Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:48 Mesaj:
4.081 Konular:
315 Beğenildi:49 Beğendi:0 Takdirleri:149 Takdir Et:
| Cvp: Fizilalil Kuran Fatır Suresi Tefsiri Bu sayfalar evren kitabından derlenmiş seçme sayfalardır. Gördüğümüz çarpıcı renkler de yaratılış sanatının sadece birkaç örneğidir. Geride kalan sayfaları ve öbür örnekleri ancak bu kitabı sürekli araştırma alanı olarak seçen bilginler kavrayabilirler. Fakat bu bilgi gerçeğe erdirici olmalıdır; kalbi uyarmalı ve harekete geçirmelidir. Kalp, bu bilgi sayesinde yüce Allah'ın şu çarpıcı evrende işleyen yaratıcı, yoktan var edici koordine edici ve renk verici elini görmelidir. Anlaşılan güzellik, şu evrenin yapısına işleyişine özellikle yerleştirilmiş, bilerek konmuş bir unsurdur. Varlıkların güzellikleri yolu ile fonksiyonlarını yerine getirmeleri bu güzellik unsurunun vazgeçilmezliğini, varlığının gerekliliğini kanıtlar. Meselâ çiçeklerin çarpıcı renkleri, saldıkları özel kokunun etkisi ile birlikte arıları ve kelebekleri kendine çeker. Arıların ve kelebeklerin çiçeklere yönelik görevleri döllenmiş tozları taşıyıp çiçeklenme olayını sağlamaktır. Böylece çiçekler güzellikleri yolu ile görevlerini yapmış olurlar. Erkekte ve dişideki güzellik karşı cinsi kendine çeker. Bu da karşıt cinslerin fonksiyonlarını yerine getirmelerini sağlar. Böylece varlığın fonksiyonu, onun güzelliği sayesinde gerçekleşmiş olur. Evet, şu evrenin yapısında ve işleyişinde amaca dayalı olan bir unsurdur. Bundan dolayıdır ki, yüce Allah'ın insanlara indirdiği Kitap, gözlemlere sunulan kitabın güzelliklerine dikkatlerimizi çekiyor. Ayetin son cümlesini okuyalım: "Allah üstün iradeli ve bağlayıcıdır." Üstün iradelidir; hem yaratmaya, hem de ödül ve ceza vermeye gücü yeter. Bağışlayıcıdır; sanatının çarpıcı örneklerini görüp durdukları halde, O'nun korkusuna kalplerinde yeterince yer vermeyenlerin günahlarını af silgisi ile siler. KUR'AN-I KERİM'İ OKUYANLAR 29- Allah'ın Kitab'ım okuyanlar, namazı kılanlar, kendilerine verdiğimiz rızıkların bir bölümünü gizlice ve açıkça ihtiyacı olanlara verenler, hiçbir zaman zarar etmeyecek bir ticaret yaptıklarını umabilirler. 30- Çünkü Allah onların ücretlerini eksiksiz olarak öder ve kendi bağışı olarak fazlasını verir. Hiç kuşkusuz O affedicidir, iyiliklerin karşılığını bol bol verir. Yüce Allah'ın Kitab'ını okumanın, sesli ya da sessiz olarak bu Kitab'ın cümlelerini gözden geçirmekten başka bir anlamı vardır. Kur'an'ı okumak, onun anlamını düşünmek demektir. Bu düşünmeyi anlamak, etkilenmek ve arkasından uygulamak ve davranışlara yansıtmak izlemelidir. Bundan dolayı ayette Kur'an okumayı namaz kılmak ve Allah'ın bağışladığı rızkın bir bölümünü gizli ya da açık bir şekilde dağıtmak görevleri gelmektedir. Mü'minler bu adımları attıktan sonra "Hiçbir zaman zarar etmeyecek bir ticaret" umabilirler. Çünkü onlar iyi biliyorlar ki, yüce Allah'ın katındaki ödül, harcadıkları maldan daha değerlidir. Zarar etme riski olmayan, kâr getireceği kesin olan bir ticaret yapmışlardır. Yüce Allah ile alış-veriş yapıyorlar ki, bu en kârlı alış-veriş türüdür. Verdiklerinin karşılığını ahirette alacaklardır ki, bu en kazançlı ticaret işlemidir. Bu ticaretin sonunda ücretlerini eksiksiz olacakları gibi, bir de yüce Allah'ın tek yanlı bağışı olan bir fazlalığa konacaklardır. Ayetin son cümlesini okuyoruz: "Hiç kuşkusuz O affedicidir ve iyiliklerin karşılığını bol bol verir." O kusurları bağışlar ve görevlerini yapanlara "teşekkür" eder. Yüce Allah'ın "teşekkür" etmesi, normal olarak "teşekkür"e eşlik eden hoşnutluğu ve ödülü dolaylı biçimde ifade eder. Fakat insan, nimetlerin vericisine şükret etme görevini hatırlatır. Bu konuda Allah örnek almayı ve nankörlükten utanç duymayı telkin eder. Öyle ya, madem ki, yüce Allah görevlerini yapan kullarına teşekkür ediyor, onların da hiçbir nimeti kendilerinden esirgemeyen cömert Rabb'lerine şükretmeleri gerekmez mi? Bir sonraki ayette Kur'an'ın ve içerdiği gerçeğin niteliğine işaret ediliyor. Böylece bu Kitab'ın mirasçılarından söz etmeye uygun bir ortam hazırlanıyor. 