Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:48 Mesaj:
4.079 Konular:
315 Beğenildi:49 Beğendi:0 Takdirleri:149 Takdir Et:
| Cvp: Fizilalil Kuran Sebe Suresi Tefsiri
Bu adamın tek istediği şey, sizi atalarınızın taptıkları putlardan vazgeçirmektir." Fakat sadece bu kadarını yeterli görmediler. Çünkü sadece atalarının inanç sistemlerine ters düşmek, akli başındaki bütün vicdanlı insanları tatmin edecek bir suçlama değildi. Bu yüzden bu ilk iddialarına bir başkasını daha eklediler. Bu yeni iddiaları Peygamberimize dil uzatıyor, insanlara ilettiği mesajı yüce Allah'dan getirdiğini bildiren tezini reddediyordu. Okuyoruz: "Bu Kur'an, düzmece bir yalandan başka bir şey değildir" dediler. Ayetin orijinalinde geçen "ifk" sözcüğü "yalan, iftira" anlamına gelir. Fakat müşrikler "O düzmece bir yalandan başka bir şey değildir" biçimindeki yoğun pekiştirmeli sözleri ile bu iddialarını güçlendirmek istiyorlar. Böylece Kur'an'ın ilahi kaynaklı olduğu gerçeği hakkında kuşku uyandırabildikleri oranda onun değerini temelden sarsabileceklerini hesab ediyorlardı. Sonra sözlerine devam ederek, doğrudan doğruya Kur'an'a yakışıksız nitelemelerle dil uzatıyorlar. Okuyalım: "Kâfirler kendilerine gelen gerçek için `Bu apaçık bir büyüden ibarettir' demişlerdi." Kur'an, insan kalbinde zelzele meydana getiren son derece etkili bir söz dizimidir. Bu yüzden "bu Kitap düzmecedir" demeleri yeterli olmuyor. Öyleyse daha ileri giderek bu kitabın kalpleri sarsan etkisine gerekçe uydurmaları gerekir. İşte bu ihtiyacı karşılamak için "Bu Kitap, apaçık bir büyüden ibarettir" dediler. Bunlar bir dizi suçlamalar zinciridir. Onları halka halka ileri sürmüşlerdir. Bu suçlamaları ile Kur'an'ın açık ayetlerine karşı koymaya çalışmışlardır. Amaçları bu kutsal Kitap ile insanların kalpleri arasına engel koyabilmektir. Yoksa bu iddiaların hiçbir kanıtı yoktur. Sözleri, kamuoyunu, halkı yanıltmaya yönelik bir yalanlar yumağından ibarettir. Bu sözleri söyleyen seçkinlere ve kabile şeflerine gelince, onlar aslında Kur'an-ı Kerim'in insan kapasitesini, söz ustalarının gücünü aşan bir Kitap olduğundan emindiler. Bu iki yüzlü kabile şeflerinin kimi zaman Peygamberimiz hakkında, kimi zaman Kur'an-ı Kerim hakkında neler söylediklerini, kalpleri büyüleyen ve vicdanları esir eden bu Kur'an-ı Kerim'den halkı soğutmak için aralarında ne komplolar düzenlediklerini bu kitabın daha önceki ciltlerinde anlatmıştık. (Velid b. Muğire, Ebu Sufyan b. Harb ve Ahnes b. Sureyk arasında geçen konuşmalar bu gerçeğin en çarpıcı örneğidir.) Ayrıca Kur'an-ı Kerim, onların düşünce kapasitelerini de açıklıyor. Bu açıklamadan öğreniyoruz ki, bu adamlar okuma-yazmasız kara cahillerdir. Daha önce kendilerine başka bir kutsal Kitap gelmiş değildir ki, bu sayede Kitaplar arasında karşılaştırma yaparak vahiy kaynaklı olanı tanıyabilsinler. Bu bilgi birikimlerine dayanarak şimdi önlerine gelen kitabın vahiy kaynaklı olmadığını, yüce Allah tarafından gönderilmediğini isabetle belirleyebilsinler. Onlar bu tür bir sağduyudan, böylesine ayırd edici bir bilgi birikiminden yoksundurlar. Çünkü daha önce kendilerine peygamber gelmemişti. Buna göre bu adamlar saçmalıyorlar, bilmedikleri bir konuda kof iddialar ileri sürüyorlar. Okuyoruz: "Ey Muhammed, oysa biz o müşriklere daha önce okuyacakları bir Kitap vermemiş, kendilerine senden önce bir uyarıcı göndermemiştik." Okuduğumuz ayetlerin sonuncusu müşriklere daha önce ilahi mesajı yalanlayanların yok oluşlarını hatırlatarak kalplerini etkilemeye çalışıyor. O eski dönemin inkârcıları bilim, servet, güç ve uygarlık düzeyi bakımından bu adamlardan on kat daha ileri idiler. Buna rağmen, peygamberlerini yalanlayınca yüce Allah'ın ağır ve sarsıcı darbesine hedef oldular. Okuyalım: 45- Onlardan önceki bir çok milletler de mesajımızı yalanlamışlardı., Bu müşrikler onlara verdiğimiz dünyalıkların onda birine bile ermiş değillerdir. Buna rağmen peygamberlerimi yalanladılar, ama bu inkârcılığın karşılığı nice oldu? O eski inkârcılara indirilen darbe son derece yıkıcı ve öldürücü olmuştu. Kureyşliler, Arap Yarımadası'nın çeşitli yerlerinde toplu kıyıma uğratılmış bu eski milletlerin yıkıntılarını görmüşlerdir. Onlar için bu hatırlatma yeterlidir. "Ama bu inkârcılığın sonu nice oldu?" şeklindeki alaycı soru, duygulandırıcı bir sorudur. Bu ilahi karşılığın nasıl olduğunu bilen muhatapların kalplerini ürpertir. MÜŞRİKLERİ GERÇEĞE DÜŞÜNMEYİ DAVET Aşağıdaki ayette müşrikler son derece samimi bir öğütle gerçeği aramaya, yalanı doğrudan ayırd etmeye, karşısında bulundukları realiteyi hilesiz ve katışıksız bir netlikle belirlemeye çağrılıyorlar. Okuyoruz: 46- Ey Muhammed, onlara de ki; "Size bir tek öğüdüm var: İkişer iki-şer ve teker teker Allah ile vicdanınızla başbaşa kalınız ve düşününüz ki, bu dostunuz deli değildir, o sadece ağır bir azabın eşiğinde sizleri uyaran bir peygamberdir. " Bu ayette müşrikler arzu ve ihtiraslarından, kişisel çıkarlarından, dünyalık endişelerden, kalpde çöreklenip onu Allah'dan uzaklaştıran çeşitli fısıltı ve içgüdülerden, egemen toplumsal akımların etkisinden, yaygın düşüncelerin baskısından sıyrılarak vicdanlarının özgür ufuklarında yüce Allah ile başbaşa kalmaya çağrılıyorlar. Burada yalın gerçekle yüzyüze gelmeyi öneren bir çağrı ile karşı karşıyayız. Bunun için toplumda geçerli tutulan tezleri ve önermeleri bir yana bırakmak gerekir. Kalbi ve akli yalın gerçekle bütünleştirmekten alıkoyan yaldızlı metinleri göz ardı etmek gerekir. Burada insanlar fıtratın soğukkanlı ve saf mantığına çağrılıyorlar. Verimsiz didişmelerden, saçmalamalardan, demogojilerden, çarpık görüşlerden, gerçeğin saf çehresini gölgeleyici yutturmacalardan uzak kalmaya özendiriliyorlar. Aynı zamanda bu çağrı, gerçeği aramanın yöntemini öğretiyor. Son derece sade olan bu yöntem, toplumsal tortulardan, geçmişin paslarından ve yanıltıcı iç ve dış etkenlerden sıyrılarak yüce Allah'ın gözetimini akıldan çıkarmamaya, O'ndan çekinmeye dayanır. Evet "tek" şart var. Eğer bu şart gerçekleşirse, yöntem tutarlı olur, doğru yola girilir. Bu şart ard niyetin, ihtirasın, kişisel çıkarın ve somut sonuç elde etme kaygısının baskısından uzak bir arınmışlıkla, sarsılmaz bir bağlılıkla vicdanın engin ufuklarında yüce Allah ile başbaşa kalanlar, tüm benlikleri ile O'na yönelenler bu aşamada hiçbir saptırıcı dış etkenin etkisi altında kalmaksızın yüzyüze geldikleri realiteyi değerlendirecekler, onu saf aklın süzgecinden geçireceklerdir. Acaba bu "Allah'la başbaşa kalıp düşünme" işlemi nasıl uygulanacak? Okuyoruz: "İkişer ikişer ve teker teker Allah ile vicdanlarınızda başbaşa kalınız." "İkişer ikişer.'' Çünkü o zaman düzenli ve soğukkanlı düşünce alışverişi yapılabilir. Kalabalıkların gelip geçici reaksiyonlara bağlı mantığından uzak kalınır. Soğukkanlı bir didikleme ile sürekli biçimde deliller aranır. Ve "teker teker" vicdanla yüzyüze gelerek; her şeyden arınmış, soğukkanlı ve derine inmeyi amaçlayan bir yaklaşımla. Okumaya devam edelim: "Ve düşününüz ki, bu dostunuz deli değildir." Şimdiye kadar onu hep akıllı, tedbirli ve temkinli olarak tanıdınız. O akıllılığından ve olgunluğundan kuşkulanmaya yol açacak bir söz söylemiyor. Söyledikleri, sağlam mantıklı, tutarlı ve açık anlamlı sözlerdir. Devam ediyoruz: O sadece ağır bir azabın eşiğinde sizleri uyaran bir peygamberdir." Ağır azabın gerçekleşmek üzere olduğunu somut bir anlatımla bildiren bir uyarı karşısındayız. Zaten bir adım öncesinde uyarıcının çığlığı kulaklarımızda yankılanmıştı. Amaç bu çığlığa kulak verenlerin kurtulması idi. Bir evde yangın çıktığını düşünelim, kaçamayanlar yanıp kül olmak üzereler. Tam o anda bir alarm sesi duyuluyor. İşte bu da aynen öyle. Bu ifade, realiteyi haber vermesinin yanı sıra son derece orjinal, duygulandırıcı ve çarpıcı bir tasvir örneği olarak karşımıza çıkıyor. İmam-ı Ahmed Hanbeli'nin, Ebu Naim Beşir b. Muhacir'e ve onun da Abdullah b. Bureyre'ye dayanarak verdiği bilgiye göre sahabilerden Bureyre şöyle diyor: - Bir gün Peygamberimiz çıkageldi ve yüksek sesle üç kere "Ey insanlar, benim ile sizin durumumuz neye benzer biliyor musunuz?" diye sordu. Oradakiler "Allah ve Resulü daha iyi bilir" diye karşılık verince, Peygamberimiz sözlerine şöyle devam etti: "Benim ve sizin durumumuz şuna benzer. Bir toplum düşününüz. Baskınına uğramaktan korktukları bir düşmanları var. Bu yüzden aralarından birini düşmanın yolunu gözetlemeye gönderirler. Adamlar oldukları yerde dururken, gözetleme görevlisi düşmanı görür. Hemen dönüp komşularını uyarmayı düşünür. Fakat komşularını uyarmayı başaramadan düşman tarafından yakalanacağından korkar. Bu yüzden havaya kaldırdığı gömleğini sallayarak `Ey insanlar basıldınız, ey insanlar basıldınız, ey insanlar basıldınız' demek ister." Yine aynı kanaldan öğrendiğimize göre Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor: "Ben tam kıyamet günü ile birlikte gönderildim. Hatta az kalsın o beni geçecekti." Bu son derece çarpıcı ilk mesajı şu ikinci mesaj izliyor: 47- De ki; "Sizden hiçbir ücret istemiyorum. Ücretiniz sizin olsun. Benim ücretimi Allah verecektir. O her şeyin tanığıdır. " İlk mesajda müşrikler soğukkanlı ve insaflı bir yaklaşımla "dostlarının" yani Peygamberimizin deli olmadığını düşünmeye çağrıldılar. Bu ikinci mesaj da onları düşünmeye çağırıyor. Kendi kendilerine sormalarını istiyor: Bu adam onları ağır bir azabın eşiğinde neden uyarıyor? Bu işten ne çıkarı var? Onu bu uyarıyı yapmaya sürükleyen faktör nedir? Bundan eline ne geçecek? Bu arada Peygamberimize, şu gerçeği çarpıcı bir dille müşriklerin kafalarına sokması, şu sözleri ile vicdanlarını uyandırması emrediliyor: "De ki; Sizden hiçbir ücret istemiyorum. Ücretiniz sizin olsun." Sizden istediğim ücreti siz kendiniz alınız. Bu ifadede hem mizah, hem yönlendirme ve hem de uyarı vardır. Okumaya devam edelim: "Benim ücretimi Allah verecektir." Beni görevlendiren O'dur, buna göre ücretimi de verecek olan O'dur. Ben gözlerimi O'nun vereceği ücrete diktim. Gözlerini Allah'ın katındaki ücrete diken kimseye insanların elindeki değerler basit, önemsiz, düşünmeye değmez şeyler gelir. Devam ediyoruz: "O her şeyin tanığıdır." O her şeyi bilir ve görür, hiçbir şey O'ndan saklı değildir. Ben O'nun sürekli gözetimi altındayım. O benim yaptığım, aklımdan geçirdiğim, sözünü ettiğim her şeyin tanığıdır. Üçüncü mesajın vurgusu daha şiddetli ve temposu daha hızlıdır. 48- De ki; "Gaybleri çok iyi bilen Rabb'im, gerçeği eğrinin başına çarpar. " Size getirdiğim bu mesaj "hak"tır. Yüce Allah'ın hedefine doğru güçlü hak. Yüce Allah'ın hedefine doğru attığı hakkın önünde kim durabilir? Bu ifade son derece tasvirci, somut ve canlıdır. Sanki hak düştüğü yeri yıkan, dağıtan, yoluna hiç kimsenin dikilemediği bir mermi, bir bombadır. Onu "gaybleri çok iyi bilen" Allah atar. Öyleyse O onu bilerek atar, bilerek yönlendirir. Hiçbir hedef O'ndan saklı değildir, hiçbir amaç O'nun bilgisinden kaçmaz. O'nun fırlattığı hakkın yolunu hiç kimse kesemez, yörüngesinin önüne hiç kimse set çekemez. O'nun önündeki yol açıktır, hiçbir noktası kapalı ve kesik değildir. Arkadan gelen dördüncü mesajın da vurgusu aynı biçimde şiddetli ve temposu bir önceki mesajınki gibi hızlıdır. Okuyoruz: 49- De ki; "Hak geldi, artık batıl hiçbir tarafa doğru kımıldayamaz. " Hak çeşitli kılıklarda, çeşitli biçimde geldi. Peygamberlik misyonu biçiminde, Kur'an kılığında, doğru ve tutarlı bir hayat yöntemi kimliğinde ortaya çıktı. "De ki; `Hak geldi." Bu haberi duyur, bu olayı anlat, bu gelişmeyi haykır. Evet, hak geldi. Gücü ile dinamizmi ile, onuru ile egemenliği meydana çıktı. Böyle olunca; "Artık batıl hiçbir tarafa doğru kımıldayamaz." Batılın, eğriliğin işi bitti artık. Ne canı kaldı, ne kımıldayacak mecali. Sonu geldi ve bu sonun "yok oluş" olduğu kesinlikle belli oldu. Bu mesaj son derece sarsıcıdır. İşiten anlar ki, kesin hüküm verilmiştir, artık söylenecek söz kalmamıştır. Bu gerçekten böyledir. Sebebine gelince Kur'an-ı Kerim geldikten sonra hak sistemi kökleşmiş, belirgin bir varlık kazanmıştır. Açık, kesin ve belirgin hak karşısında batılın yapabildiği şey, demogojiden ve mızıkçılıktan öteye geçememiştir. Gerçi batılın bazı durumlarda, bazı özel şartlar altında maddi üstünlük sağladığı anlar olmuştur. Fakat bu durumlarda batıl, hakkı yenmiş, alt etmiş değildir. Söz konusu olan hak yanlılarının yenilgisidir, yani bu durumlarda ilkeler arasında bir yenişme karşısında değiliz, bu ilkelerin taraftarları arasındaki bir yenme-yenilme olayı karşısındayız. Batılın bu tür başarıları üstelik geçici oluyor, bir süre sonra eriyip gidiyor. Buna karşılık hak, sürekli biçimde belirgin, berrak ve apaçık olarak kalmaktadır. Şimdi de bu mesajlar dizisinin sonuncusunu okuyalım: 50- De ki; "Eğer ben eğri yolda isem sapıtmamın zararını kendim çekerim. Eğer doğru yolda isem, bu Rabb'imin bana ilettiği vahiy sayesindedir. Hiç kuşkusuz O her şeyi işitir ve kullarına çok yakındır. " Öyleyse eğer ben sapıtmışsam bu sizi ilgilendirmez. Zararını çekecek olan benim. Buna karşılık eğer doğru yolda isem, beni vahiy aracılığı ile doğruya ileten yüce Allah'ın yönlendirmesi sayesinde doğru yoldayım. Bu konuda benim elimde olan hiçbir şey yok, olan her şey O'nun izni ile oluyor. Ben O'nun dileğine bağlıyım, O'nun bağışının tutsağıyım. Ayetin son cümlesini okuyoruz: "Hiç kuşkusuz O, her şeyi işitir ve kullarına çok yakındır." İşte ilk müslümanlar yüce Allah'ı böyle algılıyorlardı. O'nun bu sıfatları ile vicdanlarının derinliklerinde böyle bütünleşiyorlardı. Bu sıfatları gerçek hayatta kaynaşmış buluyorlardı. Duygusal yaklaşımlarına göre yüce Allah onların sözlerini işitiyordu, onların yakınında idi. Onların her işi ile doğrudan ilgili idi. Şikayetleri ve yakarışları O'na dolaysız biçimde ulaşıyordu. O onları ihmal etmez, başkalarına havale etmezdi. Bundan dolayı O'ndan gelen güvenin rahatlığı içinde, O'nun himayesinde O'nun yakınında, O'nun sıcak ilgisi ve gözetimi altında yaşıyorlardı. Bütün bu duyguları vicdanlarında canlı, somut ve yalın biçimde buluyorlardı. Bu duygular onlar için soyut bir düşünce, sembolik bir kavram ve kuru bir zihinsel yaklaşım değildi. "O her şeyi işitir ve kullarına çok yakındır." Sure son olarak yine bir kıyamet sahnesi ile noktalanıyor. Çarpıcı hareketler ile dolu olan bu sahne, dünya ile ahiret arasında gidip geliyor. Sanki bu iki alem, bütünleşmiş, bir tek alan halinde kaynaşmıştır. Çarpıcı ve coşkulu bir sahnede alanın bir yanı ile öbür yanı arasında mekik dokuyan bir topun zıplayışlarını izliyor gibiyiz. Okuyalım: 51- Onları birde paniğe kapıldıklarında görsen! kaçacakları hiçbir yer yok. Cehennemin yakınında yakayı ele vermişlerdir. 52- "O'na inandık" derler, ama artık iyice uzağında kaldıkları imanı nasıl yakalayacaklardır? 53- Vaktiyle onu inkâr etmişlerdi, o zaman uzaktan karanlığa taş atıyorlardı. 54- Şimdi kendileri ile özlemleri arasına perde gerildi. Tıpkı daha önceki yoldaşlarına yapıldığı gibi. Hiç kuşkusuz onlar koyu bir şüphe içinde idiler. Evet; "Keşki onları görsen!" Sahne, izleyicilerin bakışlarına sunulmuştur. Ansızın karşılaştıkları dehşetten dolayı "Paniğe kapıldıklarında" Galiba kaçmak istiyorlar, ama "kaçacakları hiçbir yer yok." Çünkü "Cehennemin yakınında yakayı ele vermişlerdir." O yüzden bu ümitsiz girişimleri başarısız kalmış; bu yersiz hareketleri bulundukları yerden uzaklaşmalarını sağlayamamıştır. Şimdi zamanı geçtikten, fırsat kaçtıktan sonra "O'na inandık" derler. "Ama artık iyice uzağında kaldıkları imanı nasıl yakalayacaklar?" Şimdi oldukları yerde imanı nasıl ele geçireceklerdir? Çünkü iman etme yeri şimdi çok uzaklarındadır, onun yeri dünya idi. Oradayken bu fırsatı kaçırmışlardı. "Vaktiyle onu inkâr etmişlerdi." İpin ucunu kaçırmışlardır, bu gün onu ele geçirme imkânları kalmamıştır. "O zaman uzaktan karanlığa taş atıyorlardı." Dünyadayken bu günü inkâr etmelerinin anlamı buydu. "Bu gün" o zaman onlar için bir "gayp" konusu idi. Bunu inkâr etmek için ellerinde hiçbir kanıt' yoktu. Bu yüzden yaptıkları şey uzaktan karanlığa taş atmaktı. Şimdi de yine uzaklarda kalan "Ahirete ilişkin imanı" yakalamaya kalkışıyorlar! "Şimdi kendileri ile özlemleri arasına perde gerildi." Bu özlemleri zamansız iman girişimleri, gözleri ile gördükleri azaptan yakayı sıyırmak ve yüzyüze geldikleri tehlikeden kurtulmaktır. "Tıpkı daha önceki yoldaşlarına yapıldığı gibi" Yüce Allah yakalarına yapışması üzerine bu uygulamaya konan kesin karardan ve bu hükümden kaçıp kurtulmaları imkânı kalmadıktan sonra onlar ile özlemleri arasına da perde gerilmişti. "Onlar koyu bir şüphe içinde idiler." Ama dünyadaki koyu kuşkudan sonra şimdi somut realite ile yüz yüzedirler, artık en ufak bir tereddütleri kalmamıştır! Bu kısa, bu çarpıcı, bu yüksek frekanslı mesajla sure noktalanıyor. Surenin sonunu bir kıyamet sahnesi oluşturuyor. Bu sahne surenin üzerinde yoğunlaştığı ve çarpıcı vurgulamalarla işlediği kıyamet konusunu gözlerimizin önüne seriyor. Zaten surenin bütün bölümlerinin sonunda ve bölüm aralarında da aynı konuya dikkatlerimiz çekilmişti. Demek ki, bu konu ile söze giren sure, yine aynı konunun çarpıcı bir tasviri ile noktalanmıştır. |