Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 12:36   Mesaj No:5

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Kasas Suresi Tefsiri

HİDAYET ALLAH'DANDIR

Ehl-i kitaptan bu adamların iman etmesi için peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerine Kur'an okumanın dışında fazla bir şey yapmamıştır. Öte yandan kendi kavminden iman etmesi için çok çabaladığı, müslüman olmasını bütün benliğiyle istediği kimseler vardı. Ama yüce Allah onunla ilgili bir hikmetten dolayı bu isteğinin gerçekleşmesini takdir etmemiştir. Çünkü Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- sevdiği kimseyi doğru yola iletemezdi. Ancak yüce Allah, doğru yolu hakettiği ve imanı kabul edecek durumda olduğunu bildiği kimseleri doğru yola iletir.



56- Ey Muhammed! Sen sevdiğini doğru yola eriştiremezsin, ancak Allah dilediğini doğru yola eriştirir. Doğru yola girecekleri en iyi O bilir.

Buhari ve Müslim'de, bu ayetin peygamber efendimizin amcası Ebu Talip hakkında indiğine ilişkin bir hadis yer alır. Ebu Talip, Peygamber efendimizi koruyor, ona yardım ediyordu. Kureyş'e karşı ona destek oluyordu. Mesajını insanlara ulaştırabilmesi için ona arka çıkıyordu. Bunun için Kureyşliler'in onu ve Haşimoğulları'nı boykot etmelerine, onları bir mahallede kuşatıp ambargo uygulamalarına katlanmıştı. Ne var ki, Ebu Talip, bütün bunları yeğenini sevdiği için yapıyordu. Yakınlık duygusu ile, büyüklenme ve yiğitlik uğruna yapıyordu. Ölüm döşeğindeyken, peygamber efendimiz onu iman etmeye ve İslam'a girmeye davet etmiş, fakat Ebu Talip yüce Allah'ın bildiği bir nedenden dolayı iman etmemişti.
Zühri diyor ki; bana Said b. Müseyyeb, babası Müseyyeb b. Hazn el Mahzumi'den -Allah ondan razı olsun- naklederek şunları anlattı: Ebu Talip ölmek üzereyken, peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- yanına geldi. O sırada Ebu Cehil b. Hişam ve Abdullah b. Ümeyye b. Mugire de yanındaydı. Peygamber efendimiz "Amcacığım, Lâilaheillâllah de ki, Allah katında onunla seni savunayım" dedi. Ebu Cehil ve Abdullah b. Ümeyye de "Ey Ebu Talip, Abdülmuttalib'in dininden vazmı geçeceksin?"dediler. Peygamber efendimiz "Allah'dan başka ilah olmadığına" ilişkin çağrısını tekrarladıkça onlar da bu soruyu yöneltiyorlardı. En sonunda Ebu Talip "Ben Abdülmuttalib'in dini üzereyim" dedi. Ve "Lâilaheillâllah" demekten kaçındı. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; "Allah'a andolsun ki, engellenmediği sürece senin için bağışlanma dileyeceğim" dedi. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Akraba bile olsalar, cehennemlik oldukları belli olduktan sonra puta tapanlar için Allah'dan af dilemek, ne peygambere ve ne de mü'minlere yakışır." (Tevbe Suresi 113)
Ebu Talip hakkında da şu ayet indi: "Ey Muhammed! Sen sevdiğini doğru yola eriştiremezsin, ancak Allah dilediğini doğru yola eriştirir.
Müslim ve Tirmizi Yezid b. Keysan'ın Ebu Hazm'den, onun da Ebu Hureyre'den -Allah ondan razı olsun- rivayet ettikleri şu hadisi aktarırlar: Ebu Talip ölmek üzereyken, Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- yanına geldi ve "Amcacığım `Lâilaheillâllah' söyle ki, kıyamet günü senin lehinde şahitlikte bulunayım" dedi. Ebu Talip; Şayet Kureyşliler "ölüm korkusu ile söyledi" demeselerdi sırf seni memnun etmek için onu söylerdim. Bunu senin için yapardım" dedi. Bunun üzerine şu ayet indi'
"Ey Muhammed! Sen sevdiğini doğru yola eriştiremezsin, ancak Allah dilediğini doğru yola eriştirir. Doğru yola girecekleri en iyi O bilir."
İbn-i Abbas'dan, İbn-i Ömer'den, Mücahit'den, Şabi'den ve Katade'den bu ayetin Ebu Talip hakkında indiği ve Ebu Talib'in söylediği son sözün "Ben Abdülmuttalib'in dini üzereyim" olduğu rivayet edilir.
İnsan bu olay karşısında durup bu dinin ödünsüz kesinliğini ve şaşmaz doğruluğunu dehşetler içinde kalarak gözlemliyor. Şu Hz. Peygamberin amcasıdır. Garantörü, koruyucusu ve destekçisidir. Onun Hz. Peygambere yönelik derin sevgisine ve Hz. Peygamberin de onun iman etmesine yönelik şiddetli isteğine rağmen, yüce Allah onun iman etmesini takdir etmiyor. Çünkü Ebu Talip akrabalık duygusu ile, babalık sevgisi ile böyle davranıyordu. Hz. Peygamberin sunduğu inanç sistemini kabul etme niyetinde değildi. Yüce Allah da bunu biliyordu. Bu yüzden Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- onun adına arzuladığı, sevdiği şeyi takdir etmedi. Bu işi yani doğru yola iletme işini, Hz. Peygamberin yetkisinin dışına çıkarıp kendi iradesine ve takdirine özgü kıldı. Peygambere düşen sadece mesajı açıkca duyurmaktır. Ondan sonra bu görevi omuzlayan davetçilerin işi de öğüttür. Bundan sonra kalpler Rahman'ın parmakları arasındadır. O, hidayet ve sapıklığı, kullarından kimin hidayete, kimin de sapıklığa yatkın olduğuna ilişkin yanılmaz bilgisi doğrultusunda belirler.

