Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 11:55   Mesaj No:2

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.079
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Zuhruf Suresi Tefsiri

Kuşkusuz insanlık Hz. İbrahim'den önce de tevhid gerçeğini biliyorlardı. Ne var ki insanlığın Nuh, Hud, Salih ve belkide İdris peygamberin, ayrıca bunların dışında geride tevhid ilkesine inanan, onu yaşayan ve onun için yaşayan bir kitle bırakmayan, daha nice peygamberin kanalıyla öğrendiği, tanıdığı bu gerçek ancak Hz. İbrahim'den sonra yeryüzüne kök salmıştır. İnsanlık bu gerçeği İbrahim peygamberden duyunca, ondan sonra kesintisiz olarak sürdürmüştür. Ondan sonra gelen peygamberler zinciri kesintisiz bu görevi yerine getirmiştir. Nihayet İsmail'in soyundan ve kendisine en çok benzeyen son oğlu, peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- kadar sürmüş-tür. Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- tevhid mesajını son, eksiksiz ve evrensel şekliyle duyurmuştur. Tüm hayatın bu ilke etrafında döndüğünü göstermiştir. İnsanın her hareketinde, her düşüncesinde tevhidin izinin olmasına imkan sağlamıştır.
İşte soyundan geldiklerini ileri sürdükleri ataları İbrahim'den bu yana süren tevhid gerçeğinin hikayesi. İşte İbrahim'in kendisinden sonra kalıcı bir hayat düsturu olarak bıraktığı tevhid gerçeği. Ve işte İbrahim'in soyundan birinin kanalıyle bu kuşağa sunulan aynı mesaj. Peki İbrahim'in soyundan geldiklerini, onun dinine uyduklarını ileri sürenler bu mesajı nasıl karşılıyorlar?
Kuşkusuz aradan uzun zaman geçti. Yüce Allah peşpeşe gelen kuşaklarla onların sayılarını arttırdı. Artık kökü eskilere dayanan bir millet olmuşlardı. Bu yüzden ataları İbrahim'in dinini unutmuşlardı. Tevhid (yani Allah'ın birliği) gerçeğine yabancı, onun varlığından habersiz bir toplum haline gelmişlerdi. Bu gerçeği kendilerine getiren peygamberi en olumsuz, en çirkin bir tavırla karşıladılar. Gökten gelen mesajı tutup yeryüzü menşeli kriterlerle ölçtüler. Böylece sahip oldukları tüm ölçüler bozuldu, birbirine karıştı:



29- Doğrusu bunları da, babalarını da kendilerine hak ve hakikatı açıklayan bir peygamber gelinceye kadar geçindirdim.


30- Fakat kendilerine hak gelince. `Bu büyüdür biz onu tanımayız dediler.


31- Ve dediler ki: "Bu Kur'an iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?"


32- Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliliklerini Biz taksim ettik; birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların toplayıp yığdıklarından daha hayırlıdır.


