Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 11:56   Mesaj No:3

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.079
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Zuhruf Suresi Tefsiri

Ardından, normal inanç sisteminden uzaklaşan tüm sapıkları, kıyametin ansızın gelip çatması ile tehdit ediyor. Burada uzun bir kıyamet sahnesi sunuluyor. Sahne, Allah'tan korkanların (muttakilerin) ulaştıkları nimeti yansıtan bir sayfa ile suçluların tattıkları elem verici azaba yansıtan bir sayfayı kapsıyor.
Surenin akışı, onların meleklere ilişkin olarak dillerine doladıkları efsaneleri çürütüyor, bertaraf ediyor. Yüce Allah'ın onların yakıştırmalarından uzak olduğunu vurguluyor. Onu bazı sıfatları aracılığı ile kullarına tanıtıyor. Gökler, yeryüzü, dünya ve ahiret üzerindeki sınırsız mülkiyetini ve herkesin O'na döneceğini dile getiriyor.
Sure Peygamber efendimize -salât ve selâm üzerine olsun- yönelik bir direktifle sona eriyor. Burada Peygamber efendimizden onlardan uzak durması, onlardan yüz çevirmesi, onları ileride görecekleri azapla başbaşa bırakması isteniyor. Hiç kuşkusuz bu, bunca açıklamaya, apaçık duyuruya rağmen hâlâ tartışmayı sürdürenlerin, yalan yanlış düşüncelerde ısrar edenlerin bu tutumlarına yaraşır üstü kapalı bir tehdittir



57- Meryemoğlu İsa, bir misal olarak anlatılınca hemen kavmin yaygarayı bastı.


58- "Bizim tanrılarımız mı hayırlı yoksa o mu?" dediler. Bunu sana ancak tartışmak için söylediler. Öyle ya onlar, kavgacı bir toplumdur. 59- O, sadece kendisine nimet verdiğimiz ve İsrailoğullarına örnek kıldığımız bir kuldur.


60- Eğer biz dileseydik, sizin yerinize, yeryüzünde melekler yaratırdık da sonra yerinize geçerlerdi.


61- O kıyametin kopacağını gösterir bir ilimdir. O saatin geleceğinden hiç şüphe etmeyin, bana uyun. Doğru yol budur.


62- Şeytan sizi bundan alıkoymasın. Çünkü g sizin için açık bir düşmandır.

