Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 12:24   Mesaj No:4

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.079
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Ahzap Suresi Tefsiri

Sonra Resulullah s.a.s. yerde çukurların kazılmasını emretti. Yahudiler bağlı olarak getirilip boyunları vuruldu. Yediyüz, sekizyüz kişi civarındaydılar. Tüyü bitmemiş olanları (yani erginlik çağına ulaşmamış delikanlıları) kadınlarla birlikte esir alındı, mallarına el konuldu. Huyey b. Ahtab da aralarındaydı. Daha önce onlara verdiği sözü tutarak onlarla birlikte kalelerine sığınmıştı.
O günden sonra yahudiler hep aşağılandılar. Bunun sonucu Medine'deki münafıklık hareketi zayıfladı. Münafıkların başları önlerine eğildi. Yapa geldikleri şeylerin çoğundan korkmaya başladılar. Bu ve öteki olayların ardından müşrikler bir daha müslümanlara saldırmayı düşünecek fırsat bulamadılar. Bundan sonra hep müslümanlar saldırdılar. Nihayet Mekke ve Taif fethedildi. Yahudilerin, münafıkların ve müşriklerin faaliyetleri arasında bir paralellik vardı. Yahudiler kovulduktan sonra bu paralellik bozuldu. Aynı zamanda bu olay islam devletinin kurulup oturması açısından iki dönemi birbirinden ayıran en belirgin gelişmedir.
Yüce Allah'ın şu sözü de bunu doğrulamaktadır:
"Allah, kitap ehlinden onlara yardım eden Kureyze yahudilerini de kalelerinden indirdi ve kalplerine korku düşürdü. Onlardan bir kısmını öldürüyorsunuz, bir kısmını da esir alıyorsunuz."
"Topraklarını, evlerini, mallarını ve henüz ayağınızı dahi basmadığınız yerleri Allah size miras olarak verdi. Allah'ın gücü her şeye yeter."
Ayetin orjinalinde geçen Seyâsî = kaleler demektir. Müslümanların miras aldıkları ama bundan önce ayak basmadıkları topraklardan maksat bulundukları bölgeden uzak Beni Kureyze'ye ait araziler olabilir. Diğer malları ile birlikte bu araziler de müslümanlara geçmişti. Öte yandan bununla, Beni Kureyze'nin kendi topraklarını savaşmadan teslim etmelerine de işaret edilmiş olabilir. Bu durumda ayetin orjinalinde geçen "Vata'a" kelimesi savaş anlamında kullanılmış olur. Çünkü savaşta düşman bölgeleri çiğnenir.
"Allah'ın gücü her şeye yeter"
İşte bu, olayın mahiyetini ve mesajını somutlaştıran bir değerlendirmedir. Bu değerlendirmede her mesele Allah'a döndürülüyor. Nitekim, savaşı anlatan ayetlerin akışı; olayı bütünüyle Allah'a döndürmek, savaştaki eylemleri doğrudan doğruya Allah'ın iradesine dayandırmak biçiminde gelişmişti. Amaç, bu büyük gerçeği pekiştirmektir. Yüce Allah'ın yaşanan olaylar ve olayların ardından inen Kur'an ayetleri aracılığı ile müslümanların gönüllerine yerleştirdiği bu büyük gerçeği ön plana çıkarmaktır. Böylece islam düşüncesinin ruhlarda bu büyük gerçeğe dayanması hedeflenmektedir.
Bu büyük olayın sunuluşu böylece sona erdi. Bu sunuş, Kur'an-ı Kerim'in hem müslüman toplumun kalbine hem de pratik hayatına yerleştirmek için geldiği ilahi yasaları, değerleri, direktif ve kuralları kapsamıştı.
Böylece olaylar eğitme amacına yönelik birer unsur işlevini görmüş oluyorlar. Kur'an'da hayata ve hayattaki gelişmelere, hayatın amaç ve düşüncelerine rehberlik ve tercümanlık yapmış oluyor. Sonuçta Kur'an ve imtihanlar aracılığı ile değerler yerleşir, kalpler yatışır, huzura kavuşur.
Ahzab, suresinde yer alan bu üçüncü ders, bütün müslüman erkek ve kadınların alacakları ödüle ilişkin son açıklamanın dışında bütünüyle Peygamber efendimizin eşlerine ayrılmıştır. Peygamber efendimizin eşlerinin bu surenin başlarında "Mü'minlerin anneleri" olarak isimlendirildiklerini görmüştük. Kuşkusuz bu `ana'lığın birtakım yükümlülükleri vardır. Bu sıfatı hakketmelerine neden olan yüksek derecenin birtakım yükümlülükleri vardır. Peygamber efendimizin yanında sahip oldukları yüce mevkinin birtakım yükümlülükleri vardır. Bu derste bu yükümlülüklerden bazıları açıklanacaktır. Bunun yanı sıra yüce Allah'ın, Peygamberin tertemiz evi tarafından temsil edilmesini, onlara dayalı bir hayat sürdürmesini, insanların yolunu aydınlatan bir meşale işlevini görmesini dilediği değerlerde yerleştirilmektedir.
28- "Ey Peygamber! Eşlerine söyle: "Eğer dünya hayatını ve süslerini istiyorsanız gelin size boşanma bedelinizi vereyim ve güzellikle salıvereyim."


29- "Eğer Allah'ın Peygamberini ve ahiret yurdunu istiyorsanız bilin ki, Allah içinizden iyi davrananlara büyük mükâfat hazırlamıştır."

Peygamber efendimiz hem kendisi hem de ailesi için sade bir hayat seçmişti. Kuşkusuz bu sadelik dünya nimetlerinden yararlanamamaktan kaynaklanmıyordu. Nitekim Peygamber efendimiz henüz hayattayken geniş araziler fethedilmiş, çok sayıda ganimet ve bol zenginlik kaynakları elde edilmişti. Bu sayede daha önce malı ve serveti bulunmayan birçok kişi zengin olmuştu. Buna rağmen bir ay boyunca Peygamberimizin evlerinde ateşin yanmadığı olurdu. Bununla birlikte sadaka vermede, bağışta bulunma ve hediye etmede son derece eli açıktı. Ancak bu tavır dünya hayatının nimetlerinin üstüne çıkma ve içtenlikle yüce Allah'ın katındaki nimetleri arzulama duygusundan kaynaklanıyordu. Mal mülk elde etme imkanına sahip bulunduğu halde sakınan, yeryüzünün nimetlerini geride bırakan, Allah katındaki sonsuz ve kalıcı nimetleri seçen birinin arzusuydu bu. Peygamber efendimiz inancı ve inancının öngördüğü şeriatı açısından hem kendisine hemde aile fertlerine böyle bir hayat yaşatmakla yükümlü değildi. Çünkü onun inancına ve şeriatına göre güzel ve temiz şeyler haram değildi. Nitekim peşlerine düşmeden, arzuyla kavrulmadan, tamamen içine dalmadan, onlarla uğraşmadan, zorlanmaksızın kendisine sunulan şeyi, beklenmedik bir şekilde tesadüfen eline geçen şeyi kendisine haram kılmazdı. Ayrıca kendisi için seçtiği bu sade hayatı yaşamaya da ümmetini zorlamazdı. Ancak dileyen bunu seçebilirdi. Dünya zevklerini ve nimetlerini aşmak, onların ağırlıklarından kurtulmak, nefsin istek ve eğilimlerinden bağımsız tam bir özgürlük elde etmek isteyenler bu yolu seçebilirdi.
Ancak, Peygamberimizin eşleri de kadındılar, insandılar. Her insanda bulunan duygulara onlar da sahipti. Üstünlüklerine, saygınlıklarına ve yüce Peygamberlik kaynağına olan yakınlıklarına rağmen dünya nimetlerine yönelik doğal arzu içlerinde canlılığını korurdu. Yüce Allah'ın Peygamberine ve mü'minlere bol nimetler bahşettiğini görünce; kendilerine verilen nafakanın arttırılması konusunda Peygamber efendimize başvurdular. Ne varki Peygamberimiz bu başvuruyu memnunlukla karşılamadı. Tam tersine üzüldü ve hoşnutsuzluğunu belirtti. Çünkü O, kendisi için tercih ettiği hayat biçimi ile serbest, yüce ve hoşnutluk içinde yaşamak istiyordu. Dünya nimetlerinden yararlanmak gibi bir mesele ile en alt düzeyde ilgilenmek, hem kendi hayatının hemde yakınlarının hayatının, dünyanın her türlü gölgesinden ve lekesinden arı, yüce ve aydınlık ufuklara yükselmesini istiyordu. Peygamber efendimiz bu olaya helal ve haram açısından yaklaşmıyordu. -Çünkü helal ve haram olan şeyler açıklanmıştır- Basit yeryüzünün baştan çıkarıcı cazibesine kapılmadan, özgür, serbest ve bağımsız bir hayat sürdürme meselesidir bu.
Peygamber efendimiz eşlerinin kendisinden nafaka istemelerinden dolayı o kadar üzülmüştü ki, arkadaşları ile görüşmek istememişti. Hz. Peygamberin onlarla görüşmek istememesi ashabın ağırına gidiyordu. Hiçbir mesele bu kadar önemli değildi onlara göre. Yanına gitmek istiyorlardı ama izin verilmiyordu. İmam Ahmed, Cabir r.a.'den şöyle rivayet eder: Ebubekir kalkıp Resulullah'ın yanına gitmek için izin istedi. -O sırada sahabeler Peygamberimizin kapısında oturuyorlardı. Peygamberimiz de içerde oturuyordu- Ama Ebu Bekir'e girmek için izin verilmedi. Sonra Ömer geldi izin istedi, ona da izin verilmedi. Ardından Ebubekir ve Ömer'e -Allah onlardan razı olsun- birlikte izin verildi. Onlar da içeri girdiler. Peygamberimiz sessizce oturmuş, eşleri de çevresinde toplanmışlardı. Hz. Ömer: "Ben, Peygamber efendimize bir şey söyleyeyim de belki onu güldürebilirim" dedi. Sonra şunları söyledi: "Ya Resulallah, eğer Zeyd'in kızı -Ömer'in karısı biraz önce benden nafaka istemiş olsaydı, kesinlikle boynunu koparırdım." Bunun üzerine Peygamber efendimiz azı dişleri görünecek kadar güldü. Ve şöyle dedi: "Şu etrafımdakiler de benden nafaka istiyorlar." Hz. Ebubekir r.a. Hz. Aişe'yi dövmek için Hz. Ömer r.a. de Hz. Hafsa'yı dövmek için kalkıp şöyle dediler: "Yanında olmayan bir şeyi mi Hz. Peygamberden istiyorsunuz?" Peygamber efendimiz onların kızlarını dövmelerine engel oldu. Sonra Peygamberimizin eşleri: "Allah'a andolsun ki, bundan sonra, sahip olmadığı bir şeyi Resulullah'tan istemeyeceğiz" dediler. Bunun üzerine yüce Allah eşlerini dünya nimetleri ile kendisi arasında dilediklerini seçmekte serbest bırakmasını emrettiği ayetleri indirdi. Peygamber efendimiz önce Hz. Aişe r.a.'den başladı: "Sana bir şey söyleyeceğim, ama anne ve babana danışmadan acele ile karar vermeni istemiyorum" dedi. Hz. Aişe: "Ne söyleyeceksin?" dedi. Peygamber efendimiz: "Ey Peygamber! Eşlerine söyle.." ayetini okudu. Hz. Aişe: "Senin hakkında anne ve babama mı danışacağım, kesinlikle, Allah'ı ve Peygamberini tercih ediyorum. Bir de benim hangisini tercih ettiğimi diğer eşlerine söylememeni istiyorum" dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz: "Allah beni güçlük çıkarmam için göndermedi. Beni bir öğretici, kolaylaştırıcı olarak gönderdi. Onlardan biri senin hangisini seçtiğini sorarsa söyleyeceğim" dedi. (Müslim, Zekeriyya bin İshak'tan aktarmıştır)
Buhari doğrudan Ebu Seleme b. Abdurrahman'dan şu hadisi aktarır. Ebu Seleme der ki: "Peygamber efendimizin eşi Hz. Aişe r.a. şöyle dedi: Yüce Allah Peygamberimize eşlerini serbest bırakmasını emredince, Peygamberimiz önce benden başladı ve şöyle dedi: Sana bir şey söyleyeceğim, anne-babana danışmak için acele karar vermemende bir sakınca yok. -Kuşkusuz Peygamberimiz anne babamın kendisinden ayrılmanı istemeyeceklerini biliyordu- Sonra, Peygamber efendimiz yüce Allah'ın "Ey Peygamber! Eşlerine söyle..." diye başlayan iki ayeti indirdiğini söyledi. Ben de "Bunlardan hangisi için ana-babama danışacağım? Ben Allah'ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu istiyorum" dedim.
Kuşkusuz Kur'an-ı Kerim, islamın hayat düşüncesinin temel değerlerini belirlemek için inmiştir. Bu değerlerin pratik ve canlı tercümelerinin Hz. Peygamberin evinde ve özel hayatında bulunması, en ince ve açık şekliyle bu evde gerçekleşmesi gerekir. Çünkü bu ev, islam ve müslümanlar için bir meşaledir ve yüce Allah içindeki her şeyle birlikte tüm yeryüzüne varis olana kadar öyle kalacaktır.
İki şıktan birini tercih etmeye ilişkin bu iki ayet izlenecek yolu belirliyor: ya dünya hayatı ve bu hayatın göz alıcı süsleri... Ya da Allah, Peygamberi ve ahiret yurdu. Ama bir kalp iki hayat görüşünü birden barındıramaz. Çünkü yüce Allah bir insanın göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır.
Peygamber efendimizin eşleri "Bu andan itibaren, sahip bulunmadığı bir şeyi Resulullah'tan istemeyeceğiz" demişlerdi. Ama sorunun esasının açığa kavuşması için Kur'an ayetleri indi. Çünkü bu, bir şeyin onun yanında bulunması ya da bulunmaması meselesi değildi. Mesele, ya Allah'ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu seçmek ya da süs ve zevkleri seçmekti. Yoksa tüm yeryüzü hazinelerinin ellerinin altında olması ile evlerinde yiyecek bir şeyin bulunmaması arasında bir fark yoktur. Nitekim onlar kesin olarak iki şıktan birini tercih etme durumunda bırakıldıktan sonra Allah'ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu tercih ettiklerini açıkça bildirmişlerdi. Böylece onlar Peygamberin yanındaki saygın yerlerine, o büyük Resulün evine yaraşır yüce ufuktaki yerlerine layık olduklarını kanıtlamışlardı. Bazı rivayetlerde, Peygamber efendimizin eşlerinin bu tercihinden dolayı sevindiği belirtilmektedir.
Bu olayın üzerinde bir miktar durup değişik açılardan irdelemek istiyoruz: Bu olay, islamın değer yargılarına ilişkin düşüncesini net bir şekilde ortaya koymaktadır. Dünya ve ahiretin algılanış yöntemini çizmektedir. Müslümanın kalbinde dünya değerleri ile ahiret değerleri; toprağa yöneliş ile göğe yöneliş arasındaki tüm tereddütleri, tüm yalpalanmaları durdurmaktadır. Bu kalbi, onu sırf Rabbine yönelmekten, başkasına değil sadece Rabbine özgü olmaktan alıkoyan her türlü yabancı bağdan kurtarmaktadır.
Olayın bir yanı bu. Öte yandan bu olay, Peygamber efendimizin ve onunla birlikte yaşayanların, ona bağlananların yaşadıkları hayatın gerçek mahiyetini bize tasvir etmektedir. Bu gerçeğin en güzel yanı da Peygamberimizin yaşadığı hayatın bir insanın hayatı olduğunu, onunla birlikte bulunanların diğer insanlar gibi yaşadıklarını, insanlıklarından, duygularından ve insan olmalarından kaynaklanan özelliklerinden soyutlanmadıklarını ortaya koymasıdır. Bununla beraber onlar yüce, eşsiz ve büyük bir zirveye ulaşmışlardır, kendilerini her yönüyle Allah'a adamış, ondan başkasından soyutlanmışlardır. Çünkü bu ruhlardaki insani duygular ve beşeri arzular ölmemiştir. Sadece yücelmiş, dış etkenlerden arınmışlardır. Geride insanlığın kendine özgü tatlı tabiatı kalmıştır. Ama bu beşeri tabiat bu insanların, bir insan için önceden planlanan en yüksek olgunluk-kemal derecesine yükselmelerine engel oluşturmamıştır.
Bizler Peygamber efendimizi ve sahabelerini gerçek dışı ya da eksik bir tabloda tasavvur ettiğimizde çoğu zaman yanılırız. Onları her türlü insani duygudan ve beşeri arzudan soyutlarız. Bununla onları yücelttiğimizi, bizim eksiklik ve zaaf olarak algıladığımız şeylerden arındırdığımızı zannederiz.
Bu yanlış algılama, onlar için realiteye uymayan bir tablonun çizilmesine neden olur. Bu tablo birtakım anlaşılmaz, karmaşık hallerle örtülmüş bir görünümdedir. Bunların arasından onların temel insani belirtilerini görmemiz imkansızlaşıyor. Bu yüzden bizimle onlar arasındaki insanlık bağı kopuyor. Onların bu hallerle çevrilmiş kişilikleri bizim kafamızda dokunulmaz, elle tutulmaz hayallere yakın efsanevi varlıklar olarak kalıyor. Onları bizden farklı, değişik bir varlık türü, melekler veya her halükarda onlar gibi beşeri duygulardan ve arzulardan uzak bir varlık olarak düşünürüz. Bu hayal ürünü tablo şeffaf olmakla birlikte, onları bizim çevremizin dışına çıkarmaktadır. Artık onları örnek almaz, onlardan etkilenmeyiz. Onlara benzeme, onlara pratik hayatta uyma ümidimiz kalmaz. Bu yüzden Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının hayatı harekete dönük en önemli unsurunu, dinamizmini yitirir. Duygularımızın onları örnek almaya, onları taklit etmeye yönelik olarak harekete geçmesi durumu ortadan kalkar. Bunun yerini hayranlık duymak ve büyülenmek gibi, pratik hayatımızda somut hiçbir etkinliği bulunmayan, anlaşılmaz, kapalı ve büyüleyici bir duygusallık alır. Sonra bizimle bu büyük kişilikler arasındaki canlı iletişimi de kaybederiz. Çünkü iletişim ancak, onların gerçek insanlar olduklarını, tıpkı bizim sahip olduğumuz duygu, arzu ve heyecanlar gibi gerçek duygu, arzu ve heyecanlara sahip olduklarını algıladığımız an gerçekleşebilir. Şu kadarı varki, onlar sahip oldukları bu beşeri özellikleri yüceltmiş, bizim duygularımıza bulaşan lekelerden arındırmışlardır.
Yüce Allah'ın Peygamberlerini, melekler veya insanlardan başka bir varlık türü arasından seçmeyipte insanlar arasından seçip göndermesindeki hikmeti açıktır. Amaç Peygamberlerin hayatı ile onlara uyanların hayatları arasındaki gerçek bağın sürekli olmasıdır. Peygamberlere uyanların, Peygamberlerin kalplerinin de daha temiz daha arı ve daha yüce olmakla beraber normal insanlarınki gibi duygu ve arzularla dolu olduklarını bilmeleridir. Böylece onları, bir insanın diğer bir insanı sevmesi gibi severler. Küçük bir insanın büyük bir insanı taklit etmesi gibi onları izlemeye koyulurlar.
Peygamber efendimizin eşlerinin iki şıktan birini tercih etme durumunda bırakılmaları meselesi çerçevesinde, Peygamberimizin eşlerinin içlerindeki dünya nimetlerine yönelik doğal arzu karşısında biraz duruyoruz. Bu arada Peygamber efendimizle eşlerinin ev hayatın yansıtan tabloyu gözlemliyoruz; burada gördüklerimiz nafakalarının arttırılması için kocalarına başvuran kadınlardır! Bu başvuruları kocalarının canını sıkıyor ama, bu baş vurudan dolayı Hz. Ebubekir'le Hz. Ömer`in Hz. Aişe r.a. ile Hafsa r.a.'ı dövmelerini kabul etmiyor. Çünkü mesele, beşeri duygu ve eğilimlerin arındırılması ve yüceltilmesi meselesidir, uyuşturulması ya da öldürülmesi değil. Peygamber efendimizle eşleri arasında baş gösteren bu mesele yüce Allah'ın Peygamber efendimize eşlerini iki şıktan birini tercih etmeleri durumunda bırakmalarını emretmesine kadar bu şekilde kalıyor. Bu emirden sonra onlar da Allah'ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu tercih ediyorlar. Ama herhangi bir zorlama, bir şiddet, bir baskı söz konusu olmadan bu kararı veriyorlar. Eşlerinin kalplerinin bu aydınlık ve yüce ufka erişmiş olmasından dolayı Peygamberimizin de gönlü neşeleniyor, seviniyor.
Ayrıca, Peygamber efendimizin kalbinde yer eden tatlı beşeri arzuya da değinmek istiyoruz: Peygamberimiz açıkça Aişe'yi seviyor ve yüce Allah'ın hem kendisi hem de ev halkı için dilediği değerli düzeye yükselmesini istiyor. Bu yüzden eşlerinin iki şıktan birini tercih etmeleri meselesini önce Aişe'ye açıyor. Yücelmesi ve arınması için ona yardım etmek istiyor; anne ve babasına danışmadan karar vermede acele etmemesini tavsiye ediyor. -Aslında Peygamberimiz, Hz. Aişe'nin de dediği gibi onun anne ve babasının kocasından ayrılmasını istemeyeceklerini biliyor- Hz. Aişe, Peygamber efendimizin gönlündeki bu tatlı arzunun farkındadır. Bunun için seviniyor ve sözleri ile bu sevgiye önem verdiğini ortaya koyuyor. Bu konuşma esnasında Peygamber efendimiz küçük eşini seven, kendisinin yaşadığı yüce ufka onun da yükselmesini, hep birlikte orada kalmayı, duygularında yer eden ve yüce Allah'ın hem kendisi hem de ev halkı için dilediği asil değerleri onunla paylaşmak isteyen bir insan olarak ön plana çıkıyor. Aynı şekilde Hz. Aişe de eşinin kalbindeki yerinin sağlam oluşundan dolayı sevinen bir insan olarak beliriyor. Peygamberimizin kendisine yönelik arzusundan, kendisine duyduğu sevgiden ve yüce ufku tercih etmesi dolayisiyle kendisiyle birlikte aydınlık ufukta kalması için anne ve babasının yardımına başvurmasını istemesinden dolayı duyduğu sevinci gizlemiyor Bu arada onun kadınlık duygularını da gözlüyoruz: Peygamberimizden, diğer eşlerine bu meseleyi açınca kendisinin yaptığı tercihi onlara söylememesini istiyor! Onun bu isteğinin altında tercih meselesinde yalnız kalma, diğer eşlerinden ayrıcalıklı olma, en azından bu konumda bazısından farklı olma duygusu yatıyor. Öte yandan Peygamber efendimizin Hz. Aişe'ye verdiği cevapta Peygamberliğin yüceliğini gözlemliyoruz. Şöyle diyor Peygamber efendimiz: "Allah beni güçlük çıkarmam için göndermedi. Beni bir öğretici, kolaylaştırıcı olarak gönderdi. Onlardan biri senin hangisini seçtiğini sorarsa kesinlikle söyleyeceğim". Çünkü Peygamberimiz herhangi bir eşinden kendisini iyi bir sonuca götürecek şeyi gizlemek, onu şaşırtacak, işini zorlaştıracak bir imtihana sokmak istemiyor. Tam tersine, nefsinin isteklerini aşmak, yeryüzünün çekici güzelliklerinden ve dünya nimetlerinin aldatıcı görünümlerinden kurtulmak için yardım isteyen herkese yardım elini uzatıyor.
Peygamber efendimizin ve ashabının hayatlarını sunarken insanlara özgü bu gibi önemli belirtileri örtbas etmemeliyiz, onları ihmal etmemeliyiz, değerlerini küçümsememeliyiz. Bunları gerçek mahiyetleriyle kavramamız, bizimle Peygamber efendimizin ve seçkin sahabelerinin şahsiyetleri arasında canlı bir bağ kurar. Bu bağda, insan kalbini fiili örnek olmaya, pratik olarak izlemeye yönelten karşılıklı etkileşim ve iletişim mevcuttur.
Bu kısa ayrılıktan sonra tekrar Kur'an ayetlerine dönüyoruz. Dünya ve ahiret meselelerine ilişkin değerlerin belirlenmesinden ve yüce Allah'ın "Allah bir insanın göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır" sözünün Peygamber efendimizin ve ehli beytinin hayatında pratik olarak gerçekleşmesinden sonra... Evet bundan sonra, Kur'an ayetlerinin bu açıklamanın ardından, Peygamber efendimizin eşleri için hazırlanan ödülü, açıkladığını görüyoruz. Onların yüce makamlarına ve Allah'ın seçkin Peygamberinin yanındaki saygın yerlerine uygun düşecek şekilde hem lehlerine hemde aleyhlerine olan özellikleri vurguladığını görüyoruz

30- "Ey Peygamber hanımları! Sizden kim açık bir edepsizlik ,y,aparsa, onun azabı iki kat olur. Bu Allah'a kolaydır. "


31- "Fakat sizden kim Allah'a ve Resulüne uymaya devam eder ve yararlı iş yaparsa ona da mükafatı iki kat veririz ve cennette onun için bol bir rızık hazırlamışızdır. "

Kuşkusuz bu, onların sahip bulundukları saygın yerin bir sonucudur. Çünkü onlar Hz. Peygamberin eşleridirler, mü'minlerin anneleridirler. Bu iki nitelik onlara ağır görevler yüklemektedir. Aynı zamanda onları kötülüğe yaklaşmaktan da korumaktadır. Sözgelimi onlardan biri, gizli saklı tarafı bulunmayan apaçık bir edepsizlik işleyecek olursa, iki kat azabı hakkedecektir. İşte bu varsayım onların bulundukları saygın yerin kendilerine ne büyük bir yükümlülük getirdiğini ortaya koymaktadır: "Bu Allah'a kolaydır." Onların, Allah'ın seçkin Peygamberinin yanındaki konumları yüce Allah'ın onları cezalandırmasına engel oluşturamaz, bu konuda yüce Allah'a zorluk çıkaramaz. Nitekim bazı zihinlerde böyle bir düşünce uyanabilir!
"Sizden kim Allah'a ve Resulüne uymaya devam eder ve iyi iş yaparsa..." Ayetin orjinalinde geçen "Kunût" kelimesi; uymak, boyun eğmek demektir. Salih amel ise, uymanın ve boyun eğmenin fiili tercümesidir: "Ona da mükafatı iki kat veririz.." Nitekim açık bir edepsizlik işlenmesi durumunda da verilecek azap ikiye katlanacaktır. "Ve cennette onun için bol rızık hazırlamışızdır..." Kat kat ödülün yanı sıra bol bir rızık da hazırlanmış onu bekliyor. Yüce Allah'tan bir lütuf, bir iyilik olarak...
Sonra "mü'minlerin annelerine" başka kadınlarda bulunmayan özellikleri açıklanıyor; insanlarla ilişkilerinde uymaları gereken görevleri, Allah'a ibadet hususundaki yükümlülükleri, ev içindeki görevleri belirtiliyor; yüce Allah'ın bu saygın evi özel olarak gözettiğine, onu kuşatıp pisliklerden koruduğuna değiniliyor. Bunun yanı sıra onlara kendi evlerinde okunan Allah'ın ayetleri ve hikmet (Peygamberin sünneti) hatırlatılıyor. Bunların da onlara özel yükümlülükler getirdiğine ve onları dünyadaki diğer kadınlardan farklı kıldığına işaret ediliyor:

32- "Ey Peygamber hanımları! Eğer Allah'tan sakınıyorsanız sizler herhangi bir kadın gibi değilsiniz. Sözü yumuşak, tatlı bir eda ile söylemeyin ki, kalbinde hastalık bulunan kimse kötü şeyler ümit etmesin, daima ciddi ve ağır başlı söz söyleyin. "


33- "Evlerinizde oturun, ilk cahiliye dönemi kadınlarının açılıp-saçılması gibi açılıp-saçılmayın. Namaz kılın, zekat verin, Allah'a ve Peygamberine itaat edin. Ey ehl-i beyt (Ey Peygamberin ev halkı) şüphesiz Allah sizden pisliği giderip sizi tertemiz yapmak ister. '


34- "Evlerinizde okunan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın, şüphesiz Allah latiftir, her şeyden haberdardır. "

İslam geldiği zaman -o günkü diğer toplumlar gibi- Arap toplumu da kadına bir zevk ve cinsel doyum aracı olarak bakıyordu. İnsanlık bakımından onu aşağı bir düzeyde görüyordu.
Yine islam geldiği zaman, cinsel ilişkilerde bir tür anarşizmin egemen olduğunu gördü. Daha önce bu surede değinildiği gibi aile düzeninin kokuştuğunu, bozulduğunu gördü.
Bunun yanı sıra iğrenç bir cinsel anlayış, güzellikten zevk alma duygusunun alçalması, sadece bedensel açlığın giderilmesi ile ilgilenme, yüksek, sakin ve tertemiz güzelliğe ilgi duymama gibi aşağılayıcı özellikler kol geziyordu. Bu sapıklıklar kadının bedenini konu alan cahiliye şiirinde, sadece kadının bedeninin kaba yerleri ile ve kaba anlamları ile ilgilenişinde kendini göstermektedir.
İslam gelince ilk iş olarak toplumun kadına bakışını yükseltti. İki cins arasındaki ilişkilerde insani yönü ön plana çıkardı. Çünkü kadın-erkek arasındaki ilişki sadece bedenin açlığını gidermek, et ve kanın heyecanını dindirmek demek değildir. Bu, bir tek nefisten meydana gelen iki insani varlığın (kadın ve erkeğin) birleşmesidir. Bu iki cins arasında sevgi ve şefkat vardır, birleşmelerinde huzur ve rahat vardır. Ayrıca bu birleşmenin bir hedefi vardır ve bu hedef, insanın yaratılmasına, yeryüzünün imarına ve insanın bu yeryüzüne Allah'ın yasası uyarınca halife olarak atanmasına ilişkin yüce Allah'ın iradesi ile bağlantılıdır.
Aynı şekilde islam aile bağlarını yeni baştan düzenler. Aileyi toplumsal düzenin temeli olarak öngörür. Kuşakları doğup geliştiği bir yuva kabul eder. Bu yüzden bu yuvanın korunması, gözetilmesi, onun atmosferini kirleten her türlü duygu ve düşünceden arındırılması için geniş önlemler alır.
Aile hukuku, islam hukukunun önemli bir kısmını oluşturur. Yine Kur an ayetlerinin hatırı sayılır bir bölümü ailesel sorunlarla ilgilidir. Aile düzenine ilişkin yasamaların yanı sıra, toplumun dayandığı bu başlıca temelin güçlendirilmesi amacı ile, özellikle ruhsal temizliğe ve iki cins arasındaki ilişkilerin arındırılmasına, bu ilişkinin her türlü çirkinlikten korunmasına, hatta salt bedensel ilişkilerde bile kaba şehvetten arındırılmasına yönelik kesintisiz direktifler de islam eğitim yönteminin önemli bir parçasını oluşturur.
Bu surede de toplumsal düzenlemeler ve aile meseleleri büyük bir yer kaplamaktadır. Şu anda ele almakta olduğumuz bu ayetlerde Peygamber efendimizin eşlerinden söz edilmektedir. Bu ayetlerde onların insanlarla ilişkilerine, kendileri ile ilgili meselelere, Allah'la ilişkilerine ilişkin bir direktif yer almaktadadır. Bu direktifte yüce Allah onlara şöyle seslenmektedir: "Ey ehl-i beyt! Şüphesiz Allah sizden pisliği giderip sizi tertemiz yapmak ister."
Şu halde yüce Allah'ın onlara sözünü ettiği ve onlara uygulattığı pisliği giderme ve arınma yöntemlerine bakalım. Onlar ehl-i beyttir. Hz. Peygamberin eşleridirler. Yeryüzünün tanıdığı en temiz, en iffetli kadınlardır. Onlar dışında-ki kadınlar Hz. Peygamberin himayesinde, yüce hanesinde yaşayan bu kadınlardan daha çok bu yöntemlere muhtaçtırlar.
Yüce Allah önce işgal ettikleri yerin büyüklüğünü, konumlarının yüceliğini, bütün kadınlardan üstün oluşlarını, bu konumları ile tüm dünya kadınların-dan farklı oluşlarını hatırlatıyor. Ama bu seçkin yerin hakkını vermelerini, tüm gereklerini eksiksiz yerine getirerek bu seçkin yerde bulunmalarını şart koşuyor:
"Ey Peygamber hanımları! Eğer Allah'tan sakınıyorsanız, sizler herhangi bir kadın gibi değilsiniz."
Sizler herhangi bir kadın gibi değilsiniz, ama eğer sakınırsanız. Bulunduğunuz yere hiç kimse size ortak olamaz, kimseyle bu yeri paylaşmazsınız. Ancak bu ayrıcalık takva ile mümkündür. Çünkü mesele sırf Peygambere yakın olmakla bitmez. Bu yakınlığın hakkını bizzat yerine getirmeniz gerekir.
Onların yerine getirmek zorunda oldukları hak, bu dinin dayandığı kesin ve net hak ilkesidir. Peygamber efendimiz kendisine yakın oluşlarına aldanma-maları, bu yakınlığın Allah katında kendilerine bir yarar sağlayamayacağı hususunda ailesine seslenirken bu ilkeyi vurguluyordu: "Ey Muhammed kızı Fatıma! Ey Abdulmuttalib'in kızı Safıye! Ey Abdulmuttalip oğulları! Allah'a karşı size hiçbir yardımım dokunamaz. Ama malımdan dilediğinizi isteyebilir-siniz." (Müslim.)
Bir başka rivayete göre Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur: "Ey Kureyşliler,kendinizi ateşten kurtarınız. Ey Abdulmuttalip oğulları kendinizi ateşten kurtarınız. Ey Muhammed'in kızı Fatıma, kendini ateşten kurtar. Çünkü ben, Allah'a andolsun ki, Allah'a karşı size hiçbir yardımda bulunamam. Ancak siz benim akrabalarımsınız, bu konuda üzerime düşeni yapacağım." (Müslim ve Tirmizi.)
Ayet-i kerime onların takva sayesinde hakettikleri derecelerini açıkladık-tan sonra, yüce Allah'ın ehli beytten biri, pisliği gidermek, onları arındırmak için kullanmak istediği yöntemleri açıklıyor:
"Sözü yumuşak, tattı bir eda ile söylemeyin ki, kalbinde hastalık bulunan kimse kötü şeyler ümit etmesin."
Burada Peygamber efendimizin eşlerinin yabancı erkeklerle konuştukları zaman, erkeklerin şehvetlerini uyandıracak, duygularını tahrik edecek, kalplerin hastalıklarını ümitlendirecek, arzularını heyecanlandıracak şekilde yumuşak ve tatlı bir eda ile konuşmaları yasaklanıyor.
Peki yüce Allah'ın bu tür bir davranıştan sakındırdığı bu kadınlar kimlerdir? Bunlar Hz. Peygamberin hanımları ve mü'minlerin analarıydı. Ve bunlara ilişkin olarak ilk akla gelen düşünce, hiç kimsenin onlar hakkında kötü bir düşünce beslemeyeceği, hiçbir hasta kalbin kötü bir ümide kapılmayacağıdır. Herhangi dönemde oluyor bu sakındırma?... Hz. Peygamberin döneminde. Gelmiş geçmiş bütün yüzyıllar içinde insanlığın en seçkin, en temiz döneminde. Ne var ki erkekleri ve kadınları yaratan Allah, eğer yumuşak konuşur ve kelimeleri tatlı ve ince bir edayla çıkarırsa kadının sesinde erkeklerin kalplerindeki ümidi harekete geçiren, fitne ateşini alevlendiren bir özellik olduğunu biliyor. Ayrıca Peygamberin hanımı da olsa, mü'minlerin anası da olsa herhangi bir kadın karşısında tahrik olan, kötü ümitlere kapılan hasta kalpli insanların her dönemde ve her toplumda mevcut olduklarını biliyor. Bu yüzden tahrik edici sebepler temelden ortadan kaldırılmadıkları sürece pislikten temizlenmek, kirden arınmak mümkün değildir.
Ya içinde yaşadığımız şu günlere ne demeli? Fitnenin kol gezdiği, şehvetlerin tahrik olduğu, cinsel arzuların açıkça sergilendiği bu hasta, kirli ve aşağılık çağımızda ne yapmalı? İçindeki her şeyin insanı baştan çıkardığı, şehvet duygusunu kamçıladığı, içgüdüleri uyandırdığı, kızgın cinsellik ateşini körüklediği bir atmosferde yaşayan bizler ne yapmalıyız? Kadınların kırıtarak konuştuğu, seslerini alabildiğine tahrik edici bir tonda çıkardığı, kadınlığın tüm baştan çıkarıcı unsurlarım, seksi çağrıştıran tüm imalı davranışları, şehvetin ateşini alevlendiren tüm tavırları konuşmalarına ve nağmelerine yansıttığı bu toplumda, bu çağda, bu atmosferde ne yapmalıyız? Bu kadınlar nerede, temizlik nerede? Böylesine kirli bir atmosferde temizlik nasıl varlığını koruyabilir? Çünkü bizzat günümüzün kadınları, davranışları ile ve sesleri ile yüce Allah'ın seçkin kulların-dan uzaklaştırmak istediği pisliklerdir.
"Daima ciddi ve ağır başlı söz söyleyin."
Bundan önce yüce Allah onların yumuşak ve edalı söz söylemelerini yasaklamıştı. Şimdi de ciddi meselelerde söz söylemelerini, çirkin sözleri ağızlarına almamalarını emrediyor. Çünkü konuşmanın konusu da tıpkı konuşmada kullanılan kelimeler gibi cinsel arzuları uyandırabilir. Bu yüzden er veya geç peşinden başka bir şeyin gelmemesi için bir kadınla yabancı bir erkek arasında nağmeli ve imalı bir konuşma, şakalaşma ve eğlenme, tatlı tatlı sohbet etme ve mizah olmamalıdır.
Her şeyi yaratan, yarattıklarını ve yapısal özelliklerini bilen yüce Allah'tır Mü'minlerin tertemiz annelerine bunları söyleyen. Gelmiş geçmiş tüm zamanların en iyisinde yaşayan insanlarla konuşurken herhangi bir çirkin eğilime im-
kan vermemek için...
"Evlerinizde oturun."
Ayetin orjinalinde geçen (Vakarna) kelimesi fiilinden türemiş ve ağırlaşmak, oturmak anlamına gelir. Fakat bu kesinlikle sürekli evlerde oturacakları ve hiçbir zaman dışarı çıkmayacakları anlamına gelmez. Bu, ha-yatlarında aslolanın evler olduğuna ilişkin latif bir işarettir. Onların yeri evlerdir, onların dışındakiler içinde ağırlaşmadıkları, sürekli kalmadıkları geçici şeylerdir. O tür yerlerde ihtiyaç duydukları kadar kalır sonra da asıl yerlerine dönerler.
Ev kadının sığınağıdır. Orada yüce Allah'ın dilediği şekliyle asıl kişiliğini bulur: Bu sayede çirkinleşmeden, sapmadan, lekelenmeden, yüce Allah'ın fıtratına uygun olarak hazırladığı görevinin dışındaki alanlarda boşuna çırpınıp yorulmadan tertemiz bir hayat sürdürür.
"İslam, aile için gerekli olan atmosferi hazırlamak, orada doğan yavruların güvenli bir ortamda gelişmelerini sağlamak için evin geçimini erkeğe yüklemiştir. Annenin zavallı yavrucağıza gönül huzuru içinde vakit ayırabilmesi, gerekli emeği sarf edebilmesi, annenin yuvaya gerekli olan sevgi, şefkat ve huzurlu bir düzen verebilmesi için ailenin maddi geçimini erkeğe farz kılmıştır. Çünkü iş ve kazanç peşinde koşan, bunun sonucu bitkin düşen, hareketleri iş saatleri ile sınırlı bulunan, tüm gücünü ve enerjisini işi için harcamak zorunda olan bir annenin eve gerekli olan kokuyu, havayı vermesi mümkün değildir. Ev içindeki küçüklerin hakkı olan bakım ve gözetimi gereği gibi yapması imkansızdır. Memur ve işçi kadınların evlerindeki atmosfer otel ve hanlarınkinden farksızdır. Oralarda ev havası bulunmaz. Çünkü gerçek bir evi ancak kadın oluşturabilir. Bir yerde kadın olursa ev kokusu yayılabilir. Evin o huzur veren sıcaklığını ancak anne sağlayabilir. Vaktini, emeğini ve ruhsal enerjisini işine harcayan bir kadın, veya bir eş ya da bir anne evin havasına sadece bitkinlik, yorgunluk ve bezginlik katar.
"Kadının çalışmak için evin dışına çıkması ev için bir felakettir. Fakat zorunlu durumlarda bu gerekebilir. Fakat böyle bir şeye gerek duymadan geçimlerini sağlamak mümkünken insanların isteyerek böyle bir yola başvurmaları kötülüğün kol gezdiği, dejenere olmuş sapık çağlarda ruhlara, vicdanlara ve akıllara isabet eden bir lanettir."
Kadının iş haricinde evin dışına çıkması. Erkeklerle içiçe eğlencelere dalmak için sokağa çıkması. Kadınlı erkekli balolara, parti ve toplantılara katılması ise, insanlığı hayvanların düzeyine indiren bir bataklığa yuvarlamaktır.
Kuşkusuz Peygamber efendimiz döneminde kadınlar yasal bir engelleme söz konusu olmaksızın Peygamberimizin mescidinde namaz kılmak için evlerinden dışarı çıkarlardı. Ama o zaman iffet vardı, kalplerde Allah korkusu yer etmişti. Ayrıca kadınlar namaz için evlerinden dışarı çıktıkları zaman örtülerine bürünürlerdi. Hiç kimse onları tanımazdı. Vücutlarının baştan çıkarıcı yerlerini göstermezlerdi. Bununla beraber Hz. Aişe r.a Peygamber efendimizin vefatından sonra kadınların namaz için evlerinden dışarı çıkmalarını hoş karşılamamıştır.
Buhari ve Müslim'de Hz. Aişe'den aktarılan şöyle bir söz vardır: "Mü'minlerin kadınları, Peygamber efendimizle birlikte sabah namazını kılar sonra da evlerine dönerlerdi. Fakat örtülerine bürünürlerdi ve hiç kimse sabahın alacakaranlığında onları tanımazdı."
Yine Buhari ve Müslim'de Hz. Aişe'nın şöyle dediği anlatılır: Eğer Resulullah kadınların şimdi yaptıklarını görseydi, İsrailoğullarının kadınlarının mescidlerinden alıkonuldukları gibi onları da mescidlere gelmekten alıkordu." Hz. Aişe'nin sağlığında kadınlar ne yapıyorlardı acaba? Peygamberimizin onları mescide gelmekten alıkoyacağını düşünmesine neden olacak ne gibi bir davranış sergilemişlerdi? Ya bugünlerde gördüklerimiz karşılaştırıldığında onların yaptıklarının bir önemi kalır mı acaba?
"İlk cahiliye dönemi kadınlarının açılıp-saçılması gibi açılıp-saçılmayın."
Bu yasaklama, evlerinde oturmalarına ilişkin emirden sonra, dışarı çıkmak zorunda kaldıkları durumlar içindir. Cahiliye döneminde kadınlar açılıp saçılırlardı. Ne varki, cahiliye dönemi kadınlarının açılıp saçılmasına ilişkin olarak tüm anlatılanlar günümüzün çağdaş cahiliyesindeki açılıp saçılmalarla karşılaştırıldığında çok basit kalıyor veya daha iffetli gibi görünüyor.
Mücahid şöyle der: Kadın evinden çıkar erkekler arasında dolaşırdı. İşte cahiliye döneminin açık sapıklığı buydu.
Katade ise şöyle der: Kırıtan ve şivekâr bir yürüyüşleri vardı. Yüce Allah bunu yasakladı.
Mukatil b. Hayyan ise "Açılıp-saçılmaktan maksat şudur: Onlar başlarına örtülerini atarlardı ama uçlarını bağlamazlardı. Böylece gerdanlıkları, küpeleri ve boyunları bütünüyle görünecek şekilde açıkta kalırdı. İşte ayette söz konusu edilen açılıp saçılma budur."
İbn-i Kesir de tefsirinde şöyle der: Cahiliye döneminde kadın göğsünün üzerinde herhangi bir örtü olmaksızın erkekler arasında dolaşırdı. Bazan boyun, saçlarının uçları ve kulağındaki küpeler açıkta kalırdı. Bu yüzden yüce Allah mü'min kadınlara bedenlerini örtmelerini ve dikkat çekici davranışlardan kaçınmalarını emretti.
İşte Kur'an-ı Kerim'in ele alıp düzelttiği cahiliye dönemi açılıp saçılmalarına bazı örnekler. Bununla islam toplumunun cahiliyenin kalıntılarından arındırılması, tahrik edici unsurların, baştan çıkarıcı etkenlerin toplumdan uzaklaştırılması, aynı şekilde toplumun âdâbının, düşüncesinin, duygu ve zevkinin yükseltilmesi hedeflenmiştir.
Zevkini diyoruz, çünkü çıplak bir bedenin baştan çıkarıcı çekiciliğinden duyulan insani zevk ilkel ve kaba bir zevktir. Hiç kuşkusuz bu zevk, huzur veren utanmanın, güzelliğinden, ruh güzelliğinden, iffet ve duygu güzelliğinden alınan zevkin yanında çok aşağı bir düzeyde kalır.
Bu ölçü, insanlık düzeyinin yüceliğini ve ilerlemişliğini öğrenmek bakımından yanılmazdır. Çünkü utanma, haya duyma güzeldir. Hem de gerçek ve yüce bir güzelliktir. Ancak bu üstün güzelliği kaba cahili zevke sahip kimseler algılayamaz. Onlar çıplak etin güzelliğinden başkasını göremezler, açık-saçık etin baştan çıkarıcı fısıldamasından başkasını duyamazlar.
Kur'an-ı Kerim cahiliyenin açık-saçıklığına işaret ediyor ve bu açık-saçıklığın bir cahiliye kalıntısı olduğu mesajını veriyor. Cahiliye dönemini geride bırakanların bunları aşmalarının gerektiğini duygu, düşünce ve davranış biçimlerinin cahiliyeninkinden üstün olması gerektiğini vurguluyor.
Cahiliye zaman içindeki belli bir dönem değildir. Cahiliye belli bir hayat düşüncesi olan belli bir toplumsal durumdur. Bu düşünce ve bu durum herhangi bir zamanda herhangi bir yerde ortaya çıkabilir. Bir yerde bunların ortaya çıkması cahiliyenin varlığının kanıtıdır.
Bu ölçüden hareketle anlıyoruz ki, şu anda biz, insanlık bakımından aşağının aşağısı bir bataklığa yuvarlanmış, kaba duygulu, hayvan düşünceli, kör bir cahiliye döneminde yaşıyoruz. Böyle bir hayatı yaşayan ve yüce Allah'ın insanlar için kirden, pislikten arınma, ilk cahiliye hayatından kurtulma aracı kıldığı temizlik ve arınma yöntemlerine başvurmayan bir toplumda temizliğin, bereketin ve arınmışlığın söz konusu olamayacağını anlıyoruz. Bu yüzden yüce Allah -temiz, arı ve aydınlık bir hayat yaşamalarına rağmen- en başta Peygamber efendimizin ehl-i beytinin bu yöntemleri uygulamasını istiyor.
Kur'an-ı Kerim Peygamber efendimizin hanımlarını bu yöntemlere yöneltiyor, ardından kalplerini yüce Allah'a bağlıyor, bakışlarını aydınlık ufka yükseltiyor. Onlar yollarını aydınlatan nuru, bu aydınlık ufkun merdivenlerini tırmanmaları için gerekli olan yardımı buradan alıyorlardı:
"Namaz kılın, zekat verin, Allah'a ve Peygamberine itaat edin."
Allah'a kulluk, toplumsal hayat tarzından ve hayatta uyulan ahlâk kurallarından soyutlanamaz. Allah'a kulluk sözünü ettiğimiz aydınlık düzeye yükselmenin yoludur, yolcu için gerekli olan yol azığıdır. Şu halde insana destek ve yol azığı bahşeden Allah'a bağlılık kaçınılmazdır. Kalbin arınıp temizlenmesi için Allah'a bağlanmak şarttır. Ferdin insanların geleneklerinin, toplumun göreneklerinin, çevrenin baskısının üstüne çıkabilmesi; insanlardan, toplumdan ve çevreden daha üstün ve daha doğru bir yolda olduğunu düşünmesi için Allah'a bağlılık zorunludur. Bu durumdaki bir fert kendisinin gördüğü nura doğru başkalarına öncülük etmeye layıktır. Yoksa başkalarının onu karanlıklara ve cahiliyeye sürüklemeleri uygun değildir. Çünkü Allah'ın yolundan saptıkça hayat, cahiliye bataklığında boğulur.
İslam, bir çok ibadet şekillerinden, davranış ve ahlâk kurallarından, yasa ve düzenlemelerden oluşan bir bütündür. Ama bütün bunları inanç çerçevesi içinde birleştirir. Bunların her birinin inanç sisteminin gerçekleşmesinde üstlendiği bir rolü vardır. Hepsi de aynı amaca yönelik olarak bir ahenk oluştururlar. İşte bu bütünlük ve ahenk bu dinin genel yapısını meydana getirirler. Bunlar olmaksızın bu dinin yapısı meydana gelmez çünkü.
Peygamber efendimizin saygın ev halkına (ehl-i beyt) yönelik duygusal, ahlaki ve davranış kuralları ile ilgili direktiflerin sonunda namaz kılmaya, zekat vermeye ve Allah'a ve Peygamberine uymaya ilişkin bir,emrin yer alması da bu yüzdendir. Çünkü ibadet ve itaat olmaksızın bu direktiflerin hiçbiri yerine gelmez, amacına ulaşmaz. Kuşkusuz bütün bunlar bir hikmete, bir amaca ve bir hedefe yöneliktir:
"Ey ehl-i beyt! Şüphesiz Allah sizden pisliği giderip sizi tertemiz yapmak ister."
Bu ifadede bir çok mesaj var. Hepsi de şefkat, sevgi ve dostluk yüklü. Burada yüce Allah evi nitelendirmeden, kime ait olduğunu belirtmeden "ehl-i beyt" diye isimlendiriyor onları. Sanki şu yeryüzünde bu nitelendirmeyi hakkeden tek ev buymuş gibi. Bu yüzden "el-beyt" dendimi tanınmış, bilinmiş, belirtilmiş demektir. Kâbe için de böyle denir. Beytullah, Allah'ın evi. O da el-beyt, Beytul haram (dokunulmaz ev) olarak isimlendirilmiştir. Peygamber efendimizin evinin bu şekilde nitelendirilmiş olması, yüce Allah'ın ona kazandırdığı büyük bir saygı, onur ve seçkinliktir.
Yüce Allah şöyle diyor: "Ey ehl-i beyt! Şüphesiz Allah sizden pisliği giderip sizi tertemiz yapmak ister." İfadede, yükümlülüğün nedeninin ve hedefinin açıklanmasından dolayı Peygamberimizin ehl-i beytine yönelik bir iltifat vardır. Bu iltifat, onlara şu mesajı veriyor: Yüce Allah bizzat onlarla ilgileniyor, onları temizlemek, pisliği gidermek istiyor. Bu, doğrudan doğruya şu evin halkına yönelik yüce bir gözetimdir. Bu sözleri söyleyenin kim olduğunu düşündüğümüz zaman... Şu evrenin Rabbi... Bütün evrene "Ol" deyince, hemen "olu-veren"... Ulu ve kerem sahibi Allah... Her şeyi boyunduruğu altına alıp kont-rol eden... Her şeyden üstün olan... Caydırıcı güce sahip olan... Her şeyden büyük olan Allah... Bu sözleri söyleyenin kim olduğunu düşündüğümüz zaman, ehl-i beyte yönelik bu büyük lütfun boyutunu kavrarız.
Yüce Allah bunu, yüceler aleminde, şu yeryüzünde; her bölgede ve her an, her saniye okunan, milyonlarca kalbin onunla ibadet ettiği, milyonlarca dudağın onunla hareket ettiği kitabında söylüyor.
Sonu itibariyle yüce Allah bu emir ve direktifleri ehl-i beytten pisliğin giderilmesi ve onların arınması için araç olarak sunuyor. "Tathir" kelimesi "Tatahhur kelimesinden gelir. Pisliği gidermek ise, insanların bizzat başvurdukları pratik hayatlarında uyguladıkları yöntemlerle gerçekleşir. İslamın yolu budur. Vicdanda bilinç ve takva... Hayatta da davranış ve hareket... Bunların ikisi bir araya gelince islam tamamlanır. İslam'ın bu hayattaki hedef ve amaçları bunların ikisi ile gerçekleşir.
Alıntı ile Cevapla