BU DİN ZENGİNLERİN DEĞİL

Ayetlerin akışı Hz. İbrahim'e ilişkin açıklamayı kesiyor ve Kur'an'la muhatap olan Kureyşlilere yöneliyor:
"Doğrusu bunları da, babalarını da kendilerine hak ve hakikati açıklayan bir peygamber gelinceye kadar geçindirdim:'
Sanki Hz. İbrahim'le ilgili açıklamanın kesilmesi ile şöyle denmek isteniyor: İbrahim konusunu bir kenara bırakalım. Çünkü bunların İbrahim'le bir bağları, bir ili kileri yok. Bunlara bakalım, çünkü İbrahim'le aralarında bir benzerlik yoktur. Bunlar ve önceki ataları, çeşitli nimetlerden yararlandırıldılar, toplum olarak kendilerine uzun süre yaşama imkanı tanındı. Tâ ki kendilerine ve Kur'an'ın içerdiği hak mesajı gelene kadar. Kur'an'ın içerdiği hakkı açık ve anlaşılır bir şekilde sunan ve bu konuda Kapalı bir nokta bırakmayan peygamber gelene kadar... ,
"Fakat kendilerine hak gelince; `bu büyüdür biz onu tanımayız dediler.
Gerçek ile büyü kesinlikle birarada olmaz. Çünkü gerçek açıktır, nettir. Ama büyü göz boyayıcılıktır, asılsızdır. Büyünün saçma olduğunu, batıl olduğunu en başta kendileri bilirlerdi. Öte yandan Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinin bu Kur'an'ın gerçek oldu unu bilmemeleri imkansızdı. Ne var ki onlar peşlerine takılan kitleleri kandırıyorlardı ve "Bu Kur an büyüdür diyorlardı. Kelimelerin üstüne basa basa onu inkar ettiklerini duyuruyor "Biz onu tanımayız" diyorlardı. Amaçları, halk kitlelerinin kafasına kendilerinin söyledikleri sözlerden emin oldukları düşüncesini yerleştirmekti. Böylece çeşitli hareketlerle. işaretlerle onları da peşlerine takmaktı. Kitleleri kandırmak amacı ile bu tür yollara tüm zorba yönetimlerde başvurulur. Yönetim kadrolarının üst düzeyinde yer alanlar halk kitlelerinin kendi kontrollerinden çıkıp tevhide (yani Allah'ın birliği ilkesine) sarılmalarından korkarlar. Çünkü bu durumda büyüklük taslayanların birer birer haksız yere işgal ettikleri makamlardan yuvarlanacaklarım, herşeyden yüce ve herşeyden büyük olan Allah'tan başka kimseye kulluk sunulmayacağını, O'ndan başkasından korkulmayacağını bilirler.
Ardından Kur'an-ı Kerim, yüce Allah'ın kendilerine gerçeği ve aydınlatıcı mesajı sunmak üzere Hz. Muhammed'i -salât ve selâm üzerine olsun- seçmiş olmasına karşı çıkarlarken nasıl değer ve ölçüleri birbirlerine karıştırdıklarını anlatıyor:
"Ve dediler ki: `Bu Kur'an iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?"
İki şehirden kasıtları Mekke ve Taif'ti. Kuşkusuz Peygamber efendimiz Kureyş kabilesinin, ardından Haşimoğullarının en seçkin ailesine mensuptu. Bunlar da Araplar arasında üstün bir konuma sahiptiler. Ayrıca Peygamberimizin kendisi de peygamber olarak gönderilmeden önce çevresinde üstün ahlâkı ile tanınırdı. Ancak kabile yapısından kaynaklanan değerlerle övünen bir ortamda bir kabile lideri, bir aşiret başkanı değildi. "Bu Kur'an iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?" diyerek O'nun peygamberliğine itiraz edenler bunu kastediyorlardı.
Oysa yüce Allah peygamberlik görevini kime vereceğini herkesten iyi bilir. O, bu göreve en fazla lâyık olduğunu bildiği kişiyi seçmiştir. Belki de yüce Allah bu dinin, kendi tabiatının dışında bir dayanağının, kendi gerçekliğinden başka bir gücünün olmasını istememiştir. Bu yüzden bu görev için, en büyük ayrıcalığı, meziyeti, ahlâkî olan birini seçmiştir. Bu ise bu dinin tabiatına uygun bir meziyettir. Bu görev için, en belirgin özelliği her türlü maddi dayanaktan soyutlanmak, maddi değerlere önem vermemek olan bir kişiyi seçmiştir. Bu da davanın gerçekliğinde önemli yeri bulunan bir özelliktir. O'nun bir kabile lideri, bir aşiret başkanı, bir makam sahibi, bir servet sahibi olmasını istememiştir. Gökten inen bu davaya yeryüzü menşeli tek bir değer karışmasın diye. Her türlü maddi değerden soyutlanmış kişiliğinin yanısıra davanın tabiatına ters düşen bir başka etken sözkonusu olmasın diye. Bu davanın özüne ihtiraslar bulaşmasın, iffetli görünmek isteyenler ondan kaçınmasın diye.
Ne var ki, dünya zevklerine, yeryüzü kaynaklı değerlere yenik düşen bu toplum, gök menşeli davanın tabiatını kavrayamayan bu millet, Peygamber efendimizin bu görev için seçilmiş olmasına itiraz ediyordu.
"Bu Kur'an iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?" Kur'an-ı Kerim onların Allah'ın rahmetine yönelik bu itirazlarını olumsuz karşılayarak, çirkin bir tutum olarak nitelendirerek cevap veriyor. Çünkü ilahi rahmet kullarından dilediğini bu görev için seçer. Bunun yanısıra onların yeryüzü kaynaklı değerler ile gök menşeli değerleri birbirine karıştırmalarına da tepki gösteriyor ve onların övündükleri değerlerin gerçek mahiyetlerini ve Allah'ın ölçüsündeki ağırlıklarını açıklıyor:
"Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini biz taksim ettik, birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların toplayıp yığdıklarından daha hayırlıdır."
Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Olacak iş değil! Onlar kim, Rabbinin rahmeti kim? Bir kere onlar kendileri için bir şey yapabilecek durumda değildirler. Bizim aralarında öngördüğümüz bir hikmet ve yeryüzünün imarı ve hayat düzeyinin yükselmesi amacıyla belirlediğimiz bir plan uyarınca bölüştürdüğümüz; kendilerine bahşettiğimiz şu yeryüzünün basit, değersiz rızıklarını bile elde etme, varetme gücünden yoksundurlar.
"Dünya hayatında onların geçimliklerini biz taksim ettik. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık."
Dünya hayatında geçinmek için gerekli olan rızık fertlerin yeteneklerine, hayat şartlarına ve toplumsal ilişkilere bağlıdır. Rızkın fertler ve toplumlar arasındaki dağılım oranı, bütün bu etkenlere göre değişiklik gösterir. Rızık oranı ortamdan ortama, çağdan çağa ve toplumdan topluma; düzenleri, ilişkileri ve tüm genel şartları doğrultusunda değişir. Fakat her zaman geçerli olan ve -kitleleri üretim ve tüketime yönlendiren ideolojilere göre yönetilen yapay toplumlarda bile- değişmeyen bir özellik var ki, o da rızık oranının fertten ferde değiştiği gerçeğidir.
Toplumların türlerine ve düzenlerin şekillerine göre rızık oranlarının farklılığını sağlayan nedenler de değişiklik gösterir. Fakat fertlerin rızık miktarlarının farklılığı gerçeği hiçbir zaman değişmez. Hiçbir zaman -yönlendirici ideolojilere göre yönetilen yapay toplumlarda bile- tüm fertlerin rızık bakımından eşit düzeye gelmeleri mümkün değildir:
"Kimini ötekine derecelerle üstün kıldık.
Bütün çağlarda, bütün ortamlarda ve bütün toplumlarda öngörülen bu farklılığın hikmeti de şudur:
"Birbirlerine iş gördürmeleri için."
Kimi insanlar kimilerine iş gördürsün diye. Hayat çarkı dönünce zorunlu olarak bazı insanlar bazılarına iş gördürür. Burada sözkonusu olan iş gördürme, bir sınıfın diğer bir sınıfa, bir ferdin diğer bir ferde üstünlüğü, egemenliği anlamında değildir. Kesinlikle! Bu anlam yüce Allah'ın ebedi sözünün düzeyine ulaşamayan basit ve dar bir anlamdır. Kesinlikle!.. Yüce Allah'ın bu ebedi sözünün ifade ettiği anlam insan topluluklarına egemen olan beşeri rejimlerin bünyelerinde meydana gelen tüm değişikliklerden, tüm gelişmelerden daha kalıcıdır. Gelip geçen şartlardan daha geniş boyutludur... Kuşkusuz bütün insanların bir kısmı bir kısmına iş görür, hizmet eder. Hayat çarkı tüm insanları kendisi ile birlikte döndürüyor, her rejimde ve her türlü şartta bazısını bazısının hizmetine sokar. Bu şartlar rızık elde etmesi ve rızkı bollaştırması için takdir edilmiştir. Bunun tersi de doğrudur. Birisi mal toplar, topladığı maldan yer ve ötekini de bundan yararlandırır. Dolayısıyle her biri ötekinin adına iş görmüş olur, ona hizmet etmiş olur. İşte bunu ötekisine hizmet ettiren, hayat çarkında ötekini bunun hizmetine sokan rızık oranlarındaki bu farklılık gerçeğidir. İşçi mühendise ve işverene hizmet eder. Mühendis işçiye ve işverene hizmet eder. İşveren de mühendise ve işçiye hizmet eder. Sahip oldukları farklı yetenek ve niteliklerle; iş ve rızık oranı açısından birbirlerine göre farklı durumda olmalarıyla herbiri yeryüzünde halifelik görevine hizmet etmektedirler.
Sanırım bazı beşeri ideolojilere mensup kişiler bu ayeti ileri sürerek islama; toplumsal ve ekonomik düzenine saldırıyorlar. Yine sanırım bazı müslümanlar bu ayet karşısında olumsuz yönden kafa sallayıp sanki insanlar arasındaki rızık farklılığını ve bazıları bazılarına hizmet etsin diye rızıklarının farklı olacağını onaylıyor suçlamalarına karşı islamı savunma pozisyonuna giriyorlar.
Sanırım artık müslümanların islama karşı açık ve kesin üstünlük pozisyonunda bir tutum sergilemelerinin zamanı gelmiştir. Saçma sapan suçlamalar karşısında savunma pozisyonuna girmemelidirler. Çünkü islam, varlıklar aleminin öz yaratılışına yerleştirilmiş, gökler, yer ve ikisine egemen olan değişmez ve sarsılmaz yasalar sistemi gibi değişmeyen, kalıcı ve ebedi gerçekleri dile getirir.
İnsanlık hayatının özü ferdi yeteneklerin, her ferdin yapabileceği işin ve bu işin sağlamlığının boyutlarının farklılığı esasına dayanır. Yeryüzündeki halifelik görevi için gerekli olan değişik roller için bu farklılık zorunludur. Bütün insanlar birbirlerinin fotokopisi gibi olsalardı yeryüzünde hayat sürdürmek bugünkü şekliyle mümkün olmazdı. O zaman birçok iş onu yerine getirecek, onu üstlenecek yetenekten yoksun kalırdı. Oysa hayatı yaratan, onun sürekliliğini ve gelişmesini dileyen Allah, üstlenilmesi gereken rollerin farklılığı oranında farklı yetenekler, kapasiteler yaratmıştır. Rollerin farklılığı rızıkların farklılığını gerektirmiştir. İşte temel kural budur. Her ferdin rızık oranının farklılığı ise toplumdan topluma, düzenden düzene değişir. Fakat bu durum, hayatın gelişmesi için zorunlu olan dünya hayatının özü ile uyuşan fıtri kurala ters düşmez. Bu yüzden uydurma ve zorlayıcı doktrinlere mensup olanlar işçi ve mühendisin, asker ile komutanın ücretini -doktrinlerini uygulamaya büyük çaba göstermelerine rağmen eşit düzeyde tutamamışlardır. Yüce Allah'ın şu sözünde ifadesini bulan ilahi yasa karşısında bozguna uğramışlardır. Bu ayet hayatın değişmez kanunlarından birini ortaya koymaktadır.
İşte dünya hayatındaki rızık ve geçim meselesinin özü. Bunun da ötesinde yüce Allah'ın sonsuz rahmeti var:
"Rabbinin rahmeti onların toplayıp yaptıklarından daha hayırlıdır."
Yüce Allah bunun içïn ona layık olduklarını bildiği kimseler arasında dilediği kişiyi seçer. Bununla dünya hayatının nimetleri arasında bir ilişki yoktur. Dünya hayan kaynaklı değer yargıları ile hiçbir bağı mevcut değildir. Çünkü dünya kaynaklı değer yargıları yüce Allah katında çok değersizdirler, önemsizdirler. Bu yüzden dünya nimetlerinden hem iyiler hem de günahkârlar hem salih amel işleyenler hem de kötüler ortaklaşa yararlanırlar. Fakat yüce Allah'ın rahmetinden sadece seçkinler yararlanırlar.

