Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 11:48   Mesaj No:2

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.079
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Ahkaf Suresi Tefsiri

"Ve razı olacağın yararlı iş işlememi..."
Diğer bir dileği... Görüldüğü gibi, mükemmellik ve iyilik açısından Rabb inin ondan razı olmasın sağlayacak düzeye ulaşan yararlı iş işlemede başarı elde etmesi için yardım diliyor. Yani istediği Rabb'inin rızası. Umulan sadece o.
"Benim zürriyetim içinde de iyiliği devam ettir."
İşte üçüncü dileği de bu. Mü'min kalbin, salih amelinin zürriyeti yoluyla etkisini sürdürmesi ve arkasında Allah'a kulluk eden, rızasını dileyenler olduğu konusunda içinde rahat olması arzusu. Salih zürriyet salih kulun amelidir, O, onun katında hazinelerden daha değerli ve dünyanın tüm güzelliklerinden daha çok huzur veren şeydir. Allah'a itaatin gelecek kuşaklarda da sürmesine yönelik ana babadan soya uzanan dua.
Dileğini Rabb'ine yöneltiyor. Bu içtenlikli duanın önüne aldığı dileğini. Ki o, tevbe ve teslimiyetten ibarettir:
"Ben sana döndüm. Ve elbette ki ben müslümanlardanım."
İşte doğru yolda olan, sağlam fıtrat sahibi salih kulun tutumu. Rabb'inin ona olan tutumuna gelince Kur'an ona açıklık getiriyor:
16- Onlar öyle kişilerdir ki, yaptıklarının en iyisini onlardan kabul ederiz ve onların günahlarım bağışlarız, cennet halkı arasındadırlar. Bu dünyada kendilerine söylenen doğru sözün gerçekleşmesidir.

Amellerin en güzeline göre karşılık, günahların bağışlanması. Dönüş yeri asıl dostlarla birlikte olmak üzere cennet. Dünyada va'dolundukları doğru va'din gerçekleşmesi. Allah va'dinden caymaz. Doğrusu bol ve rahata erdiren bir karşılık.

17- Fakat o kimse ki anasına babasına: "Öf size, benden önce nice nesiller gelip geçmiş iken benim öldükten sonra dirilip çıkarılacağımı mı bana va'dediyorsunuz?" dedi. Onlarsa Allah'a sığınarak "Yazık sana, etme, gel inan; Allah'ın sözü gerçektir" derken O; "Bu, eskilerin masallarından başka birşey değildir" der.

Ana baba müslüman, çocuk ise isyankar; ilk inkar ettiği de onların iyiliği. Onlara, onlardan bıkkınlığını yansıtan, kaba küstah ve incitici bir dille hitab ediyor: "Öf size!" Ardından asılsız bir bahaneye yaslanarak ahireti inkar ediyor: "Benden önce nice nesiller gelip geçmişken, benim öldükten sonra diriltilip çıkarılacağını mı bana va'dediyorsunuz?" Yani gittiler ve onlardan hiç kimse dönmedi.
Kıyametin zamanı gelinceye kadar kopmayacağına ilişkin hüküm kesinleşmiştir. Diriliş ise dünya hayatının süresi bittikten sonra topluca oluşacaktır. Dirilişin; önce ölen bir kuşağın, doğmakta olan kuşağın döneminde olacağı biçimde, parça parça oluşacağını kimse söylememiştir. O bir oyun eğlence veya hedef gözetmeyen anlamsız bir olay bir yolculuk değil, sona erdiğinde son hesabın yapılacağı olaydır.
Bilerek yapılan inkarı görüp küfrü işiten ana baba, bu saldırı ve tecavüz karşısında ürpererek ona bağırıyorlar: "Onlar Allah'a sığınarak: `Yazık sana, etme, gel inan, Allah'ın sözü gerçektir". Duyduklarının ürkütücülüğünün oluşturduğu korku, sözlerinin aktarımında kendini gösteriyor. Buna karşın o küfründe ısrar ediyor, inkarında ilerleyerek: "Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir" diyor.
Burda Allah onu, kaçınılmaz olan sonu açısından ele alıyor:

18- İşte onlar da kendilerine azab sözü gerekli olmuş kimselerdir. Kendilerinden önce geçen cin ve insan toplulukları arasında azab içinde bulunacaklardır. Gerçekten onlar ziyana uğrayanlardır.

