Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:48 Mesaj:
4.079 Konular:
315 Beğenildi:49 Beğendi:0 Takdirleri:149 Takdir Et:
| Cvp: Fizilalil Kuran Zümer Suresi Tefsiri Bu ayetler, sağlıklı imanın mantığını bütün sadeliği, zindeliği, açıklığı ve derinliğiyle ortaya koymaktadır. Tıpkı Hz. Peygamberin kalbine yerleşen iman gibi. Bir mesaja iman eden herkesin ve bir dava sahibi olan her insanın kalbinde yerleşmesi gereken iman da bu özelliklere sahip olmalıdır. Bu imandır tek başına insana yeterli olan onu başka şeylere muhtaç olmaktan kurtaran: hedefe ulaştırıcı, değişmez ve doğru yolu önüne seren temel gerçek. Bu ayetlerin iniş sebebi hakkında kaydedilen rivayetlere göre Kureyş müşrikleri, Allah'ın elçisi olan Hz. Muhammed'i (s.a.s.) ilahları ile korkutuyor ve onların gazabından (öfkesinden) sakındırıyorlardı. İlahlarına aşağılayıcı sözler söylemekten vazgeçmediği takdirde onların hışmına uğrayacağını söylüyorlardı. Fakat bu ayetlerin anlamı daha kapsamlı ve daha geniştir. Bu, hakkı çağıran davetçi ile yeryüzünün ona karşı koyan tüm güçleri arasında meydana gelen savaşın gerçek yüzünü ortaya koymaktadır. Bu güçleri sağlıklı terazide tarttıktan sonra mü'min kalbteki güveni, kesin inancı ve huzuru da tasvir etmektedir. "Allah, kuluna yetmez mi?" Evet, yeterlidir. Öyleyse kim onu korkutabilir? Hangi şey onu korkuya düşürebilir; Allah onunla beraber olduktan sonra... Kendisi kulluk makamına yükselip, bu makamın hakkını ödedikten sonra. Bütün kullarının üstünde egemen olan, yüce kudret sahibi Allah'ın kendi kuluna kâfi olduğundan kim şüphe edebilir? "Seni O'ndan başkalarıyla korkutuyorlar." Nasıl korkar O? Allah'ın dışındakiler O'nun koruduğu kimseyi korkutamazlar. Yeryüzünün tamamı Allah'ın dışındaki varlıklarla dolu olmasına rağmen bunların hiçbir O'nu etkilemez. Bu, rahat anlaşılabilecek, apaçık bir meseledir. Kafa yormaya ve tartışmaya gerek yok bu konuyu. Bir tarafta yüce Allah, diğer tarafta Allah'ın dışında kalan varlıklar. Bu konu üzerinde düşündüğümüzde artık ne herhangi bir şüpheye ne de herhangi bir karışıklığa neden olacak bir şey kalır. Geçerli olan, Allah'ın iradesidir. Üstün olan, O'nun dilemesidir. Kullar hakkında hükmü geçerli olan O'dur. Kulların kendilerine, kalblerinin hareketlerine ve duygularına hükmeden O'dur. "Allah kimi saptırırsa onu artık doğru yola ileten olmaz. Allah kime de doğru yolu gösterirse artık onu şaşırtan olamaz. Kimin sapıklığa müstehak olduğunu bilip onu saptıran; kimin de doğru yola layık olduğunu bilip ona yol gösteren Allah'dır. Şu veya bu şekilde biri hakkında karar verdiği zaman artık O'nun dilediğini değiştirecek kimse olamaz. "Allah, gâlip ve öç alan değil mi?" Şüphesiz evet. Kuvvet ve üstünlük sahibi olan O'dur. O, herkese hakettiği karşılığı verir. İntikâma müstehak olandan intikam alır. Gerçekten Allah'a kulluk görevini yerine getiren bir insan nasıl bir kişiden veya bir şeyden korkabilir? Hem de yüce Allah onun koruyucusu ve kendisine yeterli olduğu halde! Sonra bu gerçeği başka bir kalıpta ortaya koymaktadır. Bu kalıp, onların kendi mantıklarından ve fıtratlarında mevcut olan, Allah gerçeğine ilişkin realiteden kaynaklanmaktadır: "Ey Muhammed! Andolsun ki, onlara "Gökleri ve yeri yaratan kimdir?" diye sorsan; "Allah'dır" derler. De ki: "Öyleyse bana bildirin Allah bana zarar vermek isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, O'nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut bana bir rahmet dilerse, O'nun rahmetini önleyebilir mi?" De ki: "Allah bana yeter. Dayananlar O'na dayanır. Onlar, sorulduğu zaman gökleri ve yeri yaratanın Allah olduğunu belirtiyorlardı. Hiçbir fıtrat bu sözün dışında başka bir şey diyemez. Hiçbir akıl, göklerin ve yerin yaratılışını, yüce, üstün bir iradenin varlığına bağlamadan açıklayamaz. İşte yüce Allah, müşrikleri ve aklı başında herkesi bu apaçık fıtri gerçekle kıskıvrak yakalamaktadır. Yüce Allah göklerin ve yerin yaratıcısı olduğuna göre, bu göklerde ve yerde yaşayan bir kimse veya bir varlık, yüce Allah'ın, kullarından birine dokundurmak istediği bir zararı önleyebilir mi? Yine bu göklerde ve yerde yaşayan bir kimse veya bir varlık, yüce Allah'ın kullarından birine dokundurmak istediği rahmetine engel olabilir mi . Bu sorulara verilecek kesin cevap, hayırdan ibarettir. Bu gerçek kesinleştikten sonra Allah'a çağıran davetçinin, kendisinden korkacağı ne olabilir? Neden korkabilir? Neyi umabilir? Ona dokunacak zararı kim önleyebilir? Kim ona gelen rahmeti engelleyebilir? Kim onu endişeye düşürebilir veya korkutabilir, yahut yolundan alıkoyabilir? Bu gerçek, inanmış bir kalbe yerleştiğinde onun açısından mesele bitmiş olur. Tartışma sona erer. Korku, kökünden sökülür. Bütün arzular sona