Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 12:02   Mesaj No:2

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.079
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Fussilet Suresi Tefsiri

AD VE SEMUD KAVMİNİN BAŞINA GELENLER

Bu dehşet verici evren içinde çıkılan bu gezintiden sonra Allah'ın Rabblığını inkar eden, O'na birtakım eşler koşan kafirlerin tutumu ne olacak? Nasıl bir tavır takınacaklar? Gökyüzü ve yeryüzü Rabb'lerine "isteyerek geldik" dedikleri halde yeryüzünde dolaşan şu zayıf, şu küçücük yaratık olan insan büyük bir küstahlıkla, inatla Allah'ı inkar ediyor.
Bu küstahlığın, bu inadın cezası ne olacaktır?



13- Eğer yüz çevirirlerse deki: "Ben sizi Ad ve Semud kavimlerinin başlarına gelen yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyardım."


14- Onlara "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin" diyerek önlerinden ve arkalarından peygamberler geldiği vakit, "Rabb'imiz dileseydi melekler indirirdi. Onun için biz sizinle gönderilen şeyleri inkar ediyoruz " demişlerdi.


15- Ad kavmi, yeryüzünde haksız olarak büyüklük tasladı ve: "Bizden daha kuvvetli kim var?" dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah'ın kendilerinden daha kuvvetli olduğunu görmediler mi? Onlar bizim ayetlerimizi kasten inkar ediyorlardır.


16- Biz de onlara dünya hayatında rezillik azabını taddırmak için o uğursuz günlerde, üzerlerine dondurucu bir rüzgar gönderdik. Ahiret azabı ise dahada kepazeliktir. ve onlara hiç yardım edilmez.


17- Semud kavmine gelince onlara doğru yolu gösterdik; fakat onlar, körlüğü doğru yola tercih ettiler. Böylece yaptıkları yüzünden alçaltıcı azab yıldırımı onları yakaladı.


18- İnananları ve Allah'a karşı gelmekten sakınmış olanları kurtardık.