YERLE BİR EDİLME KORKUSU

Şimdi, surenin akışı, müşrik Kureyşliler'in komşu Arap kabileleri üzerindeki egemenliklerini kaybederler korkusu ile Peygamber efendimize -salât ve selâm üzerine olsun- uymayışlarını mazur göstermek amacıyla ona söyledikleri söze geliyor. Komşu Arap kabileleri Ka'be'ye saygı gösteriyorlardı. Bu yüzden Kabe'nin bekçilerinin, bakımcılarının otoritelerini onaylıyorlardı, boyun eğiyorlardı. İşte Kureyşliler Peygamberimize, şayet kendisine uyacak olurlarsa bu kabilelerin kendilerini yurtlarından atacaklarını, en azından bu kabilelerin desteği olmasa yarımadanın dışındaki düşmanlarının kendilerini yerlerinden söküp atacaklarını söylüyorlardı. Ayetlerin akışı, daha önce bu surede Hz. Musa ve Firavun kıssası aracılığı ile bu konuyu somut olarak gözlerinin önüne seriyor. Daha sonra burada tarihsel realiteye ve şu anda gözleriyle gördükleri pratikteki durumlarına dayanarak güvenli ortamın nerede olduğunu, buna karşılık korkulu ortamın nerede olduğunu açıklıyor. Yine, mal-mülkten dolayı şımarma, nimete karşılık az şükretme zikrediliyor. Bununla birlikte peygamberleri yalanlama ve Allah'ın ayetlerinden yüz çevirme gibi tavırlarda somutlaşan gerçek yok oluşun nedenlerini ortaya koymak amacı ile geçmiş toplumların yok edildikleri harap olmuş yurtlarda onlarla birlikte bir gezintiye başlıyor. Burada gerçek değerler ortaya konuyor. Bu gezintide, yüce Allah'ın katındaki nimetlerin yanında, tüm dünya hayatının ve nimetlerinin basitliği ve değersizliği önplana çıkıyor.