31- Ey Muhammed, sana vahiy yolu ile indirdiğimiz bu Kitap daha önceki kutsal kitapları onaylayan gerçek kitaptır. Hiç şüphesiz Allah, kullarını iyi tanır ve her şeyi görür. Bu Kitap'ta gerçeğin kanıtları belirgin biçimde görülür. Bu Kitap, şu evrenin aslına uygun bir tercümesidir. Başka türlü söylersek okunan sayfalardan, evren ise suskun sayfalardan oluşmuştur. Ayrıca bu Kitap, kendisinden önce aynı kaynaktan gelen bütün kutsal kitapların onaylayıcısıdır. Onlardaki ve bundaki gerçek tektir, bir ikincisi yoktur. Bu Kitab'ı insanlara indiren yüce Allah, onları iyi tanır, onlara neyin yarayacağından ve aksaklıklarını neyin düzelteceğinden iyice haberdardır. Çünkü; "Hiç şüphesiz Allah kullarını iyi tanır ve her şeyi görür." İşte bu Kitap özü itibarı ile böyle bir Kitap'tır. Yüce Allah, müslüman milleti ona mirasçı yapmıştır. Bu ümmeti bu mirasçılık için seçmiştir. Nitekim O, bize şöyle buyuruyor. 32- Sonra bu Kitab'ı seçtiğimiz kullarımıza miras bıraktık. Bunların kimi kendilerine yazık eder, kiminin davranış notu ortadır, kimi de Allah'ın izni ile iyiliklerde öncüdür. İşte büyük lütuf budur. Evet; "Sonra bu Kitab'ı seçtiğimiz kullarımıza miras bıraktık." Bu sözler, bu ümmete yüce Allah katında taşıdığı saygınlığı hissettirecek niteliktedir. Ayrıca onlara bu seçilmenin ve bu mirasçılığın omuzlarına ne büyük bir sorumluluk yüklediğini de hatırlatmaktadır. Bu sorumluluk beraberinde birtakım yükümlülükler getiren büyük bir sorumluluktur. Acaba bu "seçilmiş" ümmet Peygamberin çağrısını işitiyor ve bu çağrıya olumlu karşılık veriyor mu? Yüce Allah bu ümmeti, hem onu bu şerefli mirasçılık için seçerek ve hem de onun günahkârlarını bile ödüle lâyık görerek iki kere onurlandırmıştır. "Bunların kimi kendilerine yazık eder, kiminin davranış notu ortadır, kimi de Allah'ın izni ile iyiliklerde öncüdür." Herhalde ümmetin çoğunluğunu oluşturduğu için ilk sırada anılan grup "kendilerine yazık edenler"den oluşur. Bunların kötülükleri iyiliklerinden daha çoktur. İkinci grubu oluşturanların davranış notu "orta"dır, yani iyilikleri ile kötülükleri birbirine denktir. Üçüncü grubu oluşturanlar ise "Allah'ın izni ile iyiliklerde öncü"dürler, yani iyilikleri kötülüklerinden daha fazladır. Fakat yüce Allah her üç grubu da lütfunun şemsiyesi altına almıştır. Çünkü bir sonraki ayetten anlaşılacağı üzere, bu üç grubun her üçü de sonunda cennete girecek ve sonsuz mutlulukla kucaklaşacaktır. Ama cennetteki dereceleri farklı olduğu gibi, sonsuz mutluluktaki payları da değişiktir. Görülüyor ki, bu ümmetin mirasçı olarak seçilmek ve ödüllendirilmek suretiyle onurlandırıldığı belirtiliyor. Metnin satır aralarına düşürdüğü gölge budur. Bu ümmetin karşılaşacağı "son aşama" budur. Biz bu "son aşama"nın berisini irdelemek, yani son aşama ile karşılaşmadan önce çekilecek olan ve yüce Allah'ın bilgisinde belli olan ön cezaya ilişkin ayrıntıya dalmak istemiyoruz. Bu ön ceza aşamasını atlayarak bu ümmetin her üç grubu için belirlenmiş olan ödüle dikkatleri çekiyoruz. Okuyalım: 33- Bunlar Adn cennetlerine girerler. Orada altın bilezikler takarlar. Oradaki elbiseleri ipekten olur. 34- Onlar şöyle derler; "Ïçimizdeki üzüntüyü gideren Allah'a hamd olsun. Hiç kuşkusuz Rabb'imiz affedicidir ve iyiliklerin karşılığını bol bol verir. " 35- "O bizi lütfu ile içinde sürekli oturacağımız bir yurda yerleştirdi. Burada bize ne yorgunluk değecek ve ne de bıkkınlık ilişecektir. " Burada bir yanı elle tutulur, maddi nimetlerden ve öbür yanı ile duygulara hitap eden psikolojik nimetlerden oluşmuş iki kesimli bir sahne ile karşı karşıyayız. Sebebine gelince; "Bunlar orada altın bilezikler takarlar. Oradaki elbiseleri ipekten olur." Bunlar insanların psikolojik arzularını tatmin eden bazı maddi görünümlü nimetlerdir. Bunların yanı sıra Allah'ın hoşnutluğu, huzur ve güven de vardır. Okuyalım: "İçimizdeki üzüntüyü gideren Allah'a hamd olsun." Oysa dünya hayatı, bu sürekli nimetler ve bu kalıcı mutluluk yanında bitimsiz bir üzüntü, tükenmez bir tasa kaynağıdır. Çünkü bu hayatta insan her zaman gelecek kaygısı ile ve çözüm isteyen problemlerin sıkıntıları ile yüzyüzedir. Ayrıca mahşer gününe ilişkin gelecek endişesi başlı başına büyük bir