DÜNYA HAYATI, ALTIN VE GÜMÜŞ

Şu dünya nimetleri ve değerleri o kadar basit ve önemsizdir ki, şayet yüce Allah dilese onları kafirlerin üzerine oluk oluk akıtır. Fakat yüce Allah bu durumun insanları Allah'a inanmaktan alıkoyan yanıltıcı, baştan çıkarıcı bir unsur olmasını istemiyor.



33- İnsanlar küfürde birleşen bir tek ümmet olmayacak olsaydı, Rahman'ı inkar edenlerin evlerinin tavanları ve üzerine binip çıkacakları merdivenleri gümüşten yapardık.


34- Evlerinin kapılarını ve üzerlerine yaslanacakları koltukları da hep gümüşten yapardık.


35- ve nice süsler verirdik. Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçici malından ibarettir. Ahiret nimeti ise, Rabbinin katında, Allah'ın azabından sakınıp rahmetine sığınanlara mahsustur.

Evet, işte böyle eğer insanlar kanmasaydı. Hiç kuşkusuz yüce Allah onların zayıf noktalarını ve dünya nimetlerinin kalplerini etkilediğini biliyor. -Büyük ve engin bir rahmete sahip olan Rahman'ı inkar eden kafirlerin- evlerinin tavanlarını gümüşten, merdivenlerini altından yapardı. Onlara birçok kapısı bulunan evler, saraylar verirdi. Oturup yaslanmak için divanlar, süslenip, bezenmek için değerli süs eşyaları verirdi. Yüce Allah, kendisini inkar edenlere bu kadar bol ve hesapsız vermekle gümüşün, altının, süs eşyalarının ve dünya nimetlerinin basitliğini, değersizliğini ortaya koyardı.
"Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçici malından ibarettir."
Bütün bunlar geçici nimetlerdir. Bu dünyadan öteye geçmezler. Dünya hayatına yaraşan nimetlerdir bunlar.
"Ahiret nimeti ise, Rabbinin katında, Allah'ın azabından sakınıp rahmetine sığınanlara mahsustur."
Bunlar Allah'tan korktukları için onun katında saygınlık kazanan kimselerdir. Bu yüzden yüce Allah onlar için bir daha değerli ve daha kalıcı nimetler hazırlamaktadır. Daha dayanıklı ve daha pahalı nimetleri tercih etmektedir onlar için. Onları Rahman'ı inkar edenlerden ayırmaktadır. Rahman'ı inkar edenlere, hayvanlarınkine benzer basit nimetler verilmiştir.
Kuşkusuz yüce Allah'ın kimi zaman örnek verdiği mal, süs eşyası ve yiyecekler gibi dünya hayatının nimetleri bir çok insanı baştan çıkarır. Dünya nimetlerini günahkârların elinde görüp de iyilerin ellerinin boş olduğunu gördüklerinde, veya iyilerin geçim sıkıntısı, meşakkatli bir hayat ve sürekli yoksulluk içinde yaşamalarını sürdürmelerine karşın günahkârların, kötülerin güçlü, kuvvetli, zengin, debdebeli ve etkin bir hayat sürdürdüklerini gördüklerinde akılları başlarından gider, daha çabuk aldanırlar. Yüce Allah bu yanıltıcı durumun insanları derinden etkilediğini biliyor. Fakat yüce Allah bu değerlerin basitliğini ve katındaki önemsizliğini onlara gösteriyor; aynı şekilde katında iyiler, muttakiler için hazırladığı nimetlerin çekiciliğini, kalıcılığını da gösteriyor. Böylece mü'min kalp yüce Allah'ın iyilere ve kötülere ayırdığı nimetlerin gerçek değerini anlıyor, yatışıyor.
Yüce Allah'ın dünya nimetlerinden bir şeye sahip olmayan bir adamı peygamberlik görevi için seçmesine itiraz edenler; insanları sahip bulundukları başkanlık veya mal-mülk gibi değerlerle ölçenler, bu ayetler aracılığı ile önem verdikleri değerlerin basit olduklarını, Allah katında hiçbir değere sahip olmadıklarını görüyorlar. Bunların en kötü insanlara, Allah'ın en fazla öfkelendiği kişilere serildiğini, hiçbir zaman Allah'a yakınlığın göstergesi olmadığını, onun hoşnutluğu anlamına gelmediğini, seçkinliğin ifadesi olmadığını anlıyorlar.
İşte Kur'an meseleleri bu şekilde yerli yerine koyuyor. Dünya ve ahiretteki rızıkların dağılımına ilişkin Allah'ın yasalarını bu şekilde gözlerimizin önüne seriyor. Değerlerin gerçek mahiyetlerini yüce Allah'ın katındaki değişmez şekliyle ortaya koyuyor. Bütün bunları, Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun peygamberliğine ve onun bu görev için seçilmiş olmasına itiraz edenlere nüfuz sahibi ileri gelenlerin önerilerine cevap verirken gündeme getiriyor.
Kur'an-ı Kerim değişmeyen, sarsılmayan temel kuralları, evrensel gerekleri bu şekilde kökleştiriyor. Hayattaki gelişmeler, düzen değişiklikleri, ideolojik farklılıklar ve değişik ortamlar bunları etkilemezler. Çünkü hayata egemen olan değişmez kanunlar vardır. Hayat bu kanunların etkinlik alanında hareket eder. Ama hiçbir zaman bu kanunların çerçevesinin dışına çıkamaz. Değişmez gerçekleri bir yanâ bırakarak kendilerini değişken dış görünüşe kaptıranlar, hayatın katı ve değişmez yönleri ile sürekli gelişen yönlerine ilişkin değişmez ve değişken kuralları birlikte içeren bu ilahi yasayı anlayamıyorlar. Değişim ve gelişim kuralının varlıkların biçimini kapsadığı gibi özünü de kapsadığını sanıyorlar. Bu yüzden sürekli gelişim kuralının, herhangi bir meselede değişmez bir kuralın olmasına engel olduğunu ileri sürüyorlar; sürekli evrim, kesintisiz gelişim yasasının dışında değişmez bir yasanın varlığını inkar ediyorlar. Onların değişmediğine inandıkları tek kanun işte bu sürekli gelişim kanunudur!
İslam inanç sistemine inanan bizler ise, yüce Allah'ın vurguladığı şekliyle birbirini zorunlu kılan değişmezlik ve değişkenliği aynı anda içeren ilahi yasayı doğrulayan kanıtları evrenin her köşesinde, hayatın her tarafında, bizzat pratik hayatımızla görümüz. Birbirini gerekli kılan değişmezlik ve değişkenliğin gözümüzün önündeki en yakın örneği insanlar arasındaki rızık dağılımının farklılığına ilişkin değişmezlik kuralı ile, düzenlere ve toplumlara göre farklılık gösteren rızıkların oranlarının ve sebeplerinin değişkenliği kuralıdır. Birbirini gerekli kılan değişmezlik ile değişkenliğin bunun dışında daha birçok örnekleri vardır.