57- Dediler ki; "Biz seninle beraber doğru yola gelirsek yurdumuzdan atılırız. " Onları katımdan bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, kutlu bir yere yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler.


58- Biz refah içinde şımarmış nice şehirleri helak ettik. İşte yerleri! Kendilerinden sonra pek az kimse oturabilmiştir. Onlara hep biz varis olmuşuzdur.


59- Rabb'in memleketlerin ana merkezlerinin halkına ayetlerimizi okuyacak bir elçi göndermedikçe ülkeleri helâk edici değildir. Zaten biz halkı zalim olan memleketleri helak etmişizdir.


60- Size verilen her şey, dünya hayatının geçimi ve süsüdür. Allah'ın katında olan ise daha hayırlı ve kalıcıdır. Aklınızı kullanmıyor musunuz?


61- Şu halde kendisine güzel bir söz verdiğimiz ve ardından o söze kavuşan kimse; dünya hayatında kendisine bir geçimlik verdiğimiz, sonra kıyamet günü azap içinde getirilen kimse gibi midir?

Bu Kureyşliler'in ve diğer insanların, Allah'ın yol göstericiliğine, O'nun sunduğu hareket metoduna uymaları durumunda korkularla karşı karşıya kalacaklarını bildiriyor. Düşmanların saldırılarına uğrayacaklar, yardımcılarını ve destekçilerini yitirecekler. Yoksulluğa ve kıtlığa uğrayacaklarını sanmalarına neden olan, işte bu yüzeysel ve dayanıksız bakış açısıdır. Bu, yeryüzü menşeli sınırlı bir düşünce biçimidir.
"Dediler ki; Biz seninle beraber doğru yola gelirsek yurdumuzdan atılırız."
Onlar Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerine sunduğu ayetlerin doğru yolu gösteren işaretler olduğunu inkâr etmiyorlar. Sadece insanların kendilerini kapıp yurtlarından atacaklarından korkuyorlar. Fakat onlar Allah'ı unutuyorlar. Tek koruyucunun, yegane himayecinin O olduğunu unutuyorlar. Allah'ın himayesinde olduktan sonra yeryüzündeki hiçbir gücün kendilerini kapıp yurtlarından edemeyeceğini yine yüce Allah, kendilerini yüzüstü ve yardımsız bıraktıktan sonra tüm yeryüzü güçlerinin kendilerine hiçbir yardımda bulunamayacaklarını unutuyorlar. Bunun nedeni, iman gerçeğinin kalplerine yansımamış olmasıdır. Eğer iman gerçeği kalplerine gereği gibi yansımış olsaydı güçlere bakış açıları ve olayları değerlendirmede esas aldıkları ölçüleri değişecekti. Bu durumda, güvenli ortamın ancak yüce Allah'ın yanı olduğunu; korkununsa, O'nun kılavuzluğundan uzak ortamlar için söz konusu olduğunu bileceklerdi. Yine yüce Allah'ın doğru yolu bulmaları için kendilerine gönderdiği yol gösterici kitabın güçlü, üstünlükle doğrudan ilişkili olduğunu, bu ifadenin asılsız bir kuruntu olmadığını, kalplere güven aşılamak için söylenmiş Propaganda amaçlı bir söz olmadığını tam tersine derin ve köklü bir gerçek olduğunu bileceklerdi. Allah'ın yo1 gösterici kitabına uymanın evrene egemen olan yasalar sistemi ile, evrensel güç ve enerjiler ile uyum içinde hareket etmek; onlardan yararlanmak, dünya hayatı için kullanmak anlamına geldiğini bileceklerdi. Çünkü şu evrenin hareketlerinin planlayıcısı yüce Allah'dır. Bu yüzden Allah'ın yol gösterici kitabına uyan birisi, evrendeki sınırsız güç kaynaklarına dayanmış olur, yeryüzündeki hayatta fiilen sağlam temellere bel bağlamış olur.