Tarihçi İbn-i İshak Peygamber efendimizin hayatına ilişkin kitabında şunları anlatır: Bana ulaşan haberlere göre birgün Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Mescitte (Kabe'de) Velid b. Muğire ile birlikte oturuyordu. O sırada Nadr b. Haris de gelip onların yanına oturdu. Mescitte birden çok Kureyşli de bulunuyordu. Peygamber efendimiz konuşuyor Nadr b. Haris de ona karşı çıkıyordu. Peygamberimiz onu susturuncaya kadar konuştu. Sonra da hem ona hem de diğerlerine şu ayeti okudu: "Siz ve Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız sözde ilahlar cehennem odunusunuz. Hepiniz oraya gireceksiniz." (Enbiya suresi, 98) Sonra peygamberimiz onlardan ayrılıp gitti. Bu sırada Abdullah b. Ze'barî et Temimî gelip onların yanına oturdu. Velid b. Muğire ona şunları söyledi: "Vallahi Nadr b. Haris Abdulmuttalib'in oğlu karşısında konuşamadı! Muhammed bizim ve tanrılarımızın cehennem yakıtı olduğunu ileri sürüyor." Bunun üzerine Abdullah b. Zeb'ari "Vallahi onu bulursam tartışırım ve kesinlikle onu yenerim" dedi. Sonra şunları ekledi: Sorun Muhammed'e Allah'tan başka tapılan herkes tapanlarla birlikte ateşte midir? Çünkü biz meleklere tapıyoruz, Yahudiler Üzeyre, Hristiyanlar da Meryemoğlu İsa'ya tapıyorlar. Abdullah b. Zeb'ari'nin bu sözleri Velid b. Muğire ve orada bulunanların hoşuna gitti. Onlara göre Abdullah, Peygamber efendimize karşı iyi bir delil bulmuştu, onu yenecekti(!) Gidip bu söylenenleri Peygamber efendimize anlattılar. Peygamberimiz de şöyle dedi: "Allah'tan başka kendisine tapılmasını isteyen herkes tapanlarla birlikte ateştedir. Yahudi ve Hristiyanlara gelince onlar sadece şeytana ve ona ibadet etmelerini isteyen kişilere tapıyorlar." Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Daha önce akıbetlerinin iyi olacağım takdir ettiğimiz kimselere gelince, onlar cehennemden uzak tutulacaklardır" (Enbiya suresi, 101) Yani İsa, Üzeyr ve ikisi ile birlikte kafirlerce ibadet edilen, ama yüce Allah'a kulluk sunmaya devam eden Hahamlar ve papazlar cehennemden uzak tutulacaklar. Çünkü onlardan sonra gelen sapıklar onları Allah'tan başka Rabbler edinmişler. Ardından, Hz. İsa'dan sözedilmesi, Allah'ın dışında ona da ibadet edildiği meselesi, bundan dolayı Velid'in memnun olması orada bulunanlarla birlikte bunu tartışmada ileri sürülecek susturucu bir kanıt olarak algılaması üzerine şu ayet iniyor: "Meryemoğlu İsa, bir misal olarak anlatılınca hemen kavmin yaygarayı bastı." Yani senin durumuna gelmeye, keyiflenmeye başladılar.
Keşşaf'ın yazarı Zemahşeri şöyle der: Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Kureyşlilere "Siz ve Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız sözde ilahlar cehennem odunusunuz" ayetini okuyunca Kureyşliler korkunç bir moral bozukluğuna uğradılar, çok öfkelendiler. Bunun üzerine Abdullah b. Zeb'ari: "Ya Muhammed bu dediğin sadece bize ve tanrılarımıza mı özgüdür, yoksa bütün milletler i in de mi geçerlidir?" dedi. Peygamber efendimiz: "Sizin, tanrılarınız ve tüm milletler için geçerlidir" dedi. Bunun üzerine Abdullah b. Zeb'ari "Ka'be'nin Rabbine andolsun ki, şimdi seni mat ettim. Sen değil misin Meryemoğlu İsa'nın peygamber olduğunu ileri süren, onu ve anasını iyilikle anan? Sen de biliyorsun ki Hristiyanlar ona ve anasına kulluk sunuyorlar. Üzeyr'e de tapılıyor. Ayrıca meleklere de tapılıyor. Eğer bu saydıklarım cehenneme gideceklerse, bizim ve tanrılarımızın onlarla birlikte olmasına razıyız" dedi. Bu sözler üzerine müşrikler neşelendiler, gülmeye başladılar. Peygamberimiz de sustu. Bunun üzerine yüce Allah "Daha önce akıbetlerinin iyi olacağını takdir ettiğiniz..." (Enbiya suresi, 98) ayeti ile birlikte sözkonusu olan bu ayeti de indirdi. Buna göre ayetin anlamı şöyledir: Abdullah b. Zeb'ari Meryemoğlu İsa'yı örnek göstererek, Hristiyanların O'na kulluk sunmaları hususunda Hz. Peygamberle tartışmaya girince "senin kavmin" yani Kureyşliler, bu örnekten dolayı "yaygarayı bastı". Hz. Peygamberin tartışma sırasında susup cevap verememesinden duydukları memnuniyetin, sevincin, mutluluğun ifadesi olarak çılgınca bağırdılar, sevinç naraları attılar. Tıpkı ileri sürülen güçlü bir kanıt karşısında zor durumda kalıp ta bir çıkış yolu bulunca sevinçten çığlık atan insanlar gibi yaygarayı bastılar. Ayette geçen Yesiddûne" kelimesi "yesuddûne" şeklinde okuyanlar; -ki bu durumda "sudûd" mastarından türetilmiş olur- ayete şu anlamı vermiş olurlar: Senin kavmin bu örnekten dolayı gerçeğin ortaya çıkmasına engel oluyor, ondan yüz çeviriyorlar... Bazıları da bu kelimenin "sadid" mastarından türediğini söylemişlerdir. Bu ise, zırh, cübbe demektir. Bu iki kelime "Ye'kufu" ve "Ye'kifu" gibi iki türlü de çekilebilen fiillerdendi. "bizim tanrılarımız mı hayırlı yoksa o mu?' dediler." Bununla şunu kastediyorlar: Sana göre bizim tanrılarımız İsa'dan daha hayırlı değildirler. Şayet İsa da cehennem yakıtı olacaksa, o zaman bizim tanrılarımızın işi daha kolaydır.