"Deki: `Ben sizi Ad ve Semud kavminin başlarına gelen yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyardım." ifadesinin içerdiği bu korkunç, bu dehşet verici uyarı, işlenen suçun iğrençliğine, günahın çirkinliğine; surenin giriş kısmında sözkonusu edilen müşriklerin keçi inatlarına ve yine bu uyarıdan önce sunulan büyük varlık kervanından ayrılan kafir insanların bu olumsuz tutumlarına uygun düşmektedir.
Tarihçi İbn-i İshak bu ayetteki uyarıya ilişkin olarak şöyle bir kıssa anlatır: Bana Yezid b. Ziyad, Muhammed b. Kâb el-Kurezi'ye dayanarak şöyle anlattı: Anlatıldığına göre Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinden biri olan Utbe b. Rebia birgün Kureyş'in kabile meclisinde otururken, Peygamberimiz de -salât ve selâm üzerine olsun- yalnız başına mescitte (Ka'be'de) oturuyordu. Utbe kalktı ve şöyle dedi: Ey Kureyşliler, gidip Muhammed'le konuşayım mı? Ona bazı şeyler önereyim, "bunlardan dilediğini seç sana verelim, ama sen de bizden vazgeç" diyeyim mi? Ne dersiniz? Bu olay Hz. Hamza'nın -Allah ondan razı olsun- müslüman olduğu günlere denk geliyordu. Müşriklerin, Peygamber efendimizin arkadaşlarının günden güne artıp çoğalmasından endişelendikleri sıralardı. Kureyşliler: İyi olur, ey Ebu Velid, git ve konuş onunla, dediler. Utbe gidip Peygamber efendimizin yanına oturdu ve ona şöyle dedi: "Yeğenim sen bizdensin ve aşiret içinde geniş bir çevren, saygın bir yerin ve soyun var. Fakat sen soydaşlarının başına büyük bir iş açtın. Onların topluluklarını dağıttın, akıllarını ahmaklık olarak nitelendirdin, bütün tanrılarını ve dinlerini ayıpladın, onların geçmiş atalarını tekfir ettin (onların kafir olduklarını söyledin). Bak, beni dinle sana bazı önerilerde bulunacağım, iyice düşün, belki bir kısmını kabul edebilirsin. Bunun üzerine Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun-: "Söyle, seni dinliyorum, ey Ebu Velid" dedi. Utbe: "Yeğenim, eğer bu getirdiğin inançla mal elde etmek istiyorsan, aramızda mal toplar ve seni en zenginimiz yaparız. Eğer bununla şeref kazanmak istiyorsan, seni başımıza geçiririz ve hiçbir dediğini yapmamazlık etmeyiz. Eğer bununla hükümranlık elde etmek istiyorsan, seni başımıza hükümdar tayin ederiz. Yok eğer bunlar karşı koyamadığın bir hastalıktan kaynaklanıyorlarsa, seni tedavi etmek için doktorlar getiririz, seni bu dertten kurtarmak için mallarımızı feda ederiz. Çünkü bir insana cin musallat olabilir ve bundan ancak tedavi ile kurtulabilir.." dedi. Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- sonuna kadar Utbe'nin sözlerini dinledi. Utbe sözlerini bitirince ona şöyle dedi: "Bitti mi ey Ebu Velid?" "Evet" dedi, Utbe. Peygamber efendimiz "O zaman beni dinle" dedi. Utbe "'Tamam" dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şunları söyledi:
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla." "Ha, Mim."
"Bu kitap, Rahman ve Rahim olan Allah katından indirilmiştir. Öyle bir kitaptır ki bilen bir toplum için ayetleri açıklanmış Arapça okunan Kur'an'dır."
"Müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilmiştir. Fakat insanların çoğu düşünüp kabul etmekte yüz çevirmiştir, onlar işitmezler de."
Sonra Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- okumaya devam etti. Utbe bu ayetleri işitince sessizce bekledi ve ellerini arkasına koydu, onlara dayanarak dinlemeye koyuldu. Peygamberimiz secde ayetini okuyana kadar sesini çıkarmadı. Peygamberimiz secde yaptıktan sonra şöyle dedi: "İşte benim sözlerimi dinledin. Bundan sonra karar senin." Utbe kalkıp arkadaşlarının yanına git-ti. Birbirlerine "Allah'a yemin ediyoruz ki, Utbe gittiğinden farklı bir çehre ile dönüyor" dediler. Utbe yanlarına oturunca "Ne oldu ey Ebu Velid?" dediler. Utbe "Orada öyle bir söz dinledim ki, vallahi bundan önce kesinlikle böyle birşey dinlememiştim, Allah'a andolsun ki, bu ne sihirdir, ne şiirdir ne de kehanettir. Ey Kureyşliler beni dinleyin ve dediklerimi yapın. Adamı kendi haline bırakın ve işine karışmayın. Çünkü Allah'a andolsun ki, ondan duyduğum sözlerde kesinlikle bazı haberler olmalı. Eğer Araplar onun hakkından gelirlerse, sizin eliniz bulaşmadan ondan kurtulmuş olursunuz. Eğer Araplara üstünlük sağlarsa, onun egemenliği sizin egemenliğiniz, onun üstünlüğü sizin üstünlüğünüz demektir. Onun sayesinde insanların en mutlusu siz olursunuz" dedi. Bunun üzerine "Ey Ebu Velid, vallahi o, diliyle seni büyülemiş" dediler. Utbe: "Bu benim düşüncem, siz istediğinizi yapın" dedi.
Bağavi Tefsirinde, Muhammed b. Fudayl'dan, o da Aclah'dan (Bu adam Abdullah el-Kindi el Kufî'nin oğludur. İbn-i Kesir, onun bazı konularda zayıf olduğunu söylemiştir.) O da Zeyyal b. Harmele'den, o da Cabir b. Abdullah'tan şöyle rivayet eder: Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Eğer yüz çevireceklerse deki: Ben sizi Ad ve Semud kavimlerinin başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırımla uyardım." ayetini okuyunca Utbe eliyle Peygamber efendimizin ağzını kapattı ve akrabalık adına susmasını istedi. Sonra evine döndü ve Kureyşlilerin yanına gitmedi, onlara görünmemeye çalıştı..."
Daha sonra bu konuda kendisine sorulunca "Ağzını kapattım ve akrabalık adına susmasını istedim. Çünkü bildiğiniz gibi Muhammed birşey söyleyince yalan söylemez. Bunun için üzerinize korkunç bir azap inmesinden korktum" dedi.
Bu, Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- ağzından çıkan bir uyarının inanmayan bir adamın kalbi üzerindeki etkisinin somut ifadesidir. Peygamber efendimizin portresi, büyük ruhunun edepli tavrı, inanan kalbinin güvenli halı karşısında kısa bir değerlendirme yapmadan geçemeyeceğiz: Burada Peygamber efendimiz, Utbe b. Rebia'nın küçük düşüncelerini, basit önerilerini dinlerken kalbi daha büyük değerlerle meşguldür. Bu düşünceler, bu öneriler insanı tiksindirecek kadar çirkin bile olsalar Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- çok yumuşak bir tavırla karşılıyor, olgun ve onurlu bir kişinin ağırbaşlılığı içinde dinliyor, sakin, sevecen ve kendinden emin bir tavırla sözlerinin bitmesini bekliyor. Utbe'nin bu basit düşünceleri bir an önce bitirmesi için acele etmesini istemiyor. Utbe sözlerini bitirince, öfkelenmeden, hoşgörüyle, derin bir iç huzuru ile "Bitti mi ey Ebu Velid?" diyor. O da "Evet" diye cevap veriyor. Bunun üzerine "Beni dinle" diyor ve sözleriyle onu ürkütmemeye çalışıyor ve adam "Tamam" demedikçe konuşmuyor. Adam dinleyeceğini belirtince bu sefer Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- derin bir içtenlikle, inanç dolu bir ruhla, kendinden emin bir tavırla Rabb'inin sözlerini okumaya başlıyor:
"Bismillahirrahmanirrahim, Ha, Mim..."
Hiç kuşkusuz bu, insan kalbinde ürperti ile karışık bir saygı uyandıran, insanın içine güven, sevgi ve huzur aşılayan görkemli bir tablodur. Bu yüzden hemen kendisini dinleyenlerin kalplerini etkisi altına alıyordu. Başlangıçta alaya almak veya öfkelerini açığa vurmak için kendisine yönelenleri büyülüyordu.
Allah'ın salat ve selamı onun üzerine olsun. Hiç kuşkusuz Allah en doğrusunu söylüyor: "Allah peygamberlik görevini kime vereceğini herkesten iyi bilir."(En'am Suresi. 124)
Bu kısa değerlendirmenin ardından tekrar Kur'an ayetine dönüyoruz: "Eğer yüz çevireceklerse de ki: `Ben sizi Ad ve Semud kavimlerinin başlarına gelen yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyardım."
Biraz önce göklerle yeryüzü boyunca çıkılan gezintinin ardından, geçmiş milletlerin işledikleri suçlardan dolayı başlarına yıkılan yurtlarında çıkılan bir başka gezinti başlıyor. Geçmişte büyüklük taslayanların ibret verici akıbetlerini somutlaştıran harap olmuş yurtlarını gözler önünde canlandırarak büyüklük taslayanların yüreklerini ağızlarına getiren dehşet verici bir gezintidir bu.
"Onlara `Allah'tan başkasına kulluk etmeyin' diyerek önlerinden ve arkalarından peygamberler geldiği vakit..."
Bütün peygamberlerin getirdikleri mesajın özünü ve bütün dinlerin temelini oluşturan aynı sözü söylemişlerdi.
"Rabbimiz dileseydi melekler indirirdi. Onun için biz sizinle gönderilen şeyleri inkar ediyoruz" demişlerdi."
Bu da her peygamberin karşı karşıya kaldığı, sürekli yinelenen bir kuşkudur. Oysa insanlara hitap edecek bir peygamberin yine insanlar arasından seçilmesi gerekir. Bu peygamber insanları bilen ve insanlar tarafından bilinen biri olmalıdır. İnsanlar kendilerine hitap eden peygamberin şahsında pratik bir önderlik bulmalılar, kendilerinin yüzyüze kaldıkları zorlukları o da yaşamalıdır. Ne var ki Ad ve Semudoğulları, önerdikleri gibi melek olmadığı için kendilerine gönderilen peygamberi inkar ettiklerini duyurmuşlardı.
Buraya kadar Ad ve Semudoğullarının akıbetleri kısaca anlatılmış oluyor. Her iki toplum da aynı akıbetle karşılaşmıştı. Onlar da bunlar da korkunç bir yıldırıma tutulmuşlardı. Ardından bu toplumlardan her birinin başına gelenler bir ölçüde ayrıntılı olarak anlatılıyor:
"Ad kavmi, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladı ve "bizden daha kuvvetli kim var?" dediler."
Doğru olanı kulların Allah'a boyun eğmeleri ve yeryüzünde büyüklük taslamamalarıdır. Yüce Allah'ın yarattığı uçsuz bucaksız varlık alemi karşısında çok küçük kalırlar onlar. Şu halde yeryüzündeki her büyüklük taslama girişimi haksızca bir tutumdur. Ad kavmi de büyüklük taslamış ve gurura kapılarak "Bizden daha kuvvetli kim var?" demişlerdi.
Bu bütün zorba tağutların kapıldığı yalancı bir duygudur. Kendi güçlerine karşı çıkacak bir gücün bulunmadığını sanmalarına neden olan büyüklük kompleksidir. Ama unutuyorlar:
"Onlar kendilerini yaratan Allah'ın kendilerinden daha kuvvetli olduğunu görmediler mi?"
Bu, inkarı mümkün olmayan apaçık bir gerçektir. Onları yaratan, temelden onlardan daha güçlüdür. Çünkü onlara bu sınırlı gücü bahşeden O'dur. Ne var ki zorbalar, despotlar, tağutlar bu gerçeği hatırlamak istemezler: "Onlar bizim ayetlerimizi kasden inkâr ediyorlardı."
Azgın tağutlar bu sahnede pazularını gösterirlerken, sahip oldukları güçleri ile etrafa dehşet saçma çabası içindelerken, birden bunu izleyen ayette aşağıdaki sahne gösterime giriyor. Ve bu sahnede bu aşağılık, bu rezil kibirlerine uygun akıbetleri, yerle bir edişleri bir ibret tablosu olarak gözler önüne seriliyor:
"Biz de onlara dünya hayatında rezillik azabını taddırmak için o uğursuz günlerde, üzerlerine dondurucu bir rüzgar gönderdik. "
Bu azap, uğursuz olarak nitelendirilen günlerde üzerlerine salınan; ortalığı yıkıp döken, kasıp kavuran dondurucu kasırgadır. Bu azap dünya hayatında horlanma, aşağılanmadır. Etrafa güç gösterisinde bulunan, kullar üzerinde despotça bir düzen kuran ve haksız yere büyüklük taslayan tağutlara, azgınlara yaraşan bir aşağılamadır bu.
Bu, onların dünya hayatında tadacakları azap... Ahirette yakayı kurtaracak değillerdir:
"Ahiret azabı ise daha kepazeliktir. Ve onlara hiç yardım da edilmez." "Semud kavmine gelince, onlara doğru yolu göstermiştik; fakat onlar, körlüğü doğru yola tercih ettiler."
Bu ifadenin, Semudoğullarının Salih Peygamberin gösterdiği dişi deve mucizesinden sonra doğru yolu bulduklarına, ardından tekrar eski küfürlerine döndüklerine, körlüğü hidayete tercih ettiklerine yönelik bir işaret olduğu açıktır. Doğru yolu bulduktan sonra tekrar sapıklığa dönmek körlüğün en ağırı, en şiddetlisidir.
"Böylece yaptıkları yüzünden alçaltıcı azabın yıldırımı onları yakaladı" Horlanma, aşağılanma onların yaptıklarına en uygun cezadır. Bu sırf bir azap değildir, sırf bir yokoluş değildir. Bu, imandan sonra körlüğe dönmenin cezası olan aşağılanmadır, horlanmadır.
"İnananları ve Allah'a karşı gelmekten sakınmış olanları kurtardık... Ad ve Semudoğullarının ibret verici akıbetlerinin canlı tanığı olan harap olmuş yurtlarında çıkılan bu gezinti ve bu korkutucu, dehşet verici akıbet aracılığı ile iletilmek istenen uyarı maksatlı mesaj sona erdi. Böylece onlara yüce Allah'ın hiçbir gücün karşı koyamadığı, hiçbir kalenin, hisarın ona karşı koruyuculuk yapamadığı ve hiçbir zorbanın karşı direnemediği caydırıcı gücü gösterilmiş oldu.

