Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:48 Mesaj:
4.079 Konular:
315 Beğenildi:49 Beğendi:0 Takdirleri:149 Takdir Et:
| Cvp: Fizilalil Kuran Fatır Suresi Tefsiri EVRENDEN KESİTLER Surenin bu üçüncü "kesit"i evrenin çeşitli alanında gerçekleşen ardışık gezilerden oluşur. Kur'an bu gezilerde iman kanıtlarını sunar, gözler ve basiretler önüne serilen sahnelerden deliller ve dayanaklar devşirir. Bu ardışık geziler, hidayet ile sapıklığın söz konusu edilmesinden, çağrısına yüz çevirenlerin olumsuz tutumu karşısında yüreği yanan Peygamberimizin teselli edilmesinden, bu işin yetkilisine, yani insanların neler yaptıklarını iyi bilen yüce Allah'a gerektiğinin belirtilmesinden sonra gündeme geliyor. Buna göre kim iman etmek istiyorsa, evren kitabının sayfalarına yansıyan iman delillerini önünde bulur. Bu delillerin gizli-kapaklı bir yanı ve ne de karmaşık bir tarafı vardır. Buna karşılık sapıtmak isteyen de bile bile, yol gösterici bütün kanıtlar ortasında inadına sapıtır. Meselâ ölümden sonraki hayat sahnesi bir delildir. Yeniden dirilip biraraya gelmenin delilidir. İnsanın topraktan yaratılması, arkasından şu gördüğümüz gelişmiş varlığa dönüşmesi delildir. İnsanın bütün yaratılış ve hayat evreleri açık bir kitapta yazılı olan belirli bir tasarı uyarınca gerçekleşmektedir. Farklı sulardan oluşmuş denizlerin sahnesi ve bu suların değişik tadlarda yaratılmaları bir delildir. Bu iki su türünde de yüce Allah'ın insanlara sunulmuş çeşitli nimetleri vardır. Bu nimetler şükretmeyi ve kadirşinaslığı gerektirir. Biribirleri ile bütünleşen, uzayan ve kısalan gece ve gündüz sahnesinde delil vardır. Bu iki ardışık doğal olguda yüce Allah'ın tasarlayıcılığına ve planlı yöneticiliğine ilişkin delil vardır. Şu duyarlı ve şaşırtıcı evrensel düzenin yasalarına boyun eğen güneş ve ay sahneleri de birer delildir. Bunların hepsi engin evren alanında gözler önüne serilmiş deliller, göstergelerdir. Bunların kanıtladıkları gerçek şudur: Bütün bunların yaratıcısı ve sahibi yüce Allah'dır. Allah bir yana bırakılarak tapılan putlar ne ses işitirler ne karşılık verirler ve ne de evrende tek bir çekirdek kabuğunun sahibidirler. Onlar kıyamet günü kendilerine tapan sapıkları tanımazlıktan gelirler, sorumluluklarına katılmaya yanaşmazlar. Öyleyse haktan sonra sapıklıktan başka ne var ki? Şimdi bu kesiti oluşturan ayetleri incelemeye geçelim: 9- Bulutları sürükleyen rüzgârların estiricisi Allah'dır. Biz bulutları ölü bir yöreye göndererek onlar aracılığı ile ölü toprağı diriltiriz. İşte yeniden diriliş olayı da böyledir. Kur'an'da imanın evrensel delilleri sunulurken bu sahne sık sık karşımıza çıkar. Denizlerden kaldırdığı buharlarla bulutları oluşturup önlerinde sürükleyen rüzgârların sahnesi yani. Gerçekten sıcak rüzgârlar buharlaşmaya yol açarlar. Soğuk rüzgârlarda da bu buharları yoğunlaştırıp bulut haline getirirler. Sonra yüce Allah, bu bulutları, hava akımları aracılığı ile değişik hava katmanlarına gönderir. Bu bulutlar sağa sola dağılarak yüce Allah'ın istediği, sürükleyicileri olan rüzgârların ve hava akımlarını O'nun izni uyarınca götürdükleri yerlere giderler. Sonunda dilediği bir yere, "ölü bir yöreye" varırlar. Burası yüce Allah'ın bilgisinde o bulut aracılığı ile hayata kavuşacağı belirlenmiş bir yöredir. Şu yeryüzündeki tek hayat kaynağı şudur: "Bu bulutlar aracılığı ile ölü toprağı diriltiriz." Böylece insanların umursamazlıkları ve ilgisizlikleri ortasında her an olan olağanüstü olay bir daha gerçekleşir. Her an bu olağanüstü olay olduğu halde, insanlar ahiretteki yeniden dirilmeyi akıllarına sığdıramıyorlar, oysa bu olay dünyada her gün gözleri önünde yineleniyor: "İşte yeniden diriliş olayı da böyledir." Yalın, sade, hemen anlaşılabilir bir ifade karşısındayız. Hiçbir karmaşık yanı, tartışmaya yol açacak hiçbir belirsizliği yoktur. Kur'an'da evrensel iman delilleri sunulurken, bu sahne sık sık karşımıza çıkarılıyor . Çünkü her şeyden önce bu olay somut, elle tutulur bir kanıttır. Göz göre göre inkâr edilemez. Ayrıca bu sahne uyanık bir kalp tarafından algılandığında onu şiddetle sarsar, kendine yönelen duygulardan duyarlığı keskinleştirici titreşimler meydana getirir. Bunların yanı sıra güzel, göz alıcı, gönül açıcı bir sahnedir. Özellikle bir çölde olduğunuzu düşünün. Bugün çevreyi geziyorsunuz. Her taraf kupkuru bir kum denizi. Ertesi gün aynı çevreyi geziyorsunuz. Bu defa yağan yağmurların etkisi