İNKARCILARIN DOSTU ŞEYTAN

Dünya hayatının nimetlerinin önemsizliği, Allah katındaki Değersizliği, bunun yanında yüce Allah'ın bu nimetlerden günahkârlara vermesinin onların Allah katında saygın bir konuma sahip oldukları anlamına gelmediği, onların azaptan kurtulacaklarını göstermediği ve Rabbinin katındaki ahiret nimetlerinin Allah'tan korkanlar için olduğu açıklandıktan sonra, ayetlerin akışı, dünya nimetlerini bolca elde ederken, kör gibi Allah'ın ayetlerini göremeyen ve ahirette Allah'tan korkanlar için hazırlanan kalıcı nimetleri elde etmelerini sağlayacak Allah'a kulluk sunmaktan kaçınan bu adamların akıbetlerini gözlerimizin önüne seriyor:



36- Kim Rahman'ın Kur'an'ından yüz çevirirse ona, bir şeytanı arkadaş veririz ve o şeytan artık onun ayrılmaz dostudur.


37- O şeytanlar bunları doğru yoldan çıkardıkları halde bunlar doğru yolda olduklarını sanırlar.


38- O şeytanın dostu bize geldiği zaman arkadaşına: "Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı" der. Meğer ne kötü arkadaşmış.


39- İkinizde zalim olduğunuz için bugün pişman olmanız size hiçbir fayda vermeyecektir. Çünkü siz azapta ortaksınız.

Ayetin orjinalinde geçen "Aşiyy" kelimesi, gözün göremeyecek kadar kamaşması anlamına gelir. Bu durum genellikle parlak bir ışıkla karşı karşıya kalındığında sözkonusu olur ki, o zaman göz herhangi birşey göremez olur. Veya karanlık bir ortama girildiğinde benzeri bir kamaşma meydana gelir ki, görme yeteneği zayıflamış gözler böyle bir ortamda ortalığı seçemezler. Kuşkusuz bu durum bir hastalıktan da kaynaklanmış olabilir. Burada güdülen amaç ise, onların körlüğünü ve Rahman'ı anmaktan kaçınmalarını vurgulamaktır. Allah'ın varlığını hissetmelerini, vicdanda onun gözetiminin farkında olmalarını sağlamaktır:
"Kim Rahman'ın Kur'an'ından yüz çevirirse ona, bir şeytanı arkadaş veririz ve o şeytan artık onun ayrılmaz dostudur."
Yüce Allah'ın iradesi insanın yaratılışı ile ilgili olarak bu hususu öngörmüştür: İnsan Allah'ı anmaktan uzaklaştığı onun varlığını unuttuğu zaman şeytanın onu kontrolü altına almasını, onu istediği gibi yönlendirmesini, ona vesvese veren kötü bir arkadaş olmasını, kötülüğü süslü, çekici göstermesini gerektirmiştir. Bu ayetteki şart ve cevabı yüce Allah'ın değişmez genel iradesini ifade etmektedirler. Bu iradeye göre sebebin ortaya çıkması ile birlikte sonuçta hemen ortaya çıkar. Yüce Allah sonsuz ilmine göre bu şekilde karar vermiştir.
Şeytanlardan bu kötü arkadaşların görevi, arkadaşlarını Allah'ın yoluna girmekten alıkoymaktır. Öte yandan bu arkadaşlar kendilerini Allah'ın yolunda sanmaktadırlar:
"O şeytanlar bunları doğru yoldan çıkardıkları halde bunlar doğru yolda olduklarını sanırlar."
Bir arkadaşın arkadaşa yapabileceği en büyük kötülük budur. Arkadaşın: hedefe ulaştıran biricik yoldan alıkoymasıdır, sonra da ayılmasına veya sapıklığının farkına varıp tevbe etmesine fırsat vermemesidir. Tersine, hedefe ulaştıran. doğru ve düz yolda yürüdüğünü telkin etmesi, böylece can yakıcı akıbete yuvarlatmasıdır en büyük kötülük.
Ayetteki fiillerin "Yesuddünahum" "Yahsabune" şeklinde geniş zaman kipi ile kullanılmaları, her zaman varolan, herkesin görebileceği şekilde kesintisiz olarak yapılan bir eylemi tasvir ediyor. Ama sadece, farkında olmadan bir tuzağa doğru sürüklenen sapıklar bu gerçeği görmezler.
Ve birden acı akıbetleriyle karşı karşıya kalışlarını seyrediyoruz. Ne yapacaklarını bilmeyecek durumdadırlar.
"O, şeytanın dostu bize geldiği zaman arkadaşına `Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı' der. Meğer ne kötü arkadaşmış."
Ve işte bir göz açıp kapama anı kadar kısa bir sürede bu dünyadan ahirete geçiyoruz. Hayat şeriti şaşırtıcı bir şekilde sarılıyor ve körler (Rahman'ı anmaktan kaçınan, gözleri kamaşan kafirler) beklemedikleri bir sırada ansızın yolun sonuna geliyorlar. Tam bu sırada tıpkı bir sarhoşun ayılması gibi ayılıyorlar. Kamaşıp birşey göremez duruma geldikten sonra şimdi gözlerini açıyorlar. Bu sırada aralarında biri sapıklığı kendisine süslü, çekici gösteren, doğru yolda olduğunu telkin eden kötü arkadaşına bakıyor, kendisini yokoluş yoluna doğru sürükleyen ama sonuçta kurtulacağını kulağına fısıldayan kötü arkadaşına bakıyor ve öfkeyle şunları söylüyor: "Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı". Keşke hiç karşılaşmasaydık. Aramızda bu kadar çok uzaklık olsaydı da buluşmasaydık!
Kur'an-ı Kerim, yokedici bir azapla karşı karşıya kalan arkadaşın öteki arkadaşa söylediği söz üzerine şu değerlendirmede bulunuyor:
"Meğer ne kötü arkadaşmış."
Sahnenin perdesi hepsinin üzerine inerken her iki arkadaş için de korkunç bir felaketin ifadesi olan şu sözler kulağımızda çınlıyor:
"İkiniz de zalim olduğunuz için bugün pişman olmanız size hiçbir fayda vermeyecektir. Çünkü siz azapta ortaksınız."
Azabı eksiksiz olarak tadacaklar. Ortak olmaları azabın şiddetini azaltmaz. Ortaklar bu azabı aralarında bölüştürmeyecekleri için azabın etkisinin azalması sözkonusu değildir.

SAĞIRLARA SEN Mİ DUYURACAKSIN?