KULAKLARIN, GÖZLERİN VE DERİLERİN ŞAHİDLİĞİ

İmdi... Buraya kadar yüce Allah'ın evrene ve insanlık tarihine egemen olan gücü gözlerinin önüne serilmişken, şimdi de surenin akışı onların kendi iç alemlerinde tamamen egemen olan yüce Allah'ın gücünü anlatıyor. Öyle ki kendi iç alemlerinde egemenlik sürdüren Allah'ın gücüne karşı ellerinden hiçbir şey gelmez, hiçbir şeyi Allah'ın gücüne karşı koruyamazlar. Hatta kulakları, gözleri ve derileri hesaplaşma gününde Allah'a itaat edip kendilerine isyan edecekler ve aleyhlerinde şahitlikte bulunacaklardır:



19- Allah'ın düşmanları ateşe sürüldükleri gün toplanıp bir araya getirilirler.


20- Nihayet oraya vardıklarında kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları hakkında onların aleyhine şahitlik ettiler.


21- Derilerine: `Aleyhimize niçin şahidlik ettiniz?" derler. Derileri: "Her şeyi konuşturan Allah bizi konuşturdu. İlk defa sizi O yaratmıştı, işte O'na döndürülüyorsunuz " cevabını verirler.


22- Siz kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin, aleyhinize şahidlik etmesinden sakınmıyordunuz, yaptıklarınızdan çoğunu Allah'ın bilemeyeceğini sanıyordunuz.


23- İşte Rabb'inize karşı beslediğiniz bu zannınız, sizi helak etti, ziyana uğrayanlardan olup çıktınız.


24- İster sabretsinler ister etmesinler, onların durağı ateştir. Hoş tutulmalarını isteseler de artık hoş tutulmazlar.

Zor bir durumda ve beklenmedik bir sırada ortaya çıkan insanın yüreğini ağzına getiren bir sürpriz. Bütün organlarının itaat edip buyruğuna boyun eğdiği Allah'ın gücü... Ve Allah'ın düşmanı olarak damgalanan kendileri... Peki Allah'ın düşmanlarının akıbeti ne olacak? Bir sürü gibi başları sonlarına, sonları başlarına karıştırılarak biraraya getiriliyorlar, toplanıyorlar, sürükleniyorlar. Ama nereye? Ateşe! Tam ateşin kenarına getirilip bekletildikleri sırada hesaplaşma başlıyor. O da ne! Hesapta olmayan şahitler aleyhlerinde şahitlikte bulunuyorlar: Dilleri düğümlenmiş konuşmuyor. Oysa bundan önce yalan söylüyor, iftira atıyor, başkalarını alaya alıyorlardı. Kulakları, gözleri ve derileri isteyerek ve teslim olarak Rabb'lerinin emrini yerine getirmek amacı ile aleyhlerinde şahitlikte bulunuyorlar. Onların sır sandıkları şeyleri anlatmaya başlıyorlar. Bunları Allah'tan gizliyorlardı. Allah'ın kendilerini görmediğini, niyetlerini ve cürümlerini O'ndan saklayabileceklerini sanıyorlardı. Fakat bunları gözlerinden, kulaklarından ve derilerinden gizleyecek değillerdi. Hem nasıl gizleyeceklerdi ki? Çünkü bu organlar onlarla beraberdiler. Daha doğrusu onların bir parçasıydılar. İşte bütün yaratıklardan ve alemlerin Rabbi olan Allah'tan gizli olduğunu sandıkları bütün sırları ortaya dökülüyor.
Allah'ın gizli gücü ile bu şekilde, yürekleri korkudan titreten bir ortamda karşılaşmaları ne müthiş bir sürpriz. Bu güç onların bazı organlarını etkisine alıyor, onlar da buyruğuna koşup, dediklerini yapıyorlar:
"Derilerine: `Niçin aleyhimize şahidlik ettiniz?' derler."
Bunun üzerine derileri lafı evirip çevirmeden, onların göremedikleri gerçeği dile getirerek cevap veriyorlar:
"Derileri: `Herşeyi konuşturan Allah bizi konuşturdu' derler."
Dile konuşma yeteneğini veren Allah değil midir? O halde başka organlara da bu yeteneği verebilir. Onun dışındaki herşey de konuşabilir. İşte bugün konuşuyor, anlatıyor, açıklamada bulunuyor.
"İlk defa sizi O yaratmıştı, işte O'na döndürülüyorsunuz."
Herşey O'ndan gelmiş, O'na dönecektir. Başta da, sonda da onun kontrolünden çıkmak mümkün değildir.
Onlar bu gerçeği akıllarına rağmen inkar ediyorlardı, ama derileri bugün onu dile getiriyor.
Hikayenin sonundaki bu yorum cümlesi bazı organlarının onlara yönelik sözleri olabilir. Bu ilginç pozisyon üzerine yapılan bir değerlendirme de olabilir: Siz gözleriniz, kulaklarınız ve derilerinizin, aleyhlerinize şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz."
Bu organlarınızın birgün sizin aleyhinize dönecekleri aklınıza gelmezdi. İsteseydiniz bile yaptıklarınızı onlardan gizleyemezdiniz.
"Yaptıklarınızın çoğunu Allah'ın bilmeyeceğini sanıyordunuz."
İşte bu kötü, bu cahilce zannınız sizi aldattı ve sizi cehenneme sürükledi. "İşte Rabb'inize karşı beslediğiniz bu zannınız, sizi helak etti, ziyana uğrayanlardan olup çıktınız!"
Ardından bu sahne üzerine yapılan son değerlendirme yeralıyor:
"İster sabretsinler ister etmesinler, onların durağı ateştir."
Ne dokunaklı bir olay!.. Burada sözkonusu olan sabır, ateşe karşı sabırdır: Peşinden kurtuluş ve güzel bir ödül gelen olumlu sabır değildir. Bu karşılığı ateş olan bir sabırdır. Ateş gibi kötü bir barınağa katlanmaktır.
"Hoş tutulmasını isteseler de artık hoş tutulmazlar."
Burada kınanma istekleri kabul edilmez, tevbe etmelerine de imkan tanınmaz. Çünkü normal olarak kendisinin kınanmasını isteyen biri, bunun sonucu olarak barışmayı, sıkıntı veren unsurların ortadan kalkması ile karşılıklı hoşnutluğu istiyor demektir. Ama bugün bu kapı kapalıdır. Bu isteğin ardındaki barış ve hoş geçinmeye imkanı tanınmaz.
Sonra surenin akışı onlara yüce Allah'ın kalplerini kontrolünde tutan gücünü gösteriyor; onlar henüz yeryüzündeler ve Allah'a inanmaya tenezzül etmemektedirler. Yüce Allah kalplerinin bozuk olduğunu bildiğinden onlara cinlerden ve insanlardan kötü arkadaşlar musallat etmiştir. Bu kötü arkadaşlar kötülükleri onlara süslü gösteriyorlar, böylece onları hüsrana uğramaları ve Allah'ın azabına çarptırılmaları kaçınılmaz olan kafileye katarlar:



25- Biz onlara birtakım kötü arkadaşlar musallat ettik. Onların önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini onlara gösterdiler. Kendilerinden önce gelip geçmiş olan cin ve insan topluluklar için uygulanan söz (azap) kendilerine de geçerli olmuştur. Çünkü onlar hüsrana düşenlerdir.

Şu halde nasıl, kendisine kulluk etmeye tenezzül etmedikleri Allah'ın kontrolünde olduklarına baksınlar. Göğüs boşluklarındaki kalplerinin kendilerini nasıl azaba ve hüsrana sürüklediklerini görsünler. Yüce Allah onlara birtakım arkadaşlar musallat etmiştir. Onlar da birtakım vesveseler veriyor, çevrelerindeki bütün kötülükleri süslü gösteriyorlar. Yaptıklarını güzel göstererek yaptıklarının pis taraflarının farkına varmalarına engel oluyorlar. Bir insanın başına gelebilecek en büyük felaket, yaptıklarının çirkin, sapık taraflarını farketmesini sağlayacak duyarlığını yitirmesidir. Şahsına ait herşeyi ve her eylemi güzel görmesidir. İşte felaket budur, insanı daima yokluğa sürükleyen uçurum budur. Ve işte onlar kötüler güruhu içinde yer almışlar, kendilerinden önce yüce Allah'ın aleyhlerindeki tehditlerinin gerçekleştiği insan ve cinn toplulukları arasındaki yerlerini almışlar. Bunlar hüsrana uğrayanlar sürüsüdür.
"Çünkü onlar hüsrana düşenlerdir."
Bu Kur'an'da etkileyici bir güç bulunduğunu fark ettiklerinde ona karşı savaşa girişmeleri bu kötü arkadaşların yaptıklarını güzel göstermelerinin bir sonucudur

26- İnkar edenler: "Bu Kur'an'ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın, belki ona galip gelirsiniz" dediler.

Kureyş kabilesi ileri gelenlerinin kitleleri kandırmak için kendilerine söyledikleri bir sözdür bu. Çünkü bu Kur'an'ın hem kendi ruhları hem de kitlelerin ruhları üzerindeki etkinliğine karşı koyamıyorlardı.
"Bu Kur'an'ı dinlemeyin."
Çünkü ileri sürdükleri gibi bu Kur'an onları büyülüyor, akıllarını çeliyor, hayatlarını altüst ediyordu. Baba ile oğulu, karı ile kocayı birbirinden ayırıyordu. Evet, Kur'an ayırıyordu, ama iman ile küfrü, sapıklıkla hidayeti birbirinden ayıran Allah'ın öngördüğü kriter ile, Furkan ile ayırıyordu. Kalpleri bütünüyle Allah'a özgü kılıyordu. Allah'ın bağından başka bir bağa önem vermiyordu. İşte insanları birbirinden ayırmada esas alınan kriter, gözönünde bulundurulan Furkan buydu.
"Okunurken gürültü yapın, belki ona galip gelirsiniz."
"Bu yakışık almayan, seviyesiz bir tutumdu. Ne var ki iman etmeye tenezzül etmeyen küstahlar kanıt ile, delil ile, belge ile karşı koyamadıkları zaman yüzsüzlüğe, şamataya başlarlar.
Nitekim insanları Kur'an'ı dinlemekten alıkoymak için Malik b. Nadr'ın yaptığı gibi İsfendiyar ve Rüstem masallarını anlatarak, şamata çıkarıyorlardı. Bazan kargaşa çıkararak, bağırarak Kur'an'ın okunmasına engel olmaya çalışıyorlardı. Kimi zaman Kur'an okunurken şiirle, kafiyeli sözlerle halkın dikkatini dağıtmaya, Kur'an'ı dinlemelerine engel olmaya çalışıyorlardı. Ama bütün çabaları boşa gidiyordu. Kur'an hepsine üstün geliyordu. Çünkü Kur'an'da üstün gelme sırrı gizlidir. Çünkü Kur'an hak içeriklidir. Ve batıl ne kadar çırpınırsa çırpınsın her zaman hak üstün gelir.
Bu çirkin sözlerine karşılık olarak çok uygun bir tehdit yeralıyor:

27- İnkar edenlere şiddetli bir azab taddıracağız ve onları, yaptıklarının en kötüsüyle cezalandıracağız.


28- İşte böyle; Allah'ın düşmanlarının cezası ateştir. Ayetlerimizi bile bile inkar etmeleri karşılığı orası onların temelli kalacakları yerdir.