ile ortalık yeşermeye, canlanmaya başlamış. Kur'an insanların gündelik hayatlarında tanıdıkları ve umursamaz duygularla geçiştirdikleri olayları ve sahneleri "uyarıcı" olarak kullanır. Çünkü bu olaylar ve sahneler dikkatle izlendiklerinde olağanüstü ve şaşırtıcı oldukları görülür. Ölülerde nabzı atan hayat sahnesinden sonra enteresan bir noktaya, psikolojik bir espriye dayalı bir bilinç konusuna geçiliyor. Üstünlük, şeref, itibar ve prestij konusuna geçiliyor. Bu ayrıcalık ile Allah'a yükselen güzel söz ve Allah'ın kendi katına yükselttiği iyi amel arasında bağ kuruluyor. Sonra bunun karşı sayfası sunuluyor. Kötü komploların ve pis tuzakların sayfası ki, bunlar boşa çıkar, etkisiz kalır. Okuyoruz: 10- Kim itibar ve üstünlük isterse bilsin ki, itibar ve üstünlük tümü ile Allah'ın tekelindedir. Güzel söz O'na yükselir, iyi ameli de O yükseltir. Kötü amaçlı komplolar düzenleyenler ağır bir azaba çarpılacaklardır. Ayrıca onların komplosu da boşa çıkar, verimsiz olur. Bir yanda ölü vücutlarda nabzı atan hayat, öbür yanda güzel söz ile iyi amel. Bunların arasındaki ilişki nedir? Herhalde her ikisinde de nefes alıp veren "temiz hayat" ile bir de evrenin ve hayatın özünde bu ikisi arasında bulunan ortak bağ. Bu ortak bağa daha önce İbrahim suresinde değinilmişti: "Allah'ın güzel sözü neye benzettiğini görmüyor musun? O, onu yerin derinliklerine kök salmış ve dalları göğe tırmanan yararlı bir ağaca benzetiyor." "O ağaç sürekli olarak meyve verir. İnsanlar öğüt alsınlar diye Allah onlara çeşitli örnekler verir." "İğrenç söz de kökü yerden kesilmiş, dik duramayan, acı meyvalı bir ağaca benzer." (İbrahim Suresi, 24-26) Bu, sözün özü ile ağacın arasındaki gerçek bir benzerliktir. Ayrıca her ikisinde de hayat ve gelişme yeteneği vardır. Ağaç nasıl büyüyor, uzuyor ve meyve veriyorsa, söz de öyle. O gelişiyor, boy atıyor ve meyvesini veriyor. Mekkeli müşrikler, dini otoritelerini devam ettirebilmek için bu sapık inançlarına sarılıyorlardı. İnanç sömürüsü yolu ile Kureyş kabilesi, diğer Arap kabilelerini egemenliği altında tutuyordu. Bu egemenlik, Kureyş kabilesine çeşitli avantajlar, çıkarlar sağlıyordu. Bu avantajların başında doğallıkla prestij, üstünlük ve itibar geliyordu. Bu yüzden peygamberimize şöyle demişlerdi: "Eğer seninle birlikte doğru yola girersek, yurdumuzdan atdırız." (Kasas Suresi, 57) Oysa yüce Allah onlara şöyle diyor: "Kim itibar ve üstünlük isterse bilsin ki, itibar ve üstünlük bütünü ile Allah'ın tekelindedir." Bu gerçek kalplere iyice yerleştiği takdirde bütün ölçüleri, bunun yanı sıra bütün yöntemleri ve planları kesinlikle değiştirir. Evet, itibar ve üstünlük bütünü ile Allah'ın tekelindedir. O'nun en küçük bir zerresi bile Allah'dan başkalarının elinde değildir. Öyleyse kim prestij ve üstünlük elde etmek istiyorsa, onu alternatifi olan kaynağında, yani yüce Allah'ın katında arasın. Onu ancak orada bulabilir. Başka hiç kimsenin yanında, hiç kimsenin koltuğu altında, hiçbir sebebin aracılığında onu bulamaz. Çünkü "itibar ve üstünlük bütünü ile Allah'ın tekelindedir." Kureyşli kodomanlar itibarı ve üstünlüğü putperest Arap kabileleri arasında arıyorlardı. Bu yüzden bu kabilelerin sapık putperestliklerine sahip çıkıyorlar, onun koruyucusu kesiliyorlardı. Bunun sonucu olarak kendi ağızları ile "doğru"luğunu itiraf ettikleri hak yola girmeye cesaret edemiyorlardı. Bu yola girseler prestijlerinin, kabileler arasındaki itibarlarının sarsılacağından korkuyorlardı. İşte bu Arap kabileleri vardı ya, onlar prestijin ve itibarın kaynağı değillerdi. Ne bir kimseye itibar bağışlayabilir ve ne de bir kimsenin itibarını geri alabilirlerdi. Çünkü "itibar ve üstünlük bütünü ile Allah'ın tekelindedir." Eğer bu beylerin bir gücü varsa, bunun ilk kaynağı yüce Allah'dır. Eğer bu beylerin bir itibarı varsa onu kendilerine Allah bağışlamıştır. Öyleyse kim güç ve itibar arıyorsa, bunun ilk kaynağına başvursun. Sermayesini bu kaynağa borçlu olan aracıların, simsarların peşinden koşmasın. O zaman gücü ve itibarı bütünü ile tekelinde bulunduran ana kaynaktan pay alabilir. İnsanların ellerindeki kırıntılara ve döküntülere el açmasınlar. Çünkü bu insanlar kendisi gibi muhtaç, eli boş, zavallılardır. Bu ilke, İslâm inancının temel gerçeklerinden biridir. Bu gerçek değerleri ve ölçüleri, yargıları ve bakış açılarını, yöntemleri ve davranışları, araçları ve sebepleri değiştirmek için tek başına yeterli bir faktördür. Eğer