Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 12:20   Mesaj No:2

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Sebe Suresi Tefsiri

"Ayrıca demiri, avucunda yumuşattık."
Bu olay, yüce Allah'ın Hz. Davud'a sunduğu ayrıcalıkların bir başka örneği idi. Ayetlerin havasından anladığımıza göre bu olay, insanların bilgilerine ve deneyimlerine tamamen yabancı olan bir "harika" idi. Öyleyse olay, demirin ısıtılarak eritilmesi ve böylece işlenmeye elverişli bir yumuşaklığa kavuşturulması olayı değildi. Doğrusunu yüce Allah bilir, ama burada söz konusu olan bir "mucize" idi. Bu mucize sayesinde biline gelen yöntemler dışında demir yumuşatılıyordu. Gerçi eğer Hz. Davud'a demiri ısıtarak yumuşatma yöntemi öğretilmiş olsaydı, bu da başlı başına anlatılmaya değer, Allah vergisi bir "ayrıcalık" olurdu. Fakat biz bu ayetlerin yansıttığı havayı ve çağrışımı özenle göz önünde tutuyoruz. Ayetlerin yansıttığı hava, mucizeler havası ve uyandırdığı çağrışım, alışılagelmişi aşan "harikalar" çağrışımıdır. Devam edelim:
"İnsan vücudunu iyice saracak geniş zırhlar yap ve bu zırhların parçalarını birbirine ölçülü biçimde tak"
Ayetin orjinalinde kullanılan "sabiğat" sözcüğü "zırhlar" anlamına gelir. Elimizdeki bilgilere göre Hz. Davud'dan önce zırhlar, tek parçadan oluşmuş ****l levhalarından yapılırdı. Bu yekpare zırhlar, hem ağır ve hem de içlerindeki vücudun hareket etmesini zorlaştıracak nitelikte idi. Bu yüzden yüce Allah, Hz. Davud'a ilham yolu ile biribirine geçen, oynak halkalardan oluşmuş zırhlar yapmayı öğretti. Böylece zırhların, insan vücuduna göre şekil almaları ve vücudun hareketlerine bağlı olarak esnemeleri mümkün oluyordu. Burada Hz. Davud'a bu halkaları birbirlerine sağlam biçimde, arada boşluk bırakmaksızın, eklemenin emredildiğini görüyoruz. Amaç, zırhın sağlam olması, düşman oklarını geçirecek deliklerinin bulunmamasıdır. İşte "zırh parçalarının biribirine ölçülü biçimde takılması"nın anlamı budur. Bu emir, tümü ile ilham yolu ile gerçekleşen bir öğretme, bir ders verme mucizesi idi.
Arkasından Hz. Davud'a ve ailesine şöyle sesleniyor:
"İyi ameller işleyiniz. Çünkü ben yaptıklarınızı görüyorum."
Sadece sağlam zırhları yapmakla yetinmeyiniz. Yaptığınız her işi özenerek yapınız. Elinizden çıkan her işi gören ve bu işin hakkettiği karşılığı size verecek olan Allah'ın sizi sürekli olarak gözetlediğini bir an bile unutmayınız. Çünkü O'nun gözünden hiçbir şey kaçmaz, yaptığınız her işte O'nun sürekli gözetimi altındasınız.


HZ. SÜLEYMAN'IN AYRICALIKLARI


12- Süleyman'ın buyruğuna da rüzgârı vermiştik. Bu rüzgâr sabahleyin esince bir aylık uzaklığa gider ve akşamleyin de bir aylık mesafeyi aşarak geri gelirdi. Onun için erimiş bakırı su gibi akıttık. Rabb'inin izni ile yanında çalışan bazı cinleri de buyruğuna sunmuştuk. Bu cinlerden buyruğumuzun dışına çıkanlara kızgın alevli ateşin azabını tattırırız.


13- Onlar, Süleyman'a, isteği uyarınca mabetler, heykeller, havuz gibi geniş çanaklar ve yerlerinden kımıldatılamaz koca kazanlar yaparlardı. Ey Davudoğulları, şükrediniz. Kulların içinde şükredenler pek azdır.

Rüzgârın, Hz. Süleyman'ın buyruğuna sunulması konusunda yoğun rivayetler vardır. Gerçi orjinal yahudi kaynakları bu konuya hiç değinmez, ama yahudi masallarının gölgesi bu rivayetlerde açıkça seçilir. Bu yüzden en iyisi bu rivayetlerden uzak durmak, Kur'an'daki bilgi ile yetinmek, ayetteki sözcüklerin dış anlamını aşmaya kalkışmamaktır. Bu anlama göre yüce Allah rüzgârı Hz. Süleyman'ın emrine verdi. Bu rüzgâr Hz. Süleyman'ın direktifi ile belirli bir bölgeye (Enbiya suresinde bildirildiğine göre "Kutsal Topraklar"a) doğru bir ay süreyle esiyor, sonra yine bir ay zarfında geri geliyor. Rüzgâr sabahleyin esmeye başlıyor ve bir akşam vakti geri dönüşünü noktalıyor. Bir sabah vakti başlayan bu esmenin bir akşam vakti sona ermesi belirli bir amacı gerçekleştirmek için oluyor. Bu amacı Hz. Süleyman kavrıyor ve yüce Allah'ın emri uyarcınca onu gerçekleştiriyor. Bu açıklamaya başka bir söz ekleyemeyiz. Eğer konuşmaya devam edersek hiçbir söz bir kurala bağlı olmayan, hiçbir incelemenin süzgecinden geçmemiş olan masallara dalmış oluruz. Devam edelim:
"Onun için erimiş bakırı su gibi akıttık."
Ayette geçen "Kıtr" sözcüğü "bakır" anlamına gelir. Ayetlerin akışından anladığımıza göre bu olay, Hz. Davud'un avucunda demirin yumuşatılması gibi, olağanüstü bir olaydır, bir mucizedir. Acaba nasıl geçekleşti? Yüce Allah, belki yeraltında bulunan bir erimiş bakır birikintisini patlayan bir volkanın lâvları olarak yeryüzüne çıkarmıştır. Ya da Hz. Süleyman'a ilham yolu ile bakırı nasıl eriteceğini nasıl sıvılaştırıp döküme ve işlemeye elverişli hale getireceğini öğretmiştir ki, bu da hiç kuşkusuz, yüce Allah'ın Hz. Süleyman'a bağışladığı büyük bir ayrıcalık anlamına gelir. Ayeti okumaya devam edelim:
"Rabb'inin izni ile yanında çalışan bazı cinleri de buyruğuna sunmuştuk." Bunların yanı sıra Hz. Süleyman'ın buyruğuna bazı cinler de verilmişti. Bunlar yüce Allah'ın izni ile Hz. Süleyman'ın buyruğu altında çalışıyorlardı. Ayetin orjinalinde geçen "cm" sözcüğü "insan'ın göremediği, örtülü varlık" anlamına gelir. Bu arada yüce Allah'ın "cin" adını verdiği bir canlı yaratık türü vardır. Bu cinler hakkında yüce Allah'ın verdiği bilgi dışında hiçbir şey bilmiyoruz. Burada bize bu varlıklardan oluşan bir grubu Hz. Süleyman'ın emrine verdiğini bildiriyor. Aralarından biri eğer Allah'ın emrine karşı çıkarsa O'nun azabı yakasına yapışır. Okuyoruz:
"Bu cinlerden buyruğumuzun dışına çıkanlara kızgın alevli ateşin azabını tattırırız."
Bu cümle, cinlerin Hz. Süleyman'ın buyruğuna sunuluşu hikâyesi tamamlanmadan, araya sıkıştırılan bir değerlendirme cümlesidir. Bu cümlenin bu şekilde araya konmasının sebebi belki de cinlerin, yüce Allah'ın emri altında olan varlıklar olduklarını vurgulamaktır. Çünkü bazı müşrikler, Allah ı bir yana bırakarak onlara tapıyor, onları ilâhlaştırıyorlardı. Oysa bu cümlenin verdiği bilgiden öğreniyoruz ki, cinler yüce Allah'ın emri altındadırlar ve O'nun emrinden sapınca, tıpkı onlara tapan müşrikler gibi azaba çarpılırlar.
İşte bu cinler Hz. Süleyman'ın buyruğuna sunulmuşlardır. Okuyalım:
"Onlara Süleyman'a, isteği uyarınca mabetler, heykeller, havuz gibi geniş çanaklar ve yerlerinden kımıldatılamaz koca kazanlar yaparlardı."
Önce a etin orjinalinde kullanılan aşağıdaki kelimelerin anlamlarını irdeleyelim: "Meharib', "ibadet yerleri, mabetler" demektir. "Temasil" "bakırdan, ağaçtan, ya da başka nesnelerden yontulmuş heykeller" demektir. Cevabi kelimesinin tekili olan "Cabiye" sözcüğü "içinde su toplanan havuz" demektir. Cinler Hz. Süleyman'a havuzları andırır irilikte geniş yemek çanakları yaparlardı. Bunların yanı sıra O'na öyle koca yemek kazanları yaparlardı ki, bunları çok ağır oldukları için hiç kimse yerlerinden oynatamazdı.
Bu işler Hz. Süleyman'ın cinlere yaptırdığı işlerin bazı örnekleridir. O yüce Allah'ın buyruğuna sunduğu bu yaratıkları Allah'ın izni ile dilediği gibi çalıştırabiliyordu. Hz. Süleyman hakkında bize anlatılan bütün bu olaylar, olağanüstü olaylardır, onların içyüzünü kavramamız ya da nasıl gerçekleştiklerini açıklamamız mümkün değildir. Bu konuda yapabileceğimiz tek açıklama söz konusu olayların doğrudan doğruya Allah'ın eseri olan birer "harika" olay olduklarıdır. Bu konuda yapabileceğimiz tek ve net açıklama budur.
Bu ayet, Davudoğulları'na yönelik bir seslenişle sona eriyor. Okuyalım:
"Ey Davudoğulları, şükrediniz."
Yani "Atalarınız Hz. Davud'un ve Hz. Süleyman'ın kişiliklerinde bunca varlığı ve olağanüstü olayı buyruğunuza sunduk. Öyleyse ey Davudoğulları, yaptığınız işleri, Allah'a şükür ifadesi olarak yapınız. Yoksa buyruğunuza sunulan olağanüstü imkânlara güvenerek övünmeyiniz, büyüklük taslamayınız. İyi amel, yüce Allah'a şükretmenin en iyi göstergesidir. Devam ediyoruz:
"Kullarım içinde şükredenler pek azdır."
Bu cümle hem açıklama hem yönlendirme hem de acı güden bir değerlendirme cümlesidir. Kur'an'da, hikâyelere ilişkin değerlendirme yapan bu tür cümlelere sık sık rastlarız. Bu cümle bir yandan yüce Allah'ın bağışının ve nimetinin büyüklüğünü dile getiriyor. Öyle ki, bu bağışların ve nimetlerin şükrünü yerine getirebilenlerin sayısı az oluyor. Öte yandan da yüce Allah'ın bağışı ve nimetleri karşısında kulların şükretmekte ne kadar ihmalkâr davrandıklarını ortaya koyuyor. Kullar ne kadar çok şükretseler bile, şükür borçlarını yeterince yerine getiremezler, buna güçleri yetmez. Bir de onların şükür borcunu umursamadıklarını, daha baştan ciddiye almadıklarını düşünelim. O zaman acaba durum nice olur?
Yüce Allah'ın sınırsız nimetlerine karşı "insan" denen gücü sınırlı varlık ne kadar şükredebilir? Eğer siz yüce Allah'ın nimetlerini saymaya kalkışsanız, onları bitiremezsiniz. Bu nimetler insanı başının üstünden, ayaklarının altından, sağından ve solundan sarmış, her yanından kuşatmıştır. İnsanın kendisi bu nimetler denizinde kaybolmuş, o denizden taşan bir damladır. Başka bir deyimle insanın kendisi bu hesaba sığmaz nimetlerden biridir.
Bir gün bir grup arkadaşla oturmuş, konuşuyorduk, fikir alış-verişi yapıyor, biribirimize cevap yetiştiriyorduk. Aklımıza gelen her şeyi söylüyorduk. Bir ara baktık ki, küçük kedimiz "susu" etrafımızda dolanıp duruyor. Belli ki, bir şey arıyor. Sanki bizden kendisine bir şey vermemizi isteyecek gibi bize bakıyor, ama ne o istediğini bize söyleyebiliyor ve nede biz yaptığı hareketlerden bu isteğinin ne olduğunu anlayabiliyoruz. Sonunda Allah, zavallı hayvanın su istediğini aklımıza getirdi. Gerçekten hayvanın derdi buymuş, zavallı çok susamıştı. Çok susamıştı, ama bunu ne söyleyebiliyor ve ne de işaret yolu ile anlatabiliyordu. O zaman yüce Allah'ın biz insanlara yönelik bir nimetini fark ettik.
Konuşma, söz söyleyebilme, kavrama ve önlem alabilme nimeti idi bu. O anda içimiz şükür duyguları ile dolup taştı. Ama bizim şükrümüzün O bol nimetlere karşı ne anlamı var ki!
Hapiste uzun bir süre güneş yüzü görmekten yoksun bırakılmıştık. Bazen bozuk para çapında bir güneş ışını demeti hücremize sızabiliyordu. O zaman bu bir demetlik güneşten yararlanmak için bütün hücre arkadaşları sıraya girerdik. Sırası gelenimiz bu ışın demetinin karşısına durur, onu yüzünün, ellerinin, göğsünün, sırtının, karnının, ayaklarının üzerinde yapabildiği kadar gezdirirdi. Sonra yerini bu nimetten mümkün olduğu kadar, yararlansın diye sıradaki kardeşimize verirdi. İşte bu mahrumiyet döneminin sonunda ilk güneşe kavuştuğumuz günü hiç unutamıyorum. Daha doğrusu arkadaşlarımızdan birinin o gün yüzünde okuduğum, uçarı hareketlerinde gözlediğim, coşkun sevinci hiç aklımdan çıkmıyor. Adam neşesinden uçacak gibi idi. Bu arada derin bïr nefes aldıktan sonra çığlık gibi bir sesle şunları söylemişti; "Allah! Aha, işte güneş! Rabb'imizin güneşi doğuşunu sürdürüyor. Elhamdülillah!"
Güneşlenirken, güneş banyosu yaparken vücudumuzun bu ışınlardan ne kadarını emdiğini hiç düşündük mü? Yüce Allah'ın nimet denizinde yüzdüğümüzün, bu denizin derinliklerine gömüldüğümüzün farkında mıyız? Bu yaygın, her yanı saran, parasız, pulsuz, emeksiz, çabasız, sıkıntısız nimete karşılık acaba ne kadar şükrediyoruz?
Eğer yüce Allah'ın nimetlerini bu şekilde gözden geçirmeye devam edersek ömrümüz biter, gücümüz tükenir, fakat yine bu uğurdu fazla bir yol alamayız. İyisi mi, Kur'an'ın işaret etme ve dolaylı anlatım yöntemi uyarınca bu uyarıcı işareti yapmakla yetinelim. Kalplerin bu işareti irdeleyerek onun izinden gitmesini bekleyelim, şükür nimetinden aldığı pay kadar bu yolda adım atmasını dileyelim. Çünkü şükür de başlı başına bir ilâhi nimettir. İnsanın bu nimeti elde edebilmesi için tüm samimiyeti ve arınmış kalbi ile Allah'a yönelerek onu hakketmesi gerekir.
Kur'an ayetlerini okumaya devam ederek hikâyenin son sahnesine geliyoruz. Bu sahne Hz. Süleyman'ın ölüm sahnesidir. Oysa emri altındaki cin'ler efendilerinin öldüğünden habersiz O'nun buyurduğu ağır işleri yapmaya devam ettiriyorlar. Sonunda Hz. Süleyman'ın dayandığı değneği kemiren bir tahta kurdu olay fark etmelerini sağlıyor. Çünkü değnek aşınınca Hz. Süleyman'ın cansız vücudu yere yığılıyor ve bunu gören cin'ler O'nun öldüğünü anlıyorlar. Okuyoruz:



14- Süleyman'ın canını aldığımızda ancak değneğini kemiren bir kurt onun öldüğünü cinlere fark ettirdi. Onun ölüsü yere düşünce belli oldu ki, eğer cin'ler gaybı bilselerdi, o onur kırıcı angaryaların sıkıntısını çekmeye devam etmezlerdi.

Rivayete göre Hz. Süleyman can verdiğinde elindeki değneğe dayanmış ayakta duruyordu. Son derece ağır işlere koşmuş olduğu cin'ler ise öteye-beriye koşuşuyor, bu ağır işlerini yapıyorlardı. Hiçbiri efendilerinin öldüğünü fark etmemişti. Bu arada bir böcek söylendiğine göre bir tahta kurdu çıkageldi. Bu böcek ağaçları kemirerek besinini sağlar. Yaşadığı yörelerde evlerin çatılarını, kapılarını ve direklerini oburcu bir iştahla aşındırır. Bu yüzden Mısır'ın bazı bölgelerindeki köylerde halk, evlerini yaparken kereste kullanmaktan kaçınır. Çünkü bu böceğin ağaç türünden olan bütün yapı bölümlerini kemirip yok edeceğini iyi bilirler.
İşte bu böcek tarafından kemirilen Hz. Süleyman'ın değneği aşınınca ölü vücudu yere yığılıverdi. Ancak o zaman cin'ler O'nun öldüğünü anlayabildiler. Yukarıdaki ayetin o bölümünü bir daha okuyalım.
"Onun ölüsü yere düşünce belli oldu ki, eğer cin'ler gaybı bilselerdi, o onur kırıcı angaryaların sıkıntısını çekmeye devam etmezlerdi."
İşte bazı müşriklerin taptıkları cin'ler bunlardı. Görüldüğü gibi bunlar, yüce Allah'ın kullarından birinin buyruğu altında çalışıyorlar ve bunun yanı sıra "yakın" gaybın bilgisinden bile yoksundurlar. Oysa sözü edilen müşrikler onlardan "uzak" gayblere ilişkin bilgi edinebileceklerini umuyorlardı!

SEBE HALKININ HİKÂYESİ

Davudoğullarına ilişkin hikâyede yüce Allah'a inanmanın, O'nun bağışlarına şükretmenin ve nimetlerini yerinde kullanmanın sayfası sunuluyor. Bu sayfanın karşı yüzünde ise Sebe halkının sayfası yer alır. Neml suresinde Hz. Süleyman ile Sebe kraliçesi arasında geçen olaylar anlatılmıştı. Burada Sebelilerin, Hz. Süleyman hikâyesini izleyen maceraları sunuluyor. Bundan anlıyoruz ki, burada anlatılan olaylar Hz. Süleyman ile kraliçenin arasındaki maceradan sonra meydana gelmişlerdir.
Bu varsayımımızın dayanağı şudur: Sebe halkına ilişkin hikâyenin burada anlatılan bölümünde adamların sahip oldukları nimetler yüzünden şımarmaları, bu yüzden ellerindeki nimetlerin kayboluşu, arkasından birliklerinin bozuluşu ve parçalanıp öteye-beriye dağılmaları gündeme gelmektedir. Oysa bu adamlar, Neml suresinde bize tanıtılan ve Hz. Süleyman ile arasındaki ilişkilere yer verilen kraliçeleri zamanında güçlü bir devletleri ve son derece mutlu bir hayatları vardı. Bunun böyle olduğunu kraliçenin ülkesinden döndüğünde gördüklerini anlatan Hudhudun Neml suresinde okuduğumuz şu sözlerinden anlıyoruz.
"Ben o yörenin halkını yöneten bir kadınla karşılaştım. Allah ona her şeyi vermiş, görkemli bir tahtı var.
"Onun ve soydaşlarının Allah'ı bir yana bırakarak güneşe secde ettiklerini gördüm" (Neml suresi, 23-24)
Bilindiği gibi sonra bu kraliçe Hz. Süleyman'la buluşarak alemlerin Rabbine teslim olmuştu. İşte burada anlatılan hikâyenin olayları, kraliçenin Allah'a teslim oluşundan sonra meydana gelmişti. Bu hikâyede bize, yüce Allah'ın bağışladığı nimetlere karşı şükür görevlerini yerine getirmekten kaçman Sebelilerin başlarına neler geldiğini öğreniyoruz.
Hikâyenin başında Sebe halkının içinde yüzdüğü bolluğu, refahı ve mutluluğu anlatılıyor, bunun arkasından kendilerine bunca bol nimetler veren yüce Allah'a şükretmelerinin gereği vurgulanıyor. Okuyoruz.


15- Gerçekten bir vadinin sağında ve solunda uzayan iki ovadan oluşmuş Sebe yurdundan alınacak ibret dersi vardır. Onlara `Rabb'inizin verdiği rızıkları yiyiniz ve O'na şükrediniz, işte size güzel bir ülke ve bağışlayıcı bir Rabb" dendi.

"Sebe" vaktiyle Güney Yemende yaşamış bir toplumun adıdır. Bunların yurtları son derece verimli topraklardan oluşmuştu. Bu topraklar üzerinde kurulan uygarlığın bazı izleri günümüze kadar ayakta kalabilmiştir. Sebeliler uygarlıkta ileri bir düzeye ulaşmışlardı. Öyle ki, güney ve doğu taraflarım saran denizden gelen bol yağmur sularını denetim altına almayı başarmışlar, bu amaçla doğal bir baraj yapmışlardı. Bu barajın iki yanında iki dağ yükseliyordu. Barajın önüne ördükleri surlarda açılıp kapanabilen kapaklar yapmışlardı. Baraj duvarının ardında büyük miktarda su biriktirmişlerdi ve bu suyu gerektiği şekilde kullanıyorlardı. Başka bir deyimle son derece büyük bir su kaynağına sahiptiler. Bu baraj "Merib barajı" adı ile anılıyordu.
Ayette geçen "vadinin sağında ve solunda uzayan iki ova" toprak verimliliğinin, bolluğun, refahın ve göz alıcı hayat standardının simgesidir. Bu yüzden bu bol nimetleri bağışlayan yüce Allah'ı hatırlatan bir kanıt olarak algılanması istenmiştir. Nitekim Sebe'lilere yüce Allah'ın verdiği rızıklardan yararlanırken O'na şükretmeleri emredilmiştir. Okuyoruz:
"Rabb'inizin verdiği rızıkları yiyiniz ve O'na şükrediniz."
Onlara yüce Allah'ın nimetleri hatırlatılıyor. Akıllarına ilk gelecek nimet verimli ve güzel yurtları idi. Oysa bunun da üzerinde şükür görevlerinde yaptıkları ihmalkârlıkları bağışlama ve kötülüklerine göz yumma nimeti gelir. Okuyoruz:
"İşte size güzel bir ülke ve bağışlayıcı bir Rabb."
Bolluk ve refah biçiminde somutlaşan yeryüzüne dönük cömertlik ile bağışlama, kötülükleri görmezlikten gelme biçiminde ifadesini bulan "gökyüzü cömertliği"ne bir arada kavuşmuşlardır. Öyleyse yüce Allah'ı övmelerine, O'na şükretmelerine ne engel olabilir ki? Fakat onlar ne Allah a şükrediyorlar, ne da verdiği nimetleri hatırlıyorlar. Okuyoruz:

16- Fakat onlar bu buyruğa sırt çevirdiler. Bu yüzden üzerlerine Arim selini göndererek o verimli ovalarını dikenli, kuru çalılıklı ve az sayıda sedir ağaçlı iki çorak ovaya dönüştürdük.

Adamlar yüce Allah'a hamd etme, iyi amel işleme ve Allah'ın nimetlerini iyiye kullanma görevlerine sırt çevirdiler. Bu yüzden yüce Allah, içinde yüzdükleri göz alıcı refahı ellerinden aldı. Üzerlerine son derece yıkıcı "Arım" selini gönderdi. Kayaları önünde sürükleyen bu korkunç sel kurdukları barajı yıktı. Bunun üzerine büyük bir taşkın meydana geldi, seller her yanı silip süpürdü. Artık adamların elinde suları biriktirme imkânı kalmamıştı. Bu yüzden ortalık susuzluktan kurudu, kavruk yangın yerine benzedi. O güzelim bahçeler, üzerinde tek tük bir kaç ağaçtan, bir kaç kuru çalıdan başka bir yeşillik bulunmayan bir çöle dönüştü. Okuyalım:
"O verimli ovalarını dikenli, kuru çalılıklı ve az sayıda sedir ağaçla iki çorak ovaya dönüştürdük."
Ayetin orjinalinde geçen "Hamd" sözcüğü "erik ağacı, ya da her tür dikenli ağaç"; "Esl" kelimesi "Ilgın ağacına benzeyen bir çalı türü" ve "Sidr" sözcüğü ise "Arabistan kirazı" anlamını verir. Bu sonuncu ağaç türü, selden ve yıkımdan sonra Sebe'lilerin elinde kalan en işe yarar doğal üründü. Fakat çöle dönüşmüş topraklarında bu ağaç türüne artık pek seyrek rastlanabiliyordu. Ayetleri okumayı sürdürüyoruz:

17- Yaptıkları nankörlükten ötürü onları işte böyle cezalandırdık. Biz nankörden başkasını hiç cezalandırır mıyız ki?

Ayetin orjinalinde yaralan "keferu" sözcüğü en akla yakın yoruma göre "nimeti görmezlikten gelmek, nankörlük etmek" anlamına gelir.
Sebeliler bu sıralarda yine evlerinde-barklarında oturuyorlardı. Gerçi artık yoksullaşmışlardı, eski göz kamaştırıcı bolluklarının ve mutluluklarının yerini yokluklar ve sıkıntılar almıştı. Fakat bir arada yaşıyorlardı, henüz toplumları dağılmamıştı. Ayrıca yurtlarını kuzeylerindeki kutsal kentlere, yani Arap yarımadasındaki Mekke ile Şam yöresindeki Kudüs'e bağlayan uygarlık düzeyleri halâ ayakta idi. Kuzeylerinde yer alan Yemen kenti, sözünü ettiğimiz kutsal kentlerle bağlantılı, bayındır bir kent olduğu gibi bu uygarlık merkezleri arasında gidişi-gelişi sağlayan yol bakımlı, işlek ve güvenli idi. Ayeti okuyalım:

18- Onların yurtları ile kutsal kentler arasına, birinden bakınca öbürü görünebilen kısa aralıklı kentler serpiştirerek konaktan konağa mesafeleri ölçülebilir bir yolculuk yapmalarını sağladık. Onlara "Bu yol boyunca hem geceleyin hem de gündüzün güven içinde yolculuk yapın" dedik.

Elimizdeki bazı bilgilere göre köyün birinden sabahleyin yola çıkan birisi karanlık basmadan bir sonraki köye ulaşabiliyordu. Yani bu yöredeki yolculuk belirli mesafelere bölünmüş, güvenli bir yolculuktu. Ayrıca konaklama yerleri arasındaki mesafeler kısa olduğu için yol sıkıntısı çekilmiyordu.
Fakat Sebe'liler zamanla daha da kötüleştiler. Yüce Allah'ın ilk uyarısı onlara faydalı olmadı. Kendilerine gelip yüce Allah'a yalvarmaya, ellerinden giden eski mutluluklarını geri vermesini dilemeye yönelmediler. Tersine aptallıklarını ve cahilliklerini belgeleyen şu duayı seslendirdiler. Önce ayetin tümünü okuyoruz:



19- Fakat onlar "Ey Rabb'imiz, seferlerimizi uzun aralıklı yap" diyerek kendilerine yazık ettiler. Bunun üzerine onları dillere düşürdük, toplumlarını parçalayarak öteye-beriye dağıttık. Hiç kuşkusuz sabırlıların ve şükredenlerin bu olaylardan çıkaracakları bir çok dersler vardır.

Evet, şimdi ayetin başına dönelim:
"Fakat onlar `Ey Rabb'imiz, seferlerimizi uzun aralıklı yap' dediler." Görüldüğü gibi yakın konaklarla biribirine bağlı kısa aralıklı yolculuklar yerine yılda ancak bir kaç tanesi yapılabilecek olan uzun aralıklı, uzak konaklamalı yolculuklar istiyorlar. Anlaşılan kısa aralıklı yolculuklar "seyahat" zevklerini tatmin etmiyor! Bu istek ne kadar şımardıklarını, kendilerine nasıl yanık etmeye kıyabildiklerini gösteriyor. Okuyoruz:
"Böylece kendilerine yazık ettiler."
Duaları kabul edildi. Ama şımarıklıklarına yaraşır bir biçimde. Okuyalım:
"Bunun üzerine onları dillere düşürdük, toplumlarını parçalayarak öteye beriye dağıttık."
Göçler yolu ile parçalandılar. Rüzgârda savrulan saman yığını gibi Arap yarımadasının çeşitli yörelerine dağıldılar. Artık dilden dile dolaşan söylentilere karışmışlar ve heyecanla anlatılan şaşırtıcı hikâyelerin konusu olmuşlardı. Oysa bir zamanlar somut varlığı olan, canlı ve dinamik bir millet idiler. Devam edelim:
"Hiç kuşkusuz sabırlıların ve şükredenlerin bu olaylardan çıkaracakları bir çok dersler vardır."
Sabır ile şükür yan yana getirilmiş. Yani sıkıntılara karşı "sabır" ve bolluk sırasında "şükür" Sebe'lilerin hikâyesinde hem sıkıntılara karşı sabredenlerin ve hem de bolluk sırasında şükredenlerin alacakları dersler vardır.
Bu ayet bu şekilde yorumlanabileceği gibi şu şekilde de yorumlanabilir. Bu ikinci yoruma bağlı olarak yukarda okuduğumuz "Onların yurtları ile kutsal kentler arasına birinden bakınca öbürü görülebilen kentler serpiştirdik" ayetindeki "birinden bakınca öbürü görülebilen" deyiminin anlamı "çevrelerine karşı üstünlük sağlamış güçlü kentler" olabilir. Bu güçlü kentlerin komşusu olan Sebe'lilerin yurdu ise o sırada yoksul düşmüş, kupkuru bir çöle dönüşmüştü. Bu yüzden hayvanlarını otlatabilecekleri, sulak yerler aramaya koyuldular. Günlerini, hayatlarını hep bu "arama"lar uğruna harcıyorlardı. Bu sıkıntılı hayata dayanamadılar. Yüce Allah'ın bu sınavına katlanamadılar. Bu yüzden "Ey Rabb'imiz seferlerimizi uzun aralıklı yap" yani "Ey Rabb'imiz artık yorgun düştük, seferlerimizin sayısını azalt" diye dua ettiler. Fakat dualarının kabul edilmesini hakkettirecek şekilde Allah'a bağlanmamışlar, emirlerine sarılmamışlardı. Vaktiyle bolluk yüzünden şımardıkları gibi şimdi de sıkıntılar karşısında sabırsız davranıyorlardı. Bu yüzden yüce Allah, onlara hakkettikleri karşılığı verdi. Toplumlarını parçalayarak öteye-beriye dağıttı. O göz alıcı uygarlıklarından geriye sadece bir takım harabeler, dilden dile gezen söylentiler ve halk arasında anlatılan hikâyeler kaldı. Buna göre ayetin sonunda yer alan "Hiç kuşkusuz sabırlıların ve şükredenlerin bu olaylardan alacakları dersler vardır" şeklindeki değerlendirme cümlesi adamların nimetlere karşı az şükretme1erini ve sıkıntılar karşısındaki sabırsızlıklarını vurgulayan, konu ile uyumlu bir yorum olur. Bana göre bu ayet böyle de açıklanabilir. Tabii ki, ne demek istediğini tek bilen, yüce Allah'dır.

ALLAHIN DEĞİŞMEZ YASASI

Sebe'lilere ilişkin hikâyenin sonunda hikâyenin sınırlı çerçevesi aşılarak genel kapsamlı ilâhi tasarının değişmez yasaları ile yüzyüze geliyoruz. Burada bize hikâyenin tümünden süzülen hikmet, hikâyenin olaylarında ve bu olayların arkasında saklı duran ilâhi plan ve tasarı açıklanıyor. Okuyoruz.


20- Şeytan, onlara ilişkin beklentisini gerçekleştirmiş ve bir grup mü'min dışında hepsi ona uymuştu.


21- Aslında şeytanın onlar üzerinde hiçbir nüfuzu, hiçbir yaptırım gücü yoktu. Ama biz ahirete inananları, o konuda kuşku içinde olanlardan ayırd etmek istedik. Her şey, senin Rabb'inin gözetimi altındadır.

Acaba Sebe'liler neden bu yolu izlediler de sonunda böyle bir akıbetle yüzyüze gelmeyi hakkettiler. Çünkü şeytan onları ayartabileceğine ilişkin tahmininde haklı çıkarak onları doğru yoldan çıkarmayı başardı. Okuyoruz:
"Şeytan onlara ilişkin beklentisini gerçekleştirmiş ve bir grup mü'min dışında hepsi ona uymuştu."
Normal olarak her toplumda aynı şey olur. Yani şeytana uymuş her toplumda şeytan'ın kışkırtmalarına karşı kararlılıkla direnen küçük bir grup bulunur. Bu küçük grup herkese şunu kanıtlar. Ortada değişmez bir gerçek vardır. Onu arayan tanır. Onu bulmak, ona sarılmak isteyen kimse, şartlar ne kadar ağır olursa olsun, onu bulabilir.
Ayrıca şu gerçeği akıldan çıkarmamak gerekir: Şeytan'ın bu adamlar üzerinde karşı konulmaz, bir yaptırım gücü, önünde durulmaz bir nüfuzu yoktur. Onlar onun iradesi karşısında eli-kolu bağlı tutsaklar değildirler. Gerçi şeytan'a, onları ayartma izni verilmiştir. Bunun hikmeti şudur: Gerçeğe bağlı olanlar bu bağlılıklarını sürdürsünler, buna karşılık gerçeği istemeyenlerin, onu bulmak için çaba harcamayanların ayakları kaysın. Başka bir deyimle "Kimlerin ahirete inandıkları" kimler imanları aracılığı ile sapık yola düşmekten korundukları meydana çıksın. Bu kimseler "Ahiret konusunda kuşku içinde olanlardan" ayırd edilsin. Ahirete kesinlikle inananlar ile bu konuda tereddüt içinde bocalayanlar, şeytan'ın kışkırtmalarına pas verenler, yüce Allah'ın gözetimi altında olduklarını bilmeyenler ve ahiret gününün beklentisi içinde olmayanlar biribirine karışmasınlar.
Yüce Allah, olup biten her gelişmeyi, bu gelişmeler daha ortaya çıkmadan, insan gözü ile görülmeden önce bilir. Fakat olayların ve davranışların karşılıkları, bu olayların ve davranışların somut olarak insanların dünyasına yansımalarına bağlıdır. Bu engin ve açık alanda yüce Allah'ın olayları ve gelişmeleri planlayıp yönlendiren iradesinin alanı ile şeytan'ın insanları ayartma alanı yer alır. Fakat bu alandaki şeytan'ın yetkisi sınırlıdır, onun insanlar üzerinde karşı durulmaz, baş edilmez bir otoritesi yoktur. Ona insanları ayartma yetkisinin tanınması, yüce Allah'ın bilgisinde saklı olan akıbetlerin ve sonuçların pratikler dünyasında ortaya çıkması içindir. Bu geniş alanda Sebe'lilerin hikâyesi ile her zaman ve her yerde yaşayan bütün toplumların hikâyeleri bütünleşir. Buna göre ayetin metnin çerçevesi ve sonunda yer alan değerlendirme cümlesinin kapsamı da genişlik kazanır. Başka bir deyimle bu değerlendirme, sadece Sebelileri ilgilendiren, özel bir yorum olmaktan çıkarak bütün insanlığın durumunu anlatmaya elverişli bir açıklama niteliği kazanır. Evet, okuduğumuz hikâye şeytana uyup yoldan çıkma ile doğru yolu bulmanın, bu iki olgunun her zaman ve her yerdeki sebeplerinin, sonuçlarının, şartlarının ve amaçlarının hikâyesidir. Devam ediyorum:
"Her şey senin Rabb'inin gözetimi altındadır."
Hiçbir şey gözden kaçmaz, kayıplara karışmaz. Hiçbir şey ihmale uğramaz, göz ardı edilmez.
Görüldüğü gibi surenin bu ikinci "aşama"sı, tıpkı ilk "aşama"sı gibi ahiretten söz ederek, yüce Allah'ın bilgisini ve yoğun gözetimini vurgulayarak sona eriyor. Bu iki konu zaten surenin tümünün ağırlık verdiği, özenle tekrarladığı konulardır.
Surenin bu "aşama"sını Allah'a ortak koşma ve O'nun birliğini onaylama konuları üzerine düzenlenmiş kısa bir gezi oluşturur. Gezi kısadır, ama insan kalbini evrenin tüm alanlarında dolaştırır. Bu gezide insan kalbi, evrenin görünen ve görünmeyen bölümlerini, algılanabilir kesimleri ile "gayb" alemini oluşturan kuytuluklarını, göklerini ve yeryüzünü, dünyasını ve ahiretini izleme fırsatını bulur. İnsan kalbi, bu gezi sırasında, eklemleri titreten, yüce Allah'ın ululuğu karşısında onları kendinden geçirten korkunç tablolar önünde durdurulur. Bunun yanı sıra insan rızkının, insan kazancının, ahiret hesaplaşmasının, hesaplaşma sonundaki ödülün ve cezanın mahiyetlerini açıklayan uyarıcı tablolar önünden geçirilir. Kimi zaman kendini büyük kalabalıklara karışmış bulurken kimi zamanda tek başına, yapayalnız, kimsesiz ve herkesten ayrı düşürülmüş durumda kalır. Bütün bu tablolarda frekans yüksek, cümleler kısa ve kesin, mizrap darbeleri serttir; bu cümlelerin ilk sözcüklerini oluşturan "de ki, de ki, de ki," sözcükleri inkârcıların beynine balyoz gibi iner, kanıtlarını dobra dobra haykırır, mesajlarını son derece güçlü ve etkili bir çarpıcılıkla yüzlere vurur.



DOKUNAKLI BİR GEZİNTİ


22- Müşriklere de ki; "Allah dışında ilâh olduklarını sandığınız putları imdada çağırınız bakalım. Onlar ne göklerde ve ne de yeryüzünde zerre kadar bir şeye sahip değildirler. Gökler ile yeryüzü üzerinde hiçbir ortaklıkları olmadığı gibi onların hiçbiri Allah'ın yardımcın da değildir. "

Burada gökleri ve yeryüzünü kapsamına alan geniş alanlı bir meydan okuma ile karşı karşıyayız. Cümle cümle okuyalım:
"Müşriklere de ki; `Allah dışında ilâh olduklarını sandığınız putları imdada çağırınız' bakalım."
Onları çağrınız da gelsinler. Gelsinler de söylesinler bakalım, göklerde ve yeryüzünde önemli ya da önemsiz neyin sahibidirler? Ya da bu soruya onlar yerine siz cevaplandırın. Devam ediyoruz:
"Onlar ne göklerde ve ne de yeryüzünde zerre kadar bir şeye sahip değildirler."
Bu düzmece ilâhların göklerde ve yeryüzündeki en küçük bir şeyin mülkiyetini iddia etmeleri mümkün değildir. Çünkü herhangi bir şeyin sahibi o şeyi istediği gibi kullanır. Peki bu düzmece ilâhların yüce Allah'ın mülkiyeti dışında kalan bir şeyleri var mı? Bu uçsuz-bucaksız evrende hangi nesneyi bir mülkiyet sahibinin rahatlığı ile serbestçe kullanabilirler?
Bu düzmece ilâhların yerde ve göklerde zerre kadar ortaksız bir mülkleri olmadığı gibi ortak sıfatı ile de hiçbir mülkleri yoktur. Okuyoruz:
"Gökler ile yeryüzü üzerinde hiçbir ortaklıkları yoktur."
Yüce Allah hiçbir konuda bunlardan yardım almaz. Çünkü O'nun hiç kimsenin yardımına ihtiyacı yoktur. Okuyoruz:
"Bunların hiçbiri Allah'ın yardımcısı da değildir"
Anlaşılan ayetin bu cümlesinde yüce Allah'a koşulan düzmece ortakların belirli bir türüne değiniliyor. Bu "belirli tür" meleklerdir. Bilindiği gibi Araplar melekleri, yüce Allah'ın kızları sayarlar ve O'nun katında kendilerine aracılık yapacaklarını ileri sürerlerdi. Belki de onlar "Biz onlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz" diyenler arasındaydılar. (Zümer Suresi, 3) Bundan dolayı bir sonraki ayette meleklerin onlara aracılık edeceği şeklindeki beklentileri kesinlikle reddediliyor. Bu red açıklaması yüce Allah'ın huzurunda tüyler ürpertici bir sahnede yapılıyor. Okuyalım:



23- Allah katında O'nun izin verdiği kimseler dışında hiç kimse şefaat, aracılık edemez. Bu konuda izin bekleyenlerin yüreklerini ürperten korku yatıştırılınca biribirlerine "Rabb'iniz ne dedi?" diye sorarlar. Cevap verenler "O gerçeği söyledi, O yüce ve büyüktür" derler.

Evet, ayetin baş tarafını bir daha okuyalım:
"Allah katında O'nun izin verdiği kimseler dışında hiç kimse şefaat, aracılık edemez."
Demek ki, aracılık (şefaat) yüce Allah'ın iznine bağlıdır. Yüce Allah da kendisine inanmayanlara, O'nun merhametine lâyık olmayanlara aracılık edilmesine izin vermez. Müşrikleri ise kendileri hakkında ilke olarak aracılık izni verilmeye lâyık değildirler. Buna göre böyle bir izin ne meleklere ve ne de diğer aracılık edebilecek kimselere verilmez.
Sonra aracılık olayının gerçekleştiği sahne tasvir edilir. Bu sahne tüyleri diken diken edecek derecede korkunçtur. Okuyoruz:
"Bu konuda izin bekleyenlerin yüreklerini ürperten korku yatıştırılınca biribirlerine `Rabb'iniz ne dedi?' diye sorarlar. Cevap verenler `O gerçeği söyledi O yüce ve büyüktür' derler."
Alıntı ile Cevapla