Ve çok geçmeden onları ateşte görüyoruz. Arkadaşlarını n geçmişte yaptıkları ve şu anda yapmakta oldukları kötülükleri kendilerine süslü göstererek en sonunda böylesine korkunç bir tehlike ile yüzyüze getirdikleri aldanmışların büyük bir öfke içinde hayıflanarak dizlerini dövdüklerini görüyoruz.

29- Ateşe giren kafirler derler ki: "Rabb'imiz cinlerden ve insanlardan bizi saptıranları göster, onları ayaklarımızın altına alalım. Ki altta kalanlar olsunlar."

Müthiş bir öfke. İntikam duygusu ile yanıp tutuşuyorlar: "Onları ayaklarımızın altına alalım." ... "Ki altta kalanlar olsunlar." Karşılıklı sevgiden, dostluktan, vesvese ve kötülükleri süslü gösterme girişimlerinden sonra durumları bundan ibaret olacaktır.

RABB'İMİZ ALLAH'TIR

Bu bir ilişki türüdür. Bu ilişki vesvese ve aldatmaya dayanır. Ama bir diğer ilişki türü de var. Bu ilişki öğüt vermeye, karşılıklı dostluğa dayanır. Bunlar mü'minlerdir. Rabb'imiz Allah'tır diyen, sonra da iman ile, salih amel ile Allah'ın belirlediği yolda ona doğru yol alan kimselerdir. Yüce Allah bunlara insanlardan ve cinnlerden kötü arkadaşlar musallat etmiyor. Kalplerine güven ve huzur aşılayan, onları cennetle müjdeleyen, dünya ve ahirette onlara arkadaşlık eden melekler görevlendiriyor:



30- "Şüphesiz Rabb'imiz Allah'tır"deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara "Korkmayın üzülmeyin, size söz verilen cennetle sevinin!" derler.


31- Biz dünya hayatında da ahiret hayatında da sizin dostlarınızız. Orada canlarınızın çektiği ve istediğiniz her şey sizindir.


32- Bütün bunlar, O bağışlayan ve esirgeyen Allah'tan bir ağırlama olarak size lûtfedilmiştir.

"Rabb'imiz Allah'tır" ilkesi doğrultusunda hareket etmek, bu ilkeyi gereği gibi hayata yansıtmaktır, gerçek anlamda ona uymaktır. Bu ilkeyi vicdanda bilinç olarak, hayatta da davranış biçimi olarak özümsemektir. Onun öngördüğü şekilde hareket etmek ve yükümlülüklerine karşı sabretmektir. Kuşkusuz bu, büyük ve o kadar da zor bir iştir. Yüce Allah katında böylesine büyük bir lütfu, meleklerin arkadaşlığını, onların dostluk ve sevgilerini hakketmesi de bu yüzdendir. Bu durum, yüce Allah'ın onların tutumlarını anlatması ile kendisini gösteriyor. Yüce Allah'ın anlatımı ile melekler mü'min dostlarına şöyle sesleniyorlar: Korkmayın, üzülmeyin, size söz verilen cennetle sevinin. Biz dünya ve ahirette sizin dostlarınızız... Sonra başlıyorlar onlara söz verilen cenneti tasvir etmeye... Bir dostun dostuna ilerde karşılaşacağını gördüğü ve bildiği bir nimeti onu sevindireceğini bilerek tasvir etmesidir bu: Orada canınızın istediği ve size söz verilen her nimet vardır. Oranın güzelliğini ve saygınlığını daha çok anlatıyorlar: Kullarını bağışlayan, onlara merhamet eden Allah'ın bir lütfudur, bir bağışıdır bu. Bu cennete ve içindeki nimetlere yüce Allah'ın bağışlaması ve merhameti sayesinde kondunuz. Bundan daha üstün bir nimet var mıdır?
Bu bölüm Allah'ın dinine davet eden davetçinin portresini çizmekle; onun ruhsal yapısını, konuşma tarzını, söz ve davranışlarını gözler önünde canlandırmakla; hem Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- hem de onun ümmetindeki bütün davetçilerin dikkatini bu örnek tabloya çekmekle son buluyor. Bilindiği gibi bu sure Allah'ın dinine davet edilenlerden bazılarının kabalıklarını, edepsizliklerini, iğrenç kibirlerini sergilemekle başlamıştı. Burada güdülen maksat islam davetçisine: "Şartlar ne olursa olsun, izleyeceğin davet metodu budur" direktifini vermektir:



33- İnsanları Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve "Ben müslümanlardanım " diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?


34- İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir tavırla sav O zaman bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir.


35- Bu haslete ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak hayırda büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.


36- Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işiten ve bilendir.

İnsan ruhunun yamukluğuna, kaypaklığına, cahilliğine, alışkanlıklarını herşeyin üstünde tutma eğilimine, sapıklıkta olduğunu kendisine yediremeyecek kadar burnu havada olmasına, ihtiraslarına ve çıkarlarına düşkün oluşuna, bütün insanların huzurunda eşit olduğu tek ilaha davet hareketinin tehdit ettiği toplumsal statüsüne, kişisel ayrıcalığına büyük önem vermesine karşı Allah'a davet hareketini yürütmek...
Evet bu olumsuz şartlarda davet görevini yerine getirmek çok zor bir iştir. Ama aynı zamanda büyük ve saygın bir görevdir:
"İnsanları Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve `Ben müslümanlardanım' diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?"
Şu halde yeryüzünde söylenen en güzel söz Allah'ın dinine davet amacı ile sarfedilen sözlerdir. Bunlar güzel sözlerin başında gökyüzüne yükselirler. Ancak sözleri doğrulayan salih amelle birlikte; insanın kendi kişiliğine yer vermediği Allah'a bütünüyle teslim olma durumu ile birlikte... Bu durumda davet tamamen Allah'a özgü kılınmış olur ve davetçinin açıkça anlatıp duyurmaktan başka bir etkinliği olamaz.
Bundan sonra davetçinin sözleri itirazla, terbiyesizlikle ve inkarda inatlaşma ile karşılanırsa bunda onun için bir sorumluluk yoktur. Çünkü o, insanlara iyilik sunmaktadır, çünkü o yüce bir makamdadır. Ondan başkası elbette kötülük ileri sürecektir. Çünkü aşağılık bir konumdadır.
"İyilikle kötülük bir olmaz"
Davetçi kötülüğe kötülükle karşılık vermez. Çünkü iyiliğin etkisi ile kötülüğün etkisi bir olmaz. -Nitekim değerleri de bir değildir- İnsanların kötülüklerine karşı sabır göstermek, hoşgörülü davranmak, nefsin isteklerinin üstüne çıkmak serkeş ruhları uysallaştırır, yatıştırır, onlara güven duygusunu verir. Düşmanlığı dostluğa, serkeşliği uysallığa dönüştürür.
"Sen kötülüğü en güzel bir tavırla sav. O zaman bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir."
Birçok durumlarda bu kuralın doğruluğu ortaya çıkmıştır. Güzel bir söz, yumuşak bir konuşma, kontrolünü kaybetmiş, kızgın, öfkeli ve gururlu kişinin yüzünde beliren tatlı bir tebessüm, heyecanı yumuşaklığa, kızgınlığı sakinliğe dönüştürür.
Oysa karşıdakinin davranışının aynısı ile karşılık verecek olursa heyecan, öfke, kibir ve azgınlık gittikçe artar. En sonunda utanma diye birşey kalmaz. Kontrolünü kaybeder ve günahları ile övünmeye başlar.
Şu da var ki, böyle bir hoşgörü, kötülükle karşılık vermeye gücü yettiği halde hoşgörülü davranmayı, şefkat göstermeyi tercih eden büyük bir kalp sahibi olmayı gerektirir. Hoşgörünün gereken etkiyi gösterebilmesi için böyle bir güce sahip bulunmak zorundadır. Ta ki kötülük yapan kişi bu iyiliğin zayıflıktan kaynaklandığını sanmasın. Eğer karşıdaki kişinin zayıf olduğu için böyle davrandığını farkederse ona saygı göstermez. Ve iyiliğin hiçbir yararı olmaz.
Ayrıca bu hoşgörü insanın şahsına yönelik kötülüklerle sınırlıdır. İnanç sistemine yönelik saldırılara ve mü'minleri bu inanç sisteminden döndürme amaçlı baskılara karşı hoşgörülü davranılamaz. Böyle bir durumda her türlü savunma önlemi alınmalı ve sonuna kadar direnilmelidir. Ya da yüce Allah sorunu çözümleyene kadar inanca bağlılıkta sabredilmelidir.
Bir insanın ulaştığı bir derece; kötülüğü iyilikle savma, kin ve öfke gibi dürtüleri yenip hoşgörülü davranma, nereye kadar hoşgörülü davranılacağını, nereye kadar kötülüğe iyilikle karşılık verileceğini dengeleyebilme derecesi... Her insanın ulaşamadığı bir derecedir. Çünkü böyle bir düzeye erişmek sabır gerektirmektedir. Bu, aynı zamanda yüce Allah'ın çalışıp ta onu hakkeden kullarına bahşettiği bir lütuftur.
"Bu haslet ancak sabredenlere kavuşturulur. Buna ancak hayırda büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur."
Bu o kadar yüce bir derecedir ki kendisi için hiç kimseye kızmamış olan, Allah için kızdığı zaman da kimseyi dinlemeyen Peygamber efendimize -salât ve selâm üzerine olsun- onun şahsında da bütün islam davetçilerine bu konuda şöyle seslenilmektedir:
"Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir."
Öfke insana vesvese verir. Kötülüklere karşı fazla sabretmeme veya hoşgörülü davranmama isteğini uyandırır. Dolayısıyle böyle bir durumda şeytandan Allah'a sığınmak koruyuculuk işlevini görür. Onun öfkeyi istismar etme, bu deliği kullanıp insanın duygularına etki etme amaçlı girişimlerini boşa çıkarır.
Şu insan kalbini yaratan, onun giriş ve çıkış noktalarını, gücünü ve yeteneklerini, şeytanın hangi delikten girip onu kontrol altına alacağını bilen yüce Allah davetçinin kalbini kızgınlığın tahrik edici etkisine, dolayısıyle şeytanın vesvesesine karşı koruyor. Davet yolunda karşısına çıkan ve öfkesinden yararlanmak isteyen şeytana karşı koruyor.
Kuşkusuz davetçinin uyarabileceği noktayı, dizginleri ele geçirmesini sağlayacak fırsatı bulana kadar insan ruhuna giden dikenli, dolambaçlı, girintili, çıkıntılı ve son derece meşakkatli bir yol izlemesi gerekir.
İnsan kalbi ile birlikte davetin geniş alanı içinde yeni bir bölüm başlıyor. Bölüm yüce Allah'ın evrensel ayetlerini; gece, gündüz, güneş ve ayı kapsayan bir gezinti ile başlıyor. Bu arada, müşrikler arasında Allah'la birlikte güneşe ve aya secde edenlerin bulunduğu, oysa her ikisini de yüce Allah'ın yarattığı belirtiliyor. Bu ayetler sunulduktan sonra değerlendirme amacı ile, şayet kendileri büyüklük taslayıp Allah'a kulluk yapmaya tenezzül etmezlerse, Allah'a onlardan daha çok yakından ve ona kulluk yapan varlıklar olduğu hatırlatılıyor. Sonra şu yeryüzü Rabb'ine karşı bir tür kulluk pozisyonu içindedir. Yeryüzü de tıpkı onlar gibi canlılığını Rabb'inden alıyor. Ama onlar bununla Rabb'lerine doğru yol almıyorlar. Tam tersine Allah'ın evrensel ayetlerini inkar ediyor, Kur'an'daki ayetlerini de tartışma konusu yapıyorlar. Oysa bu Kur'an Arapçadır ve ona onların anlamadığı yabancı dilden kelimeler karışmamıştır. Ardından ayetlerin akışı onları bir kıyamet sahnesi ile yüzyüze getiriyor. Sonra onların ruhlarını bütün zaafları ile, değişkenlik ve unutkanlığı ile, iyiliğe düşkünlüğü, buna karşın zarardan kaçışı ile, sahip olduğu tüm özellikleri ile çırılçıplak gözler önüne seriyor. Buna rağmen onlar Allah katında kendilerine ilişecek zarardan korunmuyorlar. Sure yüce Allah'ın insanlara verdiği bir sözle son buluyor: Burada yüce Allah, gerçeği bütün çıplaklığı ile görünceye, içlerinde hiçbir şüpheye, hiçbir kuşkuya yer kalmayıncaya kadar insanlara hem iç alemlerindeki hem de dış alemdeki ayetlerini göstereceğini vaadediyor.



37- Gece, gündüz, güneş ve ay onun ayetlerindendir. Eğer Allah â kulluk ediyorsanız, güneşe ve aya secde etmeyin. Onları yaratan Allah â secde edin.