Keşşaf'ın yazarı bu bilgiyi nereden edindiğini anlatmıyor. Fakat söyledikleri İbn-i İshak'ın anlattıkları ile genellikle uyuşuyor.
Hem İbn-i İshak'ın hem de Zemahşeri'nin anlattıklarından, müşriklerin tartışırken kaypakça davrandıkları, gerçeği bulmak yerine yanlışta ısrar ettikleri, inatçılık yaptıkları anlaşılıyor. Yine bu anlatılanlardan Kur'an'ın onlara ilişkin (Enbiya suresi, 101) şu yargısı da somut biçimde ortaya çıkıyor: "Onlar kavgacı bir toplumdur." Düşmanlıkta aşırı giden, tartışmayı ısrarla sürdürmede uzmanlaşmış bir toplumdurlar. Çünkü onlar daha baştan itibaren Kur'an-ı Kerim'in ve Hz. Peygamberin ne demek istediklerini anlamışlardı. Ama sözlerini çarpıtmış, genellik ifade edişinden yola çıkarak zihinleri bulandırmaya, birtakım kuşkular ortaya atmaya çalışmışlardı. Buradan hareketle şu inatçı tartışmaya girmişlerdi. Nitekim, samimiyetten yoksun, yönünü kaybeden, gerçek karşısında büyüklenen, bir sözcükte, bir ifadede bulunan bir kuşkuya ve gerçeğe ters düşen bir açığa dayanan herkes bu yola başvurur. Bu yüzden Peygamber efendimiz amacı gerçeği ortaya çıkarmak olmayan, sadece nasıl olursa olsun üstünlük sağlamayı hedefleyen tartışmaya girmeyi şiddetle yasaklamıştır.
İbn-i Cerir diyor ki: Bana Ebu Kureyb, Ahmed b. Abdurrahman'dan, o da Ubade b. Ubade'den, o da Ca'fer'den, o da Kasım'dan, Ebu Emame'nin şöyle dediğini anlattı: Birgün Peygamber efendimiz halkın yanına geldiğinde gördü ki, Kur'an hakkında birbirleri ile çekişiyorlar. Bunun üzerine, o kadar öfkelendi ki, yüzüne sirke dökülmüş gibi oldu. Sonra şöyle buyurdu: "Allah'ın kitabının bir kısmını diğer kısmına karşı kanıt olarak ileri sürüp tartışmayın. Çünkü bir toplum tartışma yolunu tutmadıkça doğrudan sapmaz." Sonra şu ayeti okudu:
"Bunu sana ancak tartışmak için söylediler. Öyle ya, onlar kavgacı bir toplumdur."
"Bizim tanrılarımız mı hayırlı yoksa o mu?" ayetinin açıklaması açısından şöyle bir ihtimal de var. Onların meleklere ilişkin efsanelerini sözkonusu eden ayetlerin akışı içinde bu anlam zihinde belirebilir. Şöyle ki: Onlar kendilerinin meleklere kulluk sunmalarının, hristiyanların Meryemoğlu İsa'ya kulluk sunmalarından daha iyi olduğunu ileri sürüyorlardı. Çünkü -efsanelerine göre- melekler hem yaratılışları, hem de soyları itibariyle yüce Allah'a daha yakındırlar. Hiç kuşkusuz yüce Allah onların yakıştırmalarından uzaktır, yücedir. Bu durumda, onların sözlerinin üzerine bir değerlendirme cümlesi olarak yeralan "Bunu sana ancak tartışmak için söylediler. Öyle ya, onlar kavgacı bir toplumdur." ayeti, daha önce işaret ettiğimiz İbn-i Zeb'ari'nin sözlerine bir cevap niteliğini kazanır. Aynı şekilde onların hristiyanların Hz. İsa'ya kulluk sunmalarını örnek göstermelerinin yanlış olduğunu ifade eder. Çünkü hristiyanların bu davranışı tıpkı kendileri gibi tevhidden, yani Allah'ın birliği gerçeğinden sapmak için bir gerekçe olamaz. Bu görüş ve eylemlerin tümü de sapıklıktır. Nitekim bazı tefsirciler de ayeti bu şekilde açıklamışlar. Hiç kuşkusuz bu da ayetin içeriğine yakın bir anlamdır.
Bunun için şöyle değerlendirme yapılıyor:
"O, sadece kendisine nimet verdiğimiz ve İsrailoğullarına örnek kıldığımız bir kuldur."
Yoksa doğruluktan sapıp ona kulluk sunan bazı hristiyanların sandıkları gibi ibadet edilmesi gereken bir tanrı değildir. O, yüce Allah'ın kendine büyük lütufta bulunduğu bir kuldur. Doğru yoldan ayrılmış hristiyanların O'na kulluk sunmalarından o sorumlu değildir. Sadece yüce Allah ona büyük lütufta bulunmuştur; İsrailoğulları için örnek olsun, ona bakıp, durumlarını düzeltsinler diye..
Ne var ki İsrailoğulları örneği unuttular, bu yüzden doğru yoldan saptılar.
Surenin akışı buradan hareketle yeniden onların meleklere ilişkin efsanelerine dönüyor. Meleklerin de tıpkı onlar gibi Allah tarafından yaratılan varlıklar olduğunu belirtiyor. Şayet yüce Allah dileseydi melekleri onların yerine yeryüzüne halife tayin ederdi veya bazı insanları meleklere dönüştürür, onları insanların yerine yeryüzüne halife tayin ederdi.