Allah'ın yol göstericiliğinin somut ifadesi olan Kitab'ı, yeryüzündeki pratik hayat için gerçek ve dengeli bir sosyal sistemdir. Bu sistem gerçekleştiği zaman, ahiret mutluluğunun yanı sıra yeryüzü egemenliği de onun tekelinde olur. Bu sistemin ayırıcı özelliği, dünya yolu ile ahiret yolunu birbirinden ayırmamasıdır. Ahiret hayatına yönelik hedeflerin gerçekleşmesi için bu dünya hayatını yok saymayı ya da boş vermeyi gerektirmemesidir. Tam tersine bu sistem dünya ve ahireti tek bir bağla birbirine bağlar! Kalbin, toplumun ve yeryüzündeki hayatın ıslahı ancak bu şekilde mümkün olur... Bu yüzden yol, ahirete yönelik olur. Çünkü dünya ahiretin tarlasıdır ve dünya cennetinin imarı ve egemenliği, ahiret cennetinin imarı ve oradaki sonsuz hayat için bir araçtır. Ama Allah'ın yol göstericiliğine uymak, sergilenen davranışlarla ona yönelmek, O'nun hoşnutluğunu gözetlemek şartıyla...
Allah'ın yol göstericiliğine uyan bir toplumun bu ilahi emaneti yani, yeryüzü halifeliği ve dünya hayatına egemen olma emanetini omuzlamaya hazırlandıktan sonra, eninde sonunda güç, caydırıcılık ve egemenlik elde etmiş olması, tüm insanlığa önderlik yapması insanlık tarihinin kesinlikle tescil ettiği ilahi bir yasadır.
Bir çok insan Allah'ın şeriatına uymaktan, O'nun yol göstericiliğini izlemekten kaçınıyor. Allah düşmanlarının saldırılarından, komplolarından korkuyor. Düşmanlıkların odak noktası olmaktan endişeleniyor. Gerek ekonomide, gerekse başka alanlarda dar boğaza girmekten, krizler yaşamaktan korkuyor. Bunlar, bir zamanlar Peygamber efendimize -salât ve selâm üzerine olsun- "Biz seninle beraber doğru yola gelirsek yurdumuzdan atılırız" diyen Kureyşliler'inkine benzer asılsız kuruntulardan başka bir şey değildir. Oysa Kureyşliler Peygamber efendimizin şahsında ve onun sunduğu Kitap'ta somutlaşan Allah'ın yol göstericiliğine uyduklarında çeyrek yüzyılda veya daha az bir zaman diliminde yeryüzünün doğularına ve batılarına egemen olmuşlardı.
Yüce Allah, o zaman onların bu asılsız kuruntudan kaynaklanan bahanelerini yalanlayacak cevabı vermişti. Şu halde kendilerine güven bahşeden kimdir? Bu dokunulmaz ve saygın Kâbe'yi kim vermiş kendilerine? Gönüllerin her taraftan, tüm yeryüzünde yetişen. ürünlerle birlikte kendilerine doğru yönelmesini sağlayan kimdir? Nitekim her zaman birbirinden farklı ülkelerde ve mevsimlerde yetişen bir çok ürün, bir çok meyve bu dokunulmaz evin çevresinde toplanırdı;
"Onları katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, kutlu bir yere yerleştirmedik mi?
Şu halde onlara ne oluyor da, Allah'ın doğru yola ileten Kitabına uymaları durumunda insanların kendilerini yerlerinden söküp atacaklarından korkuyorlar? Ataları İbrahim peygamberden -selâm üzerine olsun- bu yana kendilerini bu güvenli ve dokunulmaz bölgeye yerleştiren Allah değil midir? Buyruklarını dinlemedikleri, karşı çıktıkları zaman kendilerini koruyan Allah, kendisinden sakınarak günahlardan kaçınınca, insanların onları kapıp yurtlarından atmalarına izin verir mi?
