Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:48 Mesaj:
4.079 Konular:
315 Beğenildi:50 Beğendi:0 Takdirleri:149 Takdir Et:
| Cvp: Fizilalil Kuran Ahzap Suresi Tefsiri Tarihçi İbn-i İshak Selman-ı Farisi'nin (r.a) şöyle dediğini anlatır: "Hendeğin bir tarafını kazmaya çalışıyordum. O sırada sert bir kaya çıktı karşıma. Peygamber efendimiz de bana yakın bir yerdeydi. Toprağı kazdığımı ama çok zorlandığımı görünce, inip kazmayı elimden aldı. Kayaya bir darbe indirdi. Kazmanın değdiği yerden bir kıvılcım parladı. Sonra bir daha vurdu. Yine bir kıvılcım çıktı. Sonra kayaya üçüncü bir darbe indirdi. Bu seferde kazmanın değdiği yerden kıvılcım çıktı. "Anam, babam sana feda olsun ya Resulallah, sen kayayı parçalarken kazmanın ağzından çıkan kıvılcımlar neydi?" dedim. "Yoksa sen onları gördün mü ya Selman?" diye buyurdu. "Evet" dedim. "Birinci kıvılcımda yüce Allah bana Yemeni sundu. İkinci kıvılcımda Şam ve Mağrib'i, üçüncüsünde ise doğuyu sundu" dedi. Makrizi'nin "İmta'ul esma" adlı eserinde anlattığına göre, Peygamber efendimizin bu dedikleri Hz. Ömer'in halifeliği döneminde ve Selman-ı Farisi'nin hayatta olduğu sırada gerçekleşmiştir. Bu gün düşündüğümüzde, tehlike kapıya dayanmışken, her yandan korku çemberine alınan o kalpler üzerinde bu tür bir sözün ne büyük etki bıraktığını görür gibi oluyoruz. Bu aydınlık tablolara düşman birlikleri hakkında bilgi toplamaktan dönen Huzeyfe'yi de eklememiz gerekir. Huzeyfe yolda çok üşümüştü. Peygamber efendimiz de eşlerinden birine ait bir örtünün altında namaz kılıyordu. Ama Peygamberimiz namazında, Rabbi ile iletişim halindeyken, Huzeyfe'nin namazın sonuna kadar soğuktan titremesine gönlü razı olmuyor. Aksine tutuyor, ayaklarının arasında ona yer veriyor, ısınsın diye örtünün bir ucunu üzerine atıyor, sonra da namazına devam ediyor. Namazı bitirince, Huzeyfe edindiği bilgileri O'na anlatıyor. Peygamberimizin kalbinin önceden bildiği haberi müjdeliyor. Çünkü Peygamberimiz, düşman birliklerinin geri döndüklerini bildiği halde Huzeyfe'yi olup bitenleri görmesi için göndermişti. Peygamber efendimizin bu korkulu atmosferdeki cesaretine, dayanıklılığına, kararlılığına ilişkin haberler ise, hikayenin tümünde son derece belirgindirler. Bizim ayrıca bunları anlatmamıza gerek yoktur. Hepsi de bilinen ve yararlanılan şeylerdir. Hiç kuşkusuz yüce Allah doğruyu söylemiştir: "Andolsun Allah'ın elçisinde sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmaya inanan ve Allah'ı çok anan kimseler için en güzel bir örnek vardır." Sonra imanın, güven verici ve huzur aşılayıcı tablosu ile mü'minlerin korku karşısındaki, tehlike ile yüz yüze geldiklerindeki durumlarını tasvir eden tablolarına sıra geliyor. Nitekim bu tehlike mü'min gönülleri sarsmıştı. Ama onlar bu tehlikeyi güven, bağlılık, müjde ve iç huzuru için kullanılacak bir etken olarak algılıyorlar: 22- "Mü'minler düşman ordularını gördükleri zaman; "Bu Allah'ın ve Resulünün bize vaad ettiği zaferdir. Allah ve Resulü doğru söylemiştir" dediler. Bu, onların sadece imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı." Müslümanların bu büyük olay karşısında içine düştükleri korku, yüz yüze geldikleri zorluğun doğurduğu sıkıntı, üzerlerine saldıran zorlu düşmanın neden olduğu panik onları şiddetle sarsacak kadar büyüktü. Nitekim her zaman en doğrusunu söyleyen yüce Allah onların bu durumunu şu şekilde anlatmaktadır: "İşte orada mü'minler denenmiş, şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı." Kuşkusuz onlar da insandılar. İnsanın gücü ise