endişe sebebidir. Devam ediyoruz: "Hiç kuşkusuz Rabb'imiz affedicidir ve iyiliklerin karşılığını bol bol verir." O bizi affetti ve iyiliklerimizi ödüllendirerek bizlere teşekkür etti. Çünkü; "O bizi lütfu ile içinde sürekli oturacağımız bir yurda yerleştirdi." Bizleri huzur içinde kalacağımız ve bir daha hiç çıkarılmayacağımız bir yurda yerleştirdi. Bu bizim hak ettiğimiz bir ödül değil, O'nun tek yanlı lütfudur; onu dilediği kimselere karşılıksız olarak sunar. Ayetlerinin son cümlesini okuyoruz: "Burada bize ne yorgunluk değecek ne de bıkkınlık ilişecektir." Hep mutluluk, huzur ve güven içinde olacağız. Bu ayetlerin yansıttıkları hava konfor, huzur ve mutluluk havasıdır. Kullanılan seçme sözcüklerin melodileri ve mesajları bu cana yakın, bu sıcak, bu rahmet saçıcı hava ile yüklüdürler ve metnin anlamı ile ahenkli bir bütün oluşturmaktadırlar. Öyle ki, "üzüntü" anlamına gelen "hazen" sözcüğünün bile yumuşak okunan kalıbı seçilmiş, "hüzn" biçimindeki sert okunuşlu ve gırtlağı tırmalayıcı kalıbından kaçınılmıştır. Bu arada cennet "istikrar yurdu"dur; "yorgunluk" ile "bıkkınlık" cennetliklere ilişmemektedir bile . Kısacası ayette kullanılan tüm sözcüklerin melodisi yumuşak, tatlı ve sessiz akışlıdır. Sonra sahnenin öbür bölümüne dönüyoruz. Bu tabloda endişe, sarsıntı ve istikrarsızlık motifleri ile yüzyüze geliyoruz. Okuyalım: 36- Kâfiri ise cehennem ateşi beklemektedir. Ne ölümlerine karar verilir de ölürler ve ne de azapları hafifletilir. İşte biz azılı kâfirleri böyle cezalandırırız. Ne o taraftan ve ne de bu taraftan bir kapı açılır önlerine. Ölümü rahmet sayarlar, ama ona bile eremezler. Devam edelim: "İşte biz azılı, koyu kâfirleri böyle cezalandırırız." Arkasından kulak zarlarımız, yüksek frekanslı bir uğultu ile titreşiyor. Acı bir çığlığın dağınık korusu çevremizde yankılanıyor. Cehenneme atılmışların yürek paralayıcı feryadıdır bu. Kullanılan kelimeler de cümlenin anlamı gibi tırmalayıcı ve acıtıcıdır. Şimdi iyice kulak kesilelim de ne dediklerini seçelim: 37- Onlar orada "Ey Rabbimiz, bizi buradan çıkar da daha önce yaptıklarımızdan farklı, iyi işler yapalım " diye feryad ederler. Düşünmek isteyenlerin düşünmelerine yetecek kadar uzun bir süre sizi yaşatmadık mı? Ayrıca size uyarıcı da gelmişti, Şimdi azabı tadınız bakalım. Zalimlere yardım eden bulunmaz. Belli ki, pişmanlıklarını, yanlış yolda olduklarını ve tutumlarını değiştirmeye kararlı olduklarını dile getiriyorlar. Ama iş işten geçtikten sonra. Nitekim kendilerine verilen kesin cevap hemen kulaklarımızda yankılanıyor. Bu cevap sert bir azar içeriyor. Ömrünüzün size sağladığı geniş fırsattan yararlanamadınız. Oysa bu fırsat, düşünmek isteyenlerin düşünmeleri için yeterli idi. Üstelik; "Ayrıca size uyarıcı da gelmişti." Bu uyarmayı ve sakındırmayı pekiştiren bir etkendi. Fakat aklınızı başınıza toplamadınız, çekinmeden sapıklığınızı sürdürdünüz. Öyleyse; "Şimdi azabı tadınız bakalım." Burada iki karşıt tablo ile yüz yüzeyiz. Bir yanda huzur ve güven tablosu, öbür yanda endişe ve ızdırap tablosu. Bir yanda şükür ve dua namesi, karşı tarafta feryad ve çığlık narası. Bir yanda ilgi ve onurlandırma görüntüsü, öbür yanda ihmal ve azarlama görüntüsü. Bir yanda ruhları okşayan, yumuşak bir melodi; öbür yanda kaba ve kulak tırmalayıcı bir uğultu. Böylece tabloların hem ana hatlarında hem de ayrıntılarında tam bir simetri, eksiksiz bir uyum sağlanıyor. " " Son olarak hem bu sahnelerin tümüne, hem daha önce açıklanan seçme ve "mirasçı kılma" olgularına ilişkin bir değerlendirme ayeti ile karşılaşıyoruz. 