Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:48 Mesaj:
4.081 Konular:
315 Beğenildi:49 Beğendi:0 Takdirleri:149 Takdir Et:
| Cvp: Fizilalil Kuran Sad Suresi Tefsiri Gördüğümüz gibi bu kıskançlıktan öte bir şey değildir. Ebu Cehil üç gün boyunca kendisiyle mücadele ettiği ve her defasında yenik düştüğü bu gerçeği kıskançlığından dolayı kabul edemiyor! Bu, Hz. Muhammed'in hiç kimsenin ulaşmasına imkân bulunmayan yüce bir makama ulaşmasını çekememekten başka bir şey değildir. Aşağıdaki cümlede ifadesini bulan anlayışın temel mantığı da budur: "Kur'an, aramızda O'na mı indirilmeliydi?" Şu sözleri söyleyenler de bunlardı: "Bu Kur'an iki şehirden büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhraf Suresi, 31) Onlar "iki şehir" demekle Mekke ve Taif'i kastediyorlardı. Müşriklerin ileri gelenleri, hakimiyeti, yönetimi ellerinde bulunduran büyükleri, bu iki şehirde yaşıyorlardı. Bunlar her yeni bir peygamberin gelme zamanının yaklaştığını duyduklarında hemen din yolu ile liderliği elde etmeye çalışıyorlardı. Yüce Allah'ın bilerek Hz. Muhammed'i -salât ve selâm üzerine olsun- peygamber olarak seçtiğini, rahmetinin kapılarına ona açtığını, diğer insanların değil, yalnız onun bu işe lâyık olduğunu bildiği için rahmetinin hazinelerini, ona açtığını duyduklarında kıskançlıklarından dolayı sarsılanlar da bunlardı. Az önce ki sorularına aşağılama, uyarı ve tel,dit kokan bir cevap veriliyor. "Doğrusu bunlar Kur'an hakkında şüphe içindedirler. Hayır, onlar azabımı henüz tadmadılar." Onlar soruyorlar: "Kur'an, aramızda O'na mı indirilmeliydi?" Oysa, onlar bizzat "zikir" diye ifade edilen Kur'an'dan kuşku duyuyorlardı. Kur'an'ın gerçekliği konusunda bir takım kuşkular besleseler de, onun Allah katından geldiğine kesin kanaat getiremiyorlar. Ama, onun bilinen insan sözlerinin çok üstünde olduğunu kabul ediyorlar. Sonra onların Kur'an hakkındaki sözlerini ve bu konudaki şüpheleri bir kenara itilerek azap tehdidiyle yüzyüze getiriliyorlar. "Hayır, onlar azabımı henüz tatmadılar." Sanki onlara şöyle deniyor: Onlar şimdi dilediklerini söylüyorlar. Zira azaptan uzakta bulunuyorlar. Ama onu bir tattılar mı artık böyle bir şeyi asla söylemezler. Çünkü o zaman onlar her şeyi anlayacaklardır... Sonra, yüce Allah'ın onların aralarından Hz. Muhammed'i kendisine peygamber olarak seçmesini çok görmelerine sıra geliyor. Bu konuda onlara bir soru yöneltiliyor: Allah'ın rahmetinin hazineleri sizin elinizde mi ki, onu kime vereceğine, kime vermeyeceğine siz karar veriyorsunuz? 9- Yoksa, gürlü ve çok ihsan sahibi olan Rabb'inin rahmet hazineleri, onların yanında mıdır? Allah'a karşı edeplerini takınmadıkları, kulları aşan meselelere burunlarını soktukları için eleştiriliyor. Yüce Allah dileğine verir, dilediğinden de alır. Üstün ve güç sahibi olan 0'dur. Hiç kimse O'nun iradesine karşı duramaz. Yine O çok bağışlayan ve cömert olandır. O'nun bağışı asla tükenmez. Onlar, Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- Allah tarafından elçi olarak seçilmesini çok görüyorlar. Peki onlar, hangi hakla ve hangi sıfatla Allah'ın bağışını dağıtıyorlar? Halbuki onlar Allah'ın rahmetinin hazinelerine sahip değiller?! 10- Yahut, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların hükümranlığı, onların elinde midir? Öyle ise sebeplere sarılıp ta göğe yükselsinler (de hükümranlığı ele geçirsinler bakalım). 11- Onlar derme çatma hiziplerden meydana gelmiş ordudur ki, işte şurada bozguna uğratılmışlardır. Bu onların ileri sürmeye yeltenemeyecekleri bir iddiadır. Göklerin yerin ve ikisi arasındakilerin sahibi ancak bağışlayabilir, vermeyebilir. Dilediği kimseyi öne çıkarabilir, seçebilir. Onlar göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunan varlıkların sahipleri olmadıklarına göre ne diye sahip olan, tasarruf hakkı olan Allah'ın dilediğini yapmasına burunlarını sokuyorlar? Aşağılama ve susturma yöntemi gereği göklerin, yerin ve bu ikisi arasındaki varlıkların sahibi olmalarına ilişkin sorudan sonra eğer siz bunlara sahip iseniz: "Öyle ise sebeplere sarılıp ta göğe yükselsinler (de hükümranlığı ele geçirsinler bakalım)" yani göklere, yere ve bu ikisi arasında bulunan varlıklara el koyun, Allah'ın hazinelerine hükmedin. Dilediklérinize verin, dilemediklerinize vermeyin. Zira dilediğini yapma yetkisine sahip bulunan, mülkün ve tasarrufun elinde bulunduğu yüce Allah'ın seçmesine karşı koymanın gereği budur! Onları aşağılamayı amaçlayan bu varsayım, onların gerçek durumları gözlerinin önüne serilerek sona erdiriliyor: "Onlar derme çatma hiziplerden meydana gelmiş ordudur ki, işte şurada bozguna uğratılmışlardır." Onlar yenilgiye uğratılmış, `oraya' bir köşeye atılıvermiş bir ordu olmaktan öteye gidemezler. Bunlar, az önce sözü edilen mülkü ve onca hazineyi kullanma imkânına kavuşamazlar. Allah'ın mülkünde meydan gelen işler onları ilgilendirmez. Onlar Allah'ın iradesini değiştiremezler. Allah'ın dilediği şeye karşı gelmeye güçleri yetmez onların. Onlar "derme-çatma bir ordudurlar" Tanınmayan, hoşlanılmayan, basit bir ordudurlar. "Bozguna uğramışlardır." Sanki yenilgi bu ordunun en belirgin sıfatıdır. Ona yapışmıştır. Yapısında vardır bu yenilgi! "Hiziplerden oluşan bir ordu" yönelişleri ve arzuları farklı olan gruplardan! Allah'ın ve peygamberinin düşmanları ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, imkânları ne kadar geniş olursa olsun ve yeryüzünde bir süre zorbalıkla hakimiyetlerini sürdürürlerse sürdürsünler, sonuçta Kur'ani ifadenin burada tasvir ettiği durumdan öteye geçemezler. Yüce Allah bu zorbaların tarih boyunca nice örneklerini veriyor. Bir de bakıyoruz ki, hepsi: "Onlar derme çatma hiziplerden meydana gelmiş ordudur ki, işte şurada bozguna uğratılmışlardır" 12- Onlardan önce de Nuh kavmi, Ad kavmi ve sarsılmaz bir saltanat sahibi Firavun'da yalanlamıştı. 13- Semud kavmi, Gut kavmi ve Eyke halkı da yalanlamıştı. İşte bunlar da peygamberlerine karşı birleşen kabilelerdir. 14- Hepsi peygamberleri yalanladılar da azabımı hak ettiler. Bunlar tarihte Kureyş'ten önce yaşayan milletlerin örnekleridir: Hz. Nuh'un toplumu, Ad toplumu, yere kazıklar gibi çakılan Ehramların sahibi Fira'avn, Semud toplumu, Lut'un toplumu, sık orman içinde yaşayan ve Eykeliler diye bilinen Hz. Şuayb'ın toplumu. "İşte bunlar da peygamberlerine karşı birleşen kabilelerdir." Bunların hepsi peygamberlerin mesajlarını yalan saymışlardı. Azgın, taşkın ve zalim olan bu toplulukların halı nice oldu? "Yalanladılar da azabımı hak ettiler." Hakkettikleri cezaya çarptırıldılar. Yok olup gittiler. Geride yenilgilerini ve yıkılışlarını simgeleyen kalıntılar dışında hiçbir şey bırakmadılar! İşte tarihte gelip geçmiş olan birleşmiş orduların sonu buydu. Şimdikilere gelince, bunlar genel olarak kıyamet gününün arifesinde yeryüzünde hayatı sona erdirecek olan "çığlığa" havale edilmiştir. 15- Bunlar da ancak, bir an gecikmesi olmayan tek bir çığlık beklemektedirler. Onun geri dönmesi yok. Bu çığlık gelince ansızın gelir. Onlara sağılan devenin memesinden akan sütün iki damlası arasındaki zaman aralığı kadar bile bir süre tanımaz. Zira bu çığlık kendisi için belirlenen ve ne ileri ne geri alınamayan zamanda gelir. Nitekim yüce Allah İslam ümmeti için de bunu takdir etmiştir. Onu bekletmiş ve zaman tanımıştır. Daha önceleri, peygamberlerine karşı gelen müşrikleri cezalandırdığı gibi onları yıkıma uğratıp yok etmemiştir. Bu yüce Allah'ın onlara rahmetinden, acımasından kaynaklanıyordu. Fakat onlar bu rahmetin değerini bilemediler, bu bağışa karşı ona şükretmediler. Hemen cezaya çarptırılmalarını istediler. Allah'ın kendileri için belirlediği günden önce paylarını ve nasiplerini vermesini istediler! 16- İnkârcılar ise dediler ki; "Rabb'imiz! Bizim azab payımız! hesap gününden önce ver. Kur'an'ın anlatımı tam bu sırada onları kendi hallerine bırakıp, Hz. Peygambere yöneliyor. Toplumun anlayışsızlığına, Allah'a karşı edeplerini takınmamasına cezayı hemen istemesine, Allah'ın cezasını yalan saymasına ve Allah'ın rahmetini inkâr etmesine karşı O'nu teselli ediyor, kendisinden önceki peygamberlerin başına gelen musibetleri, sınanmaları ve bu sınanmalardan sonra Allah'ın rahmetinin onlara kavuşmasını hatırlaması gerektiğini bildiriyor... Şimdi ele alacağımız bölümün tamamı, peygamberlerin -salât ve selâm üzerine olsun- hayatlarından alınan kıssalardan ve örnek davranışlarından oluşmaktadır. Bunlar anlatılıyor ki, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- onları hatırlasın. Toplumundan gördüğü yalanlama, itham, iftira ve hayret türünden tepkilere karşı dirensin, insanın içini daraltan, canını sıkan bu gibi sıkıntılara karşı sabretsin. Bu kıssalar aynı zamanda Peygamberimizden önceki peygamberlerin ilahi rahmete kavuştuklarını, onlara bol bol nimet ve fazilet yağdığını sergilemekte, yüce Allah'ın onlara yetki ve iktidar verdiğini, büyük bağışlarda bulunup onları koruduğunu ortaya koymaktadır. Bu da müşriklerin yüce Allah'ın Hz. Muhammed'i elçi olarak seçmesine akıl erdirememelerine bir cevap niteliğindedir. Hz. Muhammed'in peygamberlerin ilki olmadığını açıklamaktadır. Bu peygamberlerin bazılarına yüce Allah peygamberliğin yanında yetki ve iktidar da vermiştir. Dağları ve kuşları bazılarının emrine ~ermiştir. Bazılarının emrine rüzgarı ve şeytanları vermiştir... Hz. Davud ve Hz. Süleyman gibi... O halde yüce Allah'ın doğru olan Hz. Muhammed'i Kureyş'in içinden seçerek onu son peygamber yapması ve O'na Kur'an'ı indirmesi konusunda hayret edilecek ne var ki? Ayrıca bu kıssalar, yüce Allah'ın sürekli olarak elçilerini (peygamberlerini) gözetip koruduğunu, yönlendirmeleri, direktifleri ve eğitmesiyle onları nasıl kolladığını tasvir etmektedir. Bu peygamberlerin hepsi birer insandı. Tıpkı Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- bir insan olduğu gibi. Onların her birinde beşeri zaaflar da bulunuyordu. Fakat yüce Allah onları, zaafları ile baş başa bırakmıyor, kendilerini koruyordu. Onlara yapacaklarını açıklıyor ve kendilerini yönlendiriyordu. Günahlarını bağışlamak ve onlara ikramda bulunmak için kendilerini sınavlardan geçiriyordu... İşte bu bölümde anlatılan olaylar peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- kalbine huzur veriyor, Rabb inin kendisini koruduğunu, hayatının her adımında, her aşamasında O'nun himayesi ve gözetimi altında olduğuna bütün kalbiyle güvenmesine zemin hazırlıyordu. 17- Ey Muhammed! Onların söylediklerine sabret, kulumuz, Davut'u an. Çünkü o daima Allah'a yönelirdi. "Sabret" bu, bütün peygamberlerin üzerinde buluştukları yolun işaretidir. Tüm peygamberlerin hayatları tarih boyunca izlenen bu yolda geçmiştir. Onların hepsi bu yolda yürümüştür. Hepsi zorluklara göğüs germiş, hepsi sınanmış ve hepsi sabretmiştir. Sabır onların hepsinin yol azığı olmuştur. Hepsinin karakteri olmuştur. Hepsi peygamberler makamındaki derecesine göre sabır yükü taşımıştır. Onların hepsinin hayatları sınavlarla, sıkıntılarla, acılarla yoğrulmuş bir deneyimdir. Hatta onların bolluk ve rahat içinde oluşları dahi, bir sınavdan ibarettir. Sıkıntılara, zorluklara karşı sabrettikten sonra nimetlere karşı sabredip edemediklerinin bir mihengiydi. Bu her iki hal de sabretmeye ve dayanmaya ihtiyaç duyar... Bütün peygamberlerin hayatlarını Kur'an-ı Kerim'in bize anlattığı biçimde gözlerimizin önünden geçirdiğimizde bu hayatın belkemiğini sabrın oluşturduğunu, bu hayatın içinde en etkili faktörün sabır olduğunu görüyoruz. Denenme ve sınanmanın bu hayatın özünü ve mayasını oluşturduğunu görebiliyoruz. Sanki bu özellikle seçilmiş bir hayattı. Sınanma ve sabır aşamalarından oluşan insanlığın gözleri önüne serilmiş eşsiz bir hayat. Yüce Allah bu seçkin hayat ile insan ruhunun zaruri ihtiyaçlara ve sıkıntılara nasıl üstün geleceğini, yeryüzünde övünç kaynağı olan her şeyi nasıl aşabileceğini, arzulardan, isteklerden ve aldatıcı zevklerden nasıl arınılacağını, samimi olarak nasıl Allah'a yönelip sınavında başarıya ulaşılacağını, nasıl Allah'ın her şeyden öne geçirileceğini göstermek istiyor... Sonuçta, insanlara şöyle demek istiyor: İşte yol budur. Yükselmenin ve yücelmenin yolu budur. Allah'a giden yol budur işte. "Onların söylediklerine karşı sabret" Onlar daha önce şöyle demişlerdi: "Tanrıları bir tek tanrı mı yapıyor? Bu, cidden tuhaf bir şeydir." (Sad Suresi, 5) Şöyle de demişlerdi: "Kur'an, aramızda Muhammed'e mi indirilmeliydi?" (Sad Suresi, 8) Buna benzer daha nice şeyler söylemişlerdi. Yüce Allah peygamberini onların söylediklerine karşı sabretmeye çağırıyor. Kalbiyle tertemiz, onurlu insan örnekleri ile beraber yaşamasını tavsiye ediyor; bu kâfir insan tipleriyle değil. Bu onurlu insanlar Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- peygamber olan kardeşleriydi. Peygamberimiz onları hatırlıyor, kendisi ile onlar arasında sarsılmaz-sağlam bir yakınlık hissediyordu. Onlardan soy, yakınlık ve kardeşlik bağları bulunan birinden söz eder gibi bahsediyordu. Zaman zaman: "Yüce Allah kardeşim falana rahmet etsin... Veya falan şöyle-şöyle yaptığına göre ben daha rahat yaparım" diyordu. "Onların söylediklerine sabret, kulumuz Davud'u an. Çünkü o daima Allah'a yönelirdi." Burada Hz. Davud "kuvvetli bir adamdı" ve "Allah'a yönelen bir adamdı" gibi sıfatlarla anılıyor. Hz. Nuh'un, Ad'ın, köklü uygarlığın egemeni olan Firav'un, Hz. Lût'un ve Eyke halkının sözü edilmeden önce Hz. Davud'dan söz ediliyor. Bunlar zalim ve azgın toplumlardı. Onların kuvvetlerinin dış görünüşü azgınlık, taşkınlık ve ilahi mesajı yalan sayma şeklinde ortaya çıkıyordu. Davud'a gelince, O kuvvet sahibi olmasına rağmen Allah'a yöneliyordu. İtaatı, tövbesi, ibadeti ve Rabb'ini hatırında bulundurması ile sürekli Rabb'i ile ilişki içindeydi. Güç ve iktidarı elinde bulundurması onu bu asıl eyleminden alıkoymuyordu. Hz. Davud'un kıssasının baş tarafı Bakara suresinde geçmişti. Orada Hz. Davud Talut'un ordusunda Hz. Musa'dan sonraki İsrailoğulları arasında görünmüştü. Bu sırada İsrailoğulları kendilerine gönderilen peygambere: `Bize bir komutan tayin et de Allah yolunda savaşalım" demişlerdi. Peygamberleri onlara Talut'u komutan tayin etmiş, bu komutanın emrinde düşmanları olan Calut ve ordularına karşı savaşmıştılar. Hz. Davud Calut'u öldürdü. Bu sırada Hz. Davud henüz genç yaşta bulunuyordu. İşte bu dönemlerde yıldızı parlamaya başladı. Neticede hükümdar olmuştu. Artık büyük bir güce kavuşmuştu. Fakat O buna rağmen Allah'a yöneliyor, itaatı, ibadeti, tövbekârlığı ve Allah anması ile Rabb'ine dönüş içindeydi. Yüce Allah, Hz. Davud'a peygamberlik ve hükümdarlık yanında lütuf olarak sürekli Allah ile birlikte olan bir kalp ve yanık bir ses vermişti. Rabb'ini takdis eden, yücelten mersiyelerini bu yanık sesiyle okuyor, zikir içinde kendinden geçmesi ve okuyuş güzelliği açısından önemli bir paya sahip oluşu nedeniyle kendi bünyesi ile evrenin yapısı arasındaki engellerin kalktığı bir düzeye ulaşıverdi. Böylece Hz. Davud'un gerçekliği, dağların ve kuşların gerçekliği ile bütünleşiyor ve hepsi onu yüceltiyor ve ibadetlerini ona takdim ediyordu. Bir bakmışsın dağlarla birlikte Allah'ı yüceltmeye duruyor, bir daha bakmışsın, kuşlar başına toplanmış kendisinin de onların da Rabb'ı olan Allah'ı noksan sıfatlardan arındırmaya koyuluyorlar. , 18- Biz dağları onun emrine verdik. Sabah-akşam onunla beraber tesbih ederler. 19- Her taraftan toplanıp gelen kuşları da onun buyruğu altına vermiştik. Her biri ona yönelmekteydi. İnsanlar bu haber karşısında hayretten dehşete düşebilirler... Cansız olan görkemli dağlar Hz. Davud ile birlikte sabah-akşam yüce Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ediyorlar. Hem de Hz. Davud'un Rabb'i ile baş başa kaldığı, onu zikreden, yücelten nağmelerini okuduğu her zaman. Kuşlar onun nağmelerini dinlemek, şiirlerini onunla birlikte tekrar itmek için başına toplanıyorlar... İnsanlar bu haber karşısında hayretten afallayabilirler. Çünkü bu onların alışageldikleri yasalara aykırıdır. Onların alıştıkları yasalara göre insan türü, hayvan türü ve dağlar arasında engel vardır. Bunlar birbiriyle diyalog kuramazlar! Fakat dehşet bunun neresinde? Hayret bunun neresinde? Bütün bu yaratıkların geçekliği birdir. Cinsleri şekilleri, sıfatları ve çehreleri birbirinden ayıran farkların ötesindeki gerçeklikleri birdir. Bütün varlıkların yaratıcısı olan Allah konusunda hepsi birleşir. Canlısıyla, cansızıyla her şeyi bu noktada bütünleşir. İnsanın Rabb'ı ile ilişkisi-bağlı gerçek samimiyet, aydınlanma ve arınma derecesine vardığında bu engellerin hepsi ortadan kalkar. Hepsinin yalın gerçekliği ortaya çıkar. Bu varlıkların temel özelliklerini oluşturan ve onları alışılan hayatın içinde birbirinden ayıran cins, şekil, sıfat ve cehre engellerinin ötesinde ilişkiye geçirir! Yüce Allah kullarından biri olan Hz. Davud'a bu özelliği vermişti. Dağları onun emrine vermişti. Sabah-akşam onunla birlikte Allah'ı anıyor, onu takdis ediyorlardı. Kuşları da etrafında toplayarak terennümlerini tekrar etmelerini, Allah'ı yüceltmelerini sağlamıştı. Bu servet ve iktidarın ötesinde peygamberlik ve Allah'ın seçkin kulu olma ile birlikte kendisine verilmiş ilahi bir armağandı. 20- O'nun hükümranlığını kuvvetlendirmiş, O'na hikmet ve açık, güzel konuşma yeteneği vermiştik. Hz. Davud'un hükümranlığı sağlam ve güçlüydü. Hikmet ve sağduyu ile hükümranlığını sürdürüyordu. Ayeti kerimede geçen "faslul-hitap" kavramı onun verdiği hükümdeki tereddütsüzlüğünü ve kesin kararlılığını ifade etmektedir. Bu özellik hikmet ve kuvvet ile bütünleştiğinde insanlık dünyasında yargı ve iktidardaki olgunluğun zirvesini oluşturur. Bütün bu özelliklerine rağmen Hz. Davud sınanma ve denenme ile karşılaşıyor. Allah'ın gözü kendisinden ayrılmıyor. Onu koruyor. Adımlarına kılavuzluk ediyor. "Allah'ın Eli" onunla beraber oluyor. Ona zaaflarını ve hatalarını gösteriyor. Onu yolun tehlikelerinden koruyor. Ona nasıl korunacağını öğretiyor. 21- Sana davacılarının haberi geldi mi? Hani odasının duvarına tırmanmışlardı. 22- Hani Davud'un yanına girmişlerdi de, Davud onlardan korkmuştu. "Korkma dediler, biz iki davacıyız. Birimiz ötekinin hakkına saldırdı. Şimdi sen aramızda hak ile hükmet, adaletten ayrılıp bize zulmetme, bizi doğru yola çıkar. " 23- "Bu kardeşimin doksandokuz dişi koyunu var. Benim ise bir tek dişi koyunum var. Böyle iken onu da bana ver dedi ve tartışmada beni yendi. 24- Davud: "And olsun ki, senin dişi koyununu kendi dişi koyunlarına katmak istemekle, sana büyük haksızlık etmiştir. Doğrusu ortakların çoğu birbirlerinin haklarına tecavüz ederler. İnanıp yararlı iyi iş yapanlar bunun dışındadır ki, sayıları ne kadar azdır. " demişti. Davud kendisini denediğimizi sanmıştı da, Rabb'inden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapanmış, tevbe etmiş, Allah'a yönelmişti. Bir peygamber olan Hz. Davud'un uğradığı bu fitnenin açıklaması ise şöyledir: Hz. Davud bazı zamanlarını idari işleri görmek, insanlar arasında hüküm vermek için; bazı zamanlarını ise camide yüce Allah'ı takdis etmek, beyitler okumak, ibadet etmek, Rabb'i ile baş başa kalmak için ayırırdı. Rabb'i ile baş başa kalmak ve ibadet etmek için camiye girdiğinde, insanların arasına çıkıncaya kadar kimse yanına gitmezdi. Bir gün üzerine kapalı olan mabedin içine iki kişinin duvarlardan atlayarak girdiklerini gördüğünde korkuya kapılmıştı. Zira inanmış ve güvenilir insanlar bu şekilde mabede girmezlerdi. Bu iki adam hemen onu yatıştırmaya çalıştılar: "Korkma dediler, biz iki davacıyız. Birimiz ötekinin hakkına saldırdı." Senin huzurunda mahkeme olmaya geldik. "Şimdi sen aramızda hak ile hükmet, adaletten ayrılıp bize zulmetme, bizi doğru yola çıkar." Hemen biri söze girerek sorunu arz etti: "Bu kardeşimin doksandokuz dişi koyunu var. Benim ise bir tek dişi koyunum var. Böyleyken onu da bana bırak." (Onu da bana ver. Emrime, hizmetime ver) dedi. "Ve tartışma da beni yendi." (Yani, sözleriyle üstüme geldi ve bana kaba davrandı.) Bu olay, davacılardan birinin arz ettiğine göre, başka şekilde yorumlanması mümkün olmayan apaçık bir zulmü ifade etmektedir. Bu nedenle Hz. Davud bu apaçık zulmü bir davacıdan dinledikten sonra, sözü diğer davacıya vermeden, ondan hiçbir açıklama istemeden ve onun delilini dinlemeden hemen hükmünü vermeye geçmiştir: "Davud `Andolsun ki, senin dişi koyununu kendi dişi koyunlarına katmak istemekle sana büyük haksızlık etmiştir. Doğrusu ortakların çoğu birbirlerinin haklarına tecavüz ederler. İnanıp yararlı iyi işi yapanlar bunun dışındadır ki, sayıları ne kadar azdır' demişti." Öyle anlaşılıyor ki, bu aşamada her iki adam da hemen kalkıp gitmiştir. Çünkü bunlar sınama için gelen iki melekti! Yüce Allah'ın insanların başına geçirip Hak ve adalet ile hükmedebilmesi için önce gerçeği araştırmasını istediği peygamberi sınamaya gelmişlerdi. Onlar olayı özellikle etkileyici ve çarpıcı bir biçimde sunmuşlardı... Fakat yargıcının hemen parlamaması, acele hüküm vermemesi icab eder. Zira diğer davacıyı dinledikten sonra meselenin tamamı veya bir kısmı değişebilir. Birinci davacının sözlerinin yalan, eşsiz veya aldatmadan öte bir anlam ifade etmediği ortaya çıkabilir! İşte bu sırada Hz. Davud bunun bir sınanma olduğunu fark etmiştir. "Davud kendisini denediğimizi sanmıştı." Burada onun temel karakteri kendisine yetişmiştir... O Rabb'ine yönelen bir kişiydi... "Rabb'inden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapanmış, tevbe etmiş, Allah'a yönelmişti." 25- Böylece onu bağışladık. Yanımızda onun yüksek bir makamı ve güzel bir geleceği vardır. Hz. Davud'un buradaki sınanmasına ilişkin açıklamalarda bazı tefsir kitapları büyük ölçüde yahudi efsanelerinin etkisinde kalmışlardır. Buralarda sözü edilen özelliklerden peygamberleri tenzih ederiz. Bunlar peygamberlik gerçeği ile asla bağdaşmaz. Yahudi efsanelerinden kaynaklanan bu mitolojileri bir parça hafifletmeye çalışan rivayetler dahi onlara dalmışlardır. Aslında bu rivayetler okunmaya bile değmez. Tümüyle reddetmek gerekir. Sonra bunlar: "Yanımızda onun yüksek bir makamı ve güzel bir geleceği vardır. " ayetine de terstir. Kıssadan sonra yer alan Kur'an yorumu da bu sınamanın karakterini ortaya koymaktadır. Bu sınanma ile kendisine yöneltilen direktifi belirginleştirmektedir. Yüce Allah'ın insanlar arasında hükmetmesi ve onları idare etmesi için görevlendirdi i kuluna yöneltilen direktif, bu sınanma ile somutlaşmıştır. 26- Ey Davud! Biz seni yeryüzünde hükümdar yaptık. İnsanlar arasında adaletle hükmet, keyfine uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır. Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unuttuklarından dolayı çetin azab vardır. Demek ki, Bu sınamanın konusu, yeryüzünde halifelik görevi, insanlar arasında hükmederken hakka bağlılık, kendi arzu ve isteğine uymamadır. Bir peygamberin kendi arzusuna uyması demek, onun tepkisel olması, araştırmaması, incelememesi, sağlıklı hükme ulaşmak için sabırlı ve temkinli olmamasıdır. Böylesi bir hareket mantığı esas alındığında, sonuçta sapıklığa düşülür. Sapıklığın sonunu açıklayan ayetten sonra gelen bölüm ise, genel bir hükümdür. Allah'ın yolundan sapmanın sonuçlarım ortaya koymaktadır. Bu ceza ise, Allah'ın onu unutması ve kıyamet gününde onu cezaya çarptırmasıdır. Yüce Allah kulu olan Hz. Davud'u koruduğundan, O işin başında hemen toparlanıyor. Yüce Allah ilk fırsatta hemen O'nu bu işten geri çeviriyor. Uzakta olan akıbetten O'nu sakındırıyor. Halbuki O, henüz bir adını dahi atmamış. Bu, yüce Allah'ın seçkin kullarına bir ihsanıdır, lütfudur. Peygamberler insan olmaları nedeniyle az da olsa ayakları takılarak sendeleyebilir. Yüce Allah onları, ellerinden tutarak hemen ayağa kaldırır, onlara doğruyu öğretir. Onları dönüş yapmaya muvaffak eder, günahlarını bağışlar. Bu sınavdan sonra onlara rahmetin kapılarını açar... Yeryüzü halifeliği ve insanlar arasında hükmetme hak ilkesine bağlanıyor ve sözün gelişi içinde Hz. Davud'un kıssası sona ermeden önce bu Hak, ilkesi büyük bir temele dayandırılıyor. Göğün, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin kendisine dayandığı temele. Bütün bu evrenin yapısında yer alan köklü temel. Bu gerçek yeryüzü halifeliğinden ve insanlar arasında hükmetmekten daha kapsamlıdır. Bu yeryüzünden daha ağırdır. Aynı şekilde dünya hayatından daha geniş boyutludur. Çünkü bu Hak, özünü kuşattığı gibi ahiret hayatını da kuşatmaktadır. Son peygamberlik de bu Hak üzere gelmiştir. Kur'an-ı Kerim'de bu kapsamlı Hak'kı açıklamak için gelmiştir 27- Göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları boşuna yaratmadık, inkâr edenler, kainatın boş bir tesadüf eseri olduğunu söylerler, bu onların zannıdır. Vay ateşe uğrayacak inkârcıların haline. 28- Yoksa biz, iman edip iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlarla bir mi tutacağız.? 29- Ey Muhammed! Bu Kur'an çok mübarek bir kitaptır. Onu sana indirdik ki, ayetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsın. İşte bu şekilde bu üç ayette sözünü ettiğimiz o köklü, derin, kapsamlı ve ürpertici büyük gerçek bütün yönleri, boyutları ve halkaları ile gözler önüne serilmektedir. Yerin, göğün ve ikisi arasında bulunan varlıkların yaradılışı boşuna değildir. Başıboş bir temel üzerinde kurulmuş da değildir bunlar. Bunlar birer gerçektir ve gerçek üzerinde kurulmuşlardır. Diğer gerçekler, bu büyük ve temel haktan dal budak salmıştır. Yeryüzü halifeliğindeki hak, insanlar arasında hükmetmedeki hak, insanların duygularını ve işlerini eylemlerini düzenlemedeki hak, hep bundan kaynaklanmıştır. İnanan ve güzel işler yapanlarla yeryüzünde bozgunculuk yapanlar bir değildir. Allah'a gerçek anlamda bağlananların kriteri kötü insanların kriteri gibi değildir. Ayetleri üzerinde iyi düşünsünler, akıl sahipleri bu köklü gerçekleri güzelce hatırlasınlar. Yüce Allah'ın gönderdiği kutsal kitabın parmak bastığı gerçekleri inkârcılar-kafirler düşünemez anlayamazlar. Zira onların fıtratları, bu evrenin oluşumunda köklü biçimde yerleştirilen Hak ilkesi ile temas halinde değildir. Bu nedenle onlar Rabb'leri hakkında kötü düşünürler ve Hak'kın cezasından hiçbir şey kavrayamazlar: "Bu onların zannıdır. Vay ateşe uğrayacak inkârcıların haline! Yüce Allah'ın insanlar için belirlediği yasalar manzumesi (şeriat) evrenin yaradılışında mevcut olan temel yasanın bir parçasıdır. Allah tarafından gönderilen Kutsal Kitap ise bu yasanın dayanağını oluşturan Hak'kın bir açıklamasıdır. Yeryüzündeki halifelerden ve insanlar arasında hükmeden hakimlerden istenen adalet, bu köklü-kapsamlı hakkın ancak bir yönüdür. Bu parça, Hak'kın diğer parçaları ile tam bir uyum içine girmedikçe insanların işleri düzelmez. Allah'ın şeriatından, halifelikte Hak'tan ve hükümdeki adaletten ayrılmak hiç kuşkusuz, göklerin ve yerin temellerini ayakta tutan evrensel yasadan sapmaktır. Öyle ise, bu gerçekten büyük bir cinayettir. Dehşet verici bir kötülüktür. Sonunda ezilmeyi ve yok olup gitmeyi kaçınılmaz hale getirecek olan dehşet verici evrensel kuvvetlerle, güçlerle çarpışmaktır. Allah'ın yasasından evrenin temel konumundan ve varlığın doğal yapısından sapmış-ayrılmış olan hiçbir zalimin basit, sınırlı gücü ile dehşet verici, ezip geçici, kainat kuvvetlerine; önüne gelen her şeyi öğütüp geçen evrenin acımasız çarkına karşı üstün gelmesi asla mümkün değildir! İşte bu, düşünebilen insanların üzerinde güzel düşünmesi, akıl sahiplerinin iyi değerlendirmesi gereken konulardan biridir. Söz konusu önemli büyük gerçeği ortaya koymak amacı ile kıssanın ortasına yerleştirilen bu ara yorumdan sonra tekrar Hz. Davud'un kıssasına dönülüyor ve Hz. Davud ile oğlu Süleyman`a verilen Allah'ın nimetleri ile yüce Allah'ın O'na bahşettiği imkânlar ve lütuflar dile getiriliyor. Bunun yanında O'nun sınanması ve denenmesi, yüce Allah'ın O'nu koruması, bu sınav ve denemeden sonra O'nu nimetlere boğmasından söz ediliyor: 30- Biz Davud'a Süleyman'ı hediye ettik. Süleyman ne güzel kuldu! Doğrusu O daima Allah'a yönelirdi. 31- Ona bir akşam üstü, çalımlı ve safkan koşu atları sunulmuştu. 32- "Süleyman! Gerçekten ben at (mal) sevgisine Rabb'imi anmayı sağladıkları için düştüm" dedi. Atlar koşup toz perdesi arkasından kayboldular. 33- Süleyman! "Atları bana getirin " dedi. Bacaklarını ve boyunlarını okşamaya başladı. 34- Andolsun, Süleyman'ı denedik. Tahtının üstüne bir ceset gibi bıraktık, sonra O, yine eski haline döndü. 35- Süleyman: "Rabb'im! Beni bağışla, bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Sen şüphesiz daima bağışta bulunansın " dedi. 36- Bunun üzerine Süleyman'ın buyruğu ile istediği yere kolayca giden rüzgârı emrine verdik. 37- Bina ustalarını ve dalgıçlık yapan şeytanları da emrine verdik. 38- Demir zincirlere bağlı diğer yaratıkları da onun emrine verdik. 39- İşte bizim bağışımız budur; "ister ver, ister tut, hesapsızdır" dedik. 40- Doğrusu onun, bizim yanımızda yüksek bir makamı ve güzel bir geleceği vardı. Burada cins atlar anlamında ki "Safinatul Ciyad" kavramı ile Hz. Süleyman'ın tahtı üzerine atılan "ceset" kavramına ilişkin işaretler var. Tefsir kitaplarının ve rivayetlerinin içeriklerine bakarak bu iki işarete ilişkin kalbime yatan bir yorum veya bir rivayete rastlayamadım. Bu konudaki tüm açıklamalar asılsız İsrail efsaneleri temelsiz veya saptırmalara, (yanlış yorumlara) dayanmaktadır. Ben de bu iki olayı kalbime yatacak biçimde düşünüp yorumlama imkânına ulaşamadım ki, bu düşüncelerimi burada aktarıp hikâye edeyim. Bunları açıklama vé tasvir etme konusunda sahih bir hadisin dışında sağlıklı bir kaynağa da rastlayamadım. Burada sözünü ettiğimiz aslında sahih bir hadistir. Ama bu sahih hadisin açıklamaya çalıştığımız bu iki olayla ilgisi sağlam değildir. Bu hadis de Ebu Hureyre'nin (Allah ondan razı olsun) Allah'ın elçisinden -salât ve selâm üzerine olsun- rivayet edip Buhari'nin sahihinde merfu olarak tahris ettiği hadistir. Hadisin metni şöyle "Hz. Süleyman bir ara: Bu gece yetmiş kadınla yatacağım. Her biri Allah yolunda cihad edecek bir süvari doğuracak dedi ve "Allah dilerse" cümlesini eklemedi. Hz. Süleyman bu yetmiş kadınla yattı. Ancak hiç birinin çocuğu olmadı. Yalnız bir tanesi yarım bir çocuk doğurdu. Canımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, eğer inşallah deseydim, bu kadınların hepsi birer erkek çocuk doğurur ve bunların hepsi Allah yolunda cihad eden süvariler olurlardı." Buradaki ayetlerin işaret ettiği sınama konusu bu olay ve cesed'in de bu yarım çocuk olması mümkündür. Fakat bu sadece bir olasılıktır... Atın hikâyesine gelince; deniliyor ki, Hz. Süleyman akşamleyin bir atını arıyordu. Bu nedenle güneş batmadan önce kılması gereken namazın zamanı geçti. Onu bana getirin dedi. Getirdiler. Rabb'ini anmasına engel olduğu için boynunu ve bacaklarını okşayıp sevdi. İkramda bulundu. Çünkü bu Allah yolunda cihad için beslenen bir attı. Bu her iki rivayetin de sağlıklı bir temeli yoktur. Onun için bu konuda sağlıklı bir şey söylemek de zordur. Bu nedenle sağlam temellere dayanmak isteyen birisi Kur'an da işaret edilen bu iki olay hakkında kesin bir şey söyleyemez. Burada söylenebilecek en son söz şudur ki: Yüce Allah diğer peygamberlerini yönlendirmek, yol göstermek, attıkları adımları hatalardan uzaklaştırmak için bir takım sınavlardan geçirdiği gibi elçisi olan Hz. Süleyman'ı -selâm üzerine olsun- da yönetim ve otorite konusundaki uygulamaları ile ilgili olarak bir sınavdan geçirmiştir. Hz. Süleyman bu konuda Rabb'ine yönelmiş ve O'na dönüş yapmıştır. hatalarının bağışlanmasını dilemiştir. Dua ederek umutla Allah'a yönelmiştir. "Süleyman: `Rabbim! Beni bağışla, bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Sen şüphesiz daima bağışta bulunansın' dedi." Hz. Süleyman'ın bu duasının en güzel yorumu, bencil bir istekte bulunmadığıdır. O bununla mucize şeklinde gerçekleşen özel bir nimet istemiştir. Böylece onun istediği niteliktir, nicelik değildir. Bu dua ile, O belli bir özelliği olan ve kendisinden sonra gelecek olan tüm iktidarlardan farklı bir hakimiyet istemiştir. Bu hakimiyetin belirlenmiş bir karakteri vardır. İnsanların tanımadığı, görmediği, alışmadığı bir hakimiyettir bu. Yüce Rabb'i de O'nun bu duasını kabul buyurmuştur. O'na bilinen, alışılan hakimiyetin de ötesinde başka hiç kimseye verilmeyecek olan özel bir hakimiyet vermiştir. "Bunun üzerine Süleyman'ın buyruğu ile istediği yere kolayca giden rüzgarı, emrine verdik." Bina ustalarını ve dalgıçlık yapan şeytanları da emrine verdik." Demir zincirlere bağlı diğer yaratıkları da onun emrine verdik." Rüzgârın Allah'ın izniyle kullarından birinin emrine verilmesi, onun Allah'ın iradesine bağlı olma özelliğini değiştirmez. Rüzgârın yüce Allah'ın iradesine bağlılığı şüphe götürmez. Onun emrine bağlı ve O'nun belirlediği temel yasalara uygun olarak eser. Yüce Allah'ın belli bir zaman diliminde kullarından birisinin ilahi iradeyi ifade etmesini ve onun emrinin ilahi emre uygun olmasını dilemesi, rüzgârı onun istediği tarafa kolayca çevirmesi tuhaf bir şey değildir. Yüce Allah, böyle bir kolaylık sağlayabilir. Bu, çeşitli şekillerde meydana gelebilir. Yüce Allah Kur'an-ı Kerim de peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki, iki yüzlüler, kalplerinde hastalık bulunanlar, şehirde kötü haberler yayanlar, bu hallerinden vazgeçmezlerse seni onlara musallat ederiz. sonra orada senin yanında ancak az bir zaman kalabilirler." (Ahzab Suresi, 60) Peki bunun anlamı nedir? Bunun anlamı şudur: Eğer onlar vazgeçmezlerse, bizim irademiz seni onların başına musallat etmeye ve onları Medine'den çıkarmaya yönelecektir. Bu da senin kendi iradeni ve arzunu onlarla savaşma ve onları sürgün etmeye yöneltmenle gerçekleşecektir. Böylece bizim onlara yönelik irademiz senin vasıtanla yerini bulmuş olacaktır. İşte bu da yüce Allah'ın dilemesiyle Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- dilemesi arasındaki uygunluğun bir şeklidir. Doğal olarak Allah'ın iradesi ve dilemesi bu işin temelini oluşturur. Fakat, Allah'ın iradesi ve dilemesi yine Allah'ın istemesine bağlı olarak peygamberin iradesi ve dilemesi şeklinde gerçekleşmektedir. Bu da rüzgârın Hz. Süleyman'ın emrine verilmesi olayını daha rahat anlamanızı sağlamaktadır. Yani Hz. Süleyman'ın bu rüzgârları yönlendirmesi, isteklerinin Allah'ın emri doğrultusunda olması koşuluna bağlanmıştır. Yani rüzgâr yüce Allah'ın emri dışına çıkmamakta, bu emre uygun olan direktiflerin hizmetine girmiş olmaktadır. Yüce Allah, cinleri de Hz. Süleyman'ın emrine vermiştir ki, O'na dilediğini yapsınlar. Karada ve denizde aradığı her şeyi O'na çıkarıp getirsinler. Ayrıca emrine vermiş olduğu bu cinlerden kendisine karşı gelenleri ve bozgunculuk yapanları cezalandırması, ellerini ve ayaklarını biraraya getirip zincire vurması veya onları ikişer ikişer veya gerektiğinde daha fazla sayıda biraraya getirip demir halkalarla bağlama gücü vermişti. Sonra ona şöyle denilmişti: Yüce Allah'ın sana verdiği gücü ve nimetleri dilediğin gibi kullanabilirsin. Dilediğine her istediğini verebilirsin. Dilediğini de istediğin kadar kısabilirsin. "İşte bizim bağışımız budur; ister ver, ister tut, hesapsızdır dedik." Bu da ikramın ve faziletin doruğa ulaşmasıdır. Sonra bütün bunlara ek olarak da O'nun, dünyada, yüce Rabb'i katında bir yakınlığı olduğu, ahirette ise güzel bir geleceği bulunduğu belirtilmektedir: "Doğrusu onun, bizim yanımızda yüksek bir makamı ve güzel bir geleceği vardı." Bu ise, yüce Allah'ın hoşnutluğuna, korumasına, ihsanına ve ikramına ulaşmada hayli yüksek bir dereceyi ifade etmektedir. Şimdi tekrar sınama ve sabretme ile ilgili hikâyeye ve bundan sonra gelen ihsan ile ikram olayına devanı ediyoruz. Sözün akışı içinde Hz. Eyyüb'ün kıssası ile buluşuyoruz: 41- Ey Muhammed! Kulumuz Eyyüb'ü da an. O Rabb'ine "Doğrusu şeytan bana yorgunluk ve azab verdi" diye seslenmişti. 42- Biz de ona "Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su " dedik. 43- Ona bizden bir rahmet ve sağduyu sahiplerine bir ibret olarak ailesini ve onlarla beraber bir eş daha bağışladık. 44- Ey Eyyüb: "Eline bir demet sap al, onunla vur, yeminini bozma" demiştik. Gerçekten O çok sabırlı bir kulumuzdu, daima Allah'a yönelirdi |