Bu aşamada surenin akışı, onları bir kenara bırakıyor; bu iç karartıcı, bu sıkıntılı sahnede birbirlerini suçlayarak, birbirlerine söverek acılar içinde kıvranır durumda kendi hallerine bırakıyor. Ve hitabı Peygamber efendimize yöneltiyor; bir grup insanın uğradığı bu iç karartıcı akıbet karşısında onu teselli ediyor;
kendisini dinlemekten kaçınmaları, getirdiği dini inkar etmeleri karşısında ona destek veriyor; kendisine vahiy yoluyla bildirilen hak içerikli mesajı duyurmakta ısrarlı olmasını telkin ediyor; bütün peygamberlerin sunduğu mesajın özünde bu değişmez, bu eski, bu kalıcı gerçeğin yeraldığını bildiriyor:


40- Ey Muhammed! Sen mi sağırlara işittireceksin, yahut kör ve apaçık sapıklıkta olanı doğru yola ileteceksin?


41- Eğer biz seni alıp götürürsek (vefat ettirirsek) onlardan intikam alacağız.


42- Yahut onları tehdit ettiğimiz şeyi sana gösteririz. Bizim onlara gücümüz yeter.


43- Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Zira sen, dosdoğru yoldasın. 44- Doğrusu bu Kur'an sana ve ümmetine bir öğüttür, ondan sorumlu tutulacaksınız.


45- Senden önce gönderdiğimiz peygamberlere sor. Biz Rahman olan Allah'tan başka tapılacak tanrılar mı yapmışız?