"Fakat onların çoğu bilmezler."
Nerenin güvenli, nerenin korkulu olduğunu bilmezler. Herkesin en sonunda Allah'a döneceğinin farkında değildirler.
Eğer gerçekten tehlikelerden sakınmak istiyorlarsa, baskına uğrayıp yurtlarından olmaktan korkuyorlarsa, işte yok oluşun gerçek nedeni. Ondan korunsunlar:
"Biz refah içinde şımarmış nice şehirleri helak ettik. İşte yerleri! Kendilerinden sonra pek az kimse oturabilmiştir. Onlara hep biz varis olmuşuzdur."
Nimetle şımarmak, nimete karşılık şükretmemek, şehirleri için bir yok oluş nedenidir. Onların bu güvenli, bu dokunulmaz bölgeye yerleşmiş olmaları yüce Allah'ın bir nimetidir. Şu halde bu nimete karşılık şımarmaktan, şükretmemekten sakınmalıdırlar. Aksi takdirde onlar da benzeri şehirler gibi yok olup giderler. Nitekim onlar bu yüzden yok edilmiş yerleşim birimlerini her zaman görüyor, tanıyorlardı. Buralarda oturanların harap olmuş, boş ve ıssız evleri gözlerinin önündeydi: "Kendilerinden sonra pek az kimse oturabilmiştir." Bu, boş ve harap yurtlar, oralarda oturanların yerle bir edilişlerini dile getiren canlı, somut bir belge olarak nimetle şımarmanın hikayesini anlatıyor. Buralarda oturanlar geride tek bir kişi kalmamak üzere yok edilmişlerdi. Geride mirasçı bırakmamışlardı. "Onlara hep biz varis olmuşuzdur."
Bununla beraber yüce Allah, ana kentte yaşayanlar arasından birini peygamber olarak göndermedikçe, nimetle şımaran bu yerleşim birimlerini yok etmemiştir. Bu durum, onun kullarına yönelik rahmetinin belirtisi olarak kendi kendisi için belirlediği bir kuraldır.
"Rabb'in, memleketlerin ana merkezlerinin halkına ayetlerimizi okuyacak bir elçi göndermedikçe ülkeleri helak edici değildir. Zaten biz halkı zalim olan memleketleri helak etmişizdir.
Peygamberin ana kentten -yani en büyük kentten veya başkentten- gönderilmiş olmasının hikmeti, bu yerleşim biriminin merkez niteliğinde olması ve mesajın hiç kimsenin mazeret ileri sürmesine fırsat vermeyecek şekilde her tarafa yayılabilmesidir. Nitekim Peygamber efendimiz de -salât ve selâm üzerine olsun- Arap yerleşim birimlerinin ana kenti konumundaki Mekke'den seçilip peygamber olarak görevlendirilmiştir. O da daha önce kendilerine uyarıcı geldikten sonra Allah'ın ayetlerini yalanlayanların akıbetinden sakındırıyor onları: "Zaten biz halkı zalim olan memleketleri helak etmişizdir. Bilerek ve görerek ayetleri yalanlayanları yok ederiz."
Bununla beraber, dünya hayatının top yekün nimetleri, yeryüzünün bütün zevkleri, eğlenceleri, yüce Allah'ın onlara bahşettiği bir kısım dünya egemenliği, lütfettiği ürünler, dünya hayatı boyunca bütün insanlar için hazırlanan nimetler, Allah katındàki nimetlerle karşılaştırıldığı zaman son derece basit ve değersiz şeyler oldukları ortaya çıkar.