"Eğer biz dileseydik, sizin yerinize, yeryüzünde melekler yaratırdık da sonra yerinize geçerlerdi."
Yaratma konusunda herşey Allah'ın iradesine bağlıdır. Yüce Allah neyin yaratılmasını dilerse o olur. Yüce Allah'ın yarattığı hiçbir varlıkla aralarında soy bağı yoktur. Hiç kimsenin, yaratılan-yaratıcı, kul-Rabb, ibadet eden-ibadet edilen ilişkisi dışında onunla bir bağı yoktur.
Sonra, ayetlerin akışı Hz. İsa'ya ilişkin bazı açıklamalarda bulunuyor. Yalanladıkları veya olup olmayacağında kuşku duydukları kıyameti hatırlatıyor:
"O, kıyametin kopacağını gösterir bir ilimdir. O saatin geleceğinden hiç şüphe etmeyin, buna uyun. Doğru yol budur."
Hz. İsa'nın -selâm üzerine olsun- kıyametin kopmasından önce yeryüzüne ineceğine ilişkin birçok hadis var dilimizde. Nitekim bu ayette ona işaret etmektedir: "O, kıyametin kopacağını gösterir bir ilimdir:' Yani Hz. İsa'nın yeryüzüne inmesi ile kıyametin kopmasının yakın olduğu bilinir. İkinci bir okuyuş tarzı da ayet şöyle okunur: "Ve innehu le alemun lissati". Yani onun inişi kıyametin belirtisidir, alâmetidir. Her iki okuyuş tarzı da aynı anlamı ifade etmektedirler.
Ebu Hureyre -Allah ondan razı olsun- Peygamber efendimizin şöyle dediğini anlatır: "Beni elinde tutan Allah'a andolsun ki, Meryemoğlu İsa'nın adil bir hükümdar olarak gökten inip haçı kırması, domuzu öldürmesi, cizyeyi kaldırması çok yaklaştı. O zaman mal o kadar bollaşacak ki, hiç kimse bir başkasından birşey almayı kabul etmeyecektir. Bir tek secde, dünya ve içindekilerden daha hayırlı olacaktır." (İmam Malik, Buhari, Müslim ve Ebu Davud)
Cabir -Allah ondan razı olsun- Peygamber Efendimizin şöyle dedïğini anlatır: "Benim ümmetimden her zaman hak uğruna savaşacak bir grup bulunacaktır. bunların mücadeleleri kaybolmadan kesintisiz kıyamete kadar sürecektir. Meryemoğlu İsa gökten inecek ve bu grubun lideri İsa'ya "Gel, önümüze geçip namazımızı sen kıldır" diyecek. İsa "Hayır, siz birbirinizin emirisiniz. Bu, yüce Allah'ın bu ümmete yönelik bir lütfudur" diyecek." (Müslim)
Hz. İsa'nın gökten inişi, doğru sözlü ve güvenilir peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- sözünü ettiği ve yüce Kur'an'ın işaret ettiği bir gaybtır. Kıyamet gününe kadar değişmeden kalacak bu iki kaynaktan gelen bilgilerden başka, bu meseleye ilişkin olarak herhangi bir insanın söyleyebileceği bir söz olamaz. "O saatin geleceğinden hiç şüphe etmeyin, bana uyun. Doğru yol budur:'
Onlar kıyametin kopacağından kuşku duyuyorlardı. Kur'an onları kesin inanca çağırıyor. Doğru yoldan kaçıyorlardı, Kur'an onları Peygamberin diliyle kendisine uymaya çağırıyor. Çünkü o, onları dosdoğru yola, hedefe ulaştıran yola iletir. Bu yolu izleyen kesinlikle sapmaz.
Bu arada Kur'an-ı Kerim sapıklıklarının, doğru yoldan kaçmalarının şeytana uymalarından kaynaklandığını açıklıyor. Oysa peygamber daha çok uyulmaya layıktır:
"Şeytan sizi bundan alıkoymasın. Çünkü o, sizin için açık bir düşmandır."
Kur'an-ı Kerim sürekli, insanlara ataları Adem'den bu yana ve cennetteki ilk çatışmadan beri süregelen şeytanla aralarındaki kesintisiz savaşı hatırlatır. Bir düşmanının olduğunu ve bu düşmanın bilerek ve planlayarak pusuda beklediğini bildiği ve sık sık uyarıldığı halde gerekli önlemleri alacağına, üstüne üstlük gidip bu apaçık düşmanı izleyen insandan daha gafil, daha ahmak biri bulunamaz!
İslam, insanın şu yeryüzündeki hayatı boyunca şeytanla aralarındaki kesintisiz savaşta onu desteklemiş ve bu savaşta şeytanı yenmesi durumunda insanın aklına gelmeyecek ganimetler hazırlamıştır. Yine, bu savaşta şeytana yenik düşmesi durumunda da aynı şekilde insan aklının alamayacağı zararları hazırlamıştır. Bu amaçla insanın içindeki savaşma yeteneğini bu kesintisiz çatışmaya yöneltmiştir. Bu çatışma insanı bambaşka bir insan haline getirir, değişik özelliklere ve yeteneklere sahip canlılar içinde kendine özgü özellikleri bulunan bir varlık haline getirir. İnsan için şu yeryüzünde gerçekleştirilmesi gereken en büyük hedef olarak şeytanı yenmeyi, dolayısıyle kötülüğü, pisliği, iğrençliği yenmeyi gösterir. Bir de yeryüzüne iyiliğin, iyiliği tavsiye etmenin ve temizliğin ilkelerini yerleştirmeyi hedef olarak gösterir.
Bu değinmeden sonra surenin akışı yeniden Hz. İsa'nın gerçek kişiliğini, getirdiği dinin gerçek mahiyetini, soydaşlarının kendisinden önce nasıl görüş ve inanç ayrılıkları içinde bocaladıklarını, yine kendisinden sonra ne şekilde gruplara ayrıldıklarını açıklıyor:



63- İsa açık delilleri getirdiği zaman dedi ki: "Size hikmetle ve ayrılığa düştüğünüz şeylerin bir kısmını açıklamak üzere geldim. Allah'a karşı gelmekten sakının, bana itaat edin."


64- "Çünkü Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O'na ibadet edin. İşte bu, doğru bir yoldur."


65- Ama aralarında çıkan gruplar, birbiriyle ihtilafa düştüler. Acı bir günün azabı karşısında vay o zulmedenlerin haline!

Hz. İsa gerek yüce Allah'ın kendisi aracılığı ile gerçekleştirdiği somut mucizelerden, gerekse doğru yola iletici söz ve direktiflerden oluşan açık ve anlaşılır belgeler getirmişti kavmine. Hz. İsa soydaşlarına "Size hikmet getirdim" demişti. Kendine hikmet verilen biri, birçok iyiliklere sahip demektir. Ayağı kaymaktan ve düşmekten korunmuş, aşırılıktan ve eksikliklerden emin olmuş demektir. Yolda kendine güvenir bir şekilde ölçülü ve aydınlık bir istikamette adımlarını atar. Bunun yanısıra Hz. İsa soydaşlarının içine düştükleri bazı görüş ayrılıklarını açıklığa kavuşturmak için gelmişti. Çünkü soydaşları Hz. İsa'nın getirdiği hayat sistemi (şeriat) hakkında farklı görüşlere sahiptiler. Bu farklı görüşlere bağlı olarak gruplara, fraksiyonlara bölünmüşlerdi. Hz. İsa bu grup ve fraksiyonları Allah tan korkmaya, ve Allah katından getirdiği kitaba uymak suretiyle ona kulluk sunmaya çağırdı. Bu amaçla hiçbir kapalılığa yer vermeden, karanlık bir nokta bırakmadan, gerçeği olanca çıplaklığı ile sunma hususunda hiçbir taviz vermeden katışıksız tevhid mesajını (yani Allah'ın birliği gerçeğini) açıkça duyurdu: "Allah benim de Rabbim sizin de Rabbinizdir:' Hz. İsa, kesinlikle "Ben ilahım" dememiştir. Asla "Allah'ın oğluyum" dememiştir. Kendisinin kulluğu ve alemlerin Rabbi olan Allah'ın Rabblığı dışında uzaktan, yakından Rabbi ile aralarında bir başka bağın varlığına işaret etmemiştir. Onlara: İşte doğru yol budur, dolambaçsız, zikzaksız yol budur. Bu yolda ayaklar kaymaz, sağa sola sapılmaz demiştir. Ne var ki ondan sonra gelenler, tıpkı ondan önceki soydaşları gibi gruplara bölündüler. Bir gerekçeden, yahut bir kuşkudan dolayı değil, tamamen zalim oluşları nedeniyle bölündüler: "Acı bir günün azabı kaysında vay o zalimlerin haline!"
Kuşkusuz Hz. İsa'nın dini İsrailoğullarına yönelikti, onlar için gönderilmişti. İsrailoğulları uzun süreden beri, kendilerini Roma İmparatorluğunun baskısından, boyunduruğundan kurtarması için onu bekliyorlardı. bu bekleyiş uzun zaman sürdü. Ama Hz. İsa gelince, onu tanımadılar, karşı çıktılar. Onu çarmıha germeye kalkıştılar.
Hz. İsa geldiği zaman İsrailoğullarını çeşitli gruplara, mezheplere bölünmüş durumda buldu. Bunların en önemlisi şu dört gruptu:
I. SADÛKİLER: Bunlar "saduk"a bağlıydılar. Hz. Davud ve Süleyman selam üzerlerine olsun- döneminden bu yana kahinlik yetkisi ona ve ailesine verilmişti. Geleneğe göre kahinin soyu, Musa'nın kardeşi Harun'a kadar uzanmalıydı. Yahudilerin mabedinin yönetimi onun soyunun elindeydi. Bunlar görevleri ve meslekleri gereği ibadetlerin şekillerine ve ayinlere büyük önem verirlerdi. "Bid'at"lara karşıydılar. Bununla beraber çok sefih bir özel hayatları vardı. Hayatın zevklerinden sorumsuzca yararlanırlardı. Kıyametin kopacağını da kabul etmezlerdi.
II. FERİSÎLER: Bunlar sadukîlerle sürekli mücadele ediyorlardı. Onların ayinlere ve ibadet şekillerine fazlasıyla önem vermelerini, ölümden sonra dirilişi, ve kıyamet gününde hesaplaşmayı inkar etmelerini yadırgıyorlardı. Ferisîlerin en belirgin özellikleri, mistik ve tasavvufi bir hayat tarzı seçmeleriydi. Bununla beraber içlerinde bilgelikleri ile övünenler, büyüklenenler de yok değ,ildi. Hz. İsa onların bu kibirlerini ve gösterişli sözlerini yererdi. .
III. SAMİRÎLER: Bunlar Yahudi ve Asur karışımı bir gruptular. Musevi kitapları olarak bilinen eski dönemden kalma beş kitaba uyuyorlardı. Sonraki dönemlerde bunlara eklenen ve diğer gruplarca kutsal olarak bilinen öteki kitapları kabul etmezlerdi.
IV. ASİLER veya ESSİNÎLER: Bunlar bazı felsefï akımların etkisinde kalmışlardı. Diğer yahudi gruplardan kopuk bir hayat yaşıyorlardı. Nefse eziyet etme, dünya nimetlerinden yararlanmama yolunu tutmuşlardı. Aynı şekilde cemaatlerinde de sıkı bir düzen kurmuşlardı.
Bunların dışında ferdi düzeyde daha birçok mezhep ve grup vardı. Roma İmparatorluğunun baskısı altında ezilen, aşağılanan, horlanan ve herkesin beklediği kurtarıcının eliyle kurtarılmayı bekleyen İsrailoğulları o sıralarda bir inanç ve gelenek karmaşası içinde yaşıyorlardı.
Hz. İsa "Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir" şeklinde duyurduğu tevhid, yani Allah'ın ruhsal arınmayı ve insan kalbine yönelmeyi ayin ve şekillerden öncelikli tutan şeriatı getirince sadece ibadetlerin dış görünüşüne ve ayinlere önem vermeyi meslek haline getiren din adamları ona savaş ilan ettiler.
Hz. İsa'nın şu sözü onların durumunu çarpıcı biçimde ortaya koyuyor: "Onlar ağır yükler hazırlıyor ve insanları bu ağırlıkları omuzlamaya yöneltiyorlar. Fâkat yardım için parmaklarını bile uzatmıyorlar. Bütün yaptıklarını insanlar kendilerîne baksınlar diye yapıyorlar. Sarıklarını gösterişli biçimde sarıyor, cüppelerinin eteklerini uzatıyorlar. Ziyafetlerde ilk sedire kuruluyor, toplantılarda baş köşedeki yere oturuyorlar. Sokaklarda kendilerine selam verilmesini, nereyé giderlerse gitsinler, kendilerine "efendim... efendim..." denilmesini istiyorlar."
Yine Hz. İsa onlara seslenirken şöyle diyor: "Ey kör kılavuzlar. Sivrisinekten dolayı insanları hesaba çekerken, kendileri deveyi hamuduyla yutanlar... Siz kadehin ve yemek tabağının dışını temizliyorsunuz oysa her ikisinin de içi pislik ve artıkla doludur. Yazıklar olsun size ey riyakar yazıcılar, Ferisîler. Sizler beyaza boyanmış kabirler gibisiniz, dışı parlak, içi çürük kemik dolu."
İnsan Hz. İsa'ya dayandırılan bu sözleri ve bu konuya ilişkin olarak yeralan başkalarının sözlerini okuduğu zaman günümüzde dini meslek edinen din adamlarını düşünüyor. Bu, insanların her yerde görebildikleri, dini resmi bir meslek haline getiren din adamlarının değişmez özelliğidir.
Sonra Hz. İsa Rabbine gitti. Ona uyanlar da ondan sonra bölündüler. Gruplara, fraksiyonlara ayrıldılar. Bazıları onu tanrılaştırdı. Bazıları da onun Allah'ın oğlu olduğunu ileri sürdü. Bir kısmı da Allah'ın üç olduğuna, ve İsa'nın bu üçten biri olduğuna inandı. Böylece Hz. İsa'nın sunduğu saf tevhid inancı - yani Allah'ın birliği inancı- kayboldu. Bununla birlikte, Rabblerine sığınmaları, dini tamamen O'na özgü kılmak -yani sadece O'nun hayat sistemine uymak- suretiyle O'na kulluk sunmaları için insanlara yönelttiği çağrı da unutulup gitti.
"Aralarında çıkan gruplar, birbiriyle ihtilafa düştüler. Acı bir günün azabı karşısında vay o zalimlerin haline!"
Sonra da Arap müşrikleri kalkıyor, Hz. İsa hakkında ondan sonra ortaya çıkan değişik grupların yaptıklarını, onun hakkında uydurdukları efsaneleri Peygamber efendimize karşı delil olarak ileri sürüyorlar.
Surenin akışı zalimlerden söz ediyorken, Hz. İsa'dan sonra aralarında görüş ve inanç ayrılıkları başgösteren gruplar ile bu grupların yaptıklarını Peygamber efendimize karşı delil olarak kullanmaya kalkışan Arap müşrikleri bir araya getiriliyor ve kıyamet günündeki durumları uzun ve ürpertici bir sahnede tasvir ediliyor. Bu sahne aynı zamanda kendilerine büyük ikramda bulunulmuş muttakilerin nimetlerle dolu cennetlerdeki durumlarını da kapsıyor:


66- Onlar illa o saatin kendilerinin hiç farkında olmadıkları bir sırada, ansızın başlarına gelmesini mi bekliyorlar?


67- O gün takva sahipleri dışında, dost olanlar birbirlerine düşman olurlar.


68- Ey kullarım, bugün size korku yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz.


69- Onlar, ayetlerimize inanmış ve müslüman olmuş kullarımdı.


70- Siz ve eşleriniz, ağırlanmış olarak cennete giriniz.


71- Onların önünde altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır. Orada canların çektiği, götlerin hoşlandığı herşey var. ve siz, orada ebedi kalacaksınız.


72- İşte yaptıklarınıza karşılık size miras verilen cennet budur.


73- Orada sizin için bol bol meyveler vardır, onlardan yersiniz


74- Suçlular, cehennem azabında ebedi kalacaklardır.


75- Kendilerinden azab hiç hafiflemeyecektir. Onlar azab içinde ümitsizdirler. ,


76- Biz onlara zulmetmedik; fakat onlar kendileri zalim idiler


77- "Ey Malik! Rabbin bilim işimizi bitirsin" diye seslenirler. Malik de "Siz böyle kalacaksınız" der.

Sahne kıyametin ansızın kopuvermesiyle başlıyor. Onlarsa bundan habersizdirler. Kıyametin gelip çattığının farkında değildirler:
"Onlar illa o saatin kendilerinin hiç farkında olmadıkları bir sırada, ansızın başlarına gelmesini mi bekliyorlar?"
Bu sürpriz gelişme tuhaf bir olaya neden oluyor. Onların dünya hayatında alışageldikleri herşeyi altüst ediyor.
"O gün takva sahipleri dışında, dost olanlar birbirlerine düşman olurlar."
Dostların düşman haline gelmesini, sevgilerinin kendisinden kaynaklanıyor. Çünkü onlar dünya hayatında kötülük etrafında birleşiyorlardı, birbirlerini sapıklığa yöneltiyorlardı. Bugünse birbirlerini kınıyorlar. Sapıklığın sorumluluğunu, kötülüğün akıbétini birbirlerinin üzerine atıyorlar. Bugün birbiriyle çekişen düşmanlara dönüşmüşler. Oysa dostların birbirlerini kurtarması gerekiyordu. "Takva sahipleri hariç..." Onların sevgisi, dostluğu kalıcıdır. Onlar doğru yolda birleşmişlerdi, birbirlerine iyiliği tavsiye etmişlerdi. Sonuçta da kurtulmuşlardır.
Dünyadayken dost olanların ahirette düşman haline gelip birbirlerini suçladıkları sırada, tüm varlıklar müttakilere yönelik şu yüce ve onurlandırıcı duyuru ile çınlıyor:
"Ey kullarım, bugün size korku yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz." "Onlar, ayetlerimize inanmış ve müslüman olmuş kullarımdı." "Siz ve eşleriniz, ağırlanmış olarak cennete giriniz."
Yani sevinciniz, neşeniz yüz hatlarınızdan ve davranışlarınızdan taşarak, büyük bir mutluluk içinde giriniz cennete.
Sonra -hayal gözüyle- altından kadehler ve tepsilerle çevrelerinde dolaşıldığını seyrediyoruz. Onlar için canlarının çektiği herşeyin cennette bulunduğunu görüyoruz. Canın çektiği şeylerin yanısıra, gözler de gördüklerinden zevk alıyorlar. Onlara yönelik ikram hem eksiksizdir, hem de göz zevkini okşayacak kadar güzeldir.
"Onların önünde altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır. Orada canların çektiği, gözlerin hoşlandığı herşey var!"
Bu nimetlerin yanısıra, daha büyük ve daha üstün bir lütuf var ki, o da yüce Allah'ın onlara yönelik onurlandırıcı şu hitabıdır:
"Siz orada ebedi kalacaksınız."
"İşte yaptıklarınıza karşılık size miras verilen cennet budur." "Orada sizin için bol bol meyveler vardır, onlardan yersiniz."
Biraz önce birbirlerini suçlayarak çekişirken bıraktığımız suçlular ne durumdadır acaba?
"Suçlular, cehennem azabında ebedi kalacaklardır."
Bu, en zor, en dayanılmaz düzeyde, sürekli bir azaptır. Bir saniye durmaz, bir an için olsun soğumaz. Kurtulma ümidini taşıyan tek bir parıltı yok. Uzaktan da olsa tek bir ümit ışığı görünmez. Her yönden ümitlerini keserek kara kara düşünüyorlar: "
"Kendilerinden azap hiç hafifletilmeyecektir. Onlar azap içinde ümitsizdirler."
Bunu kendi başlarına getiren onlardır. Kendilerini bu korkunç akıbete kendileri sürükledi. Onlar zalimdirler, zulme uğramış değildirler.
"Biz onlara zulmetmedik; fakat onlar kendileri zalim idiler."
Sonra bu atmosfer içinden derinden gelen bir ses yankılanıyor. Bu ses karamsarlığın, sıkıntının ve ümitsizliğin tüm anlamlarını taşıyor.
"Ey Malik! Rabbin bizim işimizi bitirsin..."
Çok uzaklardan, derinden yükselen bir feryattır bu. Oradan, cehennemin kapalı kapılarının ardından yükseliyor. Bu yükselen, o suçlu zalimlerin feryadıdır. Kurtulmak için, yardım istemek için bağırmıyorlar. Çünkü bu konuda herşeyden ümitlerini kesmişler, tamamen karamsardırlar. Tek istedikleri yok olmak. Bir an önce yok olup rahat etmek. Bu şiddetli azap karşısında ölüm onlar için bir arzudur! Bu feryad, sahneye yoğun bir karamsarlık ve sıkıntı havasını veriyor: Biz bu feryadın ötesinden azab içinde çırpman, insan gücünü aşan acılarla kıvranan bedenleri görüyor gibi oluyoruz. İşte bu dayanılmaz azabın acısı ile basıyorlar bu canhıraş feryadı: "Ey Malik! Rabbin bizim işimizi bitirsin..."
Fakat daha beter içlerini karartan, kendilerini aşağılayan bir cevap alıyorlar. Kendilerine önem verilmediğini öğrenmenin ezikliği içinde kalakalıyorlar: "Malik de "Siz böyle kalacaksınız' der."
Kurtuluş yok, ümit yok... Ölmeniz sözkonusu değil. İşiniz bitirilmeyecek, böyle kalacaksınız!
Bu iç karartıcı ve sıkıntılı sahnenin ışığında, haktan hoşnut olmayan, doğru yola girmekten kaçınan, dolayısıyle bu korkunç akıbeti boylayanlara sesleniliyor. Sakındırma ve şaşkınlık ifade etmeye en uygun ortamda hem de şahitlerin özü önünde tutumlarının tuhaflığı, hayret vericiliği dile getiriliyor:



78- Andolsun biz size hakkı getirdik; fakat sizin çoğunuz haktan hoşlanmıyorsunuz.


79- Yoksa bir işe mi karar verdiler? Doğrusu Biz de kararlıyız.


80- Yoksa bizim, kendilerinin sırlarını ve gizli konuşmalarım işitmediğimizi mi sanıyorlar? Aksine işitiriz ve yanlarındaki elçilerimiz yazmaktadırlar.

Onların Hz. Peygambere uymayışlarının nedeni haktan hoşnut olmayışlarıdır. Yoksa peygamberin sunduğu mesajını hak içerikli olduğunu kavramadıklarından veya saygın peygamberin doğruluğundan kuşku duyduklarından kaynaklanmıyor bu tutumları. Çünkü onun insanlara yalan isnat ettiğine tanık olmamışlardı. Böyle biri nasıl Allah adına yalan söyleyebilir? Ona iftira atabilir?
Gerçeğe karşı savaş açanlar, genellikle onun gerçek olduğunu bilmiyor değildirler. Onlar gerçekten hoşlanmazlar. Çünkü gerçek onların arzuları ile, heves ve hevesleri ile çatışır. Azgın ihtiraslarının yoluna dikilir. Onlar da arzularını, azgın ihtiraslarını frenleyemeyecek kadar zayıftırlar. Fakat hakka ve hak davetçilerine karşı çok cesurdurlar. Dolayısıyle heva ve hevesleri ve azgın ihtirasları karşısındaki zayıflıklarından hakka ve hak davetçilerine karşı bir güç, bir cesaret alıyorlar!
Bu yüzden sınırsız ve caydırıcı güce sahip olan, onların gizli duygularını ve kurdukları planları bilen yüce Allah onları şu şekilde tehdit ediyor:
"Yoksa bir işe mi karar verdiler? Doğrusu biz de kararlıyız."
"Yoksa bizim kendilerinin sırlarını ve gizli konuşmalarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Aksine işitiriz ve yanlarındaki elçilerimiz yazmaktadırlar."
Onların yanlışta ısrar edip Hakka karşı olumsuz tavır takınmalarına karşılık yüce Allah'ın kesin emri ve Hakkın üstün gelmesine ve desteklenmesine ilişkin iradesi yeralıyor. Onların karanlıkta buluşup komplolar kurup planlar hazırlamalarına karşılık yüce Allah'ın gizli açık herşeyi bildiği vurgulanıyor. Zayıf, güçsüz ve yetersiz yaratıklar herşeyden güçlü, ve herşeyi bilen yaratıcıya karşı çıktığında akıbet önceden bellidir.
Surenin akışı bu dehşet verici tehditten sonra onları kendi hallerine bırakarak Peygamber efendimize yöneliyor ve onlara söylemesi gereken sözü söyledikten sonra, onları bir benzerini az önce gördükleri akıbetleri ile başbaşa bırakmasını istiyor:


81- De ki: "Eğer Rahman'ın çocuğu olsaydı O'na tapanlardan ilki ben olurdum."


82- Göklerin ve yerin Rabbi, Arş'ın da Rabbi olan Allah onların uydurdukları noksan sıfatlardan yücedir, münezzehtir.


83- Bırak onları, kendilerine söylenen günlerine kavuşuncaya kadar dal sın, oyalansınlar.

Müşrikler meleklerin Allah'ın kızları olduklarını ileri sürerek onlara tapıyorlardı. Oysa şayet yüce Allah'ın çocuğu olsaydı en başta ona kulluk sunması ve bunu bilmesi gereken Allah'ın peygamberi ve elçisidir. Çünkü Hz. Peygamber Allah'a yakındır ve Allah'a ibadet sunmakta, O'nun emrine uymakta gevşeklik göstermez. Şayet onların ileri sürdükleri gibi Allah'ın bir çocuğu varsa ona gereken saygıyı göstermekte kusur etmez. Oysa Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- Allah'tan başkasına kulluk sunmuyor. bu da başlıbaşına, Allah'ın evladı olduğuna ilişkin iddialarının dayanaksız, asılsız, delilsiz olduğunun kanıtıdır. Hiç kuşkusuz yüce Allah bu saçma iddiadan, bu dayanaksız yakıştırmadan uzaktır.
"Göklerin ve yerin Rabbi, Arşın da Rabbi olan Allah onların uydurdukları noksan sıfatlardan yücedir, münezzehtir:'
İnsan "Arşın Rabbi" ifadesinin işaret ettiği şu gökleri, yeri, her ikisini yönlendiren kusursuz düzeni, hareketlerindeki ahengi, bu kusursuz düzenin arka planda yeralan yüceliği, ululuğu, egemenliği ve üstünlüğü düşündüğü zaman, müşriklerin ileri sürdüğü türden tüm iddialar, bütün kuruntular küçülür, basitleşir. O zaman bozulmamış fıtratının yalın mantığı ile, bütün bunları meydana getiren, onları yoktan vareden zata, doğan ve üreyen hiçbir yaratığın benzememesi gerektiğini kavrar. Bu yüzden bunun gibi sözlerin boş, saçma, anlamsız ve rastgele savrulmuş olduğunu, bunları tartışmaya, üzerinde konuşmaya değmediğini, önemsenmemesi veya yerilmesi gereken sözler olduğunu anlar.
"Bırak onları, kendilerine söylenen günlerine kavuşuncaya kadar dalsın, oyalansınlar."
Bir sahnesini az önce gördükleri o günkü akıbetleri gelip çatana kadar oyalansınlar.
Sonra surenin akışı -onları önemsiz varlıklar gibi bir kenara bırakıp, kendi hallerine terk ettikten sonra- yüce yaratıcıyı, gökler, yeryüzü ve yüce arş üzerindeki Rabblığına yaraşır biçimde övmeye, O'nun bir ve ortaksız olduğunu vurgulamaya koyuluyor:



84- Gökteki ilah da, yerdeki ilah da O'dur. O, hakimdir, alimdir.


85- Göklerin erin ve ikisi arasında bulunan herşeyin mülkü kendisine ait olan Allah yücedir! Kıyametin ilmi de O'nun yanındadır ve siz O'na döndürüleceksiniz.


86- Allah'tan başka tanrı diye yalvardıkları şeyler, şefaat gücüne ve yetkisine sahip değillerdir. Ancak bilerek Hakka şahidlik edenler bunun dışındadır.

Burada göklerde ve yeryüzünde egemen olan ilahlığın teklifi vurgulanıyor. Yüce Allah'ın bu niteliği ile ortaksız olduğu, yaptığı herşeyin bir hikmete dayandığı belirtiliyor. O'nun ilminin bu uçsuz bucaksız mülkü kapsadığı anlatılıyor.
Ardından yüce Allah "tebareke" ifadesiyle övülüyor, yüceliği ile dile getiriliyor. Yani yüce Allah onların asılsız iddialarından, saçma sapan düşüncelerinden yücedir uludur. O "Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların" Rabbidir. Kıyametin ne zaman kopacağını sadece O bilir. Herşeyin dönüşü O'nadır, akıbet O'nun katındadır.
O gün, Allah'ın evladı veya ortağı olduğunu ileri sürdükleri hiç kimse, onlardan biri için aracılık yapamaz. Nitekim bunları Allah katında aracılar edindiklerini ileri sürüyorlardı. Oysa gerçeği gören ve ona inananlardan başkası için aracılık yapılmaz. Ayrıca gerçeği görüp inanan biri, onu inkar eden, ona savaş açan biri için aracılık yapmaz.
Sonra surenin akışı, onları tartışma konusu yapmadıkları, kesinlikle kuşku duymadıkları fıtratlarının yalın mantığı ile yüzyüze getiriyor: Evet, onlar kendilerini yaratanın yüce Allah olduğunu kabul ediyorlardı. Peki o zaman niye bir başkasını ona yönelik ibadetlerine ortak ediyorlar? Niçin ona ortak koştukları düzmece ilahlardan aracılık béklentisi içindedirler?

87- Andolsun onlara "kendilerini kim yarattı?" diye sorsan, elbette "Allah" Derler. O halde nasıl haktan çeviriliyorlar?

Bozulmamış fıtratlarının tanıklık ettiği ve bunun kaçınılmaz mantıksal sonucu olarak kabul ettikleri haktan nasıl yüz çeviriyorlar?
Surenin sonunda Hz. Peygamberin Rabbine yönelip onların kafirliklerini, inanmayışlarını şikayet edişi önemsenerek vurgulanıyor:

88- Resulullah'ın "Ya Rabbi! Bunlar inanmayan bir kavimdir" demesini de Allah biliyor."

Hiç kuşkusuz bu ayet, Peygamber efendimizin bu sözünün derinliğinin boyutlarını, nasıl dinlendiğini, nasıl önemsendiğini, yüce Allah'ın nasıl onunla ilgilendiğini ifade etmektedir.
Yüce Allâh, peygamberinin bu seslenişini -özel bir ilgiyle- cevaplandırıyor; peygamberini onlardan yüz çevirmeye, onları kendi hallerine bırakmaya, onlara aldırış etmemeye, önemsememeye yöneltiyor. Ona güven aşılıyor. Meseleyi selam, hoşgörü ve kalpten gelen bir hoşnutlukla karşılamasını istiyor. Bununla birlikte haktan yüz çeviren inatçılara üstü kapalı bir tehdit savuruluyor. Örtülü her şeyin ortaya çıktığı kıyamet gününde onları bekleyen korkunç akıbet hatırlatılıyor:
89- Ey Muhammed! Sen şimdilik onlardan yüz çevir ve esenlik dile; yakında bileceklerdir.
Alıntı ile Cevapla