erer; sadece yüce Allah'a bağlı olan umutlu kalır. O, kuluna yeter. Yalnız O'na tevekkül edilir. "De ki: "Allah bana yeter. Dayananlar O'na dayansın" Ayrıca bu, iç huzurdur, güvendir. Kesin kanaattir. Korkunun etkisinde kalmayan iç huzuru, sarsılmayan güven ve gevşemeyen kesin kanaat. Yolun düze çıkacağına tam bir güvenle yoluna devam etmektedir. "De ki: "Ey kavmim! Durumunuza göre bildiğinizi yapın; ben de bildiğimi yapıyorum. Yakında bileceksiniz." "Kendisini rezil edecek azap kime geliyor; kime sürekli azab inecek?" Ey milletim, kendi yolunuza ve durumunuza uygun olan işleri yapmaya devam edin. Ben de sapmadan, korkmadan ve sarsılmadan yoluma devam ediyorum. Siz ilerde kime dünyada kendisini rüsvay edecek bir azabın geleceğini ve ahirette sürekli azabın kimin başına getirileceğini öğreneceksiniz. Fıtratın, kendisini dile getirdiği ve bütün bir varlığın kendisine tanıklık ettiği, rahat anlaşılabilen gerçeğin sergilenmesinden sonra karar veriliyor. Göklerin ve yerin yaratıcısı, göklerin ve yerin üzerine egemen olan Allah'dır. Peygamberlerin insanlara ulaştırdıkları ve davetçilerin, sorumluluğunu üstlendikleri davanın sahibi de O'dur. Buna göre göklerde ve yerde olan varlıkların hangisi O'nun elçilerine ve davetçilerine hükmedebilir? Kim onların başına gelen bir zararı savabilir veya onlara gelen rahmeti engelleyebilir? Bunların hiçbiri söz konusu olmadığına göre neden korkabilirler? Allah'dan başka kimden ne bekleyebilirler? Dikkat edin! Artık mesele aydınlanmıştır. Yol belli olmuştur. Artık tartışmaya veya bahane aramaya gerekçe kalmamıştır. Allah'ın elçileriyle onların yolunda duran diğer yeryüzü güçlerinin konumu budur işte. Peki onların görevlerinin gerçek mahiyeti nedir? İlahi mesajı yalan sayanların konumları nedir acaba? 41- Biz, insanlar için bu Kitab'ı hak ile sana indirdik. Artık kim doğru yola gelirse kendi yararınadır; kim de saparsa kendi zararınadır. Sen onların üzerine vekil değilsin. 42- Allah, öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerinde uykuları esnasında ruhlarını alır. Sonra ölümlerine hükmettiği kimselerinkini tutar; diğerlerini bir süreye kadar salıverir. Doğrusu bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır. 43- Yoksa Allah'dan başka şefaatçiler mi ediniyorlar? De ki: "Onlar, hiçbir şeye sahip olmadıkları, akıl da edemedikleri halde mi şefaat edecekler?" 44- De ki: "Bütün şefaat Allah'ın iznine bağlıdır. Göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur. Sonra O'na döneceksiniz. " "Biz, insanlar için bu Kitab'ı hak ile sana indirdik." Hak, O'nun yapısında. Hak, O'nun metodunda. Hak, O'nun şeriatında. Gökleri ve yeri ayakta tutan Hak. Bu Kitap'da insanlığın hayatı için gereken düzenin ve bütün bir evrenin düzeninin tam bir ahenkle üzerinde buluştuğu Hak. Bu Hak, "insanlar" için inmiştir. Onunla yollarını doğrultsunlar, onunla birlikte yaşasınlar ve ona dayanarak ayağa kalksınlar. Sen ise sadece bir haberci. Onlar bu haberi duyduktan sonra dilediklerini kendilerine seçsinler. İstersin doğru yolu, ister sapıklığı; ister nimetleri, ister azabı. Herkes kendisini, dilediği tarafa götürür. Sen onların başına bekçi değilsin. Onlardan sorumlu da de ilsin. "Artık kim doğru yola gelirse kendi yararınadır; kim de saparsa kendi zararınadır. Sen onların üzerine vekil değilsin." Onların başında vekil olan sadece Allah'dır Onlar hem uyanıkken hem de uyurken tüm hallerinde O'nun avucu içindedirler. O, onlara dilediğini yapabilir: "Allah öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerinde uykuları esnasında ruhlarını alır. Sonra ölümlerine hükmetti i kimselerinkini tutar; diğerlerini bir süreye kadar salıverir. Doğrusu bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır." Ölen insanların ecellerini belirleyen Allah'dır. Uyuyan insanları belli bir zaman kadar u utan da O'dur. İnsanlara, uyurken, ölmemekle beraber bir tür ölüm hali yaşatan da O'dur. Uyku halindeki insanın eceli gelmişse, onun canım alır; O da bir daha uyanamaz. Eceli gelmeyen insanın canını ise serbest bırakır: o da yeniden uyanır. Yani bütün insanların canları hem uyanıklık hem de uyku halinde O'nun elindedir. "Doğrusu bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır." Onlar, bu şekilde sürekli olarak Allah'ın avucundadırlar. Onların başına vekil olan da O'dur. Sen onların başına vekil değilsin. Eğer onlar doğru yolu seçerlerse kendileri lehine olur. Sapıklığı seçerlerse aleyhlerine olur. Yani onlar her halde hesaba çekilecekler. Kendi hallerine bırakılmayacaklar. Öyleyse bağlarının çözülmesini ve kurtulmayı nasıl bekleyebiliyorlar? "Yoksa Allah'dan başka şefaatçılar mı ediniyorlar? De ki: "Onlar hiçbir şeye sahip olmadıkları, akıl da edemedikleri halde mi şefaat