38- Hiç kuşkusuz Allah, göklerin ve yeryüzünün "gayb "ını bilir. O kalplerin özünü bilir. Yukarda yüce Allah'ın Kutsal Kitab'ı indirdiği, bu Kitab'a kimlerin mirasçı olacağını, onu kimlerin taşıyacağını seçtiği, bu mirasçı ümmetin birbirlerine yönelik zalimliklerini bağışladığı, hepsini cömertçe ödüllendirdiği ve kâfirler için kötü bir gelecek hazırladığı açıklanmıştı. Yüce Allah'ın bilgisinin geniş kapsamlılığı, kıvraklığı ve bütün ayrıntıları kucaklayan duyarlılığı bu açıklamalara son derece uygun düşen bir değerlendirmedir. Sebebine gelince yüce Allah göklerin ve yeryüzünün sırlarını olduğu gibi insan kalplerinin gizliliklerini de bilir ve bu yaygın, kıvrak, ayrıntıları kucaklayıcı bilgisine dayanarak açıklanan konulara ilişkin hükmünü verir. Surenin bu kesiti de geniş ufuklu, kalplerin bam tellerini titreten ve çeşitli mesajlar içeren gezilerden oluşuyor. Bu gezilerden birinde ardarda gelen bütün insanlık kuşakları ile birlikte oluyor ve bu kuşakların birbirinin yerine geçişlerini izliyoruz. Bir başkasında gökleri ve yeryüzünü dolaşarak müşriklerin yüce Allah'a ortak koştukları düzmece ilahların izlerini boşuna araştırıyoruz. Bir başka gezide yine göklerde ve yeryüzünde yüce Allah'ın evrensel dengeyi sağlayan güçlü elini görmeye çalışıyoruz. Bir diğer gezide bütün bu delilleri yalanlayan kâfirlerle birlikte oluyoruz. Oysa bu adamlar kendilerine bir uyarıcı geldiği taktirde doğru yola en bağlı toplumlardan biri olacaklarına dair vaktiyle söz vermişler, fakat kendilerine bekledikleri uyarıcı gelince verdikleri sözü unutarak peygamberlerine ve hakka dönük çağrıya karşı amansızca düşman kesilmişlerdi. Bu gezilerin bir başka aşamasında eski kâfir kuşakların tıpkı kırım sahneleri ile yüzyüze geliyoruz. Yani inkârcılar eski yoldaşlarının başlarına gelen felâketlerin somut izlerini gözleri önünde gördükleri halde, aynı felâketlerin kendi başlarına da gelmesinden, yüce Allah'ın yasasının kendileri hakkında da işlemesinden korkmuyorlar. Bu gezilerin sonunda surenin son ayetinde uyarıcı ve tüyler ürpertici bir mesajla yüzyüze geliyoruz. Okuyalım: "Eğer Allah insanların davranışlarının cezasını hemen verseydi, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık bırakmazdı." Demek ki, yüce Allah'ın insanlara mühlet vermesi, onların yakalarına hemen yapışarak kendilerini yok etmemesi, O'nun büyük lütuflarından biridir. 39- Yeryüzünde sizleri daha önceki kuşakların yerine geçirip egemen kılan O'dur. Kâfirlerin inkârcılıkları kendi zararlarınadır. Kâfirlik, kâfirlere Rabb'leri katında sadece daha çok nefret kazandırır. Kâfirlik, kâfirlerin sadece zararlarını arttırır. Yeryüzünde insan kuşakları birbirini izliyor; bir kuşak gidiyor, yerine yenisi geliyor; gelen, gidenin mirasçısı oluyor. Bir devlet yıkılıyor, yerine başka bir devlet kuruluyor. Bir ocak sönüyor, yerinde başka bir ocak tütmeye başlıyor. Yüzyılların akışı boyunca uygarlıkların biri batıyor, öbürü doğuyor. Bu sürekli değişimi izleyip düşünce süzgecinden geçiren insan bu kesintisiz süreçten şu dersi çıkarmalı, şu bilince varmalıdır: Herhangi bir dönemin "yaşayanlar"ı bir süre sonra "tarih" olacaklardır. Şimdi onlar nasıl kendilerinden önce gelip geçenlerin izlerini gözlüyor, tarih olmuş maceralarını konuşuyorlarsa, ilerdeki kuşaklar da onların kalıntılarını seyredecek, hayat serüvenlerini tartışacaklardır. O halde gaflet uykusundan uyanarak çağları değiştiren, insan ömürlerinin çarkını döndüren, hayvan döllerini birbirinin yerine geçiren, devletleri yıkıp kuran, egemenliklere el değiştirten, insan kuşaklarını birbirine mirasçı kılan yüce Allah'ın güçlü elini görmek gerekir. Her şey geçip gidiyor, son buluyor, yok oluyor. Sürekli kalan, sadece yüce Allah'dır. Hiçbir kesintiye, hiçbir değişime uğramadan varlığını sürdüren tek güç O'dur. Düşünmek gerekir ki, insan gelip geçici bir canlıdır. Dünyada kalıcı bir "ölümsüz" değildir. Belli bir süre sonra noktalanacak bir yolculuğun akıntısına kapılmış gitmektedir. Buna göre şu dünyadaki kısa "oturum"unu güzelliklerle donatmalı, arkasında iyi anılar bırakmalı, ilerdeki sürekli hayatında işine yarayacak kalıcı birikimler sağlamalıdır. Sürekli batıp çıkma, doğup batma olguları ile yüzyüze gelen; yıkılan egemenliklerin, sönen hayatların ve birbirine mirasçı olan ardışık kuşakların sahneleri ile karşı karşıya kalan insanın bilincine varacağı gerçeklerin, alacağı derslerin bazıları işte bunlardır. Evet, şimdi yukardaki ayetlerin ilk cümlesini okuyalım: "Yeryüzünde sizleri daha önceki kuşakların yerine geçirip egemen kılan O'dur." Yüce Allah, bu ardışık tablolu ve etkili sahnenin ışığında insanlara sorumluluğun bireysellik ilkesini hatırlatıyor. Hiç kimse başkasının yükünü taşımaz, hiç kimse başkasının sırtındaki yükü paylaşmaz. Bunun yanı sıra insanların gerçeğe yüz çevirmeleri, kâfirlikleri, sapıklıkları ve en sonunda yüzyüze gelecekleri hüsranlı akıbet gözler önüne seriliyor. Okuyoruz: "Kâfirlerin inkârcılıkları kendi zararınadır. Kâfirlik kâfirlere Rabb'leri katında sadece daha çok nefret kazandırır." "Nefret" sevmezliğin en koyu derecelisidir. Rabb'inin nefretine uğrayan kimseyi ne ağır bir hüsranın, ne onarılmaz bir yıkımın beklediğini düşünebiliyor musunuz? Aslında bu nefretin kendisi, bütün hüsran ve yıkım türlerinden daha büyük bir hüsran daha onarılmaz bir yıkım değil midir? İkinci gezide gökler ile yeryüzü dolaşılıyor. Amaç, müşriklerin yüce Allah'a ortak koştukları düzmece ilahların izlerini araştırmaktır. Fakat gezinin sonunda bu düzmece ilahlara ilişkin hiçbir belirtiye, hiçbir kanıtlayıcı belgeye rastlanmayacaktır. 40- Ey Muhammed, müşriklere de ki; "Baksanıza, Allah'a ortak koşarak imdada çağırdığınız, O'nun dışındaki düzmece ilahlarınız var ya. Onların yeryüzünde neyin yaratıcıları olduklarını bana göstersenize. Yoksa onların göklerin yaratılmasında payları, katkıları mı var? Yoksa onlara bir kitap indirdik de ondaki kanıtlara mı dayanıyorlar?" Hayır, o putperest zalimler birbirlerini sadece asılsız vaadlerle aldatıyorlar. Deliller açık, kanıtlar ortada. Meselâ şu yeryüzü canlı-cansız bütün varlıkları ile gözlerimizin önünde duruyor. Bu gezegenin hangi bölümünün, hangi varlığının, yüce Allah'dan başkası tarafından yaratıldığı iddia edilebilir. Kim ortaya çıkıp böyle asılsız bir iddiayı ileri sürebilir? Eğer böyle bir iddiayı ileri sürmeye yeltenen çıkarsa, yeryüzünün tüm varlıkları karşısına dikilir, davasının asılsız olduğunu yüzüne vururlar. Yeryüzünün bütün varlıkları yaratıcılarının, yoktan var edicilerinin yüce Allah olduğunu haykırıyorlar. Her şey bu "yaratma sanatı"nın göz kamaştırıcı izlerini üzerinde taşıyor. Hiç kimse bu sanatın izlerini sahiplenemez. Çünkü bu izler, hiçbir zavallı ve ölümcül sanatkârın sanat eserlerine benzemez. Evet; "Yoksa onların, göklerin yaratılmasında payları, katkıları mı var?" Böyle bir şey de kesinlikle söz konusu değil. Çünkü bu müşriklerin hiçbiri gökler ile yerin yaratılışında ya da sahipliğinde düzmece ilahlarının ortak olduklarını ileri sürmeye cüret edememişlerdir. Cinleri ve melekleri Allah'a ortak koşanlar da dahil olmak üzere hiçbir müşrik, hiçbir düzmece ilah hesabına böyle bir iddia seslendirmemiştir. Bu konuda en ileri gidenler, şeytanların kendilerine gökten mesaj getirdiklerini ya da meleklerin yüce Allah ile aralarında aracılık ettiklerini söylemişlerdir. Yoksa ne şeytanların ve ne de cinlerin göklerin egemenliğine ortak olduklarını iddia etmemişlerdir. Devam ediyoruz "Yoksa onlara bir kitap indirdik de ondaki kanıtlara mı dayanıyorlar?" Bu düzmece ilahlara yüce Allah'ın bir kitap, bir belge verdiği ve o yazının kanıtlarından güç aldıkları biçiminde bir iddia da yok ortada. Bu olumsuz sorunun müşriklerin 1. udilerine yönelik olması da muhtemeldir. Bu yoruma göre onların ısrarlı müşrikleri şu ihtimali akla getirebilir: Onlar bu sapık inançlarını yüce Allah tarafından kendilerine iletilen bir yazınım kesin kanıtlarına dayandırıyorlar. Böyle bir şey ne doğrudur ve ne de onlar tarafından ileri sürebilir. Fakat böyle bir yorum bize şöyle bir mesaj verir. İnanç konusunda mutlaka yüce Allah'ın Kitab'ına, O'nun ilettiği açık bir belgeye dayanmalıdır. Bu alanda güvenilecek tek kaynak budur. Fakat dediğimiz gibi, müşriklerin elinde iddialarına dayanak yapacakları böyle bir belge yoktur. Oysa Peygamberimiz onların karşısına yüce Allah'dan gelen bir Kitap'la, kesin bir belge ile çıkıyor. İnanç ilkelerini elde etmenin tek yolu bu iken, müşrikler Peygamberimizin sunduğu Kitab'a ne gerekçe ile yüz çeviriyorlar? Ayetin son cümlesini okuyoruz: "Hayır, o putperest zalimler birbirlerini asılsız vaadler ile sadece aldatıyorlar." Bu zalimler, yoldaşlarına kendi yollarının en doğru yol olduğunu ve sonunda zafere ulaşanların kendileri olacağı propagandasını yapıyorlar. Onlar, elebaşları ile, yandaşları ile bir bütün olarak aldanmışlar, yanılgı tuzağına düşmüşlerdir. Birbirlerini yanıltıyor, aldatıyorlar. Kendilerine hiçbir yarar sağlamayan bir aldatmaca ortamında yaşıyorlar. Düzmece ilahların göklerde ve yeryüzünde hiçbir izleri, hiçbir belirtileri olmadığı vurgulandıktan sonra, üçüncü bir geziye çıkılıyor. Bu gezide yüce Allah'ın güçlü ve kahredici eline dikkat çekiliyor. Gökleri ve yeri dengede tutan, yok olmaktan koruyan ve yöneten gücün bu "el" olduğu vurgulanıyor. 41- Gökleri ve yer yuvarlağını dengede tutarak yörüngelerinden çıkmalarını önleyen sadece Allah'dır. Eğer onlar yörüngelerinden çıkacak olsalar onları O'ndan başka hiç kimse dengeye getiremez. Hiç kuşkusuz O, hoşgörülü ve bağışlayıcıdır. Şu göklere, yeryuvarlağına ve "uzay" denen uçsuz-bucaksız boşluğa serpiştirilmiş sayısız gök cismine gezegene bir bakalım. Hepsinin belli bir yeri var. Hepsi bağlı olduğu sistem içinde bir yörüngeye bağlı olarak sürekli dönüyor. Aksamıyor, yörüngesinden çıkmıyor, dönüş temposunu değiştirmiyor; yani ne hızlanıyor ne de yavaşlıyor. Hiçbiri ne bir direğe, bir sütuna dayanıyor ne bir sıra dağın tepesine oturuyor ve ne de şu ya da bu yanından bir şeye bağlıdır. Bu şaşırtıcı ve müthiş gök cisimlerini görmek insanın "basiret"ini açmalı, bu cisimleri dengede tutan, kaymaktan alıkoyan güçlü ve üstün iradeli, gizli "el"i görmesini sağlamalıdır. Eğer bu gök cisimleri yörüngelerinden kaysalar, sistemlerinden çıkarak boşlukta başıboş kalsalar, artık onları hiç kimse tekrar dengeye getirip sistemlerine bağlayamaz. Bu da Kur'an'ın bu alemin sonu olarak adlandırdığı anın gelmiş olması anlamına gelir. O an gelince gök cisimlerinin düzeni bozulur, gezegenler sistemlerinden koparak boşluğa dağılır, bütün uzay cisimleri öteye beriye saçılır, hiç kimse artık onları denetim altına alamaz. Bu "kaos" anı dünyada olup biten her şeyin hesap mayasına döküleceği, ödüllerin ve cezaların belirleneceği andır, başka bir "alem"e geçiş anıdır. Bu "başka alem" özü bakımından dünyadan tamamen farklı bir alemdir. İşte bundan dolayı, göklerin ve yeryuvarlağının dengede tutuluşuna ilişkin açıklamayı şu değerlendirme cümlecikleri izliyor: "Hiç kuşkusuz O hoşgörülü ve bağışlayıcıdır." "Hoşgörülü ve yumuşak tutumludur", yani insanlara fırsat verir, dünyalarını hemen yıkmaz; belli zamanı gelmeden onları kollarından tutup hesaba çekmez ödüllerini ve cezalarını hemen vermez. Tersine tövbe etmeleri, iyi ameller " işlemesi, hazırlık yapmaları için onlara mühlet tanır. Bağışlayıcıdır ; yani insanları her kötülüklerinden dolayı cezalandırmaz. Tersine çoğu kötülüklerine göz yumar, onları affeder; yeter ki, bu kötülükleri işleyenlerde iyiye yöneliş belirtisi görsün. Bu değerlendirme gafilleri, daldıkları uykudan uyandırıcı, onları bir daha ellerine geçmeyecek olan fırsatı değerlendirmeye özendirici niteliktedir. Surenin bu bölümünü oluşturan "gezi"lerin dördüncüsünde Mekkeli müşriklerin yüce Allah'a verdikleri söz, sonradan bu sözden cayarak giriştikleri bozguncu eylemler gündeme getiriliyor. Arkasından adamlar yüce Allah'ın değişmez, sapmaz ve farklılaşmaz ilahi yasalarla tehdit ediliyorlar. Okuyalım: 42- Onlar, Allah kendilerine uyarıcı gönderdiği taktirde herhangi bir milletten daha sıkı biçimde doğru yola bağlanacaklarına dair kesin bir dille Allah adına yemin etm1şlerdi. Fakat kendilerine uyarıcı gelince bu olay nefretlerini arttırmaktan başka bir işe yaramadı. 43- Bu nefretlerinin sebebi yeryüzünde büyüklük taslamaları ve kötü niyetli komplolar kurmalarıdır. Oysa kötü niyetli komplolar, sadece düzenleyicilerini tuzağa düşürür. Onlar daha önceki yoldaşları hakkında işleyen yasalardan başka bir akıbet mi bekliyorlar? Allah'ın yasasının değiştiğini göremezsin. Allah'ın yasasında herhangi bir sapma göremezsin. Araplar, İslâmın gelişinden önce, Yarımada'daki komşuları olan yahudileri Kitap Ehli olarak görüyorlardı. 'Bu arada onların sapıklıklarını ve kötü davranışlarını da yakından gözlüyorlardı. Ayrıca peygamberlerini öldürdüklerini ve bu peygamberlerin getirdikleri gerçeklere sırt döndüklerini tarihten okumuşlar, anlatılan hikâyelerden öğrenmişlerdi. Bu yüzden yahudileri kınıyorlar ve son derece kesin bir dille "kendilerine bir uyarıcı gönderildiği taktirde herhangi bir milletten daha sıkı biçim-de doğru yola bağlanacaklarına dair" Allah adına yemin ediyorlardı. "Herhangi bir millet" derken kastettikleri yahudilerdi. Gerçi bunu açıkça söylemiyorlardı ama, demek istediklerinin bu olduğu dolaylı olarak anlaşılıyordu. İslâm öncesi Araplarının tanırları buydu, ettikleri yemin böyle idi. Kur'an bize Araplar'ın bu geçmişini anlâtırken sanki o günlerin tanığı olmamızı ister gibi bir ifade kullanıyor. Arkasından arzuları yüce Allah tarafından gerçekleştirilerek kendilerine "uyarıcı" yani Peygamberimiz gönderilince nasıl bir tutum takındıklarını gözlerimizin önüne seriyor. Okuyoruz: "Fakat kendilerine uyarıcı gelince bu olay, nefretlerini arttırmaktan başka bir işe yaramadı. Bu nefretlerinin sebebi yeryüzünde büyüklük taslamaları ve kötü niyetli komplolarıdır." Sözü geçen ağır yeminleri yapanların sonraki tutumlarının böyle olması ve bu "verilmiş söz"den cayma anlamına gelen inkârcı tutumun yeryüzünde büyüklük taslama ve kötü amaçlı komplolar düzme arzusundan kaynaklanması son derece çirkin bir şeydir. Kur'an onların bu çirkin tutumlarını teşhir ediyor, bu tutarsız davranışlarını tescil ediyor. Arkasından onlara yönelttiği bu nazik aşağılamayâ bu aşağılık tutumu benimseyen herkese yönelik bir tehdit ekliyor. Okuyoruz: "Oysa kötü niyetli komplolar sadece düzenleyicilerini tuzağa düşürür." Onların kötü niyetli komploları kendilerinden başka hiç kimsenin başına çorap örmez. Bu komplolar onları kuşatır, kıskıvrak bağlar; iyi amellerini boşa çıkarır. Durum böyle olunca, onlar neyi bekleyebilirler? Neyi bekleyecekler? Doğallıkla kendilerinden önceki peygamber yalanlayıcılarının başlarına çöken kötü akıbeti. Bu akıbetin ne olduğunu kendileri de biliyorlar. Yüce Allah'ın değişmez ve yolundan sapmaz kanunu onlar hakkında da işleyecektir. Okuyoruz: "Allah'ın yasasının değiştiğini göremezsin. Allah'ın yasasında herhangi bir sapma göremezsin." Toplumsal olayların akışı gelişi güzel ve rastlantısal değildir. Dünyadaki hayat bir oyun, bir eğlence değildir. Ortada değişmez, sapmaz, bozulmaz ve işlerliğini yitirmez kesin kanunlar vardır. Kur'an bu gerçeği sık sık vurgular, onu insanlara belletmek ister. Amaç şudur: İnsanlar olayları tek tek ve birbirlerinden kopuk görmesinler, hayatın köklü kanunlarından habersiz yaşamasınlar, kısa bir zamanın ve dar bir yörenin sınırları içinde mahpus kalarak kendilerini kısa görüşlülüğe mahkum etmesinler. Ufuklarını genişleterek hayatın çok yönlü ilişkilerini, varlığın çok sayıdaki yasasını kavramaya çalışsınlar. Varlık bütününe egemen olan kanunların değişmezliğini, doğal yasaların sürekliliğini hiç akıllarından çıkarmasınlar. Eski kuşakların karşılaştıkları akıbetlerin bu gerçeğin pratiğe yansımış bir doğrulaması olduğunu unutmasınlar. Geçmişte yaşanan olayların, ilahi kanun1ann değişmezliğinin ve doğal yasaların sürekliliğini kanıtladığının bilincinde olsunlar. Surenin sonunda çıkılan bu beşinci gezi, yüce Allah'ın yasasının değişmezliğini, sapmazlığını dile getiren genel gerçeği vurguladıktan sonra bu yönlendirici ilkenin bazı somut örneklerini gözlerimizin önüne seriyor. Okuyalım: 44- Onlar yeryüzünü gezip daha önceki yoldaşlarının karşılaştıkları acı sonu görmezler mi? Oysa onlar kendilerinden daha güçlü idiler. Göklerde ve yeryüzünde Allah ile başa çıkabilecek hiçbir güç yoktur. Hiç kuşkusuz O her şeyi bilir ve gücü her şeye yeter. Açık gözler ile ve uyanık kalp ile yeryüzünü gezmek, eski kuşakların acı sonlarının izlerini görmek, onların ne olduklarını ve neye uğradıklarını düşünmek, bütün bunlar insan kalbini etkileyici, duygulandırıcı ve Allah'dan korkmaya özendirici mesajlar verir. İşte bundan dolayı yeryüzünü gezmeye, eski kuşakların başına neler geldiğini izlemeye, bizden önceki milletlerden kalan izleri görmeye ve bu sayede kalbi gaflet uykusundan uyandırmaya yönelik direktiflere sık sık rastlarız. Çünkü gaflet, kalpte çöreklenince gerçekleri görmez; görse bile hissetmez; hissetme bile onlardan ders almaz. Bu gaflet de yüce Allah'ın değişmez yasalarının farkında olmamaya, olayları algılayıp genel kanunlarına bağlamak konusunda yetersiz kalmaya sevk eder. Oysa bu kavrayış çabası insanı hayvandan ayıran kriterdir. Hayvan birbirinden kopuk "an"larda yaşar. Bu "an"lar arasında hiçbir bağ kuramaz, bu zaman dilimlerine yön veren kuralların farkında olmaz. Oysa insan, ilahi yasaların, doğal kanunların sürekliliği önünde bir bütündür. Okuduğumuz ayette yüce Allah, müşrikleri eski milletlerin yıkıntıları karşısına dikiyor. O eskiler kendilerinden daha güçlü idiler. Fakat bu güçleri onları kaçınılmaz akıbetlerinden kurtaramamıştı. Bu "durup düşünme" müşriklerin duygularını yüce Allah'ın üstün gücüne yöneltir. Bu gücü hiçbir şey yenemez, hiçbir şey alı edemez. Eski sapıkların yakalarına yapışabilen bu güç, onların da yakalarına yapışabilir. Çünkü: "Göklerde ve yeryüzünde Allah ile başa çıkabilecek hiçbir güç yoktur." O'nun bilgisi göklerdeki ve yerdeki her şeyi kuşatır. O'nun gücü de bilgisi ile atbaşı gider. Buna göre nasıl hiçbir şey O'nun bilgisi dışında kalmaz ise gücünün önünde de hiçbir şey duramaz. Bundan dolayı göklerde ve yerde hiçbir şey O'nunla başa çıkamaz, ne gücünden kaçılabilir ve ne de bilgisinden saklanılabilir. Çünkü "O her şeyi bilir ve gücü her şeye yeter." Artık surenin son ayetindeyiz. Bu ayette yüce Allah'ın üstün gücü yanında, O'nun hoşgörüsü, yumuşaklığı ve merhameti açığa vurulur. Bu hoşgörüsünün ve merhametinin sonucu olarak insanlara mühlet verdiği vurgulanır. Fakat bu hoşgörü ve bu merhamet ahiret hesaplaşmanın titizliğini ve amellere adil karşılıklar biçme hassasiyetini etkilemez. Okuyoruz: 45- Eğer Allah, insanların davranışlarının cezasını hemen verseydi yeryüzünde hiçbir canlı yaratık bırakmazdı. Fakat O, onları belirli bir sürenin sonuna kadar erteliyor. Söz konusu süreleri dolunca, kuşku yok ki, Allah kullarının durumunu görmektedir. İnsanlar, yüce Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ediyorlar. Yeryüzünü kötülüklere ve kargaşaya boğuyorlar. Zalimlikleri ve azgınlıkları ayyuka çıkıyor. Bu kötülüklerin hepsi o kadar iğrenç ve o kadar yıkıcıdır ki, eğer yüce Allah cezalarını hemen verse, bu cezaların boyutları insanları aşarak yeryüzünün tüm canlılarını etkisi altına alırdı. Bunun sonucunda yeryüzünü tümü ile yaşamaya elverişli olma niteliğini yitirirdi. Üzerinde ne canlı bir tek insan ve ne de canlı bir tek hayvan kalırdı. Bu çarpıcı ifade insanların işledikleri kötülüklerin iğrençliğini ve hayatın özüne yönelik yıkıcı etkisini vurguluyor; yüce Allah'ın bu kötülüklerin cezalarını derhal verdiği varsayılsa, ne kadar feci bir durum doğacağına dikkatleri çekmektedir. Ne var ki, yüce Allah hoşgörülüdür, yumuşak tutumludur, insanların hak ettikleri cezaları anında vermiyor; "Fakat O, onları belirli bir sürenin sonuna kadar erteliyor." Fertleri, bireysel ömürlerinin sonuna kadar erteliyor. Toplumları, önceden belirlenmiş halifelik, egemenlik dönemlerinin sonuna kadar erteleyerek, çağı geçmiş kuşağın yerini yeni ve dinamik bir kuşağa devretmesini sağlıyor. Bir bütün olarak insan soyunu da bu alemin ömrünün bitimine ve kıyametin kopacağı ana kadar erteliyor. Böylece gerek fertlere, gerek toplumlara ve gerekse bütün insan soyuna davranışlarını düzeltme, kötülüklerini iyiliklere dönüştürme fırsatı veriyor. Fakat; "Söz konusu süreleri dolunca." Çalışma ve kazanma süresi sona ererek hesaplaşma ve çalışmaların karşılıklarını belirleme anı gelip çatınca, yüce Allah kullarına kesinlikle haksızlık yapmaz. Çünkü; "Kuşku yok ki, Allah kullarının durumlarını görmektedir." Yüce Allah'ın kullarının durumlarını görmesi, hesaplarının amellerine ve kazançlarına göre titizlikle yapılacağının garantisidir. Küçük-büyük hiçbir şey ne lehlerine ve ne de aleyhlerine olarak gözden kaçırılmaz. Gökleri ve yeri yoktan var eden, "çok-kanatlı" melekleri gökten yere mesaj iletmek üzere görevlendiren Allah'a hamd ederek söze başlayan surenin son mesajı işte budur. Bu mesaj müjde ile korkutmayı, cennet ile cehennemi birlikte içermektedir. O başlangıç ile bu son arasında çeşitli geziler yer aldı, bu geziler sırasında çeşitli alemleri dolaşma fırsatını bulduk. İşte gerek o gezilerin, gerek hayatın ve gerekse insanın "son"u bu noktadır. |