Bu mesaj, kimi olumsuz tutumlar karşısında Peygamber efendimizi teselli etmek, hidayet ve sapıklığın mahiyetini açıklamak, bunları bütünüyle Allah'ın iradesine ve kapsamlı planına bağlamak, her ikisini de peygamberlerin görev ve yetkilerinin sınırlarının dışına çıkarmak amacı ile Kur'an'da sık sık tekrarlanır. Bu tekrardan güdülen bir diğer amaç da: peygamberlik kurumu ile somutlaşan en yüksek düzeyde insanoğlunun sınırlı gücünün etkinlik alanı ile sınırsız ilahi gücün etkinlik alanını birbirinden kesin çizgilerle ayırmaktır. Tevhidin (yani Allah'ın birliğinin) anlamını en ince, en duyarlı şekliyle ve en latif, en şeffaf yerinde pekiştirmektir:
"Ey Muhammed! Sen mi sağırlara işittireceksin, yahut kör ve apaçık sapıklıkta olanı doğru yola ileteceksin?"
Aslında onlar ne sağırdırlar ne de kördürler. Sadece sağır ve körler gibi sapıklıkta yüzüyorlar. Hidayete yönelik çağrıya kulaklarını tıkıyorlar. Doğru yolun işaretlerini görmemek için gözlerini kapıyorlar. Peygamberin görevi ise dinleyene dinletmektir. Görene göstermektir. Onlar organlarını devre dışı bırakıyorlarsa, kalplerinin ve ruhlarının açık pencerelerini tıkıyorlarsa, peygamberin onları doğru yola iletmesi mümkün olmayacaktır; sapıklık içinde yüzmelerinin sorumluluğu da peygambere ait değildir. Çünkü peygamber elinden geldiği ve gücünün yettiği kadariyle görevini yerine getirmiştir.
Peygamber sınırları belirlenmiş görevini yerine getirdikten sonra işe yüce Allah el koyuyor:
"Eğer biz seni alıp götürürsek (vefat ettirirsek) onlardan intikam alacağız."
"Yahut onları tehdit ettiğimiz şeyi sana gösteririz. Bizim onlara gücümüz yeter."
Mesele bu iki şıkkın dışında değerlendirilemez. Şayet yüce Allah peygamberini katına alacak olsa, onu yalanlayanlardan intikam almayı üstüne almış olur. Eğer kavmine yönelik tehdit gerçekleşene kadar yaşamasını öngörmüşse, hiç kuşkusuz yüce Allah tehditleri gerçekleştirme gücüne sahiptir. Onlar buna engel olacak değillerdir. Her iki durumda da mesele yüce Allah'ın iradesine ve gücüne dönüktür. Çünkü davanın sahibi O'dur. Peygamber, sadece O'nun mesajını duyuran bir elçidir.
"Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Zira sen, dosdoğru yoldasın."
Sana vahyedilen kitabın içerdiği prensiplere sarıl, bu prensipleri ısrarla uygula. Kendi yolunda yürü ve onların şu anda ne yaptıklarına ve gelecekte ne yapacaklarına aldırma. Güven içinde kendi yolunda yürü: "Zira sen dosdoğru yoldasın..." Bu yol seni yanıltmaz, saptırmaz, bu yoldâ yürürsen hedefini kaybetmezsin.
Bu inanç sistemi; büyük evrensel gerçekle bağlantılıdır. Şu varlıklar aleminin dayandığı yasalar sistemi ile uyum içindedir. Bu inanç sistemi varlıklara egemen olan evrensel yasalar sisteminin etkinlik alanının dışına çıkmaz, ondan ayrılmaz. Bu inanç sistemi kendisine bağlananı, güvenli bir yolculuk sonucu direkt varlıklar aleminin yaratıcına götürür.
Yüce Allah bu gerçeği vurgulayarak peygamberine moral veriyor, güven aşılıyor. bu aynı zamanda dosdoğru yoldan sapanların türlü eziyetleri ile, inatları ile karşılaşsalar bile, peygamberimizden sonra davet görevini üstlenen davetçilere de bir mesajdır. Onlara da güven aşılama amacına yöneliktir.
"Doğrusu bu Kur'an sana ve ümmetine bir öğüttür. Ondan sorumlu tutulacaksınız."
Bu ayet, şu iki anlama da gelebilir:
Birincisi: Bu Kur'an sana ve kavmine yönelik bir hatırlatmadır. Kıyamet günü bu hatırlatma esas alınarak sorguya çekileceksiniz. Bu hatırlatmanın dışında bir gerekçeye de ihtiyaç yoktur.
İkincisi: Bu Kur'an senin ve senin kavminin adını, şanını yükseltmektedir. Nitekim bu anlam fiilen gerçekleşmiştir.
Bindörtyüz yıldan beri sabahtan akşama kadar milyonlarca dudak peygamber efendimize salat ve selam okumaktadır, sevilen, özlem duyulan bir dost gibi adını anmaktadır. Uzun zamandan beri milyonlarca gönül onun özlemiyle, onun sevgisiyle çırpınmaktadır. Bu durum kıyamet gününe kadar sürecektir.
Peygamber efendimizin kavmi olan Araplara gelince, bu Kur'an geldiği zaman dünya onların varlıklarının farkında bile değildi. Farkında olsalar bile hayat içinde sıradan bir toplum olarak algılanırlardı. İnsanlık tarihinde en büyük rolü üstlenmeleri bu Kur'an sayesinde olmuştur. Dünyanın karşısına bu Kur'an'la çıkmış, bununla tanınmışlardı, bu Kur'an'a sıkı sıkıya sarıldıkları sürece uzun zaman dünyaya hükmetmişlerdi. Fakat bu Kur'an'dan uzaklaşınca yeryüzü onları tanımaz oldu. Dünya onları küçümsedi. Daha önce kafilenin önünde giden önderler konumundayken şimdi kafilenin en gerisine düşmüşlerdir.
Hiç kuşkusuz bu, ağır bir sorumluluktur. Yüce Allah dininin taşıyıcıları, paramparça olmuş insanlık kafilesinin öncüleri olarak seçtiği bir ümmeti emanetin gereğini yerine getirmezse bu sorumluluğundan dolayı hesaba çekecektir. "Sorumlu tutulacaksınız..."
Bu son anlam daha geniş boyutlu ve daha kapsamlıdır. Ben de bu ikinci anlama eğilimliyim:
"Senden önce gönderdiğimiz peygamberlere sor. Biz Rahman olan Allah'tan başka tapılacak tanrılar mı yapmışız?"
İlk peygamberden itibaren insanlığa sunulan Allah'ın biricik dininin değişmez temeli tevhiddir. Peki Rahman'ın dışında tapılacak tanrılar edinenler bu davranışlarıyla neye dayanıyorlar?
Kur'an-ı Kerim bu gerçeği burada eşsiz bir tabloda sunuyor. Bu tabloda Peygamber efendimizin kendisinden önceki peygamberlere bu meseleyi soruyor: "Biz Rahman olan Allah'tan başka tapılacak tanrılar mı yapmışız?" Bu sorunun çevresindeki atmosferde bütün peygamberlerin verdikleri kesin cevap yankılanıyor. Gerçekten de bu, benzersiz bir tablodur. Kalpler üzerinde derin etki bırakan, çeşitli işaretler içeren, anlamlı bir ifade tarzıdır.
Bir kere Peygamber efendimizle, ondan önceki peygamberler arasında zaman ve mekan açısından uzun mesafeler var. Öte yandan arada zaman ve mekana ilişkin mesafelerden çok daha uzun olan ölüm ve hayat mesafesi var. Ancak bu mesafelerin tümü bu kalıcı, bu sürekli gerçek karşısında; tevhid ilkesi üzerine kurulan tüm dinlerin birliği gerçeği karşısında ortadan kalkıyorlar. Zaman, mekan, ölüm, hayat ve bunun gibi değişken dış görünüşe ilişkin mesafeler ortadan kalkınca bu gerçek hemen ön plana çıkar. Zaman boyunca gelmiş geçmiş bütün ölüler ve diriler birbirlerini anlayarak birbirlerini tanıyarak bu gerçek etrafında buluşurlar. İşte şu Kur'an ayetinin oluşturduğu latif ve hayret verici atmosfer...
Öte yandan Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- ve diğer peygamber kardeşleri açısından Rabbleri ile aralarında uzak veya yakın diye birşey sözkonusu olamaz. Aralarında her zaman o dolaysız iletişim vardır. Bu iletişim esnasında bütün engeller bertaraf edilir, bütün sedler yıkılır. Evrensel gerçek her türlü örtüden soyutlanmış olarak ortaya çıkar. İnsanın iç aleminin, varlık bütününün, varlık bütününde yeralan canlı cansız varlıkların gerçek mahiyetleri olanca çıplaklığı ile ortaya çıkar. Hiçbir şekilde birbirinden kopmayan birlik gerçeği tecelli eder. Artık zaman engeli, mekan engeli, biçim engeli, görüntü engeli ortadan kalkmıştır. Bu noktada Peygamber efendimiz soruyor ve hiç bir engelle karşılaşmaksızın, arada bir perde olmaksızın kendisine cevap veriliyor. Nitekim peygamberimizin olağanüstü gece yolculuğunda (İsra) ve göğe yükselişinde -mirac gecesinde- böyle olmuştur.
Doğrusu bu tür konularda, hayatımızda alışageldiğimiz iletişim biçimleriyle fazlasıyla bağlı kalmamamız gerekiyor. Çünkü bu alışageldiğimiz iletişim biçimleri genel kanun değildirler. Biz, varlıklar alemine hükmeden yasanın bir yönünü keşfettiğimiz zaman sadece varlık bütününün bazı görünümlerini ve bazı etkilerini kavrayabiliriz. çünkü varlıklar alemini bütünüyle kavramamızı önleyen, bizzat bedensel yapımızdan, duyu organlarımızdan ve bunların neden olduğu alışkanlıklarımızdan kaynaklanan engeller vardır. Fakat ruhun bu tür engellerden ve perdelerden soyutlandığı anda, insanın yalın gerçeği ile herhangi bir varlığın yalın gerçeği, bir bedenin bir başka bedenle buluşmasından çok daha kolay buluşur.
Peygamber efendimizin kavminin ileri gelenlerinden, onun peygamberlik görevi için seçilişine karşı çıkanların itirazları ve dünya hayatının batıl değerleri ile övünmeleri karşısında Peygamber efendimizi teselli amacı ile yeralan bu ayetlerin akışı içinde, Hz. Musa -selâm üzerine olsun- Firavun ve kurmaylarının kıssasından bir bölüm sunuluyor. Bu bölümde Firavun'un tıpkı "Bu Kur'an iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?" diyen Kureyş müşriklerinin övündüğü değerlerle övünüyor. Sahip bulunduğu mal ve iktidarla büyüklük kompleksine kapılıyor ve gururla, kibirle etrafındakilere soruyor: "Ey kavmim Mısır mülkü ve şu altımdan akıp giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?" Allah'ın kulu ve peygamberi Musa'ya karşı böbürleniyor, şişiyor. Musa yeryüzü menşeli makamlardan, dünya malından yoksun olduğu için, Firavun şunları söylüyor: "Yoksa ben, kendisi zayıf ve neredeyse söz anlayamayacak durumda olan şu adamdan daha hayırlı değil miyim?" Sonra Kureyş müşriklerininkine benzer bir örnek bulunuyor: "Ona altın bilezikler verilmeli, yahud yanında kendisiyle beraber yardımcı melekler gelmeli değil miydi?"
Sanki birbirlerinin kopyası. Ya da durmadan tekrarlanan bir plak gibi. Ardından, Hz. Musa'nın kendilerine gösterdiği olağanüstü mucizelere, başlarına gelen sınama amaçlı musibetlere ve Rabbine yalvarıp musibetleri geçiştirmesini istemesi için Musa'dan yardım istemelerine rağmen ezilen, horlanan, aşağılanan, aldatılan kitlelerin nasıl Firavun'a boyun eğdikleri, dediklerini onayladıkları açıklanıyor.
Sonra, apaçık bir duyuru ile ellerindeki tüm bahaneler geçersiz kılındıktan sonra ne tür bir akıbete uğradıkları vurgulanıyor: "Bizi öfkelendirince onlardan intikam aldık, böylece hepsini suda boğduk." "Böylece onları, sonrakiler için hem bir örnek, hem de bir ibret yaptık."
Şu Kureyşliler de onlardan sonra gelmişler, ama onların akıbetlerinden ders almıyorlar, düşünmüyorlar!
Hz. Musa ve Firavun kıssasının bu bölümünün sunuluşunda yüce Allah'ın insanlara gönderdiği dinin, bu dinin öngördüğü hayat sisteminin ve bu dini hayata egemen kılmak için izlenecek yolun birliği gerçeği ön plana çıkmaktadır. Bunun yanısıra, hak çağrısı karşısında ileri gelenlerin, tağutların tipik tepkileri, yer
yüzünün basit ve değersiz malı ile övünmeleri, bir de tarih boyunca ileri gelenler ve tağutlar tarafından küçümsenen, horlanan halk kitlelerinin karakterleri belirginleşmektedir.



HZ. MUSA, FİRAVUN VE HAL


46- Andolsun biz Musa'yı da ayetlerimizle Firavun'a ve ileri gelen adamlarına gönderdik: "Ben alemlerin Rabbinin elçisiyim" demişti.


47- Onlara ayetlerimizi getirince, birden bire onlarla alay etmeye koyuldular.

Burada, Hz. Musa ile Firavun arasında gerçekleşen ilk buluşma anı, bu konuda kıssanın sunuluşu ile amaçlanan esas noktaya bir hazırlık olsun diye kısa bir giriş şeklinde sunuluyor. -Kıssanın sunuluşu ile güdülen amaç Firavunun HZ. Musa'nın peygamberliğine itiraz edişinin gerçekleri ve değer yargıları ile Arap müşriklerinin Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- peygamberliğine itiraz edişlerinin gerekçéleri ve değer yargıları arasındaki benzerliği vurgulamaktır-. Bu giriş bölümü aynı zamanda Hz. Musa'nın sunduğu mesajı gerçek mahiyetini de özetlemektedir: "Ben alemlerin Rabbi'nin elçisiyim' demiştir." Bu, bütün peygamberlerin getirdikleri gerçeğin kendisidir. Her peygamber Ben "elçiyim", beni gönderen "alemlerin Rabb'idir" demişlerdir.
Ayrıca kısa ifadelerle Hz. Musa'nın sunduğu ayetlere de işaret ediliyor. Bu işaret, adı geçen toplumun bunlara karşı takındığı tavırla son buluyor: "Birden bire onlarla alay etmeye koyuldular." Büyüklük taslayan cahillerin her zaman yaptıkları gibi.
Bu işareti, yüce Allah'ın Firavun ve devlet erkanının başına getirdiği musibetlere yönelik bir işaret izliyor. Bunlar başka surelerde ayrıntılı olarak anlatılmışlardır:

48- Onlara gösterdiğimiz her mucize diğerinden daha büyüktü; doğru


yola dönmeleri için onları azaba uğrattık.


49- Azabı görünce: "Ey büyücü, bizim için Rabb'ine dua et, sende bulunan ahdin hürmetine bizi bağışlamasını dile, artık yola geleceğiz" dediler.


50- Fakat biz onlardan azabı kaldırınca sözlerinden dönmeye başladılar.

Görüldüğü gibi Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- gösterdiği mucizeler onların inanmalarını sağlayamıyor. Üstelik bu ayetler peşpeşe gösteriliyor ve herbiri diğerinden daha büyük ve daha etkileyicidir. Hiç kuşkusuz onların bu tutumu yüce Allah'ın birçok surede geçen ve somut mucizelerin doğru yolu bulmaya yatkın olmayan bir kalbi hidayete getiremeyeceği, peygamberin sağırlara mesajım işittiremeyeceği, gerçeği körlere gösteremeyeceği anlamına gelen sözünü doğrulamaktadır.
Burada ilginç olanı Kur'an-ı Kerim'in aktardığı Firavun ve devlet erkanının şu sözleridir: "Ey büyücü, bizim için Rabbine dua et, sende bulunan ahdin hürmetine bizi bağışlamasını dile, artık yola geleceğiz." Musibetle yüzyüze gelmişler. Başlarındaki belayı kaldırması için Musa'dan yardım istiyorlar, ona yalvarıyorlar. Buna rağmen ona "Ey büyücü" diyorlar. Aynı şekilde "Bizim için Rabbine dua et, sende bulunan ahdin hürmetine..." diyorlar. Oysa Musa, onlara ben "alemlerin Rabbinin" elçisiyim, diyor. Alemlerin Rabbi, sadece onun Rabbi değil. Ne var ki, ne somut mucize, ne de peygamberin sözleri onların taşlaşmış kalplerine etki etmiyor. "Artık yola geleceğiz" demelerine rağmen, içlerinde imanın yumuşaklığından eser yok.
"Fakat biz onlardan azabı kaldırınca sözlerinden dönmeye başladılar."
Şu da var ki, kitleler somut mucizelerden etkilenebilirler. Gerçek, onların kandırılmış gönüllerine yol bulabilir. Bu sırada Firavun tacıyla, tahtıyla, saltanatıyla, göz kamaştırıcı süsleri ve ihtişamı içinde görünüyor. Yüzeysel mantığıyla sıradan halk kitlelerinin aklını çeliyor. Firavunun mantığı yüzeyseldir ama, baskıcı zorba yönetimlerde kul-köle haline getirilmiş, kibire, şatafata konan kitlelér nezdinde geçerli olan bu mantıktır.


51- Firavun kavmine şöyle seslenip dedi ki: "Ey kavmim, Mısır mülkü ve şu altından akıp giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?


52- "Yoksa ben, kendisi zayıf ve neredeyse söz anlatamayacak durumda bulunan şu adamdan daha hayırlı değil miyim?"


53- "Ona altın bilezikler verilmedi, yahud yanında kendisiyle beraber yardımcı melekler gelmeli değil miydi?"


54- İşte Firavun bu şekilde kavmini küçümsedi. Onlar da ona boyun eğdiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavimdi.

Mısır mülkü ve Firavun'un ayaklarının altından akan nehirler halk kitlelerinin gözleriyle gördükleri ve görkeminden etkilenip büyüklendikleri şeylerdi. Onlara işaret edilmiş olması kitleleri etki altına alıp isteneni kabul ettirmek için yeterliydi. Fakat göklerin, yerin ve her ikisinin arasındaki varlıkların oluşturduğu olağanüstü mülkü -ki Mısır mülkü bu mülk içinde hiçbir değer ifade etmez- hissetmek için, onunla Mısır'ın basit ve değersiz mülkünü yerli yerine koymak, gerçek değerlerini vermek için mü'min kalpler gereklidir.
Görkemli, şatafatlı yıldızlı şeyler, köleleştirilmiş, tağutların kulu haline getirilmiş, çeşitli entrikalarla aldatılmış halk kitlelerinin gözünü kamaştırır. Aklını ve kalbini bunların aldatıcı etkisinden kurtarıp ta uçsuz bucaksız evren mülkünü düşünemez, olurlar.
Bu yüzden Firavun bu gönüllerin tellerine nasıl dokunacağını, onları yalın, yaldızlı ve şatafatlı mülküyle baştan çıkaracağını bilmişti.
"Yoksa ben, kendisi zayıf ve neredeyse söz anlatamayacak durumda bulunan şu adamdan daha hayırlı değil miyim?"
Bununla Hz. Musa'nın bir kral, bir emir, gözle görülür bir servet ve güç sahibi olmadığını kastediyor. Belki de bununla, onun kul-köle haline getirilmiş, horlanmış halka, yani İsrailoğullarına mensup olduğuna işaret ediyor. "Neredeyse söz anlatamayacak durumda bulunan şu adam" sözüyle de Mısır'dan çıkmadan önce, Musa'nın dilindeki tutukluğu istismar etmek istiyor. Yoksa Hz. Musa yüce Allah'a dua edip "Ya Rabbi gönlümü genişlet, görevimi kolaylaştır. Dilimin düğümünü çöz." (Taha suresi, 25-27) diye yalvarınca yüce Allah duasını kabul etmişti. Dilindeki düğüm çözülmüş, açık ve meramını anlatabilecek şekilde konuşur olmuştu.
Kuşkusuz kandırılmış, sıradan halk kitlelerine göre, Mısır'ın mülküne sahip olan, ülkesinde baştan başa nehirler akan Firavun, gerçek sözü söylemesine, peygamberlik makamında olmasına ve insanı azaptan kurtulmaya çağırmasına rağmen Musa'dan -selâm üzerine olsun- daha hayırlı olacaktır(!).
"Ona altın bilezikler verilmeli değil miydi?"
Evet! Şu basit ve değersiz süsleri altından bilezikleri, bir peygamberin peygamberliğinin doğruluk ölçüsü olarak görüyorlar. Onlara göre altın bilezikler, yüce Allah'ın saygın peygamberini desteklemek amacı ile sunduğu birçok mucizeye denktir. Belki de altın bileziklerle onun krallık tacını giymiş olmasını kastediyor. Çünkü o günkü gelenekleri böyleydi. Buna göre peygamber mülk ve saltanat sahibi olmalıydı!
"Yahud yanında kendisiyle beraber yardımcı melekler gelmeli değil miydi?"
Bu da bir başka itiraz. bir başka açıdan çekiciliği var bunun. Halk kitleleri bu yanıltıcı itiraza kanıyorlar. Aynı zamanda bu, ilgi uyandıran, sık sık tekrarlanan ve birçok peygambere karşı kullanılan bir itirazdır.
Zorbaların, tağutların halk kitlelerinin aklını çelmesinde, dolayısıyle aşağılayıcı davranışlar sergiletmesinde şaşılacak birşey yok. Öncelikle zorbalar halk kitlelerini bilgi edinme yollarından yoksun bırakırlar. Gerçekleri örtbas edip bunları unutmalarını sağlarlar. Bu alanda objektif bir araştırmaya izin vermezler. Bilinçlerini diledikleri gibi şartlandırırlar. Öyle ki bir süre sonra ruhları bu yapay etkenlere göre biçimlenir. Bundan sonra akıllarının çelinmesi kolaylaşır. Onları yönlendirmek çok rahat olur. Rahatlıkla onları bir sağa bir sola çevirip dururlar.
Kuskusuz halk kitleleri dosdoğru yürümeyen, Allah'ın ipine sarılmayan, eşya ve olayları iman terazisiyle ölçmeyen kimseler yani yoldan çıkmış fasıklar olmasalar tağutlar, diktatörler bunu yapamazlar. Mü'minleri ise, kandırmak, akıllarını çelmek, yele kapılmış bir tüy gibi onlarla oynamak son derece güçtür. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim, halk kitlelerinin Firavun'u onaylamalarını bu açıdan yorumluyorlar ve şöyle diyor:
"İşte Firavun bu şekilde kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavimdi."
"İşte Firavun bu şekilde kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavimdi "
Ve sınama, uyarma, gerçekleri gösterme aşaması sona eriyor. Artık yüce Allah onların inanmayacaklarını biliyor. Mü'minlere yönelik baskılar artmış, halk kitleleri, büyüklenen, gurura kapılan Firavun'a boyun eğmiş, Allah'ın ayetlerinden, gerçeği gösteren belgelerden, nurdan kaçınmış, gözlerini koparmıştır. Böylece yüce Allah'ın sözü yerine gelmiş; tehdidin gerçekleşme zamanı gelmiştir:



55- Bizi öfkelendirince onlardan intikam aldık, böyle hepsini suda boğduk.


56- Böylece onları, sonrakiler için hem bir örnek, hem de bir ibret yaptık.

Burada yüce Allah intikam alışından, kafirleri yerle bir edişinden sözediyor; böylece onların bu tutumları karşısında ne kadar öfkelendiğini, nasıl gazaplandığını gösteriyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bizi öfkelendirince" Yani bizi çok kızdırınca: "Onlardan intikam aldık, böylece hepsini suda boğduk." Yani Firavun'u, saray mensuplarını, ileri gelenleri ve Firavun'un ordusunu suda boğduk. Bunlar Musa ve kavmini izlerken suda boğuldular. Yüce Allah onları daha sonra gelecek her zalim için bir örnek haline getirdi: "Böylece onları sonrakiler için bir örnek yaptık." Onlardan sonra gelen toplumların ders alacakları bir ibret tablosu yaptık. Bu toplumları onların kıssalarını öğrenip, kendileri için dersler çıkarırlar.
Böylece Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- kıssasından sunulan bölüm Arapların kendilerine gönderilen saygın peygamberleri karşısında takındıkları tavrı sergileyen ve aralarında benzerlik bulunan bu bölümle aynı noktada buluşuyor. Bu yüzden Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- ve onun çevresinde bulunan mü'minler moral buluyorlar. Kur'an-ı Kerim bu kıssayı sunmakla bir anlamda Allah'ın ayetlerinden yüz çeviren müşrikleri sakındırıyor, kendilerinden önce aynı tavrı takınan toplumların başına gelen akıbetin benzeri bir felaketle onları uyarıyor...
Kıssanın sunuluşundaki gerçek, kıssadan sunulan bölüm ile fiili durum ve bu durumla ilgili olarak bu bölümün sunuluşu ile güdülen amaç arasındaki ahenk aynı noktada buluşuyor. Böylece kıssa, hikmetlerle dolu ilahi hayat sisteminde bir eğitim aracı işlevini görüyor.
Bunun ardından Arapların meleklere kulluk sunuşları ve bazı kitap ehli toplulukların İsa Mesihe tapmaları ile ilgili tartışmaya girişmeleri münasebetiyle surenin akışı Hz. Musa'nın kıssasından alınan bu bölümden Hz. İsa'nın kıssasından bir bölüme geçiyor. Bu da surenin son dersini oluşturuyor.
Surenin bu son dersinde, yine onların meleklere tapmaya ilişkin efsaneleri anlatılıyor. Bununla ilgili olarak onların çıkardıkları bir tartışma gündeme getiriliyor. Burada onlar dayanaksız, boş inançlarını savunuyorlar. Fakat amaçları gerçeği bulmak değildir. Asıl amaçları tartışmak, yalan yanlış düşüncelerde ısrar etmektir!
Onlara: "Siz ve Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız sözde ilahlar, cehennem odunusunuz." (Enbiya suresi, 98.2) denildiği zaman... Hiç kuşkusuz bununla, melekleri temsilen diktikleri, sonra da bizzat onlara kulluk sundukları putları kastediliyordu. Onlara: "Allah'tan başkasına kulluk sunan her kişi kulluk sunduğu şeyle birlikte ateşe girecektir" denildiği zaman... Derhal bazıları Meryemoğlu İsa'yı -selâm üzerine olsun- örnek veriyordu. -Nitekim O'nu izleyenlerden bazı sapıklar ona kulluk sunuyordu-. "O da ateşe girecek mi?" diye soruyorlardı. Bu tamamen tartışmaya yönelik, sadece yanlışta ısrar için yöneltilen bir soruydu. Sonra şöyle diyorlardı: Ehli kitap, bir insan olan İsa'ya kulluk sunduğuna göre biz onlardan daha doğru yoldayız. Çünkü biz Allah'ın kızları olan meleklere tapıyoruz. Hiç kuşkusuz bu, asılsız, saçma bir düşünceydi.
Bu münasebetle surenin akışı, Meryemoğlu İsa'nın kıssasının bir hükmünü sunuyor. Burada onun gerçek niteliğini, insanlara sunduğu dininin gerçek mahiyetini, kendisinden önce ve sonra soydaşlarının içine düştükleri görüş ve inanç ayrılıklarını gözlerimizin önüne seriyor.
Alıntı ile Cevapla