edecekler." "De ki: "Bütün şefaat Allah'ın iznine bağlıdır. Göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur. Sonra O'na döneceksiniz." Bu soru, onları aşağılama, hafife alma amacına yöneliktir. Onların, kendilerini Allah'a yaklaştıran aracılar olsunlar diye meleklerin heykellerine tapmaya yönelik anlayışlarını eleştirmektedir. "De ki: "Onlar hiçbir şeye sahip olmadıkları, akıl da edemedikleri halde mi şefaat edecekler?" Bu sorudan hemen sonra şefaatin tamamen Allah'ın elinde olduğunu belirten hüküm yer alıyor. Dilediği kimse için "yine kendisinin" dilediği kimseye şefaat izni verecek olan da O'dur. Onların şefaate ehliyetli olarak gördüklerini, Allah'ın dışında ortaklar olarak kabul etmelerine neden olacak bir şey mi? "Göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur." Bu hükümranlık içinde O'nun iradesine karşı çıkacak bir güç yoktur. "Sonra O'na döneceksiniz." Eninde sonunda O'na dönmekten başka çare ve kurtuluş yoktur. Yüce Allah'ın hükümranlık ve hakimiyet sıfatları ile tek başına ön plana çıktığı bu konumda onların Tevhid anlayışından nasıl nefret ettikleri ve etraflarını kuşatan bütün bir varlığın tiksindiği şirk anlayışına zevkle nasıl daldıkları arz edilmektedir. 45- Allah, onların tanrılarından ayrı olarak tek başına anıldığı zaman, Ahirete inanmayanların kalbleri nefretle çarpar; ancak Allah'dan başka putlar anıldığı zaman hemen yüzleri güler. Bu ayet-i kerime her ne kadar Hz. Peygamberin zamanında yaşanan somut bir olayı anlatmak, müşriklerin kendi ilahlarından söz edildiğinde ferahladıklarını, keyiflerinden dört köşe olduklarını; Tevhid anlayışından söz edildiğinde ise keyiflerinin kaçtığını ve nefret ettiklerini ortaya koyuyorsa da işin aslına bakıldığında çeşitli ortamlarda ve zamanlarda gözlemlenebilecek psikolojik bir durumu sergilediği anlaşılmaktadır. Çünkü bazı insanlar ne zaman yalnız Allah'ı ilah, yalnız O'nun şeriatını kanun, yalnız Allah'ın programını hayat düzeni olarak kabul etmeye çağrılsınlar içleri burkulur, canları sıkılır. Yeryüzünün beşeri programlarına, beşeri düzenlerine, beşeri yasalarına söz geldiğinde ise neşelenir, keyifleri yerine gelir; bu sözle içleri açılır. Artık almak ve vermek için gönüllerini açarlar. İşte bu ayette yüce Allah'ın, bir tip olarak kendilerinden söz ettikleri de bunların kendileridir. Bunlar, her yerde ve her zaman aynı tip insanlardır. Çevreleri ve çağları farklı da olsa, renkleri ve milletleri ayrı da olsa bu insanlar, fıtratları bozulmuş, karakterleri yozlaşmış kimselerdir. Bu yozlaşmışlık, duyarsızlık ve sapıklık karşısında en etkili cevap, yüce Allah'ın bu tür durumlarda Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- telkin ettiği cevapdır: 46- De ki: "Ey gökleri ve yeri yoktan var eden, görüleni ve görülmeyeni bilen Allah'ım! Kullarının ayrılığa düştükleri konularda sen hükmedersin. " Bu, bilinçli bir biçimde yere ve göğe bakan ve bunlar için göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah'dan başka bir yaratıcı bulamadığı için O'nun varlığını itiraf ve kabul eden ve O'nu, göklerin ve yerin yaratıcısına yakışacak nitelikleriyle tanıyan fıtratın niyazıdır, yakarışıdır. Bu fıtrat, Allah'ı, "Görülen ve görülmeyeni bilen;" şu anda burada olanı ve olmayanı, gizliyi ve açığı ile her şeyi yegane merci olarak tanır. "Kullarının ayrılığa düştükleri konularda hükmedersin." Kendisine dönüldüğü gün tek hakem O'dur. İnsanlar mutlaka O'na döneceklerdir. Müşriklere bu gerçek bildirildikten sonra ayrılığa düştükleri konuların hükme bağlanması için O'na dönecekleri günkü korkunç halleri sergileniyor: 47- Eğer yeryüzünde olanların hepsi ve onunla birlikte bir misli daha fazlası D zalimlerin olsaydı; kıyamet günündeki kötü azabdan kurtulmak için onu fidye olarak verirlerdi. Çünkü hiç hesap etmedikleri şeyler Allah tarafından karşılarına çıkarılmıştır. 48- Yaptıkları işlerin kötülükleri kendilerine görünmüştür ve alay ettikleri şeyler onları kuşatmıştır. Bu, korkunç ifade arasına serpiştirilen dehşet verici bir durumdur. Eğer bu zalimlerin -En büyük zulüm olan Allah'a ortak koşmak suretiyle zulmedenlerin-; evet, eğer zulmedenlerin "Yeryüzünde olanların hepsi" kadar malları olsa, hatta "Onunla birlikte bir misli daha fazlası" servetleri bulunsa, zamanında ihtirasla peşinde koştukları ve onunla övünerek İslam'dan uzaklaştıkları bu servetlerinin hepsini kıyamet gününde gördükleri kötü azaptan kurtulmak için fidye olarak verirlerdi. Birbirine sarılmış olan bu ifadede dehşet verici bir olay daha var: "Çünkü hiç hesap etmedikleri şeyler, Allah tarafından karşılarına çıkarılmıştır." Allah tarafından kendilerine gösterilen ve onların beklemedikleri şeyin ne olduğu açıklanmıyor. Öyle kapalı bırakılıyor. Ama öyle bırakılması