Bu ayetler gözler önüne serilmiştir. Bilen, bilmeyen herkes görür bunları. İnsan kalbi üzerinde dolaysız bir etki bırakır. İnsan bu evrensel ayetlerin mahiyetleri ile ilgili bilimsel açıdan bir şey bilmese bile onların görkemine hayran kalır. Çünkü onlarla insanın organik yapısı arasında bilimsel tanımadan çok daha köklü bir bağ vardır. Onlarla şu insan arasında yaratılış, fıtrat ve organik açıdan bir bağ vardır. Dolayısıyle insan ve onlar birbirlerinin ayrılmaz parçasıdırlar. Organik yapıları bir, öz maddeleri bir, fıtratları bir, bağlı bulundukları yasaları bir, ilahları bir. Bu yüzden insan bu ayetleri derin duygusu ile, yalın mantığı ile heyecanla algılar.
Bù yüzden Kur'an-ı Kerim çoğu zaman insan kalbinin dikkatini bu ayetlere çekmekle, içinde bulunduğu gafletten uyarmakla yetinir. Bu gaflet bazan uzun süreli alışkanlıktan, bazan da çeşitli engellerden, birikimlerden, müdahalelerden kaynaklanır. İşte Kur'an-ı Kerim insan kalbini bunlardan arındırır. Böylece yeniden canlanmasın, hareket etmesini, uyanmasını, bu dost evrene sempatiyle bakmasını, kökü derinlere varan eski tanışıklıkla iletişim kurmasını sağlar.
Burada ayet-i kerimenin işaret ettiği sapma şekillerinden biri şudur: Bazıları güneş ve aya yönelik duygularında aşırıya kaçıyorlardı, onlara sapıkça bir yaklaşım içindeydiler. Allah'ın yarattığı varlıklar arasında en parlak, en göz alıcı olanlarına Allah'a daha çok yaklaşmak gerekçesi ile ibadet ediyorlardı. İşte Kur'anı Kerim onları bu sapıkça yaklaşımdan vazgeçirmek, onların karmaşık ve bulanık inançlarını düzeltmek için inmiştir. Kur'an-ı Kerim onlara şöyle sesleniyordu: Eğer siz gerçekten Allah'a ibadet ediyorsanız, güneşe ve aya secde etmeyin. "Onları yaratan Allah'a secde edin." Çünkü bütün yaratıklar hep birlikte sadece yaratıcıya kulluk kastı ile yönelebilirler. Güneş ve ay da sizin gibi yaratıcılarına kulluk kastı ile yöneliyorlar. Şu halde siz de onlarla birlikte tek ve ortaksız yaratıcıya kulluk kastı ile yönelin. Çünkü ibadet sunmaya sadece O layıktır. İfade içinde güneş ve aya dönük olarak "Halakahunne" şeklinde dişiler için geçerli olan çoğul zamir kullanılıyor. Bununla güneşin, ayın ve onlara benzeyen diğer yıldızların ve gezegenlerin cinsleri gözönünde bulundurulmuştur. Ayrıca onlardan söz edilirken akıllı varlıklar için geçerli olan zamir kullanılıyor ki, bununla onlara hayat ve akıl nitelikleri yakıştırılmak, gören canlı varlıklar gibi tasvir edilmek isteniyor.
Eğer bu evrensel ayetlerin sunulmasından ve bu aydınlatıcı açıklamadan sonra yine de büyüklük taslayacak olurlarsa, bu hiçbir şeyi ileri veya geri götürmez, hiçbir şeyi arttırıp eksiltmez. Çünkü onların dışındaki varlıklar büyüklük taslamadan yüce Allah'a kulluk sunuyorlar:

38- Eğer büyüklük taslarlarsa bilsinler ki, Rabb'inin yanında bulunanlar (melekler), gece gündüz O'nu tesbih ederler ve onlar hiç usanmazlar."

"Rabb'inin yanında bulunanlar" dendiği zaman ilk önce akla gelen meleklerdir. Ne var ki burada meleklerden başka Allah'ın yakın kulları kastedilmiş olabilir. Hem biz, basit ve önemsiz birkaç bilgi kırıntısından başka birşey biliyor muyuz ki?
Şunlar Rabb'inin yanında bulunanlar. Daha üstün ve daha yücedirler. Daha onurlu ve daha ideal kullardırlar. Yeryüzünde doğru yoldan çıkıp sapanlar gibi büyüklük taslamazlar. Allah'a yakın oluşlarından dolayı gururlanmazlar. Gece-gündüz onu tesbih etmekten bıkmazlar, "Usanmazlar". . Şu halde yeryüzünde bazı kimselerin varlık bütününden kopup Allah'a yönelik kulluk gerçeğinden uzaklaşması, bu görevden geri kalması ne anlam ifade eder?

ALLAH'IN AYETİ YERYÜZÜ

İşte şu yeryüzü -onların anaları, besin kaynakları- bağrından çıktıkları ve en sonunda bağrına dönecekleri yeryüzü... Onun kendilerine bahşettiği azıklardan başka yiyecekleri, içecekleri olmaksızın üzerinde karınca gibi dolaştıkları şu yeryüzü... Şu yeryüzü Allah'ın huzurunda boynu bükük durur. Onun elinden hayat alır:



39- Onun ayetlerinden biri de şudur: Sen toprağı boynu bükük kupkuru görürsün. Onun üzerine suyu döktüğümüz zaman titreşir ve kabarır. Onu dirilten Allah elbette ölüleri de diriltir. O'nun herşeye gücü yeter.

Burada Kur'an-ı Kerim'in yerine göre uygun ifadeler seçmeye ne kadar özen gösterdiğinin üzerinde durmak istiyoruz. Ayette boynu büküklük olarak ifade edilen yerin durumu, üzerine suyun inmesinden önceki hareketsizliğidir. Üzerine su döküldüğü zaman titreşiyor, kabarıyor. Sanki yerin bu hareketi, hayat bahşeden sebeplere karşı yüce Allah'a yönelik bir şükür, bir ibadet ifadesidir. Çünkü bu ayetin içinde yeraldığı atmosfer, ibadet, tesbih ve boyun bükmeyi anlatan ayetlerin oluşturduğu atmosferdir. Bu yüzden yeryüzü sahnede yeralan uygun bir duygu ile, uygun bir hareket ile sahnenin vermek istediği mesafe katkıda bulunan bir şahısmış gibi sunuluyor...
Buna benzer ifadelerdeki sanatsal ahengi vurgulamak için "Kur'an'da Edebi Tasvir" kitabından bir sayfa iktibas etmek istiyoruz.
"Kur'an-ı Kerim yeryüzünün yağmur yağmazdan, bitki yeşermezden önceki durumunu bir keresinde "kuru", bir keresinde de "boynu bükük" şeklinde ifade etmiştir. Bazıları bunun sadece bir ifade çeşitliği olduğunu sanmaktadırlar. Şu halde bu iki nitelendirmenin sözkonusu edildiği yerlere bakalım. Bu nitelendirmeler iki farklı yerde geçmektedir:
Yeryüzünün "kuru" olarak nitelendirilmesi şu ayette geçiyor:
"Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirileceğinizden kuşkunuz varsa, biliniz ki, gücümüzü kanıtlamak için sizi önce topraktan, sonra spermadan, sonra embriyodan, sonra yapısı belli belirsiz bir çiğnemlik et parçasından yarattık. Size belirtmek için dilediğimizi belli bir sürenin sonuna kadar rahimlerde tutarız. Sonra da sizleri çocuk olarak meydana çıkarırız. Böylece yetişip ergenlik çağma gelirsiniz. Kiminizin erken yaşta canı alının ve kiminiz de ömrünün en kötü dönemine kadar yaşatılır ki, bilirken birşey bilmez olur. Yeryüzünü de kupkuru görürsün. Fakat biz oraya su gönderdiğimizde titreşir, kabarır ve her gözalıcı bitkinin çiftini yetiştirir."(Hac Suresi, 5)
"Boynu bükük" olarak nitelendirilmesi de ayette oluyor:
"Onun ayetlerinden biri de şudur: sen toprağı boynu bükük kupkuru görürsün. Onun üzerine suyu döktüğümüz zaman titreşir ve kabarır."
Bu iki ayete şöyle bir göz atıldığı zaman "kuru" ve "boynu bükük" kelimelerinin kullanıldığı yerlerle oluşturdukları ahenk hemen göze çarpar. Birinci ayetin konusu, diriliş, canlandırma ve gün yüzüne çıkmadır. Yeryüzünün "kuru" olarak nitelendirilmesi, sonra titreşip kabarması ve her güzel bitkiden çifter çifter yeşertmesi ayetin atmosferi ile ahenk oluşturmaktadır. İkinci ayette ise, konu; ibadet, boyun bükmek ve secde etmektir. Dolayısıyle yeryüzünün "boynu bükük" olarak tasvir edilmesi, ardından üzerine su indirildikten sonra titreşip kabarması bu ayetin atmosferine uygun düşmektedir.
"Öte yandan birinci ayette olduğu gibi burada yeryüzünün suyun inmesinden sonra titreşip kabarmasına, bitki yeşertmesi, gün yüzüne çıkartması, hususları eklenmiyor. Çünkü ibadet ve secde havasının egemen olduğu bir atmosferde buna gerek yoktur. Burada yeralan "titreşip kabardı" ifadesi, oradaki anlamı ve amacı ifade etmek için kullanılmıyor. Bu ifade yeryüzünün boynu büküklükten sonraki durumunu anlatıyor. Burada vurgulanması amaçlanan hareket budur. Çünkü sahnedeki herşey ibadet kastı ile hareket ediyor. Yeryüzünün yalnız başına boynu bükük ve hareketsiz kalması uygun düşmez. Sahne içinde kendilerine özgü hareketleri ile kulluk sunanlara katılması ve sahnede yeralan herşey hareket halindeyken onun bir köşede boynu bükük ve hareketsiz kalmaması gerekir. Bu ise, zihinlerde canlandırılmak istenen harekette bir ahenk oluşturmak için, her türlü değerlendirmenin üstünde çok büyük bir dikkatin, bir özenin göstergesidir..."
Tekrar Kur'an ayetine döndüğümüzde ayetin sonundaki yorum cümlesinin ölülerin diriltilmesi meselesine işaret ettiğini, yeryüzünün canlanmasını buna bir kanıt, bir örnek olarak gösterdiğini görüyoruz:
"Onu dirilten Allah elbette ölüleri de diriltir. O'nun gücü herşeye yeter."
Buna benzer sahnelerin Kur'an-ı Kerim'de kıyamet günü ölülerin diriltilmesine bir örnek, aynı şekilde yüce Allah'ın gücüne bir kanıt olarak sunulmasına sıkça rastlanır. Yeryüzündeki hayat sahnesi bütün kalplere yakın bir olgudur. Akıllardan önce kalplere dokunur, onları uyandırır. Ölüler arasında hayat unsuru belirmeye başlayınca bu olay, hayatı var eden yaratıcının ne kadar güçlü olduğunu, yavaş yavaş ve gizlice bilincin derinliklerine bir mesaj olarak iletir. Kur'an insan fıtratına en kısa yoldan ve anlayacağı dilden seslenir.
İnsan bilinci ve duyguları üzerinde çok derin etkiler bırakan bu evrensel ayetlerin yeraldığı sahnenin ışığında, bu göz kamaştırıcı ve apaçık ayetleri inkar edenlere, onları reddedenlere, demogoji yapanlara yönelik çok sert bir azarlama ve korkutucu bir tehdit yeralıyor:



40- Ayetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp eğriliğe sapanlar bize gizli kalmazlar. O halde ateşin içine atılan mı daha iyidir, yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi? Dilediğinizi yapın, O, yaptıklarınızı görmektedir.

Tehdit üstü kapalı gibi görünüyor ama korkutucudur: "Bize gizli kalmazlar." Çünkü onlar bütünüyle yüce Allah'ın bilgisinin kapsamındadırlar. Onlar, istedikleri kadar demogoji yapsınlar, kıvırsınlar. Bu şekilde demogoji yapmak suretiyle insanların sorgulamalarından yakayı kurtardıkları gibi yüce Allah'ın elinden de kurtulacaklarını sansınlar, kesinlikle Allah'ın ayetlerini inkar etmelerinden dolayı sorguya çekilip cezalandırılacaklardır.
Sonra tehdit açık bir dille yöneltiliyor: "O halde ateşin içine atılan mı daha iyidir, yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi?"
Mü'minlerin güven içinde getirilmelerine karşılık kıyamet günü onların durumundan korku, dehşet ve ateşe atılma gibi onları bekleyen akıbetten kinayedir bu ifade.
Ayet yine üstü kapalı bir tehditle son buluyor: "Dilediğinizi yapın, O, yaptıklarınızı görmektedir."
İstediğinizi yapmaya, Allah'ın ayetlerini inkar etmeye çağrılan ve her yaptığı Allah tarafından görülen adamın durumu ne korkunçtur.

KUR'AN VE KAFİRLER

Şimdi de yüce Allah'ın Kur'an'daki ayetlerini inkar eden kafirlere değiniliyor. Oysa Kur'an yüce bir kitaptır, güçlüdür, dış müdahalelerden korunmuştur, ona ne uzaktan ne de yakından batıl bulaşamaz:



41- Kendilerine gelen Kur'ân'ı inkar ettiler. Halbuki o yüce bir Kitab'dır.


42- Geçmişte ve gelecekte ona batıl karışmaz. Her yaptığını bir hikmete göre yapan ve övülmeye layık Allah katından indirilmiştir.


43- Ey Muhammed! Sana söylenen, senden önceki elçilere söylenmiş olandan başka birşey değildir. Senin Rabb'in hem bağışlama sahibi, hem de acı azap sahibidir.


44- Eğer biz bu Kur'ân'ı yabancı bir dilde okunan bir kitap yapsaydık derlerdi ki: `Ayetleri anlayacağımız bir şekilde açıklanmalı değil miydi? Muhatapları Arap olduğu halde Arapça olmayan kitap mı geldi?" De ki: "O mü'minler için doğru yolu gösteren bir kılavuz ve şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an, onlara bir körlüktür. Sanki onlar uzak bir yerden çağrılıyorlar.

Ayet-i kerime kendilerine gelen kitabı inkar edenlerden sözediyor ama, onların ne olduklarına, ileride ne olacağına değinmiyor. Yani "Kendilerine gelen kitabı inkar edenler" isim cümlesinin yüklemi belirtilmiyor. Sanki "onların bu davranışlarına uygun bir nitelik, işledikleri cürmün iğrençliğini ifade edecek bir söz yoktur" denmek isteniyor.
Bu yüzden "inne" edatı ile başlayan isim cümlesinin yüklemi belirtilmeden onların inkar ettikleri kitabın nitelikleri sayılıyor. Amaç işledikleri suçun iğrençliğini ön plana çıkarmak, korkunçluğunu vurgulamaktır:
"Halbuki o yüce bir kitaptır. Geçmişte ve gelecekte ona batıl karışmaz. Her yaptığını bir hikmete göre yapan ve övgüye layık Allah katından indirilmiştir."
Batıl nasıl bulaşabilir ki, bu kitaba? O hak olan Allah katından gelmiştir.
Alıntı ile Cevapla