sadece bu gerçek bir kalbe iyi yerleşirse, o kalbin sahibi tek başına bütün dünyanın karşısında durur; herkese karşı onurla, şerefle, hiç sarsılmadan, sendelemeden, hangi yoldan şerefe ereceğini, alternatifi olmayan bu itibar yolunu bilerek direnir. Böyle bir kimse hiçbir zorbanın, hiçbir azgın kasırganın, hiçbir çarpıcı olayın, hiçbir rejimin, hiçbir baskı kurumunun, hiçbir çıkarın, hiçbir yeryüzü kaynaklı kaba gücün önünde boyun eğmez. Niye eğsin ki? İtibar ve üstünlük bütünü ile Allah'ın tekelindedir. O'nun rızası olmaksızın hiç kimsenin bu tarakta bezi olamaz. İşte bu gerekçe ile iyi söz ve iyi amel gündeme geliyor. Okuyalım: "Güzel söz O'na yükselir, iyi ameli de O yükseltir." Söz konusu büyük ve önemli gerçeği anlattıktan sonra hemen böyle bir değerlendirme yapmak, son derece anlamlı ve mesaj vericidir. Çünkü bu değerlendirme ile itibarı ve üstünlüğü Allah katında arayanların yararlanacakları sebeplere ve başvuracakları yöntemlere işaret ediliyor. Bu sebepler ve yöntemler güzel söz ile iyi ameldir. Güzel söz, yüceliği ile Allah'a yükselir. İyi amele gelince, onu Allah kendi katına yükselterek onurlandırır. Buna bağlı olarak bu amelin sahibini de onurlandırarak ona itibar ve üstünlük bağışlar. Gerçek üstünlük, insanların dünyasına yansımadan önce kalpte kökleşir. Bu duygu sayesinde insan bütün onursuzluk ve başkalarına boyun eğme sebeplerinin üzerine yükselir. Bu duygu sayesinde her şeyden önce kendi nefsini alt eder. Küçük düşürücü ihtiraslarını, karşı durulmaz arzularını, korkularını, insanlara ve insan dışı varlıklara bağlanmış ümitlerini yener. İnsan bu alanlarda üstünlüğünü kabul ettirince hiç kimse onu alçaltmaya, ona boyun eğdirmeye sebep bulamaz. İnsanları arzuları, ihtirasları, korkuları ve umutları küçük düşürür. Bunları denetim altına alabilen kimse her duruma, her şeye ve herkese karşı üstün gelir. İşte güç, üstünlük ve otorite ile bütünleşen gerçek itibar budur. Üstünlük ve itibar gerçek karşısında inatla direnmek ve batıl ile pohpohlanmak değildir. Önüne çıkan herkesi ve her şeyi kırıp döken şımarık bir zorbalık da değildir. İçgüdülere boyun eğen, ihtiraslara yenik düşen taşkın bir reaksiyon da değildir. Hak, adalet ve yarar düşünmeden pençe atan, yakalara yapışan kör bir kaba güç de değildir. Asla. Üstünlük ve itibar nefsin ihtiraslarına egemen olmaktır, bağımlılığı ve aşağılanmayı alt etmektir; Allah'dan başkası önünde boyun eğmemektir. Bunların yanı sıra Allah'a boyun eğmek, saygı beslemektir; Allah'dan korkmak, çekinmektir; sevinçte de kederde de yüce Allah'ın gözetimini üzerinde hissetmektir. İnsan Allah'a boyun eğerse başı dik olur. İnsan Allah'dan korkarsa O'nun hoşuna gitmeyen her şeye karşı çıkar. İnsan kendini Allah'ın sürekli gözetimi altında hissederse O'nun izni olmadıkça başını eğmez. İşte güzel söz ve iyi amel ile üstünlüğün ve itibarın söz düzeyindeki konumu budur. İşte ayetlerin akışı içinde bu ikisi arasındaki ilişki budur. Bunun arkasından önümüze bu sayfanın karşısı açılıyor. Okuyalım: "Kötü amaçlı komplo düzenleyenler ağır bir azaba çarpılacaklardır. Ayrıca onların komplosu da boşa çıkar, verimsiz olur." Buradaki "komplo düzenlemek" "plan kurmak" anlamında kullanılmıştır. "Komplo düzenleme" deyimi, genellikle ifade ettiği kötü amaçlılığı, vurgulamak için tercih edilmiştir. Bu komplo düzenleyicileri ağır bir azap bekliyor. Üstelik kurdukları tuzaklar da kısa ömürlüdür, boşa çıkmaya mahkûmdur, bekledikleri sonucu veremezler. Buradaki "kısa ömürlü"lük, hatta "ölü doğma" imajı bir önceki ayetteki "canlanan ve ürün veren toprak" imajı ile ters yönlü çağrışım yapmaktadır. "Kötü amaçlı komplo düzenleyenler" bu komploları sahte şöhret kazanmak, asılsız üstünlük sağlamak için kurarlar. Fakat yüce Allah'a yükselen diğer güzel söz olduğu gibi, O'nun kendi katına çıkardığı birikim de iyi ameldir. Geniş ve kapsamlı anlamı ile itibar ve üstünlük bunlar sayesinde kazanılabilir. Gerek söz ve gerekse davranış biçiminde kötü amaçlı komplo ise itibara ve üstünlüğe ulaştırıcı bir yol değildir. Gerçi bu yöntemle kimi zaman azgın ve zorba bir güç kazanılabilir. Fakat bu kaba güç kısa ömürlüdür, kısa sürede yok olmaya mahkûmdur. Ayrıca sahibinin ağır bir azaba çarptırılmasının da gerekçesi olur. Allah'ın vaadi böyledir ve Allah'ın vaadinden cayacağı da düşünülemez. Fakat O kötü komplo düzenleyicilerine biraz mühlet verebilir, ön tasarısında belirlediği süreye kadar onların at