daha korkunç, daha akılları durduracak bir hal alıyor. Allah'dır O. Bu zayıf, güçsüz yaratıklara beklemedikleri şeyleri gösteren Allah! İşte bu kadar! Hiçbir tanıtma, hiçbir sınırlama getirmeden mesele geçiştiriliyor. "Yaptıkları işlerin kötülükleri kendilerine görünmüştür ve alay ettikleri şeyler onları kuşatmıştır." Bu da aynı şekilde durumu daha da fenalaştırıyor. Yaptıklarının çirkin bir iş olduğu kendilerine açıklanıyor. Onlar bu acıklı ve dehşet verici durumdayken tehditleri ve uyarıları alaya almalarının da gelip kendilerini çepeçevre kuşattığı belirtiliyor. Kendisine ortaklar koştukları, tek olarak anıldığı zaman kalblerinin nefretle çarptığı, sahte ilahları ile birlikte sözü edildiği zaman ise yüzlerinin güldüğü Allah'a dönecekleri günde müşriklerin hallerini ortaya koyan bu ara sahneden sonra... Evet, bundan sonra onların hayret verici hallerinin tasvirine tekrar dönülüyor. Onlar Allah'ın birliğini inkâr ediyorlar. Fakat bir zarara uğradıklarında, sıkıntıya düştüklerinde başkasına değil, yalnız O'na yöneliyorlar. Yalvarıyor, yakarıyorlar O'na. Yüce Allah onlara lütufta bulunup nimetler bağışlayınca şımarıyorlar ve inkâra kalkıyorlar: 49- İnsanın başına bir sıkıntı geldiği zaman bize yalvarır. Sonra katımızdan ona bir nimet verdiğimiz zaman: "Bu bana bilgimden dolayı verilmiştir" der. Hayır, bir imtihandır; fakat çokları bilmezler. Bu ayet-i kerime her yerde ve her zaman görülebilecek bir insan tipini tasvir ediyor. İnsanın fıtratı hakka ulaşmadığı, tek olan Rabb'ine dönmediği, O'nun yoluna girip hem sevinçli, hem sıkıntılı günlerinde sapmayacak düzeye çıkmadıkça bu tür hareketleri devam edecektir. Dara düşme ve sıkıntı, insanın fıtratını kuşatan gayri meşru arzuların ve ihtirasların tortularını silip süpürür. Fıtratta ve bütün bir varlığın özünde gizli olan gerçeği perdeleyen yapay faktörleri ortadan kaldırır. İşte bu durumda fıtrat, Allah'ı görür ve yalnız O'na yönelir. Bu sıkıntı dönemi bitip bolluk ve rahat dönemi başlayınca bu insan, dar gününde söylediklerini unutur. Gayri meşru isteklerin etkisiyle fıtratı özünden sapar. Elde etmiş olduğu nimet, rızık ve lütuf hakkında, "Bu bana bilgimden dolayı verilmiştir" der. Bu sözü Kârun söylemişti. Bilgisine, sanatına ve başka bir maharetine güvenip elde ettiği malı ve makamı onunla izaha kalkışan: Nimetin asıl kaynağından, ilmin ve kudretin bağışlayıcısından, sebeplerin sebebinden ve rızıkların belirleyicisinden habersiz olan herkes de aynı sözü söyler. "Hayır, o bir imtihandır; fakat çokları bilmezler." Bu deneme ve sınama için bir fitnedir. Böylece onların şükür mü edecekleri, yoksa nankörlük mü edecekleri belli olacaktır. Hallerini düzeltiyorlar mı, yoksa daha da bozuyorlar mı görülecektir. Yollarını öğrenip doğru yola mı girecekleri, yoksa sapıklığa mı yanaşacakları ortaya çıkacaktır. Kur'an-ı Kerim, insanlar için bir rahmettir. Bilinmeyen, gizli şeyleri ortaya çıkarıyor; tehlikeye dikkatlerini çekiyor, onları fitneden sakındırıyor. Bu açıklamadan sonra onların ne bir bahanesi, ne de özrü kalmaktadır. Bu arada Kur'an-ı Kerim kendilerinden önceki milletlerin akıbetlerini onların gözleri önüne sererek kalblerine dokunuyor: "Bu bana bilgimden dolayı verilmiştir" gibi sapık sözleri söyleyenlerin akıbetinin de tarihteki benzerlerinin akıbeti gibi olacağı hatırlatılmaktadır: 50- Bunu onlardan öncekiler de söylemişti; ancak kazandıkları şeyler onlara fayda vermedi. 51- Bunun için işledikleri kötülükler başlarına geldi. Bunlardan zulmedenlerin de kazandıkları kötülükler başlarına gelecektir. Bu hususta Allah'ı aciz bırakamazlar. Kendilerinden öncekiler bu sapık sözü söylemişler; sonuçta bu kötü akıbete uğramışlar ve vebal altına girmişlerdir. Fakat onların ne ilimleri, ne malları, ne de güçleri kendilerine bir fayda vermemiştir. Öncekiler bu sözün aynısını kullanmışlardır. Bu sözü söyleyenler de öncekilerin akıbetine uğrayacaklardır. Allah'ın yasası değişmez çünkü. "Bu hususta Allah'ı aciz bırakamazlar." Yani yüce Allah'ı, O'nun zayıf ve güçsüz yaratıkları acze düşüremezler. Yüce Allah'ın onlara verdiği nimetlere, bahşettiği rızka gelince, bunlar yüce Allah'ın iradesine bağlıdır. Bunlar, rızıklarının kısılmasında ve bollaştırılmasında Allah'ın takdirine ve hikmetine uygun biçimde düzenlenir. İnsanları sınamak ve dilediği biçimde iradesini uygulamak için. 52- Onlar bilmiyorlar mı ki, Allah dilediği kimsenin rızkını bol bol verir; dilediğini de kısar. Doğrusu bunda, inanan bir toplum için ibretler vardır. Öyleyse yüce Allah'ın, doğru yola ve imana gelmeleri için gönderdiği ayetlerini, inkâra ve sapıklığa alet etmesinler. 53- De ki: "Ey kendilerine kötülük edip, aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O çok bağışlayan, çok esirgeyendir. " 54- "Rabb'inize yönelin. Azap size gelmeden önce O'na teslim olun sonra size yardım edilmez. " 55- "Ansızın ve hiç farkına varmadığınız bir sırada size azap gelmeden önce Rabb'inizden size indirilen en güzel söze, Kur'an'a uyun. " 56- Kişinin "Allah'a karşı aşırı gitmemden dolayı bana yazıklar olsun! Gerçekten ben alay edenlerdendim " diyeceği günden sakının. 57- Veya şöyle demesinden: "Allah beni doğru yola ulaştırsaydı sakınanlardan olurdum. " 58- Yahut azabı gördüğü zaman; "Keşke benim için bir kez daha dünyaya dönüş olsa da iyilerden olsam" diyeceği günden sakının. 59- Allah şöyle buyurur: "Evet, ayetlerim sana gelmişti de sen onları yalanlamış, büyüklük taslamış ve inkârcılardan olmuştun. " 60- Allah'a karşı yalan uyduranların yüzlerinin kapkara olduğunu görürsün. Kibirlenenlere yetecek kadar, cehennemde yer yok mudur? 61- Allah, sakınanları, başarılarından ötürü kurtarır. Onlara hiçbir kötülük gelmez, onlar üzülmezler. Yüce Allah, zalimlerin kıyamet günündeki korkunç hallerini, "Eğer yeryüzünde olanların hepsi ve onunla birlikte bir misli daha fazlası o zalimlerin olsaydı, kıyamet günündeki kötü azaptan kurtulmak için onu fidye olarak verirlerdi. Çünkü hiç hesap etmedikleri şeyler, Allah tarafından karşılarına çıkarılmıştır." (Zümer suresi, 47-48) ayetiyle tasvir ettikten sonra rahmetinin kapılarını ardlarına kadar açmıştır. Yeter ki tövbe etsinler. Günahkârlar ne kadar günahlara batmış da olsalar yeter ki O'nun rahmetine ve bağışlamasına içtenlikle yönelsinler. Yüce Allah, onları her şeye rağmen ümitsizliğe kapılmadan ve karamsarlığa düşmeden kendisine yönelmeye çağırıyor. Bu rahmet ve bağışlama çağrısı ile birlikte kendilerine verilen bu fırsat kaçmadan ve iş işten geçmeden dönüş yapmadıkları, tövbe etmedikleri taktirde kendilerini bekleyen azabın da bir tablosu sergilenmektedir. De ki: "Ey kendilerine kötülük edip, aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir." Nasıl yorumlarsak yorumlayalım, bu bütün günahları içine alan, Allah'ın geniş rahmet deryasıdır. Bu, Allah'a dönüş çağrısıdır. Bu, sapıklık çölünde kör, yalnız başına kalmış, uzaklara düşmüş savurgan günahkâra bir çağrıdır. Arzu, umut ve Allah'ın bağışlamasına güvenme çağrısıdır bu. Yüce Allah, kullarına merhametlidir. Onların acizliğini ve zayıf olduklarını, içten ve dıştan bünyeleri üzerine etki eden faktörleri çok iyi bilmektedir. Şeytanın her konuda onları avlamak için tetikte beklediğini, bir açıklarını kolladığını, onları saptırmak için bütün yolları kullandığını, piyade ve süvari askerleriyle onlar üzerine akınlar düzenlediğini, bu iğrenç eyleminde çok ciddi olarak çalıştığını bilmektedir. Bunun yanında insan denen varlığın zayıf bir bünyeye sahip, çok zavallı bir yaratık olduğunu, kendisini bağlayan ipin elinden kaçması ve yapıştığı kulpun kopmasıyla çabucak yere serileceğini de bilmektedir. Onun bünyesine yerleştirilen görevlerin, eğilimlerin ve ihtirasların dengesinin çabucak bozulabileceğini, onu sağa sola çarptırabileceğini, günaha sokabileceğini ve buna karşı onun sağlıklı dengeyi koruma konusunda zayıf düştüğünü de bilmektedir. Yüce Allah, insan denen yaratığın bütün bu durumlarım biliyor. Bunun için de ona yardım elini uzatıyor; rahmetinin geniş kapılarını ona açıyor. Hemen günahlarının cezasını vermiyor; hatasını düzeltmesi ve yolda doğru yürümesi için ona bütün şartları hazırlıyor. İsyana daldığından, günaha battığında dolayı kovulduğu ve işinin bittiği, tövbesinin kabul edilip yüzüne bakılacak halinin kalmadığı düşüncesine kapıldığı bir sırada... Evet, işte bu umutsuzluk ve karamsarlığın egemen olduğu bir sırada, rahmetin cazip tatlı çağrısını işitiyor: "De ki: "Ey kendilerine kötülük edip, aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir." İsyânkarlıkta aşırı gittiği, günahlara daldığı, korunmuş sahadan kaçtığı ve yoldan saptığı halde insan ile huzur veren, tatlı rahmet ve O'nun diriltici, hoş görünümlü gölgeleri arasında hiçbir engel yoktur. Onunla bunların hepsinin arasında tövbeden başka bir şey yoktur. Tek engel, tövbedir. Girenlere engel olan hiçbir kapıcının bulunmadığı ve oraya dalan kimsenin bir başkasından izin almaya mecbur olmadığı açık kapıya dönüş yapmak yeterlidir. "Rabb'inize yönelin, azap size gelmeden önce O'na teslim olun; sonra size yardım edilmez." "Ansızın ve hiç farkına varmadığınız bir sırada size azap gelmeden önce, Rabb'inizden size indirilen en güzel söze, Kur'an'a uyun." Dönüş... Ve islâm. İtaatin bağışına ve teslim oluşun gölgesine dönüş. İşte her şey bundan ibaret. Ayinsiz, merasimsiz, engelsiz. Aracısız ve şefaatçısız olarak! Bu, kul ile Rabb'i arasında doğrudan bir temastır. Yaratan ile yaratılan arasında doğrudan bir ilişkidir. Yoldan çıkmış olanlardan, dönüş yapmak isteyenler varsa dönsünler. Sapıklardan, Rabb'ine yönelmek isteyenler yönelsinler. Günahkârlardan, teslim olmak isteyenler teslim olsunlar. Gelmek isteyen durmasın gelsin. Gelsin ve içeri girsin. Kapı açıktır. Bağış, gölge, feyiz, bolluk ve bereket... Bunların hepsi kapının arkasındadır. Önünde ne kapıcı var, ne hesap soran! Çabuk gelin! Çabuk gelin! Zaman geçmeden gelin! Çabuk gelin! "Azap size gelmeden önce O'na teslim olun; sonra size yardım edilmez." Orada hiçbir yardımcı yoktur. Çabuk gelin! Zamanın garantisi yok. Gecenin veya gündüzün herhangi bir saniyesinde iş işten geçebilir ve kapılar kapanabilir. Çabuk gelin! "Rabb'inizden size indirilen en güzel söze, Kur'an'a uyun." İşte O da önünüzde durmaktadır. "Ansızın ve hiç farkına varmadığınız bir sırada size azap gelmeden önce Rabb'inizden size indirilen en güzel söze Kur'an'a uyun." Çabuk gelin! Fırsatı kaçırmadan, Allah hakkında asılsız görüşlere saplanmadan ve Allah'ın sözüyle alay etmeden önce gelin: "Kişinin "Allah'a karşı aşırı gitmemden dolayı bana yazıklar olsun! Gerçekten ben alay edenlerdendim" diyeceği günden sakının." Allah, kaderime sapıklığı yazmış, eğer kaderime doğru yolu yazsaydı ben de doğru yola girer ve sakınırdım demeden önce gelin! "Veya şöyle demesinden: "Allah beni doğru yola ulaştırsaydı, sakınanlardan olurdum." Bu, meseleyi asılsız bir sebebe bağlamadır. Çünkü işte fırsat şimdi elinde bulunuyor. Doğru yola götüren tüm vasıtalar da halâ ortadadır. Tövbe kapısı da işte orada açık durmaktadır. "Yahut azabı gördüğü zaman: "Keşke benim için bir kez daha dünyaya dönüş olsa da iyilerden olsam" diyeceği günden sakının." Bu, ulaşılmayacak bir ütopyadır. Bu dünya hayatı sona erdikten sonra dönüş ve gidip-gelme olmaz. İşte şimdi çalışma yurdundasınız. Bu ise biricik fırsattır. Bunu kaçırdınız mı artık dönüşü olmaz. Hem siz bu fırsattan, aşağılayıcı ve azarlayıcı bir şekilde sorguya çekileceksiniz. Allah şöyle buyurur: "Evet, ayetlerim sana gelmişti de sen onları yalanlamış, büyüklük taslamış ve inkârcılardan olmuştun." Surenin akışı, kalpleri ve duyguları ahiret sahasına ulaştırdıktan sonra devam ediyor. Bu büyük divanda dururken, ilahi mesajı yalanlayanlar ile takva sahiplerinin durumlarını tasvir eden bir sahneyi sergilemeye geçiyor. "Allah'a karşı yalan uyduranların yüzlerinin kapkara olduğunu görürsün. Kibirlenenlere yetecek kadar cehennemde yer yok mudur?" "Allah, sakınanları, başarılarından ötürü kurtarır. Onlara hiçbir kötülük gelmez, onlar üzülmezler.' İşte en son akıbet burasıdır. Burada bir grup insanın yüzü rezillikten, üzüntüden ve cehennemin alevlerinden kararmıştır. İşte bunlar, yeryüzünde büyüklük taslayanlardır. Bunlar, Allah'a çağrıldıkları ve bu çağrı, onca günaha girdikten sonra bile aralarında sürekli tekrar edildiği halde, kurtuluş çağrısına kulak asmayanlardır. Bugün onlar, yüzleri kapkara eden bir rezillik içindedirler. Diğer grup ise, kurtulmuştur. Başarıya ulaşmıştır. Onlara bir kötülük dokunmayacak ve onlar acı, keder çekmeyecekler. Bu, takva sahiplerinin oluşturduğu gruptur. Bunlar, ahiret endişesiyle yaşayanlardır. Allah'ın rahmetinden umudunu kesmeyenlerdir. Bugün onlar kurtuluşa, başarıya, güvene ve huzura kavuşmuş bulunuyorlar: "Onlara hiçbir kötülük gelmez, onlar üzülmezler." Artık bundan sonra dileyen açık olan kapının ardındaki feyizli, huzur verici rahmet çağrısına kulak versin; dileyen de savurganlığında ve kötülükleri içinde kalsın; farkında olmadıkları bir halde azabın gelip kendilerini kıskıvrak yakalamasına kadar yoluna devam etsin! Şimdi surenin son bölümüne geliyoruz. Burada Tevhid gerçeği, her şeyi yaratan ve her şeye hükmeden, mülkün sahibinin birliği açısından ele alınıyor. Burada müşriklerin, Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- yaptıkları teklifin tutarsızlığı sergileniyor. Müşrikler O'na, sen bizim ilahlarımıza kulluk yap, biz de buna karşılık senin ilahına kulluk edelim diyorlar. Doğa1 olarak bunun saçma bir teklif olduğu belirtiliyor. Zira yüce Allah her şeyin yaratıcısıdır. Göklerin ve yerin çarkını ortaksız olarak döndüren yalnız O'dur. Bu durumda, yani göklerin ve yerin dizginleri O'nun elinde olduğu halde nasıl onunla birlikte başka ilahlara kulluk yapılabilir? "Onlar, Allah'ı gereği gibi bilmediler." O, kudret ve egemenlik sahibi yegâne mâbut iken, onlar O'na 8rtak koşuyorlar. Halbuki, "Kıyamet günü yeryüzü bütünü ile O'nun avucu içindedir; gökler de O'nun sağ elinde dürülmüştür." Kıyamet günündeki bu gerçeğin bu şekilde tasvir edilmesi nedeniyle eşsiz bir kıyamet sahnesi sergileniyor. Bu kıyamet sahnesi, arş'ın çevresini saran ve Rabb'lerinin adını yücelten meleklerin tutumu ve bütün bir varlığın O'na övgüde bulunması ile sona eriyor: "Övgü, alemlerin Rabb'i olan Allah içindir." İşte bu da Tevhid gerçeği konusunda en kesin ve net ifadeyi sergiliyor. 62- Allah her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeyin yöneticisidir. 63- Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. Allah'ın ayetlerini inkâr edenler var ya, işte onlar hüsrandadırlar. Bu, her şeyin dile getirdiği bir gerçektir. Hiç kimse bir şey yarattığını iddia edemez. Hiçbir akıl sahibi bu varlığın hiçbir yaratıcı olmadan yaratıldığını ileri süremez. Zira bu varlığın içinde yer alan her şey, belli bir amacı ve planlamayı dile getirmektedir. Burada, küçüğünden büyüğüne kadar hiçbir iş kendi haline ve tesadüflere bırakılmamıştır. "O, her şeyin yöneticisidir." Göklerin ve yerin dizgini Allah'ın elindedir. O, dilediği şekilde onu evirip çevirir. Bütün bir varlık, O'nun belirlediği düzene uygun biçimde hareket eder. Varlığın idaresinde, O'nun iradesinden başka bir irade yetki sahibi değildir. Fıtrat (yaratılış yasası) buna tanıklık etmekte, realite bu gerçeği dile getirmekte, akıl ve vicdan bunu kabul etmektedir. "Allah'ın ayetlerini inkâr edenler var ya, işte onlar hüsrandadırlar." Bu yeryüzündeki hayatlarını bütün bir evrenin hayatı ile uyumlu ve ahenkli hale getirecek kavrayıştan mahrum kalmışlardır. Doğru yolun rahatlığını, kesin inancın huzurunu ve bütün imanın tadına ermeyi yitirmişlerdir. Ahirette ise, hem kendilerini hem de ailelerini ziyana uğratmışlardır. İşte bunlar gerçekten, "hüsrandadırlar" kavramının kendilerine denk düştüğü kimselerdir! Göklerin ve yerin dile getirdiği ve varlık alemindeki her şeyin kendisine tanıklık yaptığı bu gerçeğin ışığında Peygamberimize -selâm üzerine olsun- şu telkin yapılıyor: Müşriklerin tekliflerini kabul etme! Senin onların ilahlarına kulluğun karşısında onların da senin ilahına kulluk yapmaları şeklindeki önerilerini reddet. Zira bu konu, çarşıda üzerinde pazarlık yapılarak tokalaşılıp anlaşılabilecek bir mesele değildir. 64- De ki: "Ey cahiller! Allah'dan başkasına kulluk etmemi mi bana emrediyorsunuz?" Şüphesiz ki bu, koyu, katmerleşmiş ve kör bir cahillikten kaynaklanan akılsızca teklifin karşısında sağlıklı fıtratın haykırışıdır, tepkisidir. Bundan sonra şirkten sakındıran bir uyarı yer almaktadır. Ve bu konuda öncelikle Nebilerden ve Resullerden başlanmaktadır. Halbuki onların -Allah'ın selâmı onların üzerlerine olsun- kalplerine şirkin dalgaları asla ulaşamaz. Yalnız buradaki sakındırmanın hikmeti, onlardan ziyade toplumlarını uyarmaktır. Sadece yüce Allah'ın zatını kulluk yapılmaya lâyık görmeleri gerektiği, Nebiler ve Resuller de dahil, diğer tüm varlıkların ve insanların kulluk makamında olduklarını zihinlerine yerleştirmektir. 65- Ey Muhammed! Andolsun ki, sana ve senden önceki peygamberlere şöyle vahy edildi: "Andolsun, eğer Allah'a ortak koşarsan işlerin boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun. " Şirkten sakındırmaya ilişkin bu direktif, Tevhid'i emretmekle noktalanıyor. Kullukta Tevhid; doğru yolda bulunmaya, kesin inanç nimetine, saymak-tan dahi aciz kaldıkları, Allah'ın kullarını çepeçevre kuşatan ilahi nimetlere karşı şükretmeleri aşılanıyor. 66- Hayr, yalnız Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol. 67- Onlar, Allah'ı gereği gibi bilemediler. Oysa kıyamet günü yeryüzü, bütünü ile O'nun avucu içindedir. Gökler de O'nun sağ elinde dürülmüştür. O, müşriklerin ortak koşmalarından uzak ve yücedir. Evet, onlar, yüce Allah'ı gereği gibi takdir edemediler. Onlar, Allah'ın bazı kullarım, yarattıklarını O'na ortak koştular. O'na gerçek anlamda kulluk yapmadılar, O'nun birliğini ve büyüklüğünü, ululuğunu kavrayamadılar. O'nun yüceliğini ve kuvvetini düşünemediler, anlayamadılar. Sonra yüce Allah'ın büyüklüğü, ululuğu ve kuvvetinin bir tarafı Kur'an'ın tasvir metoduna bağlı olarak açıklanıyor. Kur'an'ın tasvir metodu, küllî ve kapsamlı olan gerçekleri, insanların sınırlı olan kavrayışlarının tasarlayabileceği küçük kesitler halinde vererek meseleyi rahat anlamalarını sağlıyor. Oysa kıyamet günü yeryüzü, bütünü ile O'nun avucu içindedir. Gökler de O'nun sağ elinde dürülmüştür. O, müşriklerin ortak koşmalarından uzak ve yücedir. Kur'an-ı Kerim'de ve hadisi şeriflerde bu tablolara ve sahnelere ilişkin her şey, insanların anlayabilecekleri ifadeler şekline sokulmadan ve düşünebilecekleri tablolar halinde sergilenmeden insanların anlaması mümkün olmayan gerçeklerin anlaşılmasını kolaylaştırmak içindir. İşte sınırsız kudret gerçeği de bu tür gerçeklerden biridir. Bu kudret, hiçbir şekïlde sınırlandırılamaz. Hiçbir yere sığmaz. Hiçbir sınırla sınırlandırılamaz. Bundan sonra kıyamet sahnelerinden birine geçiliyor. Bu sahne, her şeyin ölüm fermanı niteliğindeki birinci nefha ile başlıyor. Duruşmanın sona ermesi; cehennemliklerin cehenneme, cennetliklerin cennete sevk edilmeleri, şanı yüce Allah'ın tek başına her şeye hâkim oluşu ve bütün bir varlığın hamd ve takdis ile yalnız O'na yönelişi ile sona eriyor. Bu sahne, çok şahane ve kalabalık bir sahnedir. Hareketli bir halde başlamaktadır. Çok sesli olarak sürmektedir. Nihayet, tek başına her şeye egemen olan yüce Allah'ın huzurunda bütün bir hareket hareketsizliğe ve bütün bir canlılık sessizliğe gömülüyor. Bütün mahşer alanını sessizliğin görkemli halı ve Allah korkusunun ürpertisi kuşatıyor. İşte şu anda, her şeyin ölüm fermanı niteliğindeki birinci çığlık kopuyor. Bu çığlığı duyan, yeryüzünde kalmış olan bütün canlılar düşüp kalıyor. Göktekiler de öyle. -Allah'ın, ölmesini dilemedikleri hariç.- Bu arada ne kadar zaman geçiyor, bilemiyoruz. Bir süre sonra ikinci çığlık kopuyor. 68- Sur'a üflenince, göklerde ve yerde olanlar korkudan düşüp bayılırlar. Ancak Allah'ın dilediği kalır. Sonra sur'a bir daha üflenince hemen ayağa kalkıp bakışıp dururlar. Burada üçüncü çığlıktan söz edilmiyor. Üçüncü çığlık, mahşer ve toplanma çığlığıdır. Mahşerin gürültüsü ve kalabalığın tozu-dumanı tasvir edilmiyor. Zira bu sahne yavaş yavaş çiziliyor ve sakin bir biçimde hareket ediyor. 69- Yeryüzü, Rabb'inin nuruyla aydınlanır. Kitap açılır. Peygamberler ve şahitler getirilir. Ve onlara haksızlık yapılmadan, aralarında adaletle hüküm verilir. "Yeryüzü, Rabb'inin nuruyla aydınlanır." Bu yer, duruşmanın yapılacağı mahşer alanıdır. Rabb'inin nuru ile, orada kendisinin nurundan başka kimsenin nurunun olmadığı Allah'ın nuru ile aydınlanır. "Kitap açılır" Kulların yaptıkları işleri kaydeden kütüktür bu. "Peygamberler ve şahidler getirilir". Bildikleri gerçek sözü söylesinler diye. Bu sahnede, bütün sürtüşmeler ve tartışmalar atlanmıştır. Böylece mahşerin genel havasını kuşatan saygı ve heybet havası ile tam bir uyum sağlanmıştır. 70- Herkese, yaptığının karşılığı tam verilir. Allah, onların yaptıklarını en iyi bilendir. Burada söylenebilecek tek bir söze ve yükselebilecek tek bir sese bile gerek yok. İşte bu nedenle başka sahnelerde söz konusu edilen hesaba çekme, sorgulama ve cevap verme işlemleri öz bir ifade ile verilip hemen defterler dürülüyor. Zira burada konum, saygı ve korkunun egemen olduğu bir konumdur. 71 - İnkâr edenler bölük bölük cehenneme sürülür. Oraya vardıklarında kapılar açılır. Bekçiler onlara, "Size, içinizden, Rabb'inizin ayetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı ihtar eden peygamberler gelmedi mi?" "Evet, geldi" derler. Lâkin azap sözü kâfirlerin üzerine hak olmuştur. Cehennemin bekçileri onları karşılar. Cehenneme girmeye müstehak olduklarını kaydeder ve oraya gelişlerinin nedenlerini kendilerine hatırlatırlar. Burası, boyun eğmenin ve kabul etmenin yeridir. Tartışma ve çekişme yeri değil... Onlar şimdi suçlarını kabul ediyor ve teslim oluyorlar. 72- "O halde içinde ebedi kalmak üzere cehennemin kapılarından girin. Kibirlenenlerin durağı ne kötüdür" denir. Bu, cehennemlik olan kafiledir. Büyüklük taslayanlar kafilesidir. Peki cennetlikler kervanı, takva sahipleri olan kervandakiler nasıllar acaba? 73- Rabb'lerine karşı gelmekten sakınanlar, bölük bölük cennete götürülürler. Oraya varıp kapılar açıldığında, bekçileri onlara, "Selâm size, hoş geldiniz! Temelli olarak buraya girin " derler. Bu, çok güzel bir karşılama, hoş bir övgüdür. Nedeni de açıklanıyor: Siz arındınız; temizlendiniz. Siz tertemiz idiniz. Tertemiz olarak geldiniz. Cennette ancak güzellik vardır. Oraya ancak güzel, tertemiz olanlar girerler. Onlar, bu güzelim nimetler içinde sonsuza dek kalacaklardır. Tam bu sırada cennetliklerin, Allah'ı övgü ve takdis ile yücelten terennümlerinin sesleri yükseliyor: 74- Onlar: "Bize verdiği sözde duran ve bizi buraya yerleştiren Allah'a hamd olsun. Cennette istediğiniz yerde oturabiliriz' derler. Yararlı iş işleyenlerin ücreti ne güzelmiş" derler. İşte sahiplenmeye, miras almaya değecek olan yer burasıdır. Onlar oraya diledikleri şekilde yerleşiyorlar. Orada dilediklerine kavuşuyorlar. "Yararlı iş işleyenlerin ücreti ne güzelmiş" derler. Sahne, insanın içini korku, ürperti ve saygı ile dolduran bir telkinle sona eriyor. Bu sona eriş, sahnenin bütün havası ve gölgesiyle uyum içine giriyor. Tevhid suresi şahane bir uyum ile sona eriyor. Bütün bir varlık tam bir boyun eğiş ve teslimiyet içinde hamd ile Rabb'ine yöneliyor. Her canlı ve her varlık tam bir teslimiyet içinde hamd sözcüğünü dile getiriyor. 75- Melekleri, arş'ın etrafını çevirmiş oldukları halde, Rabb'lerini hamd ile överken görürsün. Artık insanların aralarında adaletle hükmedilmiştir. "Övgü, alemlerin Rabb'i olan Allah içindir" denir. |