünde yereden büyük anlam; ilah olarak yüce Allah'ın bir ve ortaksız kabul edilmesi, kulluğun sadece O'na yöneltilmesidir. İnsan, bundan daha yüksek bir makama yükselecek değildir. Bu makam gerçekleşmediği sürece, insan olgunluk düzeyine ulaşamaz. Bu da Peygamberimizin yükselebildiği en yüce makamdır. İlahtan vahiy alma makamıdır. İsra-mescidi haramdan mescidi aksaya bir gecede gerçekleşen mucizevi yolculuk makamıdır.
Tüm alemlere bir uyarı olsun diye Furkan'ı kuluna indiren Allah eksikliklerden uzaktır." (Furkan 1)
"Kulu Muhammed'i, bir gece, Mescid'i Haram'dan (Kâbe'den) yola çıkararak kendisine bazı mucizelerimizi, olağanüstülüklerimizi gösterelim diye, çevresini kutsal kıldığımız Mescid'i Aksaya (Kudüs'e) ulaştıran Allah, her türlü noksanlıktan uzaktır. O her şeyi işiten ve her şeyi görendir." (İsra-1)
2- Tek başına Allah'a boyun eğme, sadece O'na itaat etme anlamında ibadette/kullukta tevhidin değerlerinden bir diğerine ve bunun insan hayatındaki etkilerine geçiyoruz.
Hiç kuşkusuz Allah'a boyun eğmek, O'ndan başkasına boyun eğmekten kurtuluştur. Kula kulluktan çıkıp, sadece Allah'a kul olma onuruna ermektir. İnsan ancak bu şekilde gerçek onurunu kazanabilir. Ancak bu şekilde gerçekten özgür olabilir.
İnsanın onuru ve özgürlüğü İslâm nizamının dışındaki hiçbir düzende garanti altına alınamaz. Yani insanlardan bazısının bazısına çeşitli şekilleri ile kulluk etmek suretiyle boyun eğdiği tüm düzenlerde insanın onuru ve özgürlüğü ayaklar altına alınır. İnsanların birbirlerine kulluk etmesi, inanç sistemine uymak sembolik ibadetleri de sunmak ya da konulan yasalara boyun eğmek şeklinde olması durumu değiştirmez. Hepsi de kulluktur, hepsi de birbirinin aynısıdır. Bütün durumlarda boyunlar Allah'dan başkasının önünde eğilir. Hayatı ilgilendiren herhangi bir meselede Allah'dan başkasının ilkelerine göre hareket edilir. O'na boyun eğilir.
İnsanlar birine boyun eğmeden, birine itaat etmeden yaşayamazlar. Bu yüzden birinin otoritesine boyun eğip itaat etmeleri kaçınılmazdır. Sadece Allah'a boyun eğip itaat etmeyenler, hayatın her alanında derhal Allah'dan başkasına kul olmanın çeşitli kötülüklerinin girdabına düşerler.
Hiçbir sınır, hiçbir kural tanımayan arzularının, ihtiraslarının kurbanı olurlar. Bu yüzden insan olma özelliklerini kaybedip hayvanlar alemine yuvarlanırlar.
"Kâfirler hayanlar gibi yerler, eğlenirler. Durakları cehennemdir onların. (Muhammed-12)
İnsanın insanlığını yitirmesi, hayvanlar alemine yuvalanıp gitmesi, kadar büyük kaybı olamaz. İnsan sırf Allah'a kulluk etmenin sadece O'na boyun eğmenin sınırlarını aşar aşmaz, arzu ve ihtiraslarına boyun eğer eğmez insanlığını. yitirip hayvanlar alemine yuvarlanır. Çeşitli şekilleri bulunan kula kulluğun kurbanı olurlar. Çeşitli şekilleri ile egemenlerin başkanların kulu olmanın neden olduğu türlü kötülüklerin girdabına düşerler. Bu egemenler ve başkanlar kendi kafalarına göre uydurdukları yasalar doğrultusunda onları yönetirler. Bu kanunların da kanun koyucuların çıkarlarını korumaktan başka bir hedefi, bağlayıcı bir amacı olmaz. Bu kanun koyucuların, her şeyin. egemenliğini elinde bulunduran bir fert, bir sınıf ya da bir ırk olması durumu değiştirmez. İnsanlığın genel düzeyine bakıldığında, sadece Allah'dan kaynaklanmayan, O'nun şeriatı ile sınırlı olmayan, onun şeriatını bağlayıcı kabul etmeyen insanların koyduğu tüm hükümlerde bu gerçeği görmek mümkündür.
Ne var ki kula kulluk, egemenlere, başkanlara, kanun koyuculara kul olmakla sınırlı kalmaz. Bu kula kulluğun en belirgin şekillerinden biridir, ama her şey bundan ibaret değildir. Kula kulluğun diğer bazı gizli şekilleri de vardır. Ve kula kulluğun bu şekli ötekisinden daha köklü, daha katı olur. Buna örnek olarak modacılara yönelik kulluğu gösterebiliriz. Bu modacıların, kendilerini uygar kimseler olarak adlandıran insanların büyük bir kısmı üzerindeki bu egemenlikleri nereden gelir? Hiç kuşkusuz -ister giyim-kuşamla, ister otomobillerle, ister ev-barkla, ister dekorasyonla, ister kutlama partileriyle ilgili olsun, moda tanrılarının uygun gördüğü kıyafetler, stiller, tartışmasız, kesin bir kulluğu temsil etmektedir. Cahiliye mensubu bir kadının veya erkeğin bu kulluktan kaçınması imkânsızdır. Bunun dışına çıkmayı bile düşünemez. Eğer, bu uygar cahiliyeyi yaşayan insanlar moda tanrılarına olduğu gibi, Allah'a boyun eğmiş olsalardı, hiç kuşkusuz, her şeyi ile kendilerini Allah'a adamış birer salih kul olacaklardı. Bu da değilse, peki nedir kulluk? Moda tanrılarının bu yaptıkları Rabblik değilse, hakimiyet değilse, nedir Rabblik, nedir hakimiyet?
Zavallı, düşkün kadınlara rastlar zaman zaman insan... Ayıp yerlerini ortaya koyan kıyafetlere bürünmüşler. Ama bu kıyafetler boylarını, poslarını, yakışmıyor aslında. Gittikçe çirkinleştiren ya da komik hale getiren boyalar sürünmüşler. Ne var ki moda, Rabblerinin elindeki bu karşı konulmaz ilahlık, o zavallı kadınları bu çirkefi işlemeye zorluyor. Karşı koyacak güçleri, iradeleri yoktur çünkü. Moda tanrılarının buyruklarına boyun eğmeme, itaat etmeme gücüne sahip değildirler. Çünkü çevrelerindeki toplum, topyekün bu tanrılara boyun eğmektedir. Nedir boyun eğmek, nedir itaat etmek, bu da değilse? Şayet bu değilse, nasıl oluyor hakimiyet, nasıl oluyor Rabblik?
İnsanlar sadece Allah'a boyun eğmedikleri; O'nun dışında birtakım kullara boyun eğdikleri zaman yaşayacakları aşağılayıcı kulluğun yalnızca insanın insana egemenliğinin, insanın insana kulluğunun aşağılayıcı iğrenç şekli sadece başkanların, egemenlerin hakimiyetinde somutlaşmaz.
Bu da, insanların canlarının, ırzlarının, mallarının korunması bakımından ibadet ve boyun eğmede tevhidin sahip olduğu değeri göstermektedir. Ne şekilde olursa olsun, ister kanun egemenliği şeklinde olsun, ister gelenek ve göreneklerin egemenliği şeklinde olsun, ister inanç ve düşüncelerin egemenliği şeklinde olsun, kulların kullara boyun eğdiği bir ortamda, kulların kullara kulluk ettiği bir toplumda insanların ruhları, ırzları vé malları korumasız kalır.
İnanç ve düşüncede Allah'dan başkasına itaat etmenin O'ndan başkasına boyun eğmenin anlamı bitmez tükenmez kùrùntuların, efsanelerin ve hurafelerin pençesine düşmektir. Putperest cahiliye toplumları bunun değişik şekillerini temsil etmektedir. Halk tabakalarının asılsız kuruntuları da buna örnektir. Halk tabakaları, bozuk inançlarının, sapık düşüncelerinin baskısı sonucu mallarından, -kimi zaman evlâtlarından- kurbanlar, adaklar adarlar ve hurafeler uğruna. İnsanlar hep korku duyarlar. Bu farklı ve mevhum rabblerden ve bu rabblerle ilişki halinde olan tapınak bekçilerinden, kâhinlerden... Cinler ve ifritlerle ilişki kuran büyücülerden... Gizli sırların sahibi şeyhlerden, velilerden... Ve daha nelerden, nelerden... İnsanların ürperdikleri, korktukları, sürekli yakınlaşmak istedikleri, ümit bağladıkları bir sürü hurafelerden... Boyunlarını büken, emeklerini çarçur eden, enerjilerini bir hiç uğruna tüketen asılsız kuruntulardan...
Gelenek ve görenekler açısından Allah'dan başkasına boyun eğmenin ondan başkasına itaat etmenin getirdiği zorluklara örnek olarak kılık kıyafet ve moda tanrılarının buyruklarını göstermiştik. Bunun yanında bu tanrıların uğruna -Paymal olan ırz ve ahlâkın yanında nice malların, nice emeklerin harcandığını da bilmemiz gerekir.
Orta gelirli bir aile, çeşitli kremlere, parfümlere, ruj ve boyalara saç yaptırmalar ve (ondüle) ettirmeler, her yıl değişen kıyafetlerin yapımında kullanılan kumaşlara, ardından uygun ayakkabılara, ayakkabılar kıyafet ve saç modeli ile uyuşacak takılara... Bu uğursuz tanrıların emrettiği daha bir süre şeye... Evet orta gelirli bir aile, gelirinin, emeğinin yarısını bu tanrıların değişen ve hiçbir durumda karar kılmayan arzularına cevap vermek için harcar. Hiç kuşkusuz bunun arkasında kapital sahibi yahudiler yer almaktadır. Bu tanrıların dünyasına özgü sanayide en büyük görevi onlar üstlenmiştir çünkü. Bu yorucu çabanın, bu kışkırtmanın içinde yeralan hiçbir kadın, hiçbir erkek, bir an bile bu uğursuz boyun eğmenin gereklerini yerine getirmekten geri kalamaz. Bu uğurda emeğini, malını, ırzını, ahlâkını feda etmekten kaçınamaz.
Son olarak insanın uydurduğu yasaların egemenliğine kul olmanın getirdiği zorluklara değinelim... Allah'a kulluk yapan birinin Allah'a sunduğu kurbanların kat kat fazlasını Allah'dan başkasına kulluk edenler egemen Rabblere sunarlar. Mallarını, canlarını ve ırzlarını bu uğurda harcarlar.
"Vatan"dan "millet"ten, "ırk"tan, "sınıf"tan ve "üretim"den putlar dikilir... Bunların dışında daha bir sürü putlar ve Rabbler...
Bunlar için davullar çalınır, bayraklar dikilir. Putlara kulluk edenler, canlarını ve mallarını bu tanrılar uğruna tereddütsüz feda etmeye çağırılırlar. Yoksa tereddüt geçirmek ihanettir, ayıptır. Hatta ırzlar bile, bu putların istekleri çakışacak olursa, feda edilecek olan ırzlarıdır. Bu durum, uğruna kan dökülecek kadar büyük bir şereftir onlarca. Bu putların çevresine yerleştirilen borazanlar, onların ötesinde yeralan Tanrılar ve egemenler böyle söylemektedir çünkü.
Yeryüzünde sadece Allah'a kulluk edilsin, insanlar tağutlara ve putlara kulluk etmekten kurtulsun ve insanlık hayatı yüce Allah'ın insanlar için dilediği yüce ufuklara ulaşsın diye Allah yolunda yapılan cihadın gerektirdiği tüm fedakârlıklar... Evet Allah yolunda cihadın gerektirdiği tüm fedakârlıkların aynısını hatta fazlasını Allah'dan başkasına boyun eğenler feda etmektedirler. Allah yolunda cihad ettiklerinde, çekecekleri azap ve meşakkatlerden şehit olmaktan, can, mal ve evlât kaybından korkanlar, Allah'dan başkasına kul olmanın, ondan başkasına boyun eğmenin, cana, mala ve evlâda getirdiği yükümlülükleri bir düşünsünler. Bu uğurda paymal olan ırzlar ve ahlâk da çabası... Yeryüzüne egemen olmuş tağutlara karşı Allah yolunda girişilen cihadın gerektirdiği yükümlülükler, Allah'dan başkasına boyun eğdiklerinde, yerine getirmek zorunda oldukları yükümlülükler kadar değildir. Bütün bunların dışında bir de zillet için çirkefler. ile dolu utanç verici bir hayat...
3- Öte yandan, ibadette tevhid, sadece Allah'a boyun eğme, O'nun dışında birtakım yaratıklara kulluk etmeyi reddetmek, insan enerjisini sahte tanrıların ilahlaşması uğruna harcanmaktan koruması ve bu enerjiyi topyekün yeryüzünün imarına, kalkınmasına, yeryüzündeki hayat düzeyinin yükselmesine yöneltmesi bakımından büyük değere sahiptir.
Bu cüzde daha önce de işaret ettiğimiz gibi ortada inkâr götürmez apaçık bir gerçek vardır... Her ne zaman Allah'ın kullarından bir kul, kendisini bir tağut haline getirip insanların Allah'ı bırakıp kendisine kulluk yapmalarını istemişse, bu tağut öncelikle, kendisine kulluk yapılması (yani itaat edilmesi, emirlerine uyulması) için tüm kuvvet ve enerjilerin şahsının korunması sonra da kendisinin ilahlaşması uğruna harcanmasına ihtiyaç duyacaktır. Kendisini övgüyle tesbih eden, adını zikreden yüce `ilahlık' makamını doldurması için basit `kulluk' görüntüsüne üfleyip şişiren kuklalara, dalkavuklara, borazanlara ihtiyaç duyacaktır. Bu "kulluk" görüntüsüne üflemekten, çevresinde ilahiler ve dualar mırıldanmaktan bir an bile geri kalmamaları gerekecektir. İsminin yücelmesi, kendisine kulluk edilen bir atmosferin oluşması için -çeşitli yöntemlerle gösteriler, toplantılar düzenlenmesine ihtiyaç duyacaktır.
Ne var ki bu, hiçbir zaman durmayacak, son derece yorucu bir çabadır. Çünkü basit "kulluk" görüntüsü, çevresindeki üflemeler, davullar, çalgılar, tütsüler, tesbih sesleri ve mırıldanmalar kesilir kesilmez, büzülür, basitleşir, küçülür ve kısılır kalır. Bunun için yeniden bu yorucu çabaya ihtiyaç duyacaktır.
Bu yorucu çaba esnasında enerjiler; mallar -kimi zaman canlar kimi zaman da ırzlar- harcanır. Eğer bunların bir kısmı yeryüzünün imarı ve bol üretim için harcanacak olsaydı, insanlık hayatının yükselmesi ve refah düzeyinin artması için harcansaydı, insanlığa sonsuz iyilikler sağlayacaktı. Ne var ki, bu enerjiler ve mallar -kimi zaman canlar ve ırzlar- insanların iyiliği ve refahı için harcanmaz. İnsanlar tek başına Allah'a boyun eğmeyip, O'nun dışında tağutlara boyun eğdikçe...
Bu değinmelerle insanların tek başına Allah'a boyun eğmeyip, O'ndan başkasına kul olmaları durumunda enerji, mal, imar ve üretim alanında uğrayacakları zararın boyutlarını ortaya koymaktadır. Bu can ve ırz, konusunda uğradığı zararla birliktedir. Değer ve ahlâk kaybına ek zararlardan bunlar. Bir de zillet, baskı, çirkef ve utanç verici bir hayat vardır. Bu durum yeryüzü menşeli düzenlerin sadece biri için geçerli değildir. Hepsi de birdir bu noktada. Sadece rejimler ve fedakârlıkların türü değişiktir.
Yine ortaya çıkıyor ki, yalnız Allah'a bağlılık ilkesinden sapıp, kendilerinden birilerïne Allah'ın yasası dışında bir yasa ile hükmetme fırsatı verenler, neticede Allah'dan başkasına kulluk etmenin bedbahtlığına düşmüş olurlar. Sonuçta insanın, insanlığını, onurunu ve özgürlüğünü yiyip bitiren bir kulluğa düçar olurlar. İnsanlara hükmeden bu düzenlerin şekli ne kadar değişirse değişsin farketmez. İsterse bu düzen birtakım insanların kendilerine insanlığı, özgürlüğü ve onurlu bir hayatı getireceğine inandıkları bir düzen olsun!
Avrupa sahte bir din anlayışı ile kendisine zalimlik ve diktatörlük yapan kiliseden kaçtığı sırada Allah'dan da kaçıyordu. Bütün insani değerlerini ayak altına alan kiliseye yönelik devrimi sırasında, evet bu ilginç ve cahil zaferinin ilk dönemlerinde yüce Allah'a da başkaldırdı! İşte burada insanlar bireysel iradeye dayanan demokratik düzenlerin himayesinde, insanlıklarına, özgürlüklerine, onurlarına ve çıkarlarına en uygun düzene kavuşacaklarını sandılar. Böylece bütün umutlarını insanlar tarafından düzenlenen anayasaların teminat altına aldıkları hak, güvence ve özgürlüklere, demokratik parlamenter rejimlere, basın özgürlüğüne, yasama ve yürütme mekanizması tarafından verilen güvencelere, seçmen çoğunluğunun kararına ve burada adını vermediğimiz, fakat bu demokratik düzenleri kuşatan korkunç hayaletlere bağladılar... Fakat sonuç ne oldu? `Kapitalizm' daha da azgınlaştı. Öyle bir azgınlaştı ki, bu güvencelerin tamamını ve bu kurumların hepsini kuşattı. Onların hepsini kuru laflar, soyut hayaller haline çevirdi! Çoklukla kapitali elinde bulunduran zalim, azınlığı alçakça bir kulluk yapma zilletine düşürdü. Çünkü parayı elinde bulunduran, aynı zamanda parlamentonun çoğunluğunu da eline geçirmişti. Dolaysıyla insanlar tarafından düzenlenen anayasaları da yine bu azınlık yapmış oluyordu. Basın özgürlüğünü de, insanların yüce Allah'dan uzak bir şekilde kendi insanlıklarına, özgürlüklerine ve onurlarına güvence ve teminat zannettikleri diğer bütün güvenceleri verenler de, onlardı!
Sonra insanlardan bir kesim, `kapital'in ve `burjuva'nın azmasına zemin hazırlayan, bireyin tercihine dayalı bu ferdiyetçi düzenlerden kaçıp `sosyalist düzenler'e sığındı! Peki bunlar ne yaptılar? `Kapitalist' burjuva sınıfının egemenliğini, `proletarya' sınıfının egemenliği ile değiştirdiler! Veya kapitale ve şirketlere sahip olan kesime boyun eğmeyi, hem mala, hem de otoriteye sahip olan devlete boyun eğme ile değiştirdiler! Bu ise, kapitalist sınıfın egemenliğinden daha tehlikeli bir durumdur! İnsanın insana boyun eğdiği her durumda, her rejimde, her düzende, insanlar, mallarının ve canlarının en ağır vergisini vermişlerdir. Her zaman değişik biçimde ortaya çıkan ilahlara bu vergilerini takdim etmişlerdir! Herhalde ve mutlaka bir kulluk yapısı gerekmektedir! Eğér bu kulluk yalnız Allah için olmazsa, Allah'dan başkasına yapılmış demektir... Tek Allah'a kulluk, insanları kurtarır. Onları özgür, onurlu, şerefti ve üstün kılar... Allah'dan başkasına kulluk ise, insanın insanlığını, onurunu, özgürlüklerini ve üstünlüklerini yiyip bitirir... Bunun yanında onların mallarını ve-maddi menfaatlerini de sonuna kadar sömürmeye devam eder!
İşte bütün bu öneminden dolayı, yüce Allah'ın peygamberlik misyonlarında (risalet) ve kitaplarında, ilahlık ve kulluk meselesine bu kadar önem verilmiştir.. İşte bu surede, sözkonusu önemli meselenin yalın bir örneğini sergilemektedir. Bu mesele, sadece tarihteki basit cahiliye sistemlerinde yeralan putlara ve heykellere tapmakla ilgili değildir. Her yerde ve her zaman varolan bütün insanlarla ilgili bir meseledir. Bütün cahiliye sistemleri ile ilgilidir.. Tarih öncesi cahiliyesini, tarih sonrası cahiliyesini, yirminci yüzyılın cahiliyesini ve kulların kullara kulluğu ilkesine dayanan bütün cahiliyeleri kapsamına almaktadır.
Bu mesele hakkında söyleneceklerin özü şudur: Bir bütün olarak bu Kur'an'ın direktiflerinden bu sure de ona örnektir- açıkça anlaşılıyor ki, bu surede "ibadet" olarak ifade edilen boyun eğme, itaat etme ve hakimiyet meselesi, inanç, iman ve İslâm meselesidir. Fıkıh, siyaset ya da düzen meselesi değildir.
Bu bir inanç meselesidir, inancın varlığı ya da yokluğu meselesidir. Bu bir iman meselesidir. İmanın geçerliliği ya da geçersizliği meselesidir. Bu İslâm meselesidir; İslâmın gerçekleşmesi ya da gerçekleşmemesi meselesidir.
Sonra bu -önce değil sonra- kanun, nizam ve hükümlerde, rejimlerde kanun ve nizamı gerçekleştiren, hükümleri uygulayan toplumlarda somutlaşan pratik hayatın sistemi meselesidir.
Ayrıca "ibadet/kulluk" meselesi sembolik tapınmalar meselesi değildir. Pratik hayatın içinde, boyun eğme, uyma, düzen, yasa, fıkıh, hüküm ve rejim meselesidir. Böyle olduğu için, bu dinde somutlaşan ilahi sistem de bu kadar önem kazanmıştır bu mesele. Peygamberlerin ve dinlerin gönderilmesini bu yüzden gerektirmiştir. Bunca işkencenin meşakkatin çekilmesini bunca fedakârlığa katlanılmasını böyle olduğu için haketmiştir.
Alıntı ile Cevapla