oynatmalarına fırsat tanıyabilir. İNSANIN YARATILIŞI Su aracılığı ile oluşan genel "canlılık" olgusuna değinildikten sonra insanın ilk yaratılış sahnesi gözler önüne getiriliyor; yanı sıra bu olayın çağrıştırdığı "hamilelik", "uzun ömür", "kısa ömür" gibi olgulara değinilerek bunların tümü ile yüce Allah'ın gizli bilgisinin bir parçasını oluşturdukları vurgulanıyor. Okuyoruz: 11- Allah siz önce topraktan, sonra spermadan yarattı. Sonra erkekli-dişili çiftlere dönüştürdü. O'nun bilgisi dışında hiçbir dişi ne hâmile kalabilir ve ne de doğurabilir. Ömrü uzun olanın çok yaşaması ve kısa ömürlülerin az yaşamaları kesinlikle bir kitapta kayıtlıdır. Hiç kuşkusuz bu .Allah için kolay bir iştir. İnsanın topraktan meydana gelişinde somutlaşan "ilk yaratılış" olgusuna Kur'an'da sık sık işaret edilir. Hamileliğin ilk aşamalarından biri olan "sperma" dönemine de sık sık değinildiğini görüyoruz. Toprak cansız bir madde iken "sperma (nutfel" canlı bir çekirdektir. İlk ve en büyük mucize işte bu "hayat" mucizesidir. Hiç kimse bu mucizenin nasıl ortaya çıktığını, ya da insanın hammaddesi olan toprakla nasıl kaynaştığını bilmiyor. Bu olgu, geçmişte olduğu gibi günümüzde de insan bilgisine kapalı bir sırdır. Aynı zamanda gözle görülen, aktüel bir gerçektir. Kendisi ile yüzyüze gelmekten, varlığını itiraf etmekten kaçınmak mümkün değildir. Ayrıca can verici ve gücü her şeyi yapmaya yeten bir Allah'ın varlığının da göstergesidir; bu da savsaklanmaz ve tartışılmaz bir gerçektir. Bu cansızdan canlıya geçiş olayı, son derece uzun mesafeli bir geçiştir. Öyle ki, bunun yanında bütün zaman ve yer boyutları küçük kalır. Şu şaşırtıcı varlık aleminin sırlarını irdeleyen bir kalp, bu geçiş olayının büyüklüğünü düşünmekle bitiremez. Aslında bu alemin her sırrı diğerinden daha büyük ve daha şaşırtıcı bir sanat örneğidir. Canlılarda tek hücre aşamasını temsil eden "sperma" aşamasından tam teşekküllü bir canlı aşaması olan "cenin" evresine geçiliyor. Bu evrede erkek ve dişi biribirinden ayrılıyor, böylece Kur'an'ın işaret ettiği şu tablo gerçekleşmiş oluyor: "Sonra erkekli-dişili çiftlere dönüştürdü." Bu cümlenin anlamı "Allah sizi daha cenin evresinde erkekli-dişili çiftlere dönüştürdü" şeklinde olabileceği gibi, "O sizi doğumunuzdan sonraki aşamada birbiri ile evlenen erkek ve dişi çiftler haline getirdi" biçiminde de olabilir. Bu geçiş olayı, yani spermadan erkek ve dişi organizmalar evresine geçiş olayı da, tıpkı cansızlık aşamasından canlılık evresine geçiş gibi, son derece uzak mesafeli bir geçiştir. Neden derseniz, "sperma"nın temsil ettiği tek hücre nerede; son derece karmaşık yapılı, çeşitli fonksiyonlu ve çok sistemli bir canlı organizma olan "cenin" nerede? O belirsizlikler yuvası olan tek hücre nerede; çok sayıda farklılaşmış nitelikleri olan minik organizma, yani "cenin" nerede? Eğer bu yalın hücre incelenecek olursa, şu gerçekler öğrenilir. Söz konusu hücre bölünerek çoğalır. Çoğalan hücrelerin eş fonksiyonları dokuları oluşturur. Dokulardan da fonksiyonu ve niteliği belirli organlar meydana gelir. Sonra bu organların ahenkli ve uyumlu işbirliği sayesinde "insan" denen şaşırtıcı canlı varlık ortaya çıkar. Bu canlı varlıkların her biri, diğer türdeşlerinden, hatta en yakın akrabalarından farklı organizmalar olurlar. Öyle ki, iki insan, kesinlikle birbirinin aynısı olmaz. Oysa hepsi algılanabilir hiçbir farklı yanı olmayan aynı spermadan meydana gelmişlerdir. Sonra yukarda değindiğimiz gibi dokular oluşmuş ve bu dokulardan da erkekli-dişili çiftler türemiştir. Bu çiftler yeni bir sperma hücresi aracılığı ile hiçbir sapma göstermeksizin aynı aşamaları izleyecek yeni bir insan yavrusu üretebiliyorlar. Bütün bunlar son derece şaşırtıcı-dır ve bu "şaşırtıcılık" nitelikleri hiçbir zaman sona ermeyecektir. İşte Kur an, bu esrar dolu olağanüstü olaya, daha doğrusu esrarlarla dolu, olağanüstü olaylar zincirine bu yüzden sık sık değiniyor. Amaç, insanları bu olayları düşünmeye, irdelemeye yöneltmek, bu sürekli mesaj bombardımanı sayesinde ruhları uykudan uyandırmaktır. Burada bu "işaret"in yanı sıra yüce Allah'ın bilgisinin evrenselliğini canlandıran bir tablo sunuluyor. (Bu tablonun benzerleri daha önce Sebe suresinde gözlerimizin önüne serilmişti.) Bu tabloda yüce Allah'ın bilgisinin, yeryüzündeki tüm canlı dişilerin karınlarında taşıdıkları yavruları kapsadığı vurgulanıyor. Okuyoruz: "O'nun bilgisi dışında hiçbir dişi ne hamile kalabilir ve ne de doğurabilir." Ayetteki "dişi" kavramı sadece insan dişilerini değil, bütün hayvan, kuş, balık, sürüngen ve böcek türlerinin dişilerini de içeriyor. Hatta bunlar dışında kalan bildiğimiz ve bilmediğimiz bütün canlı türlerinin dişileri de bu kavramın şemsiyesi altındadır. Yeter ki, gebe kalan ve doğuran bir canlı türü olsun. Yumurtlayan canlılar da bu hesaba girer. Çünkü yumurta da bir tür "doğurulmuş" yavrudur, yalnız gelişmesini anasının vücudunda tamamlamadan yumurta ha1inde dışarıya çıkıyor ve gelişmesinin geri kalan bölümünü anasının vücudu dışında sürdürüyor. Bu sırada yumurta ya anası üzerinde kuluçkaya yatıyor ya da kuluçka şartlarını sağlayan makinelerde barınıyor. Sonunda eksiksiz bir cenin evresine varınca kabuğunu kırıp çıkıyor ve normal gelişmesini dışarda devam ettiriyor. İşte şu uçsuz bucaksız evrenin bütün gebelik ve doğum olayları yüce Allah'ın engin bilgisinin kapsamı içindedir. Sebe suresinde dediğimiz gibi yüce Allah'ın sınırsız bilgisini böylesine şaşırtıcı biçimde tanıtmak, ne düşünce ve ne de ifade olarak insan zihninin girişeceği bir iş değildir. Bu durum, başlı başına Kur'an'ın yüce Allah tarafından indirildiğini gösteren bir kanıt olduğu gibi, bu benzersiz Kitab'ın ilahi kaynaklı olduğunu belgeleyen bir özelliktir. Aynı ayette geçen insan ömrüne ilişkin açıklama da bu özelliği taşır. Okuyoruz: "Ömrü uzun olanın çok yaşaması ve kısa ömürlülerin az yaşamaları kesinlikle bir kitapta kayıtlıdır. Hiç kuşkusuz bu Allah için kolay bir iştir." Şöyle bir düşünelim. Daha doğrusu şu evrendeki tüm canlıları hayalimizden geçirmeye çalışalım. Yani bütün ağaçları, kuşları, diğer hayvanları, insanları, öbür tüm canlıları zihnimizde canlandırmaya gayret edelim. İrilikleri, vücut biçimleri, türleri, cinsleri, yaşadıkları yer ve zamanlar, hepsini birbirinden farklı bir canlılar okyanusu farz etmeliyiz. Sonra bu kümelerin bir de tek tek bireylerini düşünmek gerekir. Saymakla bitmezler ve sayılarını da ancak yaratıcıları bilir. Bu bireylerin kimi uzun ömürlü, kimi de kısa ömürlü olur. Bu süreler daha önce belirlenmiş bir plana, yüce Allah'ın bu canlı bireylerine ilişkin bilgisine göre uzun ya da kısa olur. Yüce Allah'ın bilgisi sade canlı bireylerin kendileri ile değil, bu canlı bireylerin organları ile de ilgilenir. Bu organların uzun mu, yoksa kısa mı yaşayacaklarını bilen O'dur. Meselâ şuradaki ağacın şu yaprağı uzun süre yeşil kalacak mı, yoksa yakında sararıp dalından kopacak mı? Şu kuşun tüyü kuşun üzerinde daha çok kalacak mı, yoksa rüzgâra kapılıp gidecek mi? Falanca hayvanın şu boynuzu uzun zaman yerinde kalacak mı, yoksa bir çatışmada kırılacak mı? Şu insanın şu gözü ya da saçının şu teli yüce Allah'ın belirli planına göre ya yerinde kalır ya da çıkar, dökülür. Bunların hepsi yüce Allah'ın ayrıntılı ve geniş kapsamlı bilgisini simgeleyen bir "kitap"da kayıtlıdır. Bu işlem herhangi bir emeği, herhangi bir sıkıntıya katlanmayı gerektirmez. Çünkü; "Hiç kuşkusuz bu Allah için kolay bir iştir." İnsan bütün bunları düşündüğü ya da hayal ettiği zaman, sonra da ötelerine akıl erdirmeye çalıştığı zaman anlar ki, bu iş son derece şaşırtıcı, hayret uyandırıcıdır. Ayrıca burada insan düşüncesinin bu biçimde işleyemeyeceği bir gerçek ile karşı karşıyayız. Bu gerçek insan aklına yabancı bir yaklaşımla tasarlanıp tasvir edilmiştir. Burada yüce Allah'ın bu şaşırtıcı konuya ilişkin kendine özgü bir yaklaşımı ile yüz yüzeyiz. Uzun ömürlülük, yaşama süresinin uzunluğu, yaşanan yılların çokluğu yolu ile olacağı gibi, yaşanan zamanın bereketli olması, bu zamanın verimli bir biçimde kullanılması; duygu, hareket, davranış ve eser zenginliği içinde geçmesi yolu ile de olur. Buna karşılık kısa ömürlülük de yaşanan yılların az sayıda oluşu biçiminde olabileceği gibi, yaşama süresinin bereketini yitirmek; bu süreyi eğlence, oyun, aylaklık ve tembellik içinde geçirmek şeklinde de olabilir. Öyle saatler var ki, bir ömre bedeldirler. Düşünce ve duygu açısından o kadar zengin, iş ve eser bakımından öylesine verimlidirler. Buna karşılık nice yıllar var ki, bomboş gelip geçerler, ne hayatın terazisinde bir ağırlıkları ne de yüce Allah katında bir önemleri vardır. Bunların hepsi bir kitapta kayıtlıdır. Yüce Allah'dan başka hiç kimsenin sınırlarını bilmediği şu uçsuz bucaksız evrendeki her canlı bireye ilişkin bütün bu ayrıntılar bir kitapta kayıtlıdır. . Toplumlar ve milletler de bu açıdan bireyler gibidirler. Onlar da hem uzun hem de kısa ömürlü olabilirler. Onlar da fertler gibi bu ayetin kapsamına girerler. Hatta bu konuda cansız varlıklar da canlı varlıklar gibidirler. Meselâ kimi kayalar, kimi mağaralar, kimi nehirler uzun ömürlüdürler. Kimi kayalar dayanıksız olur, kısa sürede parçalanır gider. Kimi mağaralar da kısa ömürlü olur. Bir bakarsınız ki ya çökmüşler ya da ağızları kapanmıştır. Kimi nehirler de kısa ömürlüdürler. Bir bakarsınız ki, kurumuşlar ya da küçük kollara ayrılarak sularını yitirmişlerdir. İnsan elinden çıkan cansız eşyalar da öyledirler. Kimi yapı uzun, kimi yapı ise kısa ömürlü olur. Kimi teknik aygıt uzun ömürlü olur, çok dayanır; kimisi de kısa ömürlü olur, dayanıksız çıkar. Kimi elbise uzun ömürlü olduğu gibi, kimi elbise de kısa ömürlü olur. Bütün bu varlıklara ait ömürler ve dayanma süreleri, tıpkı insan ömürleri gibi bir kitapta kayıtlıdır. Bütün bunlar yüce Allah'ın engin bilgi ve haber alanı içinde yer alırlar. Mesele bu şekilde düşünülünce, kalpler uyanarak şu evreni yeni bir yaklaşımla, yeni bir duyarlılıkla düşünmeye, irdelemeye koyulurlar. Böylesine büyük bir duyarlılıkla her şeyde yüce Allah'ın elini ve gözünü fark eden bir kalp O'nu zor unutur, zor göz ardı eder, zor yolundan sapar. Çünkü ne tarafa dönerse yüce Allah'ın elini, gözünü, ilgisini ve gücünü görür. Şu evrendeki her nesnenin O'nun varlığının ve ortaksız yöneticiliğinin somut kanıtı olduğunu fark eder. İşte Kur'an kalpleri böyle eğitir. SU VE HAYAT Daha sonraki ayetlerde de devam ettirilen bu değişik görüntülü evrensel gezide dikkatlerimiz başka bir olguya çekiliyor. Bu sahnede şu yeryüzündeki su olgusuna belirli bir açıdan, farklı özellikteki su türleri açısından bakılıyor. Bir yanda içmeye elverişli sular şırıl şırıl akarken, öbür yanda tuz oranı yüksek acı suların engin birikimleri ile karşılaşıyoruz. Yüce Allah'ın boyun eğdirici yasaları uyarınca bu su türleri kimi zaman birbirine karışarak, kimi zaman da birbirinden ayrılarak insanlara çeşitli yararlar sağlıyorlar. Okuyoruz: 12- İki deniz aynı değildir. Birinin suyu tatlı kolay içimli, öbürününki tuzlu ve acıdır. Her ikisinden de taze balık eti yer ve takı olarak kullandığınız süs eşyaları çıkarırsınız. Allah'ın size yönelik bağışını aramanız ve O'na şükretmeniz için geminin suları yararak yol aldığını görürsünüz. Su türleri arasındaki farklılaşma olayının iradeye bağlı olarak meydana geldiği açıktır. Bildiğimiz kadarı ile bu olayın arkasında bir hikmet vardır. Önce içmeye elverişli olan su türüne bakalım. Bu tür suyun neden böyle yaratıldığını onu kullanarak ve yararını somut olarak görerek biliyoruz. Tatlı su bütün canlılar için hayat kaynağıdır. Şimdi de öbür su türü olan ve acı tuzlu suya bakalım. Bu tür su daha çok denizler ve okyanuslar biçiminde karşımıza çıkar. Aşağıda bu konuda bir bilginin sözlerini okuyacağız. Adam bu açıklamayı şu koca evreni düzenleyen duyarlı planı değerlendirirken yapıyor. Okuyoruz: "Yüzyıllardır yerden fışkıran gazlar havaya yükselir. Bunların çoğu zehirlidir. Buna rağmen hava (atmosfer) yine de kirlenmemiş kalır. İnsanın yaşaması için elverişli olan gaz oranlarının dengesi değişmez. Bu büyük dengeyi sağlayan mekanizma denizleri ve okyanusları kaplayan engin sulardır. Hayat, besin maddeleri, yağmurlar, ılımlı iklim ve son olarak insan, varlıklarını bu uçsuz bucak-sız su kütlesine borçludurlar." Bu açıklama niçin farklı türde yaratıldıklarına kısmen ışık tutuyor. Bu sözler kanıtlıyor ki; suların farklı türlerde yaratılmış olması belirli bir amacın ve planın sonucudur. Bu yolla şu evrenin varlığında ve düzeninde gerekli olan, birbirine bağlı birtakım dengeler ve uyumlar gözetilmiştir. Bunu ancak şu evrenin ve şu evrendeki canlı-cansız tüm varlıkların yaratıcısı olan yüce Allah düzenler. Çünkü bu hassas uyum, asla rast gele meydana gelmez. Ayette "iki denizin" farklılığının vurgulanmış olması, gerek bu alandaki farklılaştırmanın, gerekse diğer bütün farklı yaratmaların mutlaka bir amaca dayandığını düşündürür. Surenin ilerdeki ayetlerinde duygular, yönelmeler, değerler ve ölçüler alanında varolan başka "farklılık" örnekleri ile karşılaşacağız. Sonra bu farklı sulardan oluşmuş iki denizin birleştiğini görüyoruz. Maksat insana çeşitli yararlar sağlamaktır. Okuyalım: "Her ikisinden de taze balık eti yer ve takı olarak kullandığınız süs eşyaları çıkarırsınız. Allah'ın size yönelik bağışını aramanız ve O'na şükretmeniz için geminin suları yararak yol aldığını görürsünüz." Ayetin orijinalindeki "taze et" deyiminden maksat, balıklar ile öbür deniz hayvanlarıdır. "Takı" sözcüğünden maksat da inci ve mercandır. İnci, kabuklu yumuşakçalar sınıfındaki hayvanların vücutlarından elde edilir. Olay şöyle olur: Rastlantı sonucu bu hayvanların vücutlarına kum tanesi ya da su damlası gibi yabancı bir madde girer. Bunun üzerine hayvanın vücudu özel bir sedefli sıvı salgılayarak yabancı maddeyi kuşatır. Amaç bu maddenin, vücudun iç organlarını tırmalamasını önlemektir. Belirli bir süre sonra işte bu sıvı katılaşarak inciye dönüşür. Mercan, bitkisel özellikler de taşıyan bir deniz hayvanıdır. Bazan birkaç mil uzunluğu olabilen koloniler halinde yaşar. Bu kolonilerin büyükleri hem deniz yolcuları için ve bu hayvanların kollarına yakalanan bütün canlılar için tehlike oluştururlar. Mercanlar, özel yöntemler ile biçilerek süs eşyası haline getirilirler. Yüce Allah'ın şu evrendeki nesnelere sunduğu çeşitli niteliklerin sonucu olarak gemiler, nehir ve deniz sularını yararak yol alırlar. Gemilerin yapımında kullanılan maddelerin yoğunluk ortalamasının suyun yoğunluğundan fazla olması, gemilere su yüzeyinde kalarak sular içinde yol alma imkânı sağlar. Bu olayda rüzgârın gücünden yararlanıldığı gibi, yüce Allah'ın insanın faydalanmasına yol açtığı ve nasıl kullanılacağını öğrettiği buhar, elektrik ve diğer enerji türlerinden de yararlanılır. Bu enerji türlerinin hepsi insanın kullanımına sunulmuştur. Sebep; "Allah'ın size yönelik bağışını arayasınız." Deniz yolculuğu ve ticaret yapasınız diye. Deniz hayvanlarının taze etlerinden ve takı maddelerinden yararlanasınız diye. Nehirlerin ve denizlerin suları ile gemilerden yararlanasınız diye. Bir de; "O'na şükredesiniz diye." Zaten yüce Allah şükür sebeplerini hazırlayıp önünüze getirdi. Böylece şükür görevinizi yerine getirmenize yardımcı oldu. KÂİNATIN TEMEL YASASI Surenin bu kesiti bir evrensel gezi ile noktalanıyor. Bu gezide önce gece gündüz sahnesi karşımıza çıkıyor. Sonra da belirli bir surenin sonuna kadar ki hareketlerini düzenleyen yasa uyarınca güneşe ve aya boyun eğdirildiğini öğreniyoruz. Okuyalım: 13- O geceyi gündüze ve gündüzü geceye dönüştürür. Güneşi ve ayı buyruğu altına almıştır. Her biri belirli bir sürenin sonuna kadar hareket eder. İşte Rabb'iniz bu Allah'dır. Egemenlik O'nun tekelindedir. O'nu bir yana bırakarak taptığınız düzmece ilahlar bir çekirdek kabuğunun bile sahibi değildirler. Ayetin orjinalinde kullanılan "gecenin gündüze ve gündüzün geceye girdirilmesi" deyimi iki türlü yorumlanabilir. Birinci yorum, şu iki çarpıcı doğal sahneyi gözümüzün önüne getirir. Sahnelerin ilki şöyle: Gece, gündüze giriyor. Aydınlık azar azar kayboluyor ve yerine ağır ağır karanlık çöküyor. Böylece güneş batıyor, arkasından da karanlık gitgide koyulaşıyor. İkinci sahne de şöyle: Gündüz, geceye giriyor. Tanyeri ağarıyor. Aydınlık yavaş yavaş ortalığa yayılıyor ve karanlık yavaş yavaş dağılıyor. Sonunda güneş doğuyor ve aydınlık her yanı sarıyor. Ayetteki deyim şöyle de yapılabilir. Uzun bir gece düşünelim. Bu gece, gündüzün uçlarını yiyerek sanki onun içine giriyor. Bir de uzun bir gündüzü düşünelim. Bu gündüz de sanki gecenin uçlarını yiyerek içine giriyor. Ayetteki deyim ile her iki anlam birden kastedilmiş de olabilir. Bütün bu sahneler insan kalbini, sakin sakin gezdirerek ona ürperti ve korku bilinci aşılıyor. Bu gezi sırasında insan kalbi, yüce Allah'ın elinin şu çizgiyi uzatıp şu çizgiyi dürdüğünü, şu ipi gererek şu ipi saldığını görüyor. Bütün bunlar duyarlı ve sürekli bir düzen içinde gerçekleşiyor. Bu düzenin bir kere bile, şunca yüzyıllık ömrü içinde bir gün ya da bir yıl için ne bozulduğu, ne sarsıldığı ve ne de değiştiği görülmemiştir. Güneşe ve aya boyun eğdirildiği ve ne kadar olduğunu yalnız Allah'ın bildiği belirlenmiş bir sürenin sonuna kadar hareket ettikleri, sonuç olarak herkesin gördüğü bir doğal olaydır. İster bu gök cisimlerinin hacimlerini; yıldız mı, yoksa gezegen mi olduklarını, yörüngelerini, dönüşlerini ne kadar zamanda tamamladıklarını bilsin, isterse bu konulara ilişkin hiçbir bilgisi olmasın. Güneş ile ayın kendileri, herkesin karşısında görünüp kayboluyor, her gözün önünde inip çıkıyorlar. Hiç şaşmayan ve ayarını bozmayan bu sürekli hareket görünen bir olgudur; izlenmesi bilgi ve hesap istemez. Bu nitelikleri ile bu olgular evren kitabının sayfasında her aklı başında insanın ve bütün kuşakların bakışlarına sunulmuş mucizelerdir. Biz bu konuda bugün, Kur'an'ı ilk okuyanlardan daha çok şeyler bilebiliriz. Fakat önemli olan bu değildir. Önemli olan bu doğal mucizenin onlarda meydana getirdiği etkiyi bizde de meydana getirmesi, onların kalplerini titrettiği gibi, bizim kalplerimizi de titretmesi, bizi de onlar gibi yüce Allah'ın evrende sürekli işleyen yaratıcı elini görüp düşünmeye özendirmesidir. Çünkü hayat demek, kalbin yaşaması demektir. Bu değişik, derin anlamlı ve sarsıcı sahnelerin ardından "Rabb'lık gerçeği açıklanıyor. Bunun yanı sıra Allah'a ortak koşmaya yeltenen iddiaların asılsızlığı ve bu iddiaları ileri sürenlerin kıyamet günü karşılaşacakları acı son vurgulanıyor İşte Rabb'iniz bu Allah'dır. Egemenlik O'nun tekelindedir. O'nu bir yana bırakarak taptığınız düzmece ilahlar bir çekirdek kabuğunun bile sahibi değildirler. 14- Eğer onları imdadınıza çağırırsanız, çağrınızı işitmezler. Sesinizi işitseler bile size karşılık veremezler. Üstelik kıyamet günü, sizin kendilerini Allah'a ortak koşmuş olmanızı reddederler. Hiç kimse, her şeyin içyüzünü bilen Allah gibi sana haber vermez. Yani bulutların önünde rüzgârları estiren, ölmüş toprağı dirilten, sizleri topraktan yaratan, sizleri erkekli-dişili çiftlere ayıran, dişilerin taşıdıkları ceninleri ve doğurdukları yavruları bilen, uzayan ve kısalan ömürleri bilen, iki tür deniz yaratan, geceyi gündüze ve gündüzü geceye dönüştüren, güneşi ve ayı buyruğu altına alıp belli sürenin sonuna kadar hareket ettiren yüce güç var ya; işte "Rabb'iniz bu Allah'dır." "Egemenlik O'nun tekelindedir. O'nu bir yana bırakarak taptığınız düzmece ilahlar bir tek çekirdek kabuğunun bile sahibi değildirler." Ayetin orjinalinde geçen "Kıtmir" sözcüğü "çekirdek kabuğu" anlamına gelir. Müşriklerin, Allah dışında taptıkları sözde ilahlar basit bir çekirdek kabuğunun bile sahibi değildirler. Arkasından bu sözde ilahların mahiyetleri biraz daha deşiliyor. Okuyoruz: "Eğer onları imdada çağırırsanız çağrınızı işitmezler." Çünkü onlar ya çamurdan yoğrulmuş bir heykel, ya taştan, ağaçtan yontulmuş bir put, ya bir yıldız ya da gezegen, ya bir melek veya cindirler. Bunların hiçbiri bir çekirdek kabuğunun bile sahibi değildirler. Yine bunların tümü sapık tapıcılarının çağrılarını işitemezler. Ya aslında ses algılama yetenekleri yoktur, ya da insan sözünü anlamazlar. Devam edelim: "Sesinizi işitseler bile size karşılık veremezler." Cinler ve melekler gibi. Çünkü cinler karşılık verme yeteneğinden yoksundurlar. Melekler ise sapıklara karşılık vermezler. Bu dünyada böyledir. Kıyamet günü ise, o sözde ilahlar sapıklığa ve sapıklara karşı çıkarlar, onlarla ilişkili görünmekten şiddetle kaçınırlar. "Üstelik kıyamet günü sizin kendilerini Allah'a ortak koşmuş olmanızı reddederler." Bunu her şeyin içyüzünü, her meseleyi, dünyayı ve ahireti bilen yüce Allah açıklıyor. Okuyoruz: "Hiç kimse, her şeyin içyüzünü bilen Allah gibi sana haber vermez." Surenin bu "kesit"i burada sona eriyor. O değişik alemlerde gerçekleştirilen geziler ve görülen o enteresan sahneler burada noktalanıyor. İnsan kalbi bu gezilerden öylesine yüklü bir azıkla dönüyor ki, eğer iyi kullanılsa, kendisine ömrü boyunca yeter. Zaten insan kalbi için tek surenin tek "kesit"i yeterlidir. Yeter ki, istediği hidayet ve aradığı açık delil olsun. Surenin bu noktasında bir kere daha tüm insanlara sesleniliyor; onlara yüce Allah ile aralarındaki ilişkileri ve kendi mahiyetlerini süzgeçten geçirmeleri telkin ediliyor. Arkasından Peygamberimize dönülerek teselli ediliyor, gördüğü yüz çevirmelerden ve sapık reaksiyonlardan ötürü canını sıkmaması isteniyor. Tıpkı surenin ikinci kesitinde olduğu gibi. Yalnız şu farkla; burada hidayetin sapıklıktan farklı bir özellik taşıdığı vurgulanıyor. Bu iki zıt tutum arasında köklü ve derin bir bağdaşmazlığın varolduğu belirtiliyor. Bu bağdaşmazlık tıpkı körlük ve görebilmek, karanlıklar ile aydınlık, gölge ile kavurucu sıcaklık, ölüm ile hayat arasındaki gibi taban tabana zıtlık ifade eder. Başka bir deyim ile hidayet, görebilme yeteneği, gölge ve hayat arasında nasıl sıkı bir benzerlik ilişkisi varsa körlük, karanlık, kavurucu sıcaklık ve ölüm arasında öylesine sıkı bir benzerlik vardır. Bu açıklamanın arkasından eski dönemlerde peygamberleri yalanlayanların yok edilme örneklerine değiniliyor. Amaç uyarmak, sakındırmaktır. |