"Size verilen her şey, dünya hayatının geçimi ve süsüdür. Allah'ın katında olan ise daha hayırlı ve kalıcıdır. Aklınızı kullanmıyor musunuz?
Bu, her zaman için geçerli olan nihai değerlendirmedir. Sırf kaçırmaktan korktukları güven, toprak ve nimetle ilgili değildir. Sadece yüce Allah'ın kentlere bahşettiği ama şımarmaları yüzünden yok ettiği nimetlerle de ilgili değildir. Bu, hiçbir zaman kesintiye uğramasa da hatta eksiksiz sürekli bile olsa, kısa sürede yok olması, tükenmesi söz konusu olmasa da dünya hayatındaki her şeyi kapsayan nihai değerlendirmedir. Çünkü bütün bunlar "Dünya hayatının geçimi ve süsüdür. Allah'ın katında olan ise daha hayırlı ve kalıcıdır." Özü itibariyle daha hayırlı, süreklilik bakımından daha kalıcıdır.
"Aklınızı kullanmıyor musunuz?"
Ama bu ikisinden hangisinin daha üstün olduğunu bilmek, her ikisinin de özünü kavrayan bir akıl gerektirir. Bu yüzden bu ifadeden sonra yer alan değerlendirme, aklın seçme işinde kullanılması için uyarma amacına yönelik oluyor.
Bu gezintinin sonunda, kim neyi diliyorsa onu seçsin diye dünya ve ahiret sayfaları gözlerinin önüne seriliyor:
"Şu halde kendisine güzel bir söz verdiğimiz ve ardından o söze kavuşan kimse; dünya hayatında kendisine bir geçimlik verdiğimiz, sonra kıyamet günü azap içinde getirïlen kimse gibi midir?
Şu, yüce Allah'ın güzel bir vaadde bulunduğu kimsenin sayfası. Bu kimse ahirette yüce Allah'ın kendisine yönelik vaadin gerçek olduğunu görüyor ve kesinlikle kendisine va'dedilen ödülü alıyor. Bu da, dünya hayatının sınırlı ve basit nimetlerine kavuşan kimsenin sayfası. Sonra bu adam ahirette hesaplaşmak üzere yüce Allah'ın huzuruna getirtiliyor. Ayette geçen "azap içinde getirilen" ifadesi zorla getirilenlerin isteksizliğini vurguluyor. Bunlar huzura getirilirken bu sınırlı ve basit nimetten dolayı hesaba çekilmenin ardından kendilerini bekleyen akıbetin korkusu ile buraya getirilmemiş olmayı istiyorlar.
Kureyşliler'in "Biz seninle beraber doğru yola gelirsek yurdumuzdan atılırız." şeklindeki mazeretlerine cevap vermek amacı ile çıkılan gezintinin son durağı oluyor bu. Aslında bu sözleri doğru da olsa, bu durum kıyamet günü insanın hesaba çekilmek üzere huzura getirilmesinden daha iyidir. Bu durumda, Allah'ın yol göstericiliğine uyan, dolayisiyle dünya da güvenli bir ortamda yaşayan, egemenlik sağlayan, ahirette de çeşitli nimetlere ve güvene kavuşan kimsenin durumu bir midir? Dikkat edin, şu halde evrendeki güçlerin gerçek mahiyetini kavramayan gafillerden başkası Allah'ın yol göstericiliğinin somut ifadesi olan Kitabını terk etmez. Korkulu ortamın neresi, güvenli ortamın neresi olduğunu bilmeyen budalalardan başkası Allah'ın yol gösterici mesajına sırt çevirmez. Kendileri için faydalı olan şeyi seçemeyen, yok olup gitmekten sakınmayan, bu yüzden hepten kaybedenlerden başkası, Allah'ın Kitabını bir yana bırakarak sapık ideolojilerin, insan aklının ürünü olan eksik ve çarpık sistemlerin peşinden gitmez.

MÜŞRİKLERİN KIYAMETTE AŞAĞILANMASI

Ayetlerin akışı onları öteki sahile ulaştırınca, bu sefer onlarla birlikte bir kıyamet sahnesinde gezintiye çıkıyor. Burada onların içinde yaşadıkları şirkin ve sapıklığın kaçınılmaz sonu tasvir ediliyor:


62- Allah, o gün onlara seslenir: "Benim ortağım olduğunu iddia ettikleriniz nerededirler?


63- O gün azab üzerlerine hak olanlar: "Rabb'imiz, azdırdıklarımız şunlar. Kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık. Onlardan uzaklaşıp sana geldik, zaten, aslında bize tapmıyorlardı" derler.


64- "Koştuğunuz ortaklarınızı çağırın " denir; onlar da çağırırlar. Ancak kendilerine cevap veremezler; cehennem azabını görünce doğru yolda olmadıklarına yanarlar.


65- Allah onlara seslenerek; "Peygamberlere ne cevap verdiniz" der.


66- O gün haberlere karşı körleşirler, verilecek cevapları kalmaz; birbirlerine de soramazlar.


67- Fakat tevbe eden, inanıp yararlı iş işleyen kimsenin, kurtuluşa erenlerden olması umulur.

Bu ilk soru, azarlama ve kınama amacı ile yöneltilmiş bir sorudur. "Benim ortağım olduğunu iddia ettikleriniz nerededirler?"
Aslında yüce Allah o gün sözü edilen ortakların varolmadığını, dünya hayatında onlara uyanların bu gün onlar hakkında bir şey bilmediklerini ve onlara ulaşma imkanına sahip olmadıklarını biliyor. Fakat bu soruyu yönelterek onları şahitlerin huzurunda rezil-rüsva ediyor.
Bu yüzden soru sorulanlar cevap vermiyorlar. Çünkü bu soru sorulurken cevap verilmesi hedeflenmiyor. Onlar da cevap yerine, peşlerinden gelenleri saptırma ve Kureyş kabilesinin önde gelenlerinin kendilerine uyan insanlara yaptıkları gibi kendilerini izleyenleri, Allah yoluna girmekten alıkoyma suçundan sıyrılmaya çalışarak şöyle diyorlar:
"Rabb'imiz, azdırdıklarımız şunlar. Kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık. Onlardan uzaklaşıp sana geldik, zaten, aslında bize tapmıyorlardı."
Rabb'imiz biz onları zorla saptırmadık. Çünkü onların kalplerini etki altına alacak, onların duygu ve düşüncelerine egemen olacak bir güce sahip değiliz. Onlar kendi istekleriyle ve severek yoldan çıktılar. Nitekim biz de hiçbir zorlama olmaksızın kendi isteğimizle sapıklığa daldık. "Onlardan uzaklaşıp sana geldik" Onları saptırma, yoldan çıkarma suçundan uzaklaştık. "Zaten, aslında bize tapmıyorlardı" derler. Heykellere, putlara, senin yarattığın herhangi bir varlığa kulluk ediyorlardı. Biz kendimizi onlar için ilahlık pozisyonunda görmedik. Onlar da bize kullukla yönelmediler.
Bu noktada yeniden, söz arasında atlamak istedikleri o utanç verici suçlarına döndürülüyorlar. Allah'ı bir yana bırakarak birtakım ilahlar edinmek suretiyle işledikleri kabahata çevriliyorlar:
"Koştuğunuz ortaklarınızı çağırın" denir.
Onları çağırın ve onları izlemekten kaçmayın (!) Onları çağırın ki, size cevap versinler, sizi kurtarsınlar. Çağırın onları, işte bugün, onların işe yarayacakları gündür. (!) Zavallılar, onları çağırmanın hiçbir şeye yaramayacağını biliyorlar ama zorla emre itaat ediyorlar!
"Onlar da çağırırlar ancak, kendilerine cevap veremezler."
Bunun dışında bir şey beklenmiyordu zaten. Amaç onları aşağılamak ