Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:48 Mesaj:
4.079 Konular:
315 Beğenildi:49 Beğendi:0 Takdirleri:149 Takdir Et:
| Cvp: Fizilalil Kuran Muhammed Suresi Tefsiri Rabiatül Adeviyye: "Şayet cennet ve cehennem olmasa hiçbir kimse Allah'a ibadet etmeyecek, hiçbir kimse O'ndan korkmayacak mıydı?" der. Süfyanü's Sevri: Rabia'ya senin imanının özü nedir? diye sorunca, ona şöyle cevap verir: "O'na ve cehenneminden korktuğum için ne de cenneti aşkına ibadet ediyorum. Böyle davranıp da kötü bir işçi gibi olmak ve ücret için O'na ibadet ediyor durumuna düşmemek isterim" der. Hem bu mizaçta, bu duyguda, bu ruh halı içinde ve hem de az önce belirtilen karekterde çeşit çeşit insanlar vardır. Bunların tümü -Allah'ın yarattığı nimetin, azabın ve çeşit çeşit mükafatın ve cezanın içinde- hem yeryüzünde terbiye olmaya ve hem de yüce Allah'ın katında bir karşılık olmaya uygun öğeler bulurlar. Genel olarak göze çarpan odur ki, Kur'an'ın iniş süreci boyu, onu dinleyenler terbiye ve nefsi eğitme basamaklarında yükseldikçe, bu nimetin ve azabın şekilleri de o derece incelip şeffaflaşıyor. Dinleyenlerin çeşitlerine göre ve ayetin haber verdiği çeşit çeşit durumlara göre incelip şeffaflaşıyor. Ki bu durumlar bütün çağlar boyu insanlık toplumunda tekrarlanıp duran örnekler ve durumlardır. Burada iki çeşit karşılık göze çarpıyor: Şu nehirler, tüm meyveler ve yüce Allah'tan günahların bağışlanması mükafatı, diğeri ise, "Ateşte ebedi kalan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimse." Bu çok şiddetli ve somut bir azap biçimi olup, savaş konulu surenin atmosferine ve müşriklerin kaba mizaçlarına uygun düşmektedir. Onlar herşeyden yararlanmakta ve tıpkı hayvanlar gibi yiyip içmektedirler. Buradaki hava kaba bir oburluk ve şuursuzca yeme içme havasıdır. Buna ceza olarak da, kaynar sular, aynen hayvanlar gibi, yediklerini içine doldurdukları ve yiyeceklerin emildiği bağırsaklarının paramparça edilmesidir. Bunlarla onların durumları ve üslupları bir olmadığı gibi, alacakları karşılık ta bir olmayacaktır. Surenin başında saldırı ile başlayan ve surenin sonuna kadar bitip tükenmez şiddetli bir savaş atmosferi içinde süregelen ilk bölüm bu ifadelerle son buluyor. Bu gezinti münafıklarla yapılmaktadır. Onların Peygamberin ve Kur'an'ın karşısındaki tutumları, Allah'ın hükmünü yüceltmek için, O'nun müslümanlara farz kıldığı cihad karşısındaki tavırları ve son olarak yahudilerle olan ilişkileri ve yahudilerle birlik olup islama ve müslümanlara gizlice komplo kurmaları bu bölümde ele alınmaktadır. Münafıklık hareketi Medine'de ortaya çıkmış bir harekettir. Mekke'de münafıklığı gerektirecek bir neden olmadığı için münafıklık da olmamıştı. Müslümanlar Mekke'de düşkün durumda olup zulüm gördüklerinden hiç kimse münafık olmaya gerek duymamış. Yüce Allah Medine'de Evs ve Hazreç kabileleri ile islamı ve müslümanları güçlendirince, İslam kabile kabile ev ev, yayılıp da, her yuvaya girince Hz. Muhammed'in ve islamın yücelip güçlenmesini hoş görmeyen ve aynı zamanda islama açıkça düşmanlık yapamayan birtakım kimseler müslüman görünmek, istemeye istemeye kendilerini müslümanmış gibi göstermek zorunda kaldılar. Oysa içlerinden islama ve Peygambere kin ve nefret dolu idiler. Bunların başında da meşhur Selul oğlu Übeyy oğlu Abdullah gelmekte idi. Medine döneminin ilk başlarında, Medine'de yahudilerin var olması, askeri, ekonomik ve örgütlenme gücünü ellerinde bulundurmaları, Hz. Muhammed'in dininin ve taraftarlarının ortaya çıkışlarından hoşlanmamaları, işte yahudilerin Medine'de bu durumda olmaları münafıkları yüreklendiriyordu. Bu kin ve bu nefret münafıklarla yahudileri çabucak biraraya getirdi. Ve ellerine geçen her fırsatta, komplo ve hile yoluna başvurdular. Müslümanlar zor ve zayıf duruma düşünce düşmanlıklarını açıktan açığa gösteriyorlar, kinlerini açıkça kusuyorlardı. Müslümanlar güç kazanıp rahatlayınca, hileler gizlenmeye ve tuzaklar karanlıklarda kurulmaya başlanıyordu. Münafıklar Medine döneminin ortalarına kadar hem İslam hem de müslümanlar için gerçek bir tehlike oluşturdular. Medine'de inen surelerde münafıklardan söz edilmiş, hileleri anlatılmış, müslümanlara komploları ve gizli oyunları ve onlarla olan ilişkileri kınanmıştır. Nitekim aynı surelerde onların yahudilerle ilişkileri onlardan taktik almaları ve bazı karmaşık komplolara onlarla birlikte girişmeleri de tekrarlanıp durmuştur. İşte aşağıdaki ayet münafıkları ve yahudileri ele alan yerlerden birisidir. MÜNAFIKLAR 16- Ey Muhammed! Onların içinde seni dinleyenler vardır; sonra senin yanından çıkınca, bilgili kimselere "Az önce ne demişti?" diye sorarlar. İşte bunlar, Allah'ın kalplerini mühürlemiş olduğu, kendi heveslerine uyan kimselerdir. Ayette yer alan "Minhum" "Onların içinde" ifadesi surenin birinci bölümünde kendilerinden söz edilen kafirleri ima ediyor olabilir. Münafıklar da aslında dıştan belli olmayan ama içten içe inkarcı bir zümre olduklarından yüce Allah bu ayette o zümrenin iç yüzünü ortaya koyarak onlardan söz ediyor olabilir. Ya da "onların içinde" sözcüğü ile müslümanlar kastedilmiştir. Münafıklar da müslümanların arasında onlara kaynaşmışlar, onlarla birlikte müslümanlaşmış gibi görünmektedirler. Kendilerine islamın getirdiği insanlarla ilişki prensibine uygun olarak dış görünüşleri gereği müslümanlara uygulanan hükümler uygulanıyordu. Fakat her iki durumda da kastedilen münafıklardı. Nitekim ayette yer alan nitelikleri ve davranışları bunu göstermektedir. Surenin bu kesiminde ifadelerin akışı ve bu bölümde de münafıklarla ilgili sözler hep bunu göstermektedir. Resulullah'ı ilgi ile dinledikten sonra kalkıp ta "Az önce ne demişti?" diye soru sormaları Resulullah'ın sözlerine göstermelik olarak kulak verdiklerini ve göstermelik olarak dikkat ettiklerini gösterir ve kalplerinin gaflet içinde, başka şeylerle meşgul ya da kör ve kapalı olduğunu ifade eder. Bir de gizliden gizliye ve alçakça alaylarını gösterir. Çünkü onlar bu soruları ile ilim adamlarına şunu söylemek istiyorlardı: Muhammedin söylediği şeyler anlaşılmıyor. Ya da Muhammed anlaşılabilir şeyler söylemiyor. Nitekim şu arkadaşlarımız baksanıza Muhammed'i dinledikleri halde Kur'an'dan birşey anlamıyorlar, onlar hiçbir anlam çıkaramıyorlar. Öte yandan bu soruları ile, tıpkı sahabenin Peygamberin ağzından çıkan her sözcük karşısındaki tutumlarında olduğu gibi, ilim adamlarının da Peygamberin söylediği herşeye sarılmaya, sözlerinin anlamlarını tamamı ile kavramaya ve ezberlemeye düşkünlükleri ile alay etmeyi amaçlıyor da olabilirler. Ve ilim adamlarından Peygamberden duydukları sözleri açıkça ya da gizlice alay etmek için tekrarlamalarını istiyorlardı. Bu ihtimallerin tümü ruhlarında gizli olan alçaklığı, pisliği, körlüğü ve gizli maksadı gösteriyordu. "İşte bunlar, Allah'ın kalplerini mühürlemiş olduğu, heveslerine uyan kimselerdir." Münafıkların durumu budur. Doğru yolu bulanlara gelince, onların durumları tam tersinedir: 17- Hidayeti bulanlara gelince, Allah onların hidayetlerini artırır ve onlara takvasını (ateşten nasıl korunacaklarını) öğretir. Ayette olayların sıralanışı ve dizilişi, üzerinde durulması gereken bir özelliktir. Şöylesine ki, hidayete erip doğru yolu bulanlar kendileri doğru yolu bulmuşlar, yüce Allah da onları, hidayetlerini artırmakla ödüllendirmiştir. Ve onlara "Takvasını öğretir." Bu ödül birinciden daha derin ve daha mükemmel ikinci bir ödüldür. Takva gönülde yer eden bir duygudur. Kalbi Allah korkusundan tir tir titreten, ona Allah'ın kontrolunu hissettiren, onu Allah'ın gazabından korkutan, ona Allah'ın hoşnutluğunu arzu ettiren, Allah'ın kendisini hoşnut olmadığı bir durumda ya da halde, görmesinden utandıran bir yüce duygudur takva... İşte takva, bu ince ve keskin duyarlılıktır. Ve bu yüce Allah'ın kullarından dilediği kimselere kendileri doğru yola girdiklerinde ve Allah'ın hoşnutluğuna ermeyi arzuladıklarında bahşetmiş olduğu bir mükafattır. Doğru yola erme, takva ve duyarlılık önceki ayette yer alan münafıklık, duyarsızlık ve gaflet hallerine karşılıktır. Buradan hareketle bu dikkat çekişten sonra yüce Allah Resulullah'ın huzurundan kendilerine yararlı olan ve kendilerine doğru yolu gösteren sözlerden hiç yararlanmadan dışarı çıkan gafil, duyarsız münafıklardan yeniden söz etmeye başlıyor. Onların kalplerini takva için harekete geçirecek insanları bekleyen hesaba çekilmeyi, mükafatı veya cezayı hatırlatacak hiçbir ders olmadan dışarı çıktıklarını vurguluyor. 18- Onlar kıyamet gününün ansızın gelip çatmasını mı bekliyorlar? İşte onun belirtileri geldi. O uyarıldıkları saat kendilerine gelip çatınca öğüt almaları neye yarar? Gafilleri şiddetle gaflet uykusundan uyandıran güçlü bir sarsmadır bu. Hani bir sarhoşu yakasından tutup sarsarsın ya tıpkı onun gibi. Resulullah'ın huzuruna giren ve hiçbir şey kapmadan, öğrenmeden bir öğüt almadan oradan dışarı çıkan şu gafiller ne bekliyorlar, neyi bekliyorlar? "Onlar kıyamet gününün ansızın gelip çatmasını mı bekliyorlar?" Onlar kendileri gaflet içinde yürürlerken yere batarlarken kıyametin ansızın karşılarına dikilmesinden başka bir şey mi bekliyorlar. Onlar kıyametten başka birşey mi bekliyorlar? "İşte onun belirtileri geldi". Kıyametin belirtileri ortaya çıkmıştır. Şu en son Peygamberlik kurumu bunun en büyük belirtisidir. Bu son Peygamberlik kurumu, ilerde gelecek olan belirlenmiş süre öncesi (Kıyamet) yapılan en son uyarı ve ültimatomdur. Nitekim Resulullah işaret ve orta parmağını yanyana getirip göstererek "Ben gönderildiğimde kıyametle aramızdaki mesafe şu iki parmağımın arası kadar birbirine yakındır." (Hadisi Buhari ve Müslim Sa'd oğlu Sehl kanalı ile naklederler) buyurmuştur. Resulullah'tan bu yana geçen zaman eğer uzun gibi görünüyorsa şunu unutmamalı ki Allah'ın katındaki günler bizim alıştığımız günlerden farklıdır. Fakat Allah'ın hesabında kıyametin ilk belirtileri gelmiştir. Dolayısı ile aklı başında birisi gaflet içinde olmamalı. Çünkü kıyamet ansızın kendisini yakalayıverir, ne uyanmaya ve ne de öğüt almaya fırsatı olur. "Kendilerine gelip çatınca ibret almaları neye yarar?" Bu gafilleri gaflet uykusundan uyandıracak sert ve güçlü bir sarsma olduğu kadar surenin sert üslubuyla da uyuşan bir ifadedir. Sonra ilahi sesleniş Resulullah'a ve O'nunla birlikte doğru yolu bulmuşlara takvaya ulaşmışlara ve O'nun hoşnutluğunu arzu edenlere yönelmektedir. Bununla onların başka bir yol tutmaları ilmin, marifetin ve zikrin yolunu tutmaları günahlarının bağışlanmasını dilemeleri, Allah'ın gözetimini kontrolunu ve herşeyi kuşatan kapsamlı ilmini hissetmeleri amaçlanmaktadır. Bununla onların şu duyarlılık içinde yaşamaları, Allah'tan sakınarak ve ahirete hazır bir halde kıyameti gözetmeleri hedeflenmektedir. 19- Ey Muhammed! Allah'tan başka ilah olmadığını bil ve kendi günahına, inanan erkeklerin ve inanan kadınların günahları için Allah'tan mağfiret dile. Allah, gezip dolaştığınız ve duracağınız yeri bilir. Peygamberin ve O'nunla birlikte olan müslümanların davalarının üstüne kurulduğu ilk gerçeği hatırlamaya bir çağrıdır bu. "Ey Muhammed! Allah'tan başka ilah olmadığını bil?" Bu gerçeğin bilinmesi ve vicdanda canlandırılması temeli üstüne öteki yönlendirmeler karşımıza çıkmaktadır: "Günahının bağışlanmasını dile." Resulullah'ın geçmiş ve gelecek günahları zaten bağışlanmıştır. Fakat bu iman eden, hisseden, duyarlı olan ve ne kadar çaba harcarsa harcasın yine görevini yeterince yerine getiremediğini düşünen -günahı bağışlandığı halde- bağış dilemenin bir zikir ve bağışlanmaya karşı şükür niteliğinde olduğunu duyan, bir peygamberin görevidir. Sonra bu ayet, Peygamberin Allah katındaki mertebesini bilen ve kendisini zikretmesini ve günahlarının bağışlanmasını dilemesinin tavsiye edildiğini gören Peygamberden sonra gelen müminlere sürekli bir öğüt mahiyetindedir. Arkasından bu ayet, erkek ve kadın tüm müminlere de bir öğüttür. Peygamber yüce Rabbi katında duası kabul edilen birisidir. Böylece müminler Allah'ın Hz. Peygamberi kendilerine göndermekle kendilerine büyük bir ihsanda bulunduğunu hissederler. Çünkü yüce Allah kendilerinin günahlarını bağışlamak için Peygamberinden onların günahlarının bağışlanmasını dilemesini istemektedir. Bu emirler zinciri içinde son olarak göze çarpan; "Allah gezip dolaştığınız ve duracağınız yeri bilir" Çünkü mümin olan bir gönül, güveni ve korkuyu birlikte duyar. Güven duyar; çünkü mümin gezip dolaştığı her yerde ve kaldığı her mekanda yüce Allah'ın koruması ve gözetimindedir. Korku duyar; çünkü öyle bir konumdadır ki kendisini Allah'ın ilmi kuşatmıştır, her durumda onu izlemektedir. Müminin her gizlisini ve içinden geçen fısıltıyı bilmektedir. Bu bir terbiyedir. Sürekli uyanıklık, keskin bir duyarlılık, Allah'ın hoşnutluğunu arzu etmek, çekinme ve bekleyiş... MÜNAFIKLARIN CİHAD'A KARŞI TUTUMLARI Sonra ayetin ifade akışı münafıkların cihad karşısındaki tutumlarını, bu yükümlülükle karşılaştıkları zaman içlerinde beliren korkaklığı yıkılmayı anlatmaya başlamakta cihad karşısında iç yüzlerini ortaya çıkarmaktadır. Ayrıca bu münafıklıklarına devam ederlerse samimi olmazlarsa, çağrılara uymazlarsa, durum kaçınılmaz olup cihad kesinleşince ve onlar Allah'ın sözlerini onaylamayınca kendilerini bekleyen akibeti de dile getiriyor: 20- İnananlar "Keşke cihad hakkında bir sure indirilmiş olsaydı!" derler. Fakat hükmü açık bir sure indirilip de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık bulunanların sana ölümden bayılıp düşen kimsenin bakışı gibi baktıklarını görürsün. Oysa onlara düşen: 21- İtaat etmek ve güzel söz söylemektir. İş ciddiye bindiği zaman Allah'a sadakat gösterselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu. 22- Demek sizler iş başına gelecek olursanız, yeryüzünde bozgunculuk yapacak, akrabalık bağlarını da koparacaksınız, öyle mi? 23- İşte bunlar, Allah'ın kendilerini lanetlediği, bu yüzden kendilerini sağır ve gözlerini kör kıldığı kimselerdir. 24- Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi? İman edenlerin, bir surenin inmesini arzulamaları iki nedenden birisine dayanıyor olabilir. Bu sözler, ya sevdikleri ve her suresinde yepyeni bir azık buldukları şu Kur'an'dan yeni bir sure daha inmesi arzusunun bir ifadesidir. Ya da cihadla ilgili esaslardan birisini açıklayan zihinlerini meşgul eden savaşın belli başlı problemlerinden birisini açıklayan bir surenin özlemi de olabilir. Ki bu özlem sonucu: "Keşke cihad hakkında bir sure indirilmiş olsaydı" demişlerdir. "Fakat hükmü açık bir sure indirilince" Açıklamaya muhtaç olmayan apaçık ve hüküm getiren bir sure inince ve "Onda savaştan söz edilince" yani savaş emredilince ya da savaşa katılmayanların hükmü açıklanınca, ya da savaş ile ilgili olan konulardan biri açıklanınca, bir de bakıyoruz ki "kalplerinde hastalık bulunanlar" ki -kalplerin hasta olma niteliği, münafıkların niteliklerinden birisidir kendi kontrollerini elden kaçırmışlar, arkasına gizlendikleri gösteriş maskesi yüzlerinden düşmüş, korkuları ve bu emir karşısında ruhlarının zayıflığı ortaya çıkmış, erkekliklerini rezil eden bir duruma düşmüşlerdir. Benzersiz Kur'an ifadesi bu ruhsal durumlarını eşsiz bir şekilde gözler önüne serercesine canlandırmaktadır. "Kalplerinde hastalık bulunanların sana ölümden bayılıp düşen kimsenin bakışı gibi baktıklarını görürsün." Bu öyle bir ifadedir ki bunun benzerini söylemek mümkün değildir. Korkuyu dehşet derecesine vardıran, zayıflığı titreme derecesine, güçsüzlüğü bayılma derecesine vardıran bu ifadenin, bir başka söz kalıbı ile ifadesi mümkün değildir. Bundan sonra ilahi ifade, insanın hayalini meşgul eden hareketlerle ve çağrışımlarla eşsiz bu durum almaktadır. Bu ifade, imana yapışmayan bozulmamış fıtrata ve tehlike karşısında kendisi ile süslendiği utanmaya yapışmayan her çığırtkan nefsin somut tablosudur. İşte hastalığın ve münafıklığın karekteri budur... Onlar, bu zayıf, bu çelişki ve çöküntü halinde iken kendilerine imanın eli -eğer samimiyetle yapışırlarsa- azimleri bileyen ayakları sağlamlaştıran, azığı sunmaktadır. "İtaat etmek ve güzel söz söylemektir. İş ciddiye bindiği zaman Allah'a sadakat gösterselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu." Evet, "İtaat etmek ve güzel söz söylemektir." Onlar için şu rezaletten, şu çığlıktan, şu korkudan ve şu münafıklıktan daha uygundur, daha hayırlıdır. Allah'ın emrine böyle gönül huzuru ile teslim olan, O'nun emrini tam bir güvenle yerine getiren bir itaat ve duyguların temizliğini, kalbin doğruluğunu, vicdanın lekesizliğini gösteren iyi sözler onlar için daha hayırlıdır. Bir şeye kesin olarak karar verilince, iş ciddileşince ve cihadla yüzyüze geldiklerinde Allah'a karşı samimi olsalardı, kararlarında ve duygularında samimi olsalardı onlar için çok daha hayırlı olurdu. Ki böylece ulu Allah onların kalplerini güçlendirir ilham verir, azimlerini pekiştirir, ayaklarını kararlı kılar, çileleri kendilerine kolaylaştırır ve kendilerine kendilerini yutmak için sonuna kadar ağzını açmış bir dev gibi görünen tehlikeyi basitleştirir. Ve kendilerine, iki iyilikten birisini lütfederdi. Ya kurtuluş ve zafer ya da şehitlik ve cennet... İşte en uygunu budur. Ve işte imanın sunduğu ve azimleri güçlendirip ayakları sağlamlaştıran, korkuyu gideren ve onun yerine dayanma gücü ve iç huzuru veren azık budur. Yüce Allah bizlere münafıklardan söz ederken sözünü doğrudan doğruya kendilerine çevirerek onlara hitab ediyor. Bundan gayesi ise, eğer onların kendi durumları kendilerini şu geri dönme ve inkarcılığa, sapmaya ve islamın şu ince perdesini üzerlerinden yırtıp çıkarmaya sev kederse kötü akibetle tehdit etmek ve kendilerini şiddetle uyarmaktır. "Demek sizler iş başına gelecek olursanız, yeryüzünde bozgunculuk yapacak, akrabalık bağlarını da koparacaksınız, öyle mi?" Ayette yer alan (Umar mısınız?) deyimi, kendilerine seslenilen kişilerin durumlarından umulanı, beklenileni ifade etmekte ve kendilerine uyarı ve sakındırma yapmaktadır. Yani, sakınınız çünkü, sizlerin girdiği yolun sonu bir zamanlar içinde bulunduğunuz cahiliye dönemine geri dönmektir. İslam'dan önce yaptığınız gibi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, yakınlarınızla ilişkilerinizi kesmektir. Bu dehşetli ve uyandırıcı dikkat çekmeden sonra, yüce Allah kendilerini sakındırdığı yola koyulurlarsa durumlarının nasıl olacağını belirtmek için yeniden sözünü onlardan çevirip, onları bizlere anlatmaya başlıyor: "İşte bunlar, Allah'ın kendilerini lanetlediği, bu yüzden kendilerini sağır ve gözlerini kör kıldığı kimselerdir." "Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?" Onların hastalıkları ve münafıklıkları halâ kendilerindedir. Üzerlerinden atamamışlardır. Çünkü göstermelik olarak girdikleri, fakat Allah'a karşı samimi olmadıkları ve kesin bilgiyi ve imanı elde etmedikleri şu din gerçeğinden yüz çevirmişlerdir. "İşte bunlar Allah'ın kendilerini lanetlediği kimselerdir." Onlar Allah'ın koyduğu, doğru yola ermekten mahrum ettiği kimselerdir. "Kendilerini sağır ve gözlerini kör kıldığı kimselerdir." Onlar işitme ve görme duygusunu yitirmiş değillerdir. Fakat onlar işitme ve görmeyi ihmal etmişlerdir. Ya da işitme ve görme olayının gerisindeki kavrama gücünü işlemez hale getirmişlerdir. Artık bu duyu organlarının bir fonksiyonu kalmamıştır. Çünkü artık görevlerini yerine getirmemektedirler. Ve yüce Allah, onların durumlarını yadırgayarak soruyor: "Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı?" Kur'an'ı iyice düşünmek kalpteki gaflet perdesini kaldırır, kalbe nur doldurur, duyularını harekete geçirir, kalpleri coşturur, vicdanları temizler, durulaştırır ve ruha bir hayat bahşeder ki, ruhlar o hayatla canlanır ve aydınlanır. "Yoksa kalpleri kilitli mi?" Yani kalplerinde kilit var da, bu kilitler mi kalpleri ile Kur'an'ın arasına kalpleri ile nurun arasına girip engel oluyor? Çünkü onların kalplerinin kilitlenmesi havanın ve ışığın girmesine izin vermeyen kilitlerin kapanması gibidir. DOĞRU YOLDAN SONRA MÜNAFIKLIK Yüce Allah münafıkların durumunu ve tam imana yaklaşmış iken ondan yüz çevirmelerini anlatmaya devam ediyor. Ve ortaya çıkan o ki onlar yahudilerle birlik olmuşlar ve yahudilerin düşündükleri konuda kendilerine boyun eğme sözü vermişlerdir. 25- Şüphesiz ki kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, ona arka dönenleri, şeytan sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir. 26- Bunun sebebi; onların, Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayanlara "Bazı hususlarda size itaat edeceğiz " demeleridir. Oysa Allah, onların gizlediklerini biliyor. Ayetin ifadesi kendilerine doğru yol gösterildikten sonra ondan geri dönmelerini somut bir hareket şeklinde "gerisin-geriye, dönme" biçiminde anlatmaktadır. Ve bu davranışın gerisinde ise, şeytanın vesvesesini, (fısıltısını) yaptıklarını süslü göstermesini ve onları ayartmasını ortaya çıkarmaktadır. O halde bu davranışlarının içyüzü de dış yüzü de ortadadır, bilinmektedir. Şu halde onlar gizlenmeye ve kendilerini perdelemeye çalışan münafıklardır. Sonra yüce Allah şeytanın onların üzerinde elde ettiği bu gücün kaynağını hidayeti öğrenip açıkça gördükten sonra sonunda gerisin-geriye dönmelerinin nedenini ortaya koyuyor. "Bunun sebebi, onların Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayanlara `Bazı hususlarda size itaat edeceğiz' demeleridir." Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayanların ilki yahudiler idi. Çünkü onlar , son peygamberliğin kendi içlerinde, son peygamberin kendilerinden olacağını tahmin ediyorlar ve bekliyorlardı. Kafirler bu konuda söz açıyorlar ve onları bir peygamber çıkacak, bize önder olacak, bizi yeryüzüne hakim kılacak, yitirdiğimiz saltanatımızı ve gücümüzü geri alacak diye tehdit ediyorlardı. Yüce Allah Hz. İbrahim'in neslinden gelen Peygamberler halkasının sonuncusu olan Hz. peygamberi yahudilerin dışından seçince O'nun peygamberliğinden hoşlanmadılar. Peygamber Medine'ye hicret edince kendilerine kalan yuvalanma merkezi olan Medine'ye hicret edince de hoşlanmadılar. Dolayısı ile daha ilk günden Peygambere karşı düşman oldular. Ve kendisine savaş meydanlarında açıkça düşmanlık yapamayınca, tuzak, hile savaşına başvurdular ve ne kadar açık İslam düşmanı, münafık varsa peşlerine taktılar. Ve Resulullah ile aralarında savaş sürüp gitmiş sonunda Resulullah onları yarımadanın tamamından sürüp çıkarmış ve yarımadayı tümü ile İslam yurdu yapmıştır. Bu doğru yol kendilerine apaçık belli olduktan sonra gerisin geriye dönen münafıklar, yahudilere "Bazı işlerde size itaat edeceğiz" dediler. Büyük bir ihtimale göre bu boyun eğmeleri hilede tuzak kurmada islama ve islamın peygamberine komplo kurmada idi. "Oysa Allah onların gizlediklerini bilir." Bu da onların sözünden sonra gelen tehdit dolu bir ifadedir. O halde onların komplolarının gizlice konuşmalarının ne değeri olabilir? Bunların ne etkisi olabilir? Çünkü bunlar yüce Allah'ın ilminde apaçık ortada ve O'nun gücünün karşısındadırlar. Sonra komplocular hayatlarının son demlerinde Allah'ın askerleri ile tehdit edilmektedirler. 27- Ya melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken durumları nasıl olacak? Bu gerçekten dehşet saçan alçaltıcı bir tablodur. Onlar can çekişmektedirler... Ne güçleri kalmıştır ne de çareleri... Bu yeryüzündeki yaşantılarının sonundalar. Diğer hayatlarının, yüzlerine ve sırtlarına vurula vurula, başlayan hayatlarının başındalar. Ölüm anında darlık, sıkıntı ve korku dolu ölüm anındalar... Kendilerine doğru yol belli olduktan sonra geriye döndükleri sırtlarına vurula vurula başlayan bir hayattır bu. Aman Allah'ım! Bu ne kötü bir facia! .. 28- Bu, Allah'ı gazaplandıran şeye uymaları ve O'nun rızasından hoşnut olmamalarından ötürüdür. Allah ta onların işlerini boşa çıkarmıştır. Bu akibeti isteyenler ve tercih edenler kendileridir. Yüce Allah'ı gazaplandıran münafıklığa, günaha yönelen, Allah'ın ve O'nun dininin ve Peygamberinin düşmanları ile komplo kuranlar ve onlara uyanlar bizzat kendileridir. Allah'ın hoşnutluğunu sevmeyen, onu elde etmek için amel etmeyenler aksine Allah'ı gazaplandıran ve kızdıran şeyleri yapanlar da kendileridir. Ve Allah ta müminlere karşı komplo ve tuzak kurarlarken, beğendikleri ve birbirlerine karşı övünme konusu edindikleri bir maharet ve üstün bir iş saydıkları "İşlerini boşa çıkarmıştır." Ve bir de ne görsünler bu amelleri büyümüş büyümüş, kabarmış, şişmiş, sonra da yok olup kaybolmuştur. MÜNAFIKLARI KONUŞMALARINDAN TANIRSIN 29- Yoksa, kalplerinde hastalık olanlar, Allah'ın onların kinlerini dışarı vurmayacağını mı sandılar? 30- Biz isteseydik onları sana gösterirdik de, sen onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun ki sen onları, konuşma üslubundan tanırsın. Allah bütün yaptıklarınızı bilir. 31- Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye kadar ve söylediğiniz sözlerin doğru olup olmadığını açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz. Doğrusu münafıklar, münafıklık sanatını iyi becermelerine ve genel olarak müslümanlar tarafından tanınmamalarına güveniyorlardı. Ancak Kur'an onların bu münafıklıkları sürekli gizli kalacak şeklindeki zanlarını, alaya almakta ve onları, durumlarını ortaya çıkarmakla ve müslümanlara duydukları kinleri ve nefretleri meydana koymakla tehdit etmektedir. Ve Peygamberine "Biz isteseydik onları sana gösterirdik de sen onları yüzlerinden tanırdın" demektedir. Yani biz isteseydik, onları teker teker, ayrı ayrı tanıtırdık da sen onlardan, kimi görsen simasından tanırdın. (Bu ayet yüce Allah'ın Peygambere onlardan bir zümreyi, isimleri ile teker teker açıklamasından önce inmişti) Bununla birlikte, onların konuşmaları ses tonları, sözü doğru anlamından saptırmaları ve seninle konuşurken sözlerinin mantık dışına çıkması tüm bunlar sana onların münafık olduklarını ifade eder de sen "Andolsun ki sen onları konuşma üslubundan tanırsın." Ve yaptıkları ameller ve o amellere yol açan nedenler yüce Allah'ın herşeyi kuşatan ilmine yükselir. "Allah bütün yaptıklarınızı bilir." Onun için gizli kapaklı hiçbir şey yoktur. Sonra yüce Allah'ın imtihan vaadi gelmektedir. Mücahidler, sabredenler ortaya çıksın, başkalarından ayrılsın diye, durumları bilinsin ve saflar arasında başkaları ile karıştırılmasınlar diye, sonra münafıkların zayıfların ve sabırsız kimselerin durumlarının gizli kalması için bir ortam kalmasın diye İslâm toplumunun tümüne yönelik bir imtihan vaadi yer almaktadır: "Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye kadar ve söylediğiniz sözlerin doğru olup olmadığını açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz." Yüce Allah, ruhların özünü ve cevherini bildiğine göre, ruhların durumlarını bildiğine göre ve ilmiyle bütün olayları gerçekten kuşatmış olduğuna göre, bu imtihan da ne demek oluyor? İmtihan sonucu ortaya çıkan sonuç ile imtihanın gerisinde kim içindir bu ilim? Hikmeti açık (yüce) olan Allah, insanoğlunu gücü dahilinde olan şeylerle, temel yapısı ve yetenekleri sınırı içinde olan şeylerle yükümlü kılar. İnsanlar O'nun bildiği gizli gerçekleri bilmezler. O halde gerçeklerin ortaya çıkarılması gerekir ki insanlar da onları kavrasınlar, öğrensinler, kesin bilgi ile bilsinler ve sonra da onlardan yararlansınlar... Sıkıntı ile bolluk ve rahatlık ile, nimet ve sefalet ile, rahatlık ve darlık ile, zorluk ve ferahlık ile imtihan edilmek... Bütün bunlar ruhların temel yapısında ve cevherinde gizli olan ve hatta kişilerin bizzat kendilerince bile meçhul olan cevheri ortaya çıkarır. İmtihan sonucu ruhlardan ortaya çıkan cevherleri yüce Allah'ın bilmesine gelince, bunun anlamı insanların gördükleri belirtiye O'nun ilminin bağlanmasıdır. İnsanlara etki eden, duygularını ortaya çıkaran ve güçlerindeki araçlarla hayatlarını yönlendiren, onların ruhlarının derinliklerinde olan gizli gerçekleri akıllarının kavrayabileceği biçimi ile görmeleridir. İşte yüce Allah'ın imtihanla gözetmiş olduğu hikmet böylece ortaya çıkar ve gerçekleşir. Bununla birlikte mümin olan bir kul Allah'ın belası ve imtihanı ile karşı karşıya gelmemeyi temenni eder, O'nun vereceği esenliği ve rahmetini arzu eder. Buna rağmen Allah'ın belasına uğrayınca, ona sabreder çünkü onun gerisinde gizli olan hikmeti kavramıştır, Allah'ın hikmetine güvenerek, rahmetini ve imtihandan sonra vereceği esenliği arzu ederek, O'nun dilemesine teslim olur. Rivayet edilir ki, sofï Fudayl bu ayeti okuyunca ağlar ve şöyle dermiş: Allah'ım bizi imtihan etme! Çünkü bizi imtihan edersen biz rezil rüsvay oluruz. Sırlarımız ortaya çıkar ve senin azabına uğrarız... 32- Nankörlük edip Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine doğru yol belli olduktan sonra peygamberi incitenler, Allah'a hiçbir zarar veremezler. Allah onların işlerini boşa çıkaracaktır. 33- Ey inananlar, Allah'a ve Rasulüne itaat edin, işlerinizi boşa çıkarmayın. 34- Nankörlük edip Allah yoluna engel olan, sonra kafir olarak ölenleri Allah affetmeyecektir. 35- Sakın gevşemeyin. Üstün olduğunuz halde barışa davet etmeyin. Allah sizinle beraberdir. O amellerinizi asla eksiltmez. 36- Doğrusu dünya hayatı ancak oyun ve eğlencedir. Eğer iman eder sakınırsanız Allah size mükafatlarını verir ve sizden mallarınızın tümünü sarf etmenizi istemez. 37- Eğer sizden onları isteyip de sizi zorlasa, cimrilik edecektiniz. O da kinlerinizi ortaya çıkaracaktı. 38- İşte sizler, Allah yolunda harcamaya çağrılıyorsunuz; fakat içinizden kiminiz cimrilik ediyor. Kim cimrilik ederse o ancak kendisine cimrilik eder. Allah zengindir, sizler fakirsiniz. Eğer yüz çevirecek olursanız, yerinize başka bir toplum gelir de onlar sizin gibi olmazlar. Surenin bu son bölümünün ilk kesimi "Nankörlük edip Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine doğru yol belli olduktan sonra peygamberi incitenler, Allah'a hiçbir zarar veremezler. Allah onların işlerini boşa çıkaracaktır" ayetin kapsamına girenlerden söz etmektedir. Bunlar büyük bir ihtimal ile surenin başında kendilerine söz edilen müşriklerdir. Çünkü İslam davasının önüne dikilme yüzsüzlüğü ve şımarıklığı tam onlara uygun düşmektedir. Ortada başka ihtimal olsa da Allah yolundan çevirmek ve Resulullah'a karşı gelmek şeklinde dile getirilen bu şımarıklık ancak onlarca uygun düşmektedir. Bir diğer ihtimale göre, bu ayetin hükmü her yer ve zamanda geçerlidir. İslam davası karşısında aynı tutumu takınan herkese yöneliktir yani Medine'deki yahudileri, münafıkları kapsamakta onlar da açık ya da gizli İslam davası aleyhine aynı tutumu takınırlarsa, onları da aynı akibetle tehdit etmektedir. Fakat ne olursa olsun birinci ihtimal daha güçlüdür. İkinci ve son bölümde ise, surenin sonuna dek müminlere seslenilmektedir. Yüce Allah onları canları ile ve malları ile cihadı sürdürmeye çağırmaktadır. Gevşemeksizin ya da zayıflık gibi, akrabalık gibi veya bir yararı gözetme gibi, bir etkene boyun eğmeksizin zalim ve azgın küfür ile ateşkese çağırmaksızın, cihadı sürdürmeye çağırmaktadır. Yüce Allah'ın insanların gönüllerindeki -yaratılıştan- mala düşkünlüğü gözönüne alarak, onların güçlerinin yetebileceği sınırlar içinde kalarak, harcamayı farz kıldığı dünya malına ihtiras göstermeden, cihadı sürdürmeye çağırmaktadır. Eğer bu davanın yükümlülüklerini yerine getirmezlerse yüce Allah onları bu davanın üstlenilmesi ve kabul edilmesi şerefinden mahrum etmekle ve yerlerine bu davanın yükümlülüklerini yerine getiren ve değerini bilen bir başka toplum getirmekle tehdit etmektedir. Bu tehdit surenin atmosferine uygun düşen sert dehşet verici bir tehdittir. Ayrıca bu son kesim de, o zamanlar münafıkların dışında, müslümanların saflarında var olan çeşitli ruhsal durumları tedavi etmek hedefi olduğuna işaret de vardır. Buna ek olarak bu son kesim gönülleri rivayetlerde meşhur olan davaya canla başla sarılma, kendini bütün benliği ile davaya verme ve fedakârlık gibi özellikleri yerleştirmek için tedavi etmektedir. Müslüman toplumda bu karekterlerin her ikisini de taşıyan insanlar vardı. Ve Kur'an davadan geri kalanları yüce ve şerefli seviyeye yüceltmek için gönülleri tedavi edip eğitiyordu. "Nankörlük edip Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine doğru yol belli olduktan sonra peygamberi incitenler, Allah'a hiçbir zarar veremezler. Allah onların işlerini boşa çıkaracaktır." Bu ifade yüce Allah'ın kesin kararı ve verilmiş sözüdür. Şöyle ki, inkar edenler, insanlara ulaşmasın diye hak davanın karşısına dikilenler, güç kullanarak, para harcayarak, hileye başvurarak ya da herhangi bir aracı kullanarak insanları hak davadan çevirenler. Resulullah'a sağlığında savaş açarak, gittiği yolunda O'na aykırı davranarak hak davanın dışında başka saflara katılarak... Ya da ölümünden sonra Peygambere dini ile şeriati ile, getirdiği sistem ile sünnetine uyanlar ile ve davası üzere bulunanlar ile "Kendilerine doğru yol belli olduktan sonra" Peygamberin getirdiği davanın hak olduğunu öğrenip fakat heveslerine uyduktan sonra. İnatları kendilerini azdırdıktan, arzuları kendilerini kör ettikten ve dünya menfaati kendilerini peşinden sürükledikten sonra... Evet bunlardan sonra Peygambere düşmanlık edenler... Evet yüce Allah'ın kesin kararı ve verilmiş sözüdür ki bu inkarcı düşmanlar "Allah'a hiçbir zarar veremezler." Onlar Allah'a zarar verme konusunda adları anılmaya değmeyecek kadar zayıf ve cılızdırlar. Fakat ayetin amacı bu değildir. Gaye o kafirler, Allah'ın dinine, sistemine ve O'nun davasını güdenlere asla zarar veremeyeceklerini belirtmektir. Onlar yüce Allah'ın koyduğu kanunlarını ve adetini ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar ve bazı müslümanları belli bir süre ne kadar incitirse incitsinler, asla değiştiremeyeceklerdir. Çünkü onların bu yapacakları yüce Allah'ın gözettiği bir hikmet dolayısı ile kendi izni ile geçici bir süre meydana gelen beladır. Yoksa yüce Allah'ın adetine, kanununa, nizamına, sistemine ve nizamı ile sistemini izleyene kullarına yönelik gerçek bir zarar değildir. Çünkü akibet belirlenmiştir. Akibet "Onların işlerini boşa çıkaracaktır." Böylece akibet tıpkı zehirli otları yiyen davarların akibeti gibi kaybetmek, arzusuna ulaşamamak ve mahvolup gitmektir. İnkar edenlerin, Allah'ın yolundan insanları çevirenlerin, Peygambere düşmanlık edenlerin korkunç akibetlerinin ışığı altında, yüce Allah inananlara yöneliyor. Onları bu akibete düşmekten sakındırıyor, kendilerini Allah'a ve Peygambere itaate yönlendiriyor. "Ey inananlar, Allah'a ve Resulüne itaat edin, işlerinizi boşa çıkarmayın." Bu emir o zamanlar İslam toplumunda itaatın mükemmelini araştırmayan, ya da islamın koyduğu bazı yükümlülükleri zor kabul eden veya islamın karşısına dikilen ve O'nun her yönden gücünü deneyen güçlü ve çetin, çeşit çeşit zümrelerle cihad etmenin gerektirdiği fedakârlıkları katlanılmaz sayan bir zümre olduğunu gösterir. Bu is lamla çarpışan zümreleri müslümanlara ortak yararlar ve akrabalık bağları bağlıyordu. Bu bağlardan İslam inancının gerektirdiği şekilde, tamamı ile vazgeçmek ve onları kesip atmak son derece zordu. Bu emir samimi müslümanların ruhlarına derin ve şiddetli bir etki bırakmıştı. Bu emir nedeni ile kalpleri ürpermiş, bunun sonucunda amellerini boşa çıkaracak ve iyiliklerini yok edecek şeyler yapmaktan korkmuşlardı. Nasr oğlu Mervezli İmam Ahmed, kitabının namaz bölümünde derki: Bize Ebu Kudame, Veki', Rey'li Ebu Cafer, Enes oğlu Rabi', Ebulahye kanalı ile haber verdi. Ve dedi ki: Resulullah'ın sahabeleri Allah'a şirk koşulduğunda hiçbir amelin yarar sağlamadığı gibi, bir insan "La ilahe illallah" derse ona hiçbir günah zarar vermez görüşünde idiler. Bunun üzerine "Allah'a ve Rasulüne itaat edin, işlerinizi boşa çıkarmayın." ayeti indi. Bunun üzerine günahlarının iyi amellerini geçersiz kılmasından korkmaya başladılar. Mübarek oğlu Abdullah, Ma'ruf oğlu Bekr, Hayyan oğlu Mukatil, Nafi kanadından gelen bir habere göre Hz. Ömer'in oğlu şöyle der: "Bizler Resulullah'ın sahabeleri olarak, iyi amellerden ne yapılmışsa hepsi kabul olunur diye düşünüyorduk. Nihayet şu ayet indi: "Allah'a ve Resulüne itaat edin, işlerinizi boşa çıkarmayın." Bu ayet inince bizler, amellerimizi boşa çıkaran nedir ki? demeye başladık. Sonra herhalde bunlar büyük günahlar ve yüz kızartıcı sözler ve işlerdir diye yorum yapmaya başladık. Nihayet "Allah kendisine ortak koşma suçunu bağışlamaz. Bunun dışındaki suçları dilediğine bağışlar." (Nisa suresi, 116) ayeti indi. Bu ayet inince bu konuda konuşmaktan vazgeçtik. Büyük günah işleyenlerle yüz kızartıcı işler yapıp ve sözler söyleyenlerin akibetlerinden korkmaya ve o günahları işlemeyenlerin akibetlerinin iyi olacağını ummaya başladık. Bu hadis ve haberlerden, Kur'an ayetlerini Peygamberden alan samimi müslümanların ruhsal durumları nasıldı? Ayetler karşısında nasıl ürperip titrerlerdi, nasıl sarsılır korkarlardı? Ayetlerin düşmanlık ve intikamına uğramaktan nasıl kaçınırlardı? Ayetlere uygun kimseler olmak için, kendilerini o ayetlere uydurmak için nasıl çabalarlardı? Bunlar bu hadis ve haberlerden açıkça görülmektedir. İşte Allah'ın kutsal sözlerini almadaki bu duyarlılıkla müslümanlar bu ayette kınanan kimseler olmaktan kurtulmuşlardı. Sonra bu ayeti izleyen ayette, yüce Allah onlara, Resulullah'a düşmanlık eden, ona itaat etmekten kaçınan sonra da bu sapıklıkta ısrarlı olup şu dünyadan kafir olarak göçüp giden kimselerin akibetlerini açıklıyor: "Nankörlük edip Allah yoluna engel olan, sonra kafir olarak ölenleri Allah affetmeyecektir." Bağışlanma için fırsat yalnız bu dünyada vardır. Tövbe kapısı kafirler ve isyankarlar için bu dünyada can boğaza gelip dayanıncaya kadar açık kalacaktır. Can boğaza gelip dayanınca ne tövbe geçerli olacaktır ne bağışlanma olacaktır. Artık fırsat bir daha geri gelmemek üzere geçip gidecektir. Bu ayet kafirlere seslendiği gibi müminlere de seslenmektedir. ama kafirler için bu ayet, tövbe kapıları kapanmadan önce durumlarını düzeltmeleri ve tövbe etmeleri için bir korkutma müminler için ise, kendilerini bu uğursuz, bu tehlikeli yola yaklaştıracak tüm araçlardan ve vesilelerden kaçındırma ve uyarı anlamı taşır. Biz bütün bunları daha sonra gelen ayetlerde, gevşemenin yasaklanmasından, barışa davet edilmesinden anlıyoruz. Nitekim bir önceki ayette de Peygambere düşmanlık eden inkarcıların akibetleri açıklanmıştır. "Sakın gevşemeyin. Üstün olduğunuz halde barışa davet etmeyin. Allah sizinle beraberdir. O amellerinizi asla eksiltmez." Bu ayet müminleri sakındırmakta ve Peygambere düşmanlık eden inkarcıların akibetlerini, onların gözleri önüne koymakta ve onları bu akibetin uzaktaki hayalinden bile sakındırmaktadır. Bu sakındırma, müslümanların arasında bitip tükenmek bilmeyen cihadın yükümlülüklerini ve sürekli meşakkatini ağır bulan, cihad karşısında azim ve kararlılıkları gevşeyen barış ve ateşkes arzulayarak savaşların güçlüklerinden kurtulup rahata kavuşmak isteyen kimselerin olduklarını ima etmektedir. Belki de bunların bazılarının müşriklerle akrabalık ve kan bağları vardı. Ya da müşriklerle karşılık yarar ve mal bağları vardı. İşte bu faktörler onları barışa ve ateşkes istemeye yöneltiyordu. İnsan ruhu hep aynı ruhtur. İşte İslam terbiyesi bu gevşekliği ve bu gibi insanın yaratılışında doğuştan var olan duyguları kendine özel araçlarla tedavi eder. Ve İslam terbiye sistemi bu alanda gerçekten olmazı başarmıştır. Fakat bu, bazı ruhların derinliklerinde -özellikle Medine döneminin ilk yıllarında olmak üzere- bu gibi kalıntıların olmadığı anlamına gelmez. Nitekim bu ayet o çeşit kalıntıların bir kısmını tedavi etmektedir. Şimdi biz Kur'an'ın ruhları nasıl ele aldığına bir göz atalım. Bizler terbiye konusunda Kur'an'ın atmış olduğu adımları izlemek ve araştırmak zorundayız. Ve buna muhtacız çünkü o günkü insanların ruhları ile bugünkü insanların ruhları hep aynıdır. "Sakın gevşemeyin. Üstün olduğunuz halde barışa davet etmeyin. Allah sizinle beraberdir. O amellerinizi asla eksiltmez." Sizler üstün ve galipsiniz. O halde gevşeyip de kafirleri barışa çağırmayın. Siz inanç sistemi ve hayat görüşü bakımından daha üstünsünüz. Sizler en üstünsünüz çünkü yücelerin yücesi ile bağınız ve bağlantınız var. Sizler, sistem bakımından, hedef bakımından ve gaye bakımından daha üstünsünüz. Sizler duyguca, ahlakça ve hareketçe daha üstünsünüz. Sonra... Ve sizler güç, konum ve destek bakımından en üstünsünüz. Çünkü en üstün kuvvet sizinle birliktedir. "Allah sizinle beraberdir." Şu halde siz yalnız değilsiniz. Yüce, Cabbar, herşeye gücü yeten, en üstün olan Allah sizlerle birliktedir. O sizlere yardımcıdır, sizlerle birliktedir. Sizleri savunmaktadır. Allah sizlerle birlik olduktan sonra, bu düşmanlarınız ne anlam ifade eder? Bütün gönülden bağışladıklarınız, tüm yaptıklarınız ve yapmak zorunda kaldığınız tüm fedakarlıklar sizin lehinize hesaba dahil edilecek ve yüce Allah onların bir zerresini bile gözardı etmeyecektir. "O amellerinizi asla eksiltmeyecektir." Yüce Allah amellerinizden bir zerre bile kesmez. Yaptıklarınızın sonuçlarından, semerelerinden ve mükafatından size ulaşmayan bir zerre bile kalmaz. Şu halde yüce Allah'ın kendisini en üstün kıldığı, kendisi ile birlikte olduğunu, yaptığı amellerin zerre kadar karşılığını eksik etmeyeceğini dolayısı ile yüce Allah'ın katında şerefli olacağını, yardım edilip mükafat göreceğini bildirmiş olduğu bir kimse, neden gevşer, kendini zayıf görüp de düşmanı barışa çağırır? El atılan birinci nokta bu... İkinci noktada ise müslümanların bazı fedakarlıklara katlanmak zorunda kalabilecekleri dünya hayatının değersizliği ifade edilirken ahirette mükafatlarını tam olarak alacakları ve bu mükafatları elde etmek için de ağır bir mali bedel ödemek zorunda kalmayacakları belirtilmektedir: "Doğrusu dünya hayatı ancak oyun ve eğlencedir. Eğer iman eder sakınırsanız Allah size mükafatlarınızı verir ve sizden mallarınızın tümünü sarf etmenizi istemez." Dünya hayatı, eğer bu hayatın gerisinde daha şerefli ve daha kalıcı bir hedef olmazsa, yüce Allah'ın sisteminden uzak olarak hayat sürülürse ancak bir oyun ve bir eğlenceden ibarettir. Bu öyle bir sistemdir ki, bu dünya hayatını ahiretin tarlası ve halifelik nimetini ebedi ahiret yurdunu elde etmenin aracı olarak kılar. İşte ayetin ikinci paragrafında işaret edilen nokta budur. "Eğer iman eder sakınırsanız Allah size mükafatınızı verir." Dünya hayatını bir oyun ve bir eğlence olmaktan çıkaran ve ona ciddiyet damgasını vuran, onu hayvansal seviyeden çıkarıp yücelerin yücesine bağlı olan doğru yoldaki halifelik seviyesine yükselten ancak ve ancak iman ve takvadır... İşte o gün, Allah'tan korkan müminin can-ı gönülden feda ettiği dünya hayatındaki şeyler boşa gitmez, yok olmaz. İşte ebedi ahiret yurdunda bol mükafat ancak bununla elde edilir. Tabi bununla birlikte yüce Allah, insanlardan tüm mallarını harcamalarını istemiyor. Getirdiği yükümlülüklerle ve farzlarla onları sıkıntıya sokmak istemiyor. Çünkü O ruhların ve nefislerin yaratılış ve fıtrat itibarı ile dünya malına düşkün olduklarını bilmektedir. Ve yüce Allah bir kimseye ancak yapabileceğini yükler. Dolayısı ile yüce Allah, kullarının mallarının tümünü harcamalarını isteyip de onları sıkıntıya sokup, kinlerini ortaya çıkarmayacak kadar onlara karşı merhametlidir. "Eğer sizden onları isteyip de sizi zorlasa, cimrilik edecektiniz. O da kinlerinizi ortaya çıkaracaktı." Bu ifade lütuf sahibi, herşeyi bilen yüce Allah'ın hikmetini göstermekte, bu dinin yükümlülüklerinde gözetmiş olduğu çok hassas planlamayı, yükümlülükleri getirirken insanın fıtrat ve yaratılışı nasıl gözettiğini ve bu dinin insanın tüm yetenekleri güçleri ve genel durumu ile, insanın insanlığı ile nasıl uyum içinde olduğunu ortaya koyan bir ifadedir. Bu din, insanî, kutsal bir nizam kurmak için getirilmiş kutsal bir inanç sistemidir. Bu din kutsal bir sistemdir dedik, çünkü bu dinin sistemini ve kurallarını belirleyen yüce Allah'tır. İnsanî bir sistemdir dedik, çünkü yüce Allah insanlara yükümlülükler koyarken insanın gücünü ve ihtiyaçlarını gözetmiştir. Çünkü insanoğlunu yaratan O' dur. O halde yarattıklarını en iyi bilen de O' dur ve O herşeyi bilen lütuf sahibidir. En sonunda, yüce Allah insanları, Allah yolunda harcama çağrısı karşısında gerçek ruhsal durumları ile yüzyüze getiriyor. Ve ruhların dünya malına olan düşkünlüklerini Kur'an'ın çeşitli araçları ile tedavi ediyor, nitekim aynı ruhları cihad çağrısı karşısında canlarına düşkün oldukları zaman da tedavi etmişti."İşte sizler, Allah yolunda harcamaya çağrılıyorsunuz; fakat içinizden kiminiz cimrilik ediyor. Kim cimrilik ederse o ancak kendisine cimrilik eder. Allah zengindir, sizler fakirsiniz. Eğer yüz çevirecek olursanız, yerinize başka bir toplum gelir de onlar sizin gibi olmazlar." Bu ayet, o günkü müslüman toplumun gerçek durumunu yansıtan ve her toplumda insanların mallarını Allah yolunda harcama çağrısı karşısındaki ruhsal durumlarını gösteren bir tablo çizmektedir. Ayet onların arasında cimrilik edecekler çıkabileceğini ifade etmektedir. Bunun anlamı hiçbir fedakarlıktan kaçınmayarak cimrilik etmeyenler de çıkabileceğidir. Ve bu durum gerçekten meydana gelmiştir. Bunun örneklerini doğrulayan birçok rivayetler kaydettiği gibi Kur'an-ı Kerim'de birçok yerlerinde belirtir. İslam dini bu alanda, hoşnutlukla can-ı gönülden verme ve fedakarlık etmenin ve verip harcayarak ferahlık duymanın olağanüstü sayılabilecek örneklerini gerçekleştirmiş ve insanlığa sunmuştur. Ancak şu kadar var ki, bu söylediklerimiz ortada mala karşı düşkün kimselerin olabileceğine engel değildir. Herhalde bazıları için canı ile cömertlik etmek, malı ile cömertlik etmekten çok daha kolaydı. Kur'an-ı Kerim, bu ayette bu tür cimriliği ele almakta ve tedavi etmektedir: "Kim cimrilik ederse o ancak kendisine cimrilik eder." İnsanların can-ı gönülden Allah yolunda harcadıkları ancak ve ancak kendileri için biriktirilmiş bir sermayedir, sermayeye muhtaç olacakları o gün, sahip oldukları herşeyden soyutlanmış olarak mahşere gelip toplanacakları gün o sermayeyi önlerinde hazır bulacaklardır. Eğer Allah yolunda harcamakta cimri davranırlarsa, ancak ve ancak kendilerine cimri davranmış olurlar. Ancak kendi sermayelerini azaltmış olurlar, mal harcamaktan kaçınırlarsa kendi nefisleri için harcamamış olurlar, kendilerini kendi elleri ile gelecekte mahrumiyete düşürmüş olurlar. Evet... Şu halde yüce Allah onlardan mal harcamayı ancak kendileri adına hayır dilediği için, nasiplerini çoğaltmak için kendi nasiplerini saklamak ve biriktirmek için istemektedir. Harcayıp sarfettikleri şeylerden hiçbirisi yüce Allah'a erişmediği gibi kendisi onların harcadıkları şeylere muhtaç da değildir. "Allah zengindir sizler ise fakirlersiniz." Size mallarınızı veren O'dur. Harcadığınız şeyleri kendi katında sizlerin adına biriktiren O'dur. Dünyada size verdiklerine kendisi asla muhtaç değildir. Ahiret için biriktirdiğiniz sermayelerinize de muhtaç değildir. Her iki dünyada da ve her iki durumda da sizler O'na muhtaçsınız. Dünyada O'nun vereceği rızka muhtaç olan sizlersiniz. Sizler rızık namına hiçbir şeye güç yetiremezsiniz. Elde ettiğiniz ne varsa ancak O'nun sizlere bahşettiği şeylerdir. Ve ahirette O'nun vereceği karşılığa muhtaç olan da sizlersiniz. Size rızıkla ihsanda bulunan da O'dur. Sizler ise üzerinize gerekli olan hiçbir şeyi veremezsiniz O'na. Üstelik ahirette de sizlerin biriktirmiş olduğunuz bir sermayeniz de yoktur. Ancak sözkonusu olan O'nun sizlere ihsanıdır. O halde bu cimrilik niye? Bu ihtiras niye? Ellerinizde ne varsa, harcadıklarınıza karşılık elde edeceğiniz ne varsa hepsi yüce Allah'ın katından gelmektedir ve O'nun ihsanıdır. Arkasından son hüküm gelmektedir. Bu da bu konuda bütün sözleri kesip atan bir hükümdür. Yüce Allah'ın kendi davasını götürmeniz için sizleri seçmesi, sizlere verilmiş bir şeref, bir ihsan ve bir bağıştır. Eğer sizler bu ihsana layık olmaya çalışmaz iseniz, sizler bu makamın yükümlülüklerini yerine getirmez iseniz ve sizler kendinize verilen şeyin değerini kavramaz da bunun dışındaki herşeyi değersiz görmezseniz yüce Allah bahşetmiş olduğu şeyleri geri alır ve ihsanı bahşetmek için sizin dışınızda, bunun değerini bilecekleri seçer. ' "Eğer ondan yüz çevirirseniz yerinize sizden başka bir toplum getirir de onlar sizin gibi olmazlar." Bu ayet, imanın tadını tadan, onun Allah katında şerefini ve şu kainattaki yerini hisseden kimse için ürpertici bir uyarıdır. Çünkü inanan insan bu büyük ve kutsal sırrı beraberinde taşır, yeryüzünde Allah'ın kalbine bahşetmiş olduğu güç ile benliğine vermiş olduğu nur ile yürür, Mevlasının işareti üzerinde olmak üzere, yeryüzünde dolaşır. İnsanın gerek niteliğini taşıyan ve O'nunla bütünleşerek yaşayan bir insanın, bir süre sonra ondan mahrum edildiğini, bu sığınağın dışına atıldığını, kapandığını düşünelim. Bu insan bu yeni hayata dayanamaz, ondan zevk alamaz. Hatta yaşadığı yeni hayat önce Rabbine bağlı iken sonra önüne perdeler gerilen kimse için cehenneme döner. Gerçekten iman büyük bir bağıştır. Buna şu kainatta hiçbir şey denk değildir. İman, terazinin bir kefesine, imanın dışında ne varsa kefenin öbürüne koyulup karşılaştırılınca, hayat değersiz mi değersiz, dünya malı önemsiz mi önemsizdir. İşte bunun için bu uyarı bir müminin karşılaşabileceği en korkunç bir uyarıdır. Çünkü mümin bu uyarıyı yüce Allah'tan almaktadır. MUHAMMED SURESİNİN SONU |