Bu ve benzerlerine gerekli olan söz, dini yalanlayan inkarcıların uğrayacakları cezadır. Onlar çokturlar. Bu türden nice insan ve cin kuşakları gelip geçmiştir. Onlara Allah'ın geri kalmaz, değişmez olan doğru tehdidi yeter: "Onlar kaybedenlerdir" Dünyada iman, ahirette Allah'ın rızası ve huzura ermeyi yitirip, inkarcı ve sapıklara hak olan azaba düçar olmaktan daha büyük olan hangi kayıptır?
Doğru yolu bulanlarla sapıkların görecekleri karşılığı özet olarak verdikten sonra; bunlardan her bir ferde özel olarak uygulanacak değerlendirmenin duyarlılığını tasvir ediyor:

19- Herkesin yaptıklarına göre dereceleri vardır. Allah, onlara yaptıklarının karşılığını verir, asla kendilerine haksızlık yapılmaz.

Yani her grubun göreceği karşılığa ilişkin bu özetin sınırları içinde kalmak üzere, özel olarak her ferd kendi yaptığı ve derecesinin karşılığını elde edecek. Bunlar insanlar için genel iki örnektirler. Fakat, örneğin neredeyse iki şahsın kimliklerini. belirleyen ölçüye varan bu üslup içinde verilmesi, örneğin gerçekmişçesine canlandırılması açısından daha etkilidir.
Onlarla özel kişilerin kastedildiğine ilişkin rivayetler de var. Fakat bu rivayetler doğru değil. İbret kaynağı ve örnek sayılmaları daha uygundur. Her örneğin ardından gelen değerlendirmenin ifade tarzı da bu görüşü doğruluyor. İşte birinci örneğe ilişkin değerlendirme. "Onlar öyle kişilerdir ki, yaptıklarının en iyisini onlardan kabul ederiz ve günahlarını bağışlarız, cennet halkı arasındadırlar. Bu, dünyada kendilerine söylenen en doğru sözün gerçekleşmesidir" İkinci örneğin değerlendirilmesi de şöyledir: "Onlar da kendilerine azab sözü gerekli olmuş kimselerdir. Kendilerinden önce gelen cin ve insan toplulukları arasında azabın içinde bulunacaklardır. Gerçekten onlar ziyana uğrayanlardır." Sonra bir genel değerlendirme yapılıyor: "Herkesin yaptıklarına göre dereceleri vardır. Allah onlara yaptıklarının karşılığını verir; asla kendilerine haksızlık yapmaz." Bu değerlendirmelerden anlaşılan onlarla bu gruplar içinde tekrarlanan örneğin kastedildiği izlenimi veriyorlar.

ATEŞE ATILDIKLARI GÜN


20- İnkar edenler ateşe sunuldukları gün kendilerine denir ki: "Dünya hayatında bütün güzel şeylerinizi zayi ettiniz; onların zevkini sürdürdünüz. Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan ötürü bugün, alçaltıcı bir azab ile cezalandırılacaksınız.

Tablo hızlı hareket eden kesitlerden oluşuyor, fakat derin kapsamlı bir vurgu içeriyor. Çünkü o ateşe sunulma tablosu. Ateşin karşısında, oraya sürülmelerinin hemen eşiğinde veya sürülmelerinin nedeni açıklanıyor: "Dünya hayatında bütün güzel şeylerinizi zayi ettiniz; onların zevkini sürdünüz". İfadeden anlaşıldığına göre, güzel şeylere sahiptiler. Fakat onları, dünya hayatında tüketiyor ahiret için bir şey ayırmıyorlar. Yine onlardan ahireti hesaba almaksızın yararlanıyorlar. Onlardan, ahireti gözönüne almadan, nimetine karşılık Allah'a şükretmeden ve fuhuş veya haramdan da sakınmadan lezzet elde etme uğruna hayvanların yararlandığı gibi yararlanıyorlar. Sonuçta dünya onların oluyor ahirette elleri boş kalıyor. Boyutlarını Allah'tan başkasının bilmediği bu görkemli sonu verip dünyadaki geçici çekiciliği satın alıyorlar.
"Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan ötürü bugün, alçaltıcı bir azabla cezalandırılacaksınız."
Yeryüzünde büyüklenen her kulun büyüklenmesi haksızcadır. Çünkü büyüklük Allah'a özgü olup kullarından hiç biri az veya çok büyüklük özelliğine sahip değillerdir. Alçaltıcı azab yeryüzünde büyüklenene yerinde bir karşılıktır. Dolayısıyla, büyüklenme ve Allah'ın düsturu ile yolundan ayrılmanın karşılığı da alçalıştır. Üstünlük Allah'a, peygamberine ve mü'minlere özgüdür.
İşte böylece, o iki örnek ve sonunda ulaşacakları yerleri ile ahireti yalanlayan, Allah'ın düsturundan ayrılıp O'na baş eğmeyi kendilerine yediremeyenlerin karşılaştıkları azabı tasvir eden bu etkin tablonun sunuşu ile sona eriyor. İnsan kalbine; dengeli sağlam fıtratları güvenilir yolu isteme yönünde uyaran bir değini.
Bu bölüm; surenin işlediği meselenin çözümüne hizmet eden, insan kalbini önceki iki turun ele aldığı yönlerin dışında bir yönden ele alan ve başka bir alanda gerçekleşen bir gezidir. Ad kavminin ve Mekke çevresinde onun dışındaki azaba uğrayan kentlerin harabelerinin verdiği anlamı deşeleyen bir gezi. Ad kavmi kardeşleri ve peygamberleri Hz. Hûd'a -selâm üzerine olsun-; müşriklerin kardeşleri ve peygamberleri Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- karşı takındıkları tutumu takınarak itirazlarını ortaya sürdüler, peygamberleri itirazlarına; insanlığı ve görevinin sınırları içinde, peygamberlik edebine yaraşır biçimde cevap verdi. Uyarıyı dinlememeyi sürdürünce, onları ağır, yokedici bir azap yakaladı. Onlar güçlü, zengin ve zeki kimselerdi. Fakat güçleri, servetleri ve zekaları onlardan birşey savamadı. Gözleri, kulakları ve akıllarından yararlanamadılar. İddialarına göre Allah'a yaklaşma aracı olarak edindikleri ilahları da onları azabtan koruyamadı.
Mekkeli müşrikleri; önce kendileri gibi olan geçmişlerinin harabeleri, sonları dolayısıyla kendi sonları ardından da kopukluk göstermeyen, istisna içermeyen değişmez çizgi ile yüzyüze getiriyor. Tek değişmez temeli üzerinde varlığını sürdüren peygamberlik ve değişim dönüşüm göstermeyen ilahi yasa çizgisi ile. Konunun bu bağlantılarının ön plana çıkarılması sayesinde akide ağacı; kökleri derin, dalları zamanın her derinliklerine uzanan, yer ve zamanın değişimine karşın bir tek olarak beliriyor.

21- Ey Muhammed! Ad kavminin kardeşi Hud'u an; ondan önce ve sonra, `Allah'tan başkasına kulluk etmeyin" diyen nice uyarıcılar gelmişken, Ahkaf bölgesindeki kavmini uyarmış, "Doğrusu sizin için büyük günün azabından korkuyorum" demişti.

Ad kavminin kardeşleri Hûd'dur -selâm üzerine olsun-. Kur'an O'nu burada; O'nunla kavmi arasındaki sevgi ve kavminin O'nun çağrısına eğilim duymaları, O'na ve çağrısına karşı besledikleri zannın olumlulaşmasının dayanağı olan akrabalık bağlarının zihinlerde canlandırılması için kavmine kardeşliği niteliği ile anıyor. O Hz. Muhammed'le O'na düşmanlık eden kavmi arasındaki bağın aynısıdır da.
`Ahkaf', `Hıkf'ın çoğulu olup kum tepeler anlamınadır. Ad kavminin yurtları Arap yarımadasının güneyinde Hadramut diye anılan çevreye dağılmış tepeler üzerinde idi.
Allah peygamberini, Ad'ın kardeşlerini ve Ahkaf'taki kavmini uyarmasını anmaya çağırıyor. Kur'an O'nu Resulullah'ın, kardeşleri olmasına rağmen, kavminin kendisinden yüz çevirmesinin benzeri ile karşılaşan peygamberlerden bir kardeşini örnek alması ve Mekkeli müşriklerin de, yakın çevrelerinde bulunan kendi benzerlerinin sonunu hatırlamaları için anıyor.
Ad'ın oğullarını kardeşleri Hud uyardı. O kavmini uyaran ilk kişi değildi. O'ndan önce de kavimlere peygamberler gelmişti.
"O'ndan önce ve sonra `Allah'tan başkasına kulluk etmeyin' diye nice uyarıcılar da gelip geçti."
Zaman mekan açısından O'na uzak olarak da yakın olarak da peygamberler gelip geçmiştir. Uyarılar kesintisiz, peygamberlik zinciri süreklidir. Dolayısıyla bu durumda bir gariplik söz konusu değildir. Alışılmış bilinen bir şeydir.
Onları, her peygamberin kavmini uyardığı ile uyarıyor: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin; ben sizin büyük bir günün azabına uğramanızdan korkuyorum." Yalnız Allah'a kulluk; insanın iç dünyasında bir inanç, yaşayışında bir düsturdur. Ona muhalefet etme; insanı, dünyada veya ahirette ya da her ikisinde felakete götürür. "Büyük bir günün azabı" deyiminin işaret ettiği gün; bu kavmin uğradığı azabdan daha zorlu durumlar yaşanacak olan kıyametin koptuğu an anlamınadır. Peki, Allah'a yöneltme ve azabı ile uyarmaya karşı kavminin cevabı ne oldu?

22- Dediler: "Sen bizi tanrılarımızdan çevirmek için mi geldin? Doğrulardan isen bizi tehdit ettiğin şeyi getir."

Kötü zan, anlayışsızlık, uyarıya meydan okuma, uyardığı azabın acele istenmesi, alaya alma, yalanlama, büyüklenme ve batılda direnme!
Hud'a gelince tüm bunları; aşamayacağı sınırlar içinde kalmak üzere ileri sürdükleri tüm iddiaların tutarsızlığını ortaya koyacak biçimde, peygamber edebi ile cevaplıyor:

23- De ki: "Azabın ne zaman geleceğine dair bilgi, ancak Allah katındadır. Ben görevlendirildiğim şeyi size duyuruyorum; fakat sizi cahillik eden bir kavim görüyorum."


24- Nihayet azabın ufukta geniş bir bulut halinde vadilerine doğru geldiğini görünce "Bu, bize yağmur yağdıracak bir buluttur"dediler. Hayır, o sizin acele gelmesini istediğiniz şey, içinde acı azab bulunan bir rüzgardır.


25- Rabb'inin emriyle herşeyi yıkar, mahveder. Derken onlar o hale geldiler ki evlerinden başka birşey görünmez oldu. İşte biz suç işleyen toplumu böyle cezalandırınız.

Sizi, uyarmaya sorumlu tutulduğum gibi uyarıyorum sadece. Size haber verilen azabın ne zaman nasıl olacağım bilmiyorum. Ben sadece Allah'ın görevlendirdiği bir elçiyim. Allah la birlikte bilgi ve kudret sahibi oldu umu da söylüyor değilim, "fakat sizi cahillik eden bir kavim görüyorum" ahmaklık ediyorsunuz. Öğüt veren, uyarıcı yakın kardeşi; böyle yalanlama ve meydan okuma ile karşılamaktan hangi cahillik hangi ahmaklık daha ileri olabilir?
Anlatım, bu konuda asıl gözetilen son yönünde ilerlemek için, meydan okuma ve azabı acele isteme tutumlarına cevap olmak üzere Hud'la kavmi arasındaki uzun mücadeleyi özet olarak veriyor:
Rivayetler, olayı; sıcaklığın artıp yağmurun kesilmesiyle havanın kirlenmesi biçiminde geliştiğini, ardından Allah üzerlerine bir bulut gönderdiğinde, yağmur yağacağı samsıyla sevinerek onu vadilerinde karşılamaya çıkıp "Bu, bize yağmur yağdıracak bir buluttur" dediklerini bildiriyorlar.
Onlara cevap olgunun diliyle geliyor: "Hayır o, sizin acele gelmesini istediğiniz şey, içinde acı azab bulunan bir rüzgardır. Rabb'inin emriyle herşeyi yıkar, mahveder." O, başka bir surede sözü edilen uğultulu azgın kasırgadır. Nitekim niteliğine ilişkin gelen ayetten de anlaşılmaktadır: "Üzerinden geçtiği hiçbir şeyi bırakmıyor, onu çürütüp kül gibi ediyor." (Zariyat, 42)
Kur'an metni rüzgarı, yıkmakla emrolunmuş akıllı bir canlı gibi tasvir ediyor; "Rabb'inin emriyle herşeyi yıkar, mahveder". Bu, Kur'an'ın insana göstermeye özendiği varlığın durumuna ilişkin gerçektir. Bu varlık canlı olup, tüm güçleri aklı selim sahibidir. Hepsi Rabb'ini idrak etmekte ve O'nun tarafından yükümlü tutulduğuna yönelmektedir. İnsan da bu güçlerin biridir. Gerçekten inanıp kalbi hedefe ulaştıran bilgiye açıldığında; çevresindeki varlığa ilişkin güçleri anlayabilmekte ve onlarla, hayat ve kavrayışa ilişkin insanların bildiği, dışarıdan görünen biçimin dışında başka bir yolla, akıllı canlıların gerçekleştirdiği iletişime girebilmektedir. Her şeyde ruh ve hayat vardır. Fakat biz dış görünüş ve şekillerce, içler ve gerçeklerden engellenmiş olduğumuzdan bunu anlayamıyoruz. Çevremizdeki varlık, açık gözlerin görüp sıradan gözlerin görmediği örtülerle örtülen sırlarla doludur.
Rüzgar emrolunduğunu yerine getirerek herşeyi yıkıyor. Bunun sonucu Ad kavmi "Evlerinden başka bir şeyin görülmediği bir ortada kalıyorlar". Ne kendileri, ne hayvanları, ne eşyaları hiçbir şey görünmüyor; ne bir kimse ne de tüten bir ocağın bulunmadığı ürperti veren boş evleri ayakta, sadece: "İşte biz suçlu"ları böyle cezalandırırız." Suçlularda hükmünü yürüten, istisnaya yer vermeyen bir yasa ve yazgı.
Yıkım ve harabeye uğrayanların görünümünü içeren tablodan, şimdiki benzerlerine dönerek iç dünyalarına, kalpleri titreten bir değini de bulunuyor:

26- Onlara size vermediğimiz servet ve kuvvet vermiştik, onlara kulaklar, gözler ve gönüller yaratmıştık. Fakat ne kulakları ne gözleri ne de gönülleri kendilerine bir yarar sağlamadı. Zira düşünüp ibret almıyorlardı, tersine bile bile Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar. ve alay edip durdukları şey kendilerini kuşatıverdi.

İşte yıkımla görevlendirilen rüzgarın yıktıkları. Onlara, size vermediğimiz -özetle- güç, mal ve bilgiyi vermiştik. Yine onlara, kulaklar, gözler, gönüller vermiştik. -Kur'an anlama yeteneğini; kimi kez kalp, kimi kez gönül, kimi kez zeka, kimi kez de akıl sözüyle dile getirir. Hepsi de kavramanın biçimlerinden bir biçimde kavrama anlamınadır- Fakat bu duygular ve kavrama güçleri onlara yarar sağlamadı. Çünkü onlar, onları işlevsiz bıraktılar, görevlerini yapmaktan alıkoydular; "Zira bile bile Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlardı".. "Düşünüp ibret almıyorlardı, tersine bile bile Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlardı ve alay edip durdukları şey kendilerini kuşatıverdi."
Anlatılan olaydan, her göz, kulak ve akıl sahibinin alacağı ibret; güçlünün gücü, varlıklının malı ve bilgilinin bilgisiyle gururlanmaması gerektiği olacaktır. İşte durum ortada, evrensel güçlerden biri güç; amel bilgi ve güç sahiplerinin üzerine inip herşeyi yıkarak onları "Evlerinden başka birşey görülmez halde bırakıyor. Bu Allah'ın onları, suçluları yakaladığı yasasıyla yakalamasının sonucu oluyor.
Rüzgar, Allah'ın oluşturduğu evrensel sistem uyarınca biteviye iş gören bir güç. Allah yıkım için göndereceği zaman ona güç verir. Rüzgâr da kendisinin de varlıktan olması sebebiyle varlıksal yapısının gerektirdiğini yoluna koyarak, çizilmiş yasa uyarınca işlevini yerine getirir. Kuruntu hastalarının ileri sürdükleri gibi evrensel yasaların aşılmasına gerek yoktur. Zira belirlenmiş yazgının sahibi de çizilmiş yasanın sahibidir. Her olay, her hareket, her yönelim, tüm canlı ve cansız varlıkların durumu değerlendirilmiş olup evrensel yasanın planı dahilinde gerçekleşmektedir.
Rüzgarda, diğer evrensel güçler gibi Rabb'inin emrinde olup o ve tüm varlık için çizilen yasa çerçevesinde kendisine verilen görevi yerine getirir. Allah'ın kendisi için istediğine bağlı kalmak zorunda olan insan gücü de onun gibidir. Evrensel güçlerden, insan gücüne boyun eğenler, Allah'ın ona boyun eğmelerini istedikleridir. İnsanlar hareket ettiklerinde, Allah'ın onlar için istediğini, dilediği biçimde yerine getirmek için, bu varlıktaki rollerini oynuyorlar sadece, başka değil. Hareket ve seçimdeki özgürlükleri ise; genel evrensel uyuşumla sonuçlanan külli yasanın bir parçasıdır. Her şey kusursuz kurulmuştur. Eksiklik düzensizlik göstermesi söz konusu değildir.
Bu turu, Ad kavminin ve Mekke'nin çevresinde bulunan diğer kent halklarının cezalandırılmalarından çıkarılacak genel bir ibret ile bitiriyor:

27- Andolsun, Biz çevrenizdeki kentleri de yok ettik ve belki küfredenlerden dönerler diye ayetleri tekrar tekrar açıkladık.


28- O zamanlar, Allah'ı bırakıp da O'na yakınlık sağlamak için edindikleri tanrılar kendilerine yardım etmeli değil miydi? Hayır, tanrılar onlardan uzaklaştılar. Bu, onların yalanı ve uydurdukları şeydir.

Allah, Arap yarımadasında; güneyde Ahkaf yöresinde Ad, kuzeyde Hicr'de Semud, Mekkelilerin Şam yolları üzerinde bulunan Medyen ve yine Mekkelilerin kuzeye yaptıkları yaz gezisi yollarının uğrak yeri Lût kavmi kentlerinin halkları gibi peygamberlerini yalanlayan kentleri harab etmiştir.
Görünen o ki; Allah, dini yalanlayanların tevbe edip Rabb'lerine dönmeleri için ayetlerini çeşitlendiriyor. Fakat onlar sapıklıklarında direniyorlar, bunun üzerine onları, çeşit çeşit belalar yakalıyor. Onların başına gelen belalar, arkalarından gelenlerce haber verildiğinden daha geriden gelenlerce de biliniyor. Mekke müşrikleri de o haberleri duyuyor, gidip gelirken kalıntılarını da görüyorlardı.
Burda onları somut gerçekle yüzyüze getiriyor: İşte Allah onlardan önceki müşriklerin her türlü varlıklarını yıkıp yok ediyor, fakat Allah'ın dışında edindikleri ilahlar onları yıkımdan kurtaramıyor. Onlar o ilahlarla Allah'a yaklaştıkları iddiasındalar, oysa onlar sadece Allah'ın azabını indirmektedirler: "Allah'ı bırakıp O'na yakınlık sağlamak için edindikleri tanrılar kendilerine yardım etmeli değil miydi?"
Taptıkları kendilerine yardım etmediler, "Tanrılar onlardan uzaklaştılar". Onların elinden tutup Allah'ın azabına karşı yardım etmek bir yana, onlara bir yol bile göstermemiş, yalnız başlarına bırakmışlardır.
"Bu, onların yalanı ve uydurdukları şeydir."
O; yalan, uydurma olup ulaştığı sonuç bu, gerçeği de budur: Yıkım ve yokoluş... Onları Allah'a yaklaştırdıkları iddiasıyla Allah'tan başka ilahlar edinen müşrikler, bu somut gerçeklere rağmen neyin beklentisindedirler? İşte sonuç, işte varacağı yer.

CİNLER

Bu son bölüm, tüm surenin işlediği mesele dahilinde yeni bir gezi. Kur'an'ı dinleyen bir grup cinin öyküsü; Kur'an'ı işittiklerinde birbirlerini susturup dinlemeye çağırmaları, içlerinin iman konusunda kararlılığa ermesi ve toplumlarına onları Allah'a çağıran, kurtuluş ve bağışlanmayla müjdeleyen sapıklık ve yüz çevirmenin tehlikelerinden sakındıran uyarıcılar olarak dönmeleri tertibi ile Kur'an'ı ilk işittiklerinde söyledikleri "susup dinleyin" sözlerinde somutlaşan Kur'an'ın onların iç yapılarına yaptığı etkinin tasviri ile veriliyor.
Kur'an'ın cinlere etkisi, toplumlarına O'na ilişkin anlattıkları ve onları O'na çağırmalarında somutlaşmaktadır. Kur'an'ın durumuna ilişkin tüm bunların ortaya konulması insan kalbini harekete geçirmeğe yöneliktir. O Kur'an ki esasen o kalpler için inmiştir. Kuşkusuz bu etkin bir vurgu. Kalpleri derinden sert biçimde etkilemektedir. Aynı zamanda, cinlerin diliyle Musa'nın kitabı ile Kur'an arasındaki bağlantıya dikkat çekerek, cinlerin kavrayıp da insanların görmezlikten geldiği bu gerçek açıklığa kavuşturuluyor. Surede gelen diğer konular ile uyum içinde olan bu vurgunun engin dolaysız etkileme özelliği gözden kaçmıyor.
Yine cinlerin sözlerinde yer alan, açık evrensel kitabı ve onun; Allah'ın göklerle yerin yaratılmasında gözlemlenen, öldürüp diriltmeğe kadir olduğuna tanıklık eden gücüne, ilişkin değini de etkin bir vurgu içerir. Ki bu insanların çekişmeye girdikleri kimi kez de inkara yeltendikleri bir gerçektir.
Ölümden sonra dirilmenin ilintisi dolayısıyla, kıyamet sahnelerinden bir sahne de sunuyor: "İnkar edenler ateşe sunulacaklardır..: '
Bitişte, Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine olsun- onların tutumlarına sabretmesi, çizilen yazgıya bırakıp cezalandırılmaları konusunda acele etmemesi tavsiye ediliyor. Çünkü onlara tanınan süre çok kısa olup helaktan önce duyurunun gerçekleşmesi için verilmiştir.

29- Bir zamanlar cinlerden bir topluluğu Kur'an dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Ona geldiklerinde "Susun dinleyin" dediler. Kur'an okuması bitince uyarıcılar olarak kavimlerine döndüler.


30- "Ey kavmimiz, dediler, biz Musa'dan sonra indirilen kendinden öncekini doğrulayan, Hakk'a ve doğru yola götüren bir Kitab dinledik."


31- "Ey kavmimiz, Allah'ın davetçisine uyun ve O'na inanın ki Allah günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi, acı bir azabın korusun."


32- Kim Allah'ın davetçisine uymazsa, yeryüzünde başına inecek belaya engel olamaz. Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.


33- Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan Allah'ın, ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmediler mi? Evet O, herşeye kadirdir.

Sözü edilen cin grubunun sözleri -Kur'an'ı işittiklerinde saygılı tutum takınmaları ile birlikte- kusursuz inanmanın temel ilkelerini kapsıyor ki onlar: Vahiy ve Kur'an'la Tevrat arasındaki akide birliğinin doğrulanması. Kur'an'ın gösterdiği gerçeğin itirafı, ahirete ve amellerin kiminin azaba, kiminin bağışlanmaya neden oluşturduğuna iman. Allah'ın yaratmak için gereken güç ve kudrete sahip kulların tek yardımcısı olduğu ve evrenin yaratılışı ile ölülerin diriltilmesi arasında ilişki olduğunun itirafı. Bunlar esasen surenin tümünün içerdiği ilkeler ve diğer bölümlerin de ele aldığı meselelerdir. Hepsi de bir grup cinin ağzından veriliyor. Yani insanlar aleminin dışında başka bir alem tarafından dile getiriliyorlar.
Cinlerin sözlerini ele almadan önce, cinler ve olaya ilişkin birkaç söz söylememiz yerinde olacak.
Kur'an'ın; bir grup cinin Resulullah'tan -salât ve selâm üzerine olsun- Kur'an dinlemeye yöneltilmeleri olayından söz etmesi ve cinlerin konuştukları ve yaptıklarını aktarması, tek başına; cinlerin varlığı, olayın gerçekten yaşanmış olduğu, cinlerin Resulullah'ın seslendirdiği yapısı ile konuşulan Arapçayı dinleyip anlayabildikleri, iman etme, küfre sapma, doğru yolu bulma, sapıklığa düşme kabiliyetinde olduklarının kabul edilmesi için yeterlidir. Bu gerçeğin bunun ötesinde herhangi bir güçlendirme veya pekiştirme öğesine ihtiyacı yoktur. Zaten insan Allah'ın değişmez olarak ortaya koyduğu gerçeğe bir eklemede bulunma hakkına sahip değildir.
Ama biz yine de bu gerçeği, insan düşüncesi çerçevesinde açıklamaya çalışacağız.
Çevremizdeki evren, öz nitelik ve etkileri açısından bilmediğimiz yaratıkları güçler ve sırlarla doludur. Biz bu güç ve sırların kucağında yaşamamıza rağmen, çok azını tanıyor çoğundansa habersiziz. Hergün bu sırların bir kısmını keşfediyor, kimi güçleri de kavrıyoruz. Bu yaratıkların bazılarını da, kimi kez özü, kimi kez niteliği, kimi kez de salt çevremizdeki varlıkta gözlemlenen etkileriyle öğreniyoruz.
Biz halâ yolun başlangıcındayız. Evrenin bilinmesi yolunun. O evren ki, biz atalarımız, dedelerimiz, çocuk ve torunlarımız onun çok küçük bir zerresinin üzerinde yaşıyoruz. Evrenin hacmi veya ağırlığı açısından, sözü edilecek kadar önem taşımayan bu yer gezegeninin üzerinde hayatımızı sürdürüyoruz.
Yolun başlangıcında olmamıza karşın, bugün bildiklerimiz; sadece beş asır öncesi insanının bilgisine kıyasla cinlerin durumundan daha büyük gariplik gösterir. Beş asır önce biri, atomun bugün sözünü ettiğimiz sırlarına ilişkin bir şey söyleyecek olsaydı, onun deli olduğunu veya cinlerin durumundan daha garip şeylerden sözettiğini sanırlardı.
Bu, yeryüzünde hilafet ve bu hilafetin gerekliliği için hazırlanan beşeri gücümüzün sınırlarını ve yeryüzünde hilafet görevini yürütmemiz için Allah'ın bize sırlarını açıp boyun eğer olsunlar diye emrimize verdiklerinin çerçevesi içinde öğrenir keşfederiz. Varlığın güçleri bize ne ölçüde boyun eğerlerse ve sırlarını ne ölçüde açarlarsa açsınlar; ne yapı ne de boyut açısından bize -yani insanlığa tanınan süre ne kadar uzarsa uzasın- Allah'ın hikmeti ve takdiri uyarınca, yeryüzünde hilafet için gerek duyduğumuz çemberin ötesine geçmezler.
Daha çok buluş yapacak, çok şey öğreneceğiz. Bize, yanında atom sırlarının çocuk oyuncağı kalacağı evrenin sır ve güçlerinden bir çok ilginçlikler açılacak. Fakat ine de biz, bilgi konusunda insan için çizilen çemberin sınırları içinde kalacağız. Allah'ın şu sözleri bu sınırlara ayrıntı getirmekteler: "Size bilgiden -yalnız yaratıcı ve yaşatıcının bildiği bu varlığın içerdiği sır ve gayblere kıyasla pek az bir şey verilmiştir"(İsra suresi, 85)
"Yeryüzünde bulunan ağaçlar kalem olsa, denizler de mürekkep olup arkasından yedi deniz daha gelip mürekkep olsa ona yardım etse de Allah'ın kelimeleri yazılsa, yine onlar tükenir Allah'ın kelimeleri tükenmez" (Lokman, 27)
Bu durumda bizim salt düşünsel alışkanlıklarımızın veya bilinen deneyimlerimizin dışında olmasına dayanarak, bilinmeyen gayp alemi ile bu varlığın sır ve güçlerine ilişkin bir şeyin varlığı-yokluğu ve düşünülüp-düşünülemeyeceği konusunda kesin tutum takınmamız gerekir. Unutmamalıyız ki biz, akıl ve ruhlarımızın sırlarının kavranmasını bırakalım bir yana, vücutlarımızın, içerdiği aygıtlar ve güçlerin sırlarını bile kavramış değiliz!
Bize açılacak program içine hiç girmeyecek sırlar olabileceği gibi, özünün program dışı kalıp, sadece niteliği, etkisi veya salt varlığı bilgimize açılacak sırlar da olabilir. Çünkü onlar yeryüzünde hilafet görevi açısından bize yarar sağlamayacak olan sırlardır.
Allah'ın bu güç ve sırlardan bize ayrılanı; bağışladığı gücümüze dayanan bilgi ve deneyimlerimiz kanalıyla değil de, doğrudan sözü aracılığı ile vermesi durumunda bize düşen, bu bağışı şükür ve teslimiyet içinde kabul etmektir. Onları ne eksiltir ne artırır olduğu gibi alırız. Çünkü bu tür bilgiyi aldığımız biricik kaynak, bize sadece bu kadarını veriyor. Ortada bu tür sırları alacağımız başka bir kaynak da yok!
Burdaki, Cin suresindeki -bu iki yerdeki cinlere ilişkin ayetlerin aynı olaya ilişkin olduğu görüşü tercih edilen görüştür- ve Kur'an'ın başka yerlerine dağılmış olan cinlere ilişkin diğer ayetler ve bu cinlerin Kur`an`ı dinlemeleri olayını anlatan hadislerden cinlere ilişkin gerçeklerin bazılarını kavrayabiliriz. Fakat daha ötesine geçemeyiz. O gerçekler şöyle özetlenebilir:
Adı cin olan bir yaratık türü vardır. İblisin Adem'e ilişkin sözlerinden ateşten yaratıldıkları anlaşılmaktadır: "Ben ondan hayırlıyım, beni ateşten yarattın onu çamurdan yarattın." (A'raf suresi, 12) Allah'ın şu sözüne göre de İblis cinlerdendir. "İblis secde etmedi. O, cin kökenli idi ve Rabb'inin buyruğu dışına çıktı." (Kehf suresi, 50)
O yaratıklar; ateşten yaratılma ve Allah'ın İblise -ki o cindir- ilişkin "Çünkü o sizin şeytanı ve adamlarını göremeyeceğiniz yerlerden onlar sizi görürler." (A'raf suresi, 27)
Anlaşıldığı üzere, onların insanı görüp insanların onları görememeleri gibi insanın özelliklerinin dışında başka özelliklere de sahiptirler.
Alıntı ile Cevapla