sınırlıdır. Bu yüzden yüce Allah insanlara güçlerini aşan sorumluluklar yüklemez. Yüce Allah'ın en sonunda kendilerine yardım edeceğine ilişkin derin güvenlerine rağmen; yine Peygamber efendimizin, içinde bulundukları bu sıkıntılı atmosferin boyutlarını aşan Yemen'in Şam'ın, Mağrib'in ve Maşrik'in fethedileceğini ima eden müjdesine rağmen. Bütün bunlara rağmen karşı karşıya kaldıkları korku, onları sarsıyor, huzursuz ediyor, canlarını sıkıyordu. Bu durumu en güzel Huzeyfe'nin sözleri tasvir etmektedir. Peygamber efendimiz arkadaşlarının durumunun farkındadır. Ruhsal durumlarını görüyor. Bu yüzden: "Kim gidip düşmanın ne yaptığını görecek, sonra da gelip bize haber verecek -Peygamberimiz burada o kişinin geri döneceğini garantiliyor-. Onun cennette benim arkadaşım olmasını Allah'tan dileyeceğim" diyor Dönüş garantisine rağmen, cennette Hz. Peygamberle arkadaş olmaları yönünden yapılan duaya rağmen kimse Peygamberimize cevap vermiyor. Hz. Huzeyfe'ye bizzat ismi ile hitap edildiği zaman da şöyle diyor: Peygamber efendimiz beni çağırınca kalkmaktan başka çarem yoktu! Dikkat edin, böyle bir şey ancak sarsıntının son noktaya vardığı durumlarda olur... Ne varki, sarsılmanın, gözlerin korkudan kaymasının, yüreklerin ağızlara gelmesinin yanı sıra, Allah'la aralarında kopmayan bir bağlantı vardı. Yüce Allah'ın olaylara egemen olan yasalarına ilişkin şaşmaz bir anlayışları vardı. Bu yasaların değişmezliğine, başlangıçları gerçekleştirdiğine göre sonuçlarının da gerçekleşeceğine ilişkin sonsuz güvenleri vardı. Bunun için mü'minler meydana gelen sarsıntıyı yardımı beklemenin nedeni olarak algılıyorlardı. Çünkü onlar, daha önce yüce Allah'ın şu sözünü doğrulamışlardı: "Acaba sizden öncekilerin başlarına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeksizin, cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öylesine ağır sıkıntılara ve zorluklara uğradılar, öylesine sarsıldılar ki, Peygamberleri ile çevresindeki inanmışlar "Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?" dediler. İyi bilin ki, Allah'ın yardımı yakındır" (Bakara Suresi, 214) Şu anda onlar da sarsılıyorlar, şu halde Allah'ın yardımı onlara da yakındır! Bu yüzden şöyle demişlerdi: "Bu Allah'ın ve Resulü'nün bize vaad ettiği zaferdir." "Allah ve Resulü doğru söylemiştir..." "Bu, onların sadece imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı." "Bu, Allah'ın ve Resulü'nün, bize vaad ettiği zaferdir." Allah ve Resulü, bu korku, bu zorluk, bu sarsıntı ve bu sıkıntı karşısında bize zafer vaad ettiler. Şu halde Allah'ın yardımının gelmesi kaçınılmazdır: "Allah ve Resulü doğru söylemiştir." Allah ve Resulü zaferin belirtileri hususunda doğru söylemiştir. Bu belirtilerin ifade ettikleri anlam hususunda doğru söylemiştir. Bu yüzden kalpleri Allah'ın yardımı ve vaadine yönelik sarsılmaz bir güvenle doludur: "Bu, onların sadece imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı." Kuşkusuz onlar da insandı. İnsana özgü duygulardan, zaaflardan kurtulmaları mümkün değildi. Zaten kendi cinslerinin sınırlarını aşmaları, bu cinsin çerçevesi dışına çıkmaları, doğal özelliklerini ve yeteneklerini yitirmeleri istenmiyordu. Çünkü yüce Allah onları bu nitelikleri için yaratmıştır. İnsan olarak kalsınlar; başka bir cinse, örneğin meleğe, şeytana, hayvana yahut taşa dönüşmesinler diye yaratmıştır... Evet onlar da insandılar, bu yüzden korkuyorlardı, bir zorlukla karşılaştıklarında sıkılıyorlardı, insan gücünü aşan bir tehlike ile yüz yüze geldiklerinde sarsılıyorlardı. Ama, bununla beraber onlar, kendilerini Allah'a bağlayan, düşüp parçalanmalarını önleyen, içlerindeki ümidi tazeleyen, onları ümitsizlikten koruyan sağlam, güvenilir bir kulpa bağlanmışlardı. Bu ve şu durumlarıyla onlar, insanlık tarihinde benzeri görülmemiş eşsiz bir örnektiler.' Yüzyıllar içinde tanık olunan bu eşsiz örneği kavrayabilmemiz için, bu gerçeği kesinlikle algılamamız gerekir. Onların insan olduklarını, güçlülüğüyle, zayıflığıyla insan tabiatından soyutlanmadıklarını kavramamız gerekir. Onların sahip oldukları ayrıcalığın; göklerin kulpuna yapışmış olmakla beraber yeryüzündeki insana özgü nitelikleri korumalarından, kendi insanlıkları çerçevesinde insanoğlu için hazırlanan en yüksek zirveye ulaşmış olmalarından kaynaklandığını göz ardı etmememiz gerekir. Bu açıdan, bir gün içimizde zaaf baş gösterdiğini yahut sarsıldığımızı, ya da korktuğumuzu veya tehlikenin, şiddetin, sıkıntının ve dehşetin etkisiyle sıkıldığımızı görürsek, hemen karamsarlığa kapılmamalıyız, telaşlanıp artık helâk olduğumuzu sanmamalıyız. Veya artık hiçbir zaman büyük bir sorumluluk yüklenemeyeceğimizi, buna layık olmadığımızı düşünmemeliyiz. Ancak, insan oluşumuzdan kaynaklandığı gerçeğinden hareket ederek kendi zaafımızın yanında durmamamız gerekir. Bizden daha iyi olanlarda baş gösterdi diye kendi zaafımızda ısrar etmemeliyiz. Çünkü ortada sağlam ve güvenilir bir kulp var. Göklerin kopmaz kulpu var. Sürçmekten kurtulmamız için ona sarılmalıyız, güven ve bağlılık tazelemeliyiz, içimizde baş gösteren sarsıntıyı gelecek yardımın müjdesi olarak algılamalıyız. Böylece direncimizi ve kararlılığımızı korumuş, daha,güçlü ve kendinden emin olarak yolumuza devam etmiş oluruz. İşte islamın ilk yıllarındaki bu eşsiz örnekte meydana gelen denge budur. Kur'an-ı Kerim bu eşsiz örnekten, geçmişteki tutumlarından, imtihanı başarıyla geçmelerinden, Allah yolunda giriştiği cihattan, kimilerinin Allah'la buluşmasından, kimilerinin de bu buluşmayı beklemesinden şu şekilde söz ediyor: 23- "Mü'minler arasında öyleleri varki, Allah'a verdikleri sözde dururlar. Kimileri sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimileri de şehitlik beklemektedir. Onlar hiç sözlerini değiştirmediler." Bu, daha önce işaret edilen ve savaşta düşman karşısında geri dönüp kaçmayacaklarına ilişkin olarak Allah'a söz veren, ama Allah'a verdikleri bu sözü tutmayan kimselerin durumunu anlatan örneğe karşılık olarak yer alıyor: "Allah'a verilen sözden sorumluydular." İmam Ahmed, Sabit'ten şunları aktarır: Amcam Enes b. Nadr Peygamber efendimizin yanında Bedir savaşma katılmamıştı. Bu durum zoruna gidiyordu. "Hz. Peygamberin yaptığı ilk savaşa katılmadım. Eğer yüce Allah bundan sonra bana Peygamber efendimizle birlikte bir savaşa katılmayı nasip ederse neler yapacağımı görecektir" diyordu ve bundan fazlasını söylemekten de korkuyordu. Nihayet Peygamber efendimizin yanında Uhud savaşına katıldı. Savaşın devam ettiği bir sırada Saad b. Muaz'a "Ey Ebu Amr, cennetin kokusu ne hoş. Uhud'un ötesinden bu kokuyu duyuyorum" dedi ve öldürülene kadar müşriklerle savaştı. Cesedinde seksen küsür ok, kılıç ve mızrak yarası tespit edilmişti. Kız kardeşi -Hâlâm Rubbiy binti Nadr- "Kardeşimi ancak parmaklarından tanıyabildim" demişti. Bunun üzerine şu ayet inmişti: "Mü'minler arasında öyleleri varki, Allah'a verdikleri sözde durdular". Sahabeler bu ayetin Enes ve arkadaşları hakkında indiği düşüncesindeydiler. (Müslim, Tirmizi ve Nesai) Mü'minler arasında yer alan bu tiplerin aydınlık portreleri burada, münafıklık, zaaf ve sözlerinden dönenlerin tablolarına karşılık yer alan iman tablosunu bütünlemek için sunuluyor. Bunda, olaylar ve Kur'an aracılığı ile eğitme sahnesindeki karşılaştırmanın gerçekleşmesi amacı güdülüyor. Bunun üzerine imtihanın hikmetini, verilen sözü tutmanın ya da dönmenin akıbetini açıklamak ve bütün bunlarda meseleyi Allah'ın iradesine bağlamak suretiyle bir değerlendirme yapılıyor: 24- "Bu sebeple Allah, doğruları doğrulukları ile mükafatlandırır; münafıkları da dilerse azaplandırır veya tevbelerini kabu1 eder. Şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." Bu değerlendirme cümlesi, olaylar ve sahnelere ilişkin tasvirli anlatımın arasında yer alıyor. Amaç, bütün meseleyi Allah'a bağlamak, olaylar ve gelişmeler üzerindeki perdeyi kaldırıp ilahi hikmeti ortaya koymaktır. Şu halde, bu olay ve gelişmelerin hiçbiri boşuna değildir. Raslantı sonucu meydana gelmemiştir. Hepsi de önceden planlanan bir hikmet ve belli bir amaç doğrultusunda meydana gelmektedir ve yüce Allah'ın dilediği sonuçlara varacaklardır. Bunun yanı sıra tüm olaylarda ve gelişmelerde yüce Allah'ın kullarına yönelik rahmeti belirginleşmektedir. Çünkü onun merhameti ve bağışlaması daha yakın ve daha büyüktür: "Şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." Büyük olaya ilişkin bu açıklama olayın, mü'minlerin Rabbleri ile ilgili düşüncelerini doğrulayan, münafık ve bozguncuların sapıklıklarını, yanlış düşüncelerini ortaya koyan sonuç kısmı ile noktalanıyor. Aynı zamanda pratik bir sonuçlandırma ile imani değerler yerleştiriliyor: 25- "Âllah, o kafirleri hiçbir şey elde edemeden öfkeleriyle geri çevirdi. Allah'ın yardımı savaşta mü'minlere yetti. Allah güçlüdür, mutlak galiptir." Savaş başlamış, gelişmiş ve bir sonuca ulaşmıştı. Ama savaşın dizgini Allah'ın elindeydi, istediği gibi yönlendiriyordu. Kur'an-ı Kerim bu gerçeği kendine özgü ifade yöntemi ile vurguluyor. Bu gerçeği pekiştirmek, onu kalplere yerleştirmek, gerçek islami düşünceyi açığa kavuşturmak için meydana gelen tüm olayları ve sonuçları doğrudan doğruya yüce Allah'a dayandırıyor. Savaş sadece Kureyş ve Gatafan müşriklerinin yenilgisi ile sonuçlanmamıştı. Müşriklerin müttefiki olan yahudi Beni Kureyze kabilesi de hezimete uğramıştı: 26- "Allah, kitap ehlinden onlara yardım eden Kureyze yahudilerini de kalelerinden indirdi ve kalplerine korku düşürdü. Onlardan bir kısmını öldürüyorsunuz, bir kısmını da esir alıyordunuz." 27- "Topraklarını, evlerini, mallarını ve henüz ayağınızı dahi basmadığınız yerleri Allah size miras olarak verdi. Allah'ın gücü her şeye yeter." Bu ayetlerin işaret ettiği gelişmeleri anlayabilmek için yahudilerle müslümanların ilişkilerine bir göz atmakta yarar vardır... Medine'de yaşayan yahudiler, müslümanların gruplar halinde buraya gelişlerinden sonraki kısa bir süre dışında müslümanlarla barışık bir hayat sürdürmediler. Peygamber efendimiz Medine'ye gelir gelmez onlarla bir barış antlaşması imzalamıştı. Bu antlaşmada Peygamberimiz onlara yardım etmeyi, onları korumayı garantilemişti. Ancak antlaşmayı bozmamalarını, bozgunculuk çıkarmamalarını, başkalarının ayıplarını araştırmamalarını, düşmana yardımcı olmamalarını, kimseyi incitecek davranışlarda bulunmamalarını şart koşmuştu. Ne varki yahudiler, çok geçmeden yeni dinin, ilk ehli kitap toplum olmaları bakımından sahip oldukları geleneksel ayrıcalıklı konumlarına yönelik tehlikesini sezdiler. Yahudiler bu niteliklerinden dolayı Medine'liler arasında sahip bulundukları saygın konumlarından büyük kazançlar sağlıyorlardı. Aynı şekilde İslam dininin Peygamber efendimizin önderliğinde toplum için öngördüğü yeni sosyal düzenin de kendileri açısından ne denli tehlikeli olacağını sezmişlerdi. Çünkü yahudiler, Medine'de en etkin, en yüce söz kendilerine ait olsun diye Evs ve Hazreç kabileleri arasındaki ihtilafı istismar ediyorlardı. Fakat İslam Evs ve Hazreç kabilelerini saygın Peygamberlerinin önderliğinde birleştirince, artık yahudiler iki grup arasında avlanacakları bulanık suyu bulamaz oldular. Onların belini kıran en büyük darbe, bilginleri ve hahamları olan Abdullah b. Selam'ın müslüman olmasıydı. Yüce Allah onun göğsünü islama açmış ve müslüman olmuştu. Ailesini davet etmiş onlar da müslüman olmuşlardı. Fakat, müslüman olduğunu açıklayacak olursa yahudilerin aleyhinde dedikodu çıkaracağından korkuyordu. Bu yüzden Peygamber efendimizden kendisinin müslüman olduğunu yahudilere bildirmeden önce kendisini onlara sormasını istedi. Peygamberimiz onun nasıl biri olduğunu yahudilere sorunca: "Bizim efendimizdir, efendimizin oğludur. Hahamımızdır, bilginimizdir" dediler. Bu sırada Abdullah b. Selam ortaya çıkıp kendisinin inandığı şeye onların da inanmalarını istedi. Buna çok bozuldular ve hakkında kötü söz söylediler. Yahudi ailelere ondan uzak durmalarını tembih ettiler. Dini ve siyasi egemenliklerine, rejimlerine yönelen gerçek tehlikeyi sezdiler. Ve Hz. Muhammed'in (s.a.s) işini bitirmek için kesintisiz komplolar düzenlemeye karar verdiler. İşte bugüne kadar müslümanlarla yahudiler arasında bir gün olsun durmayan savaş o günden itibaren başlamış oldu. Bu günkü deyimiyle ilk önce soğuk savaş başladı. Hz. Muhammed (s.a.s) ve islam aleyhine propaganda savaşı başladı. Yahudiler uzun tarihleri boyunca geliştirdikleri tüm taktikleri uyguladılar bu savaşta. Hz. Muhammed'in (s.a.s) Peygamberliği hakkında kuşku uyandırma, yeni inanç sisteminin etrafında çeşitli şüpheler yayma taktiğine başvurdular. Bazı müslümanların aralarını bozma yolunu tuttular. Bazan Evs ve Hazreç kabilelerinin, bazan muhacirlerle ensarın arasını bozmaya çalıştılar. Müşrikler hesabına müslümanlar aleyhine casusluk yaptılar. Müslüman görünen bir grup münafıkla işbirliği yönüne giderek onlar aracılığı ile müslüman saflar arasına fitne sokmaya çalışırlar... En sonunda da maskelerini indirip Ahzap savaşında olduğu gibi müslümanlar karşısında oluşan düşman saftaki yerlerini aldılar. En önemli toplulukları Beni Kaynuka, Beni Nadr ve Beni Kureyze'ydi. Bu toplulukların her birinin gerek Peygamber efendimizle gerekse müslümanlarla belli bir ilişkisi vardı. En cesurları Beni Kaynuka kabilesi idi. Bedir'de büyük bir zafer elde etmelerinden dolayı müslümanlara kin besliyorlardı. İğneleyici sözler söylüyor, daha önce Peygamberimizle yaptıkları antlaşmayı inkar ediyorlardı. Bu tutumları, Hz. Peygamberin Kureyş'le yaptığı ilk savaşta galip geldikten sonra bir daha karşı koyamayacakları şekilde etkinlik kazanmasından, gücünün artmasından korktuklarının belirtisiydi. İbn-i Hişam, İbn-i İshak kanalı ile onların durumlarını şu şekilde anlatır: "Peygamber efendimiz Beni Kaynuka kabilesini pazarda toplayıp onlara şöyle seslendi: "Ey yahudiler, Kureyşlilerin başına gelen felaketin aynısını başınıza indirmesi konusunda Allah'tan sakının ve müslüman olun. Çünkü siz, benim Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamber olduğumu biliyorsunuz. Bunu kendi kitabınızda ve yüce Allah'ın sizinle yaptığı sözleşmede görüyorsunuz". Buna karşılık olarak yahudiler: "Ey Muhammed, sen bizi kendi kavmine benzetiyorsun. Savaştan anlamayan bir toplumla karşılaşıp onları yenmiş olman seni aldatmasın. Allah'a andolsun ki, eğer biz seninle savaşmış olsaydık, nasıl insanlar olduğumuzu sana öğretirdik" dediler. İbn-i Hişam Abdullah b. Cafer'e dayanarak şunları anlatır: Beni Kaynuka ile ilgili gelişmelerden biri de şudur: Bir Arap kadını gidip Beni Kaynuka pazarında süt satar, sonra da bir kuyumcu dükkanında oturur. Orada bulunanlar kadından yüzünü açmasını isterler, kadın itiraz eder. Kuyumcu kadının elbisesinin eteğini elbisenin üst tarafına düğümler. Kadın ayağa kalkınca ayıp yerleri görünür. Yahudiler gülüşürler. Kadın bağırır. Bir müslüman, kuyumcunun üzerine atılır ve onu öldürür. Kuyumcu yahudi olduğu için diğer yahudiler hep birlikte o müslümanı öldürürler. Öldürülen müslümanın ailesi de yahudilere karşı müslümanları yardıma çağırır. Bunun üzerine müslümanlar öfkelenirler. Böylece müslümanlarla Beni Kaynuka kabilesi arasında büyük bir kavga başlamış olur. İbn-i İshak bu olayın gelişimini şöyle tamamlar: Peygamber efendimiz vereceği karara boyun eğeceklerini bildirene kadar onları ablukaya aldı. Yüce Allah Peygamberimize yahudilerin aleyhine fırsat vermişken Abdullah b. Ubeyy b. Selul kalkıp şöyle dedi: Ey Muhammed, dostlarıma iyi davran -Beni Kaynuka kabilesi Hazreç kabilesinin müttefiki idi- Peygamberimiz duymazlıktan geldi. Tekrar "Ey Muhammed, dostlarıma iyi davran" dedi. Peygamberimiz onu dinlemedi, yüzünü bir tarafa çevirdi. Bu sefer elini Peygamberimizin zırhının cebine soktu. Peygamberimiz "Bırak beni" dedi. Peygamberimizin yüzünün rengi değişecek kadar öfkelenmişti. "Yazıklar olsun sana, bırak beni" dedi. "Hayır, vallahi dostlarıma iyi davranmadığın sürece bırakmam seni. Bunlar dörtyüz zırhsız, üçyüz zırhlı savaşçıdır. Kızıla ve karaya karşı korurlardı beni. Sense bir gün de kılıçtan geçirmek istiyorsun. Allah'a andolsun ki, ben çıkacak felaketlerden endişeleniyorum" dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz "Onları sana bağışladım" dedi. Abdullah b. Ubeyy o güne kadar kabilesi arasında etkinlik sahibi birisiydi. peygamber efendimiz Beni Kaynuka kabilesi hakkında aracılık yapmasını kabul ederek, onların silahları hariç diğer mallarını yanlarına alarak Medine'yi terk etmelerine izin verdi. Böylece Medine önemli bir güce sahip yahudilerin bir kısmından kurtulmuş oldu. Beni Nadr kabilesine gelince; Peygamber efendimiz Uhud savaşından sonra Hicri dördüncü senede, daha önce aralarında vardıkları bir antlaşma uyarınca öldürülen iki kişinin diyetine katkıda bulunmalarını istemek üzere yaşadıkları bölgeye gitti. Peygamberimiz bulundukları yere gelince: "Tamam ey Ebul Kasım, sana istediğin miktarda yardımda bulunacağız" dediler. Sonra aralarında yalnız kalınca: "Bu adamı bir daha bu durumda bulamazsınız. -Peygamber efendimiz onların evlerinden birinin duvarının dibinde oturuyordu- Kim bu evin üzerine çıkıp, üzerine bir kaya indirerek bizi ondan kurtaracak? Ardından bu alçakça komployu uygulamaya başladılar. Peygamber efendimiz onların yapmak istedikleri şeyi sezdi ve hemen oradan ayrılıp Medine'ye döndü. Onlara karşı savaş hazırlıklarının başlatılmasını emretti. Onlarda kalelerine kapandılar. Münafıklığın elebaşısı Abdullah b. Ubeyy b. Selul, "Direnin ve kendinizi savunun, sizi kesinlikle teslim etmeyeceğiz. Eğer ölürseniz biz de sizinle ölürüz. Eğer sürgün edilirseniz biz de sizinle şehri terk ederiz" diye onlara haber gönderdi. Ama münafıklar sözlerinde durmadılar. Yüce Allah Beni Nudayrlıların içine korku saldı. Onlar da savaşmadan, direnmeden teslim oldular. Peygamber efendimizden, şehri terk etmelerine izin vermesini, canlarını bağışlamasını, silah hariç yanlarında bir deve yükü mal alıp gitmelerine müsaade etmesini istediler. Peygamberimiz de bu şekilde hareket etti. Çıkıp Haybere gittiler. Bazıları da Şam'a gitti. Haybere giden ileri gelenleri arasında Selam b. Ebu'l Hukeyk, Kenane b. Rebi b. Ebu'l Hukeyk ve Huyey b. Ahtab vardı. Ahzap savaşında Kureyş ve Gatafan müşriklerinin müslümanlara karşı birlik oluşturup saldırıya geçmeleri gündeme getirildiği sırada onlardan da söz edilmişti. Şimdi Beni Kureyze savaşına gelmiş bulunuyoruz. Daha önce bunların Ahzap savaşındaki tutumlarına değinilmişti. Başta Huyey b. Ahtap olmak üzere Beni Nudayr kabilesinin ileri gelenlerinin teşvikleriyle müşriklerle birlik olup müslümanlar aleyhine oluşan ittifaka katılmışlardı. Beni Kureyze kabilesinin bu ortamda Peygamber efendimizle daha önce yaptıkları saldırmazlık ve savunma işbirliği antlaşmasını bozmaları, düşman birliklerinin Medine'nin dışında giriştikleri saldırılardan daha ağır gelmişti müslümanlara. Şu rivayet, o sırada müslümanlara yönelen tehdidin büyüklüğünü ve Beni Kureyze'nin antlaşmayı bozmasından dolayı duyulan korkunun boyutlarını çok güzel tasvir ediyor: Peygamber efendimiz haberi duyunca, Evs kabilesinin lideri Saad b. Muaz, Hazreç kabilesinin lideri Saad b. Ubade ile birlikte Abdullah b. Revaha ve Havvat b. Cubeyri r.a. göndererek şöyle buyurdu: "Gidin bakalım bunlara ilişkin olarak duyduğumuz şeyler doğru mudur değil midir? Eğer söylenenler doğruysa, sadece benim anlayacağım şekilde gizlice anlatın, halka duyurmayın. Ama eğer bize verdikleri sözde duruyorlarsa bunu halka duyurun." (Bu sözler, Peygamber efendimizin bu haberin nefislerde bırakacağı kötü etkilerden endişelendiğini gösteriyor). Heyet Beni Kureyze'nin bulunduğu yere gelince, onları Peygamber efendimizden onlara ilişkin duyduklarından da beter bir durumda gördüler: "Resulullah da kimdir? Muhammed'le aramızda herhangi bir antlaşma, bir sözleşme yoktur" dediler. Bunun üzerine heyet döndü ve durumu Peygamber efendimize açıklamadan işaretle bildirdiler. Bunun üzerine Peygamber efendimiz "Allahu ekber, müjdeler olsun ey müslümanlar" buyurdu. (Kötü haberin saflarda yayılmasına karşı müslümanlara güven aşılamak için böyle davranmıştı). İbn-i İshak diyor ki: "Bundan sonra imtihan ağırlaştı. Korku gittikçe arttı. Müslümanlar hem yukarıdan, hem aşağıdan düşmanla çevrilmişlerdi. Hatta müslümanlar en olmadık olumsuzlukları düşünmüşlerdi. Bazı münafıklar da ortalığı karıştırıyorlardı..." Ahzap savaşının başlangıcında durum bundan ibaretti. Yüce Allah, yardımı ile Peygamberini destekleyince, düşmanlarını hiçbir sonuç elde edemeden gerisin geri gönderince ve yüce Allah mü'minleri savaştan koruyunca, Peygamber efendimiz zaferle Medine'ye döndü. İnsanlar silahlarını bırakmışlardı. Peygamber efendimiz Ümmü Seleme'nin r.a. evinde cephenin tozlarından yıkandığı bir sırada Cebrail a.s. geldi ve "Silahını bıraktın mı ya Resulallah?" dedi. Peygamber efendimiz "Evet" dedi. Cebrail a.s. "Ama melekler henüz silahlarını bırakmadılar. Şimdi o kavmin üzerine yürümenin zamanıdır" dedi. Sonra da şunları ekledi: "Yüce Allah Beni Kureyze kabilesinin üzerine yürümeni emrediyor." Beni Kureyze'nin yurdu Medine'den birkaç mil uzaktaydı. Bu olay öğlen namazından sonra meydana geliyordu. Peygamber efendimiz "Beni Kureyze'nin yurduna varmadıkça hiç kimse ikindi namazını kılmasın" Ardından müslümanlar yola koyuldular. İkindi namazının vakti onlar yoldayken girdi. Bazısı namazı yolda kıldı ve "Resulullah sırf acele etmemiz için böyle söylemiştir" dediler. Diğerleri de Beni Kureyze'nin yurduna varmadıkça ikindi namazını kılmayacağız dediler. Peygamberimiz iki tarafa da sert bir tepki göstermedi. Peygamber efendimiz Ümmü Mektum'u (Hakkında "Abese vetevella encaehul'a'ma" =Surat astı ve döndü. Kör geldi, diye= ayeti inen kör sahabe) Medine'de kendisine vekil bırakarak peşlerinden gitti. Bayrağı Ali b. Ebu Talib'e verdi. Sonra Peygamber efendimiz yurtlarının önünde savaş düzeni alarak yirmibeş gece onları ablukaya aldı. Bu abluka uzun sürünce Evs kabilesinin lideri Saad b. Muaz'ın hakemliğini kabul ettiler. Çünkü cahiliye döneminde Evs kabilesinin müttefikleri idiler. Onlar Saad b. Muaz'ın kendilerine iyi davranacağına inanıyorlardı. Nitekim Abdullah b. Ubeyy b. Selul dostları olan Beni Kaynuka kabilesi için öyle yapmış, aracılık yaparak onları Resulullah'ın elinden kurtarmıştı. İbn-i Ubeyy'in Beni Kaynuka için yaptığı aracılık gibi Saad'ın da kendileri hakkında aracılık yapacağını sanmışlardı. Saad b. Muaz'ın hendek savaşının sürdüğü günlerde, (koptuğu zaman kolun hareket etmesine engel oluşturan bir damara) ok isabet etmek suretiyle yaralandığını bilmiyorlardı. Resulullah bu damarım dağlamış ve yakından ilgilenmek için onu mescidin bir tarafına yatırmıştı. O sırada Saad b. Muaz Allah'a şöyle dua ediyordu: "Allah'ım eğer Kureyşle bundan sonra yine savaşmamızı takdir etmişsen, bizi o güne yetiştir. Eğer bizimle onlar arasındaki savaşın bitmesini takdir etmişsen onların birliğini parçala, darmadağın et. Beni Kureyze kabilesi hakkında da gözlerimi aydın etmedikçe canımı alma." Yüce Allah Saad'ın bu duasını kabul etmiş ve kendi kendilerini onun hakemliğini kabul etmelerini takdir etmişti. Bu sırada Peygamber efendimiz onların hakkında hakemlikte bulunması için onu Medine'den çağırttı. Bindirildiği bir merkebin sırtında çıkagelince Evs kabilesinden olanlar etrafını sarıp şöyle demeye başladılar: "Ey Saad, bunlar senin müttefiklerindir, onlara iyi davran." Onu yumuşatmaya, onlar hakkında merhametli davranmasını sağlamaya çalışıyorlardı. O ise sessizce söylenenler i dinliyordu. Fazla ısrar edince: "Şimdi Saad'ın Allah için yapacağı bir işte kınayanın kınamasından korkmayacağı andır" dedi. Bunun üzerine Saad'ın onları sağ bırakma taraftarı olmadığını anladılar. Saad b. Muaz r.a. Peygamber efendimizin içinde bulunduğu çadıra yaklaşınca, Peygamber efendimiz "Büyüğümüze yardım edin" dedi. Müslümanlar hemen kalkıp onu merkebin sırtından indirdiler. Peygamberimizin ona karşı bu şekilde davranması, vereceği hükmün daha etkin olması için karar verme yetkisine sahip olduğu bir ortamda ona saygı gösterilmesini, onurlandırılmasını sağlama amacına yönelikti. Saad oturduğu zaman, Peygamber efendimiz ona şöyle dedi: "Şu adamlar -Beni Kureyze'yi göstererek- senin hakemliğini kabul ettiler. Onlar hakkında istediğin kararı verebilirsin." Saad "Benim vereceğim karar onlar hakkında geçerli midir?" Peygamberimiz "Ev.;t" dedi. Peki "Şu çadırda bulunanları da kapsıyor mu?" "Evet" dedi Peygamberimiz. Bu sefer Peygamber efendimizin bulunduğu tarafı göstererek, "Bunları da içine alıyor mu?" dedi. (Peygamberimize bakarken yüzü sevgi ve saygı ile parlıyordu) Peygamberimiz "Evet" dedi. Bunun üzerine Saad b. Muaz r.a. "Ben savaşçılarının öldürülmesine, mallarına ve ocuklarına el konulmasına hükmediyorum." Peygamber efendimiz "Kuşkusuz sen, yüce Allah'ın yedi kat göğün üstünden verdiği hükmün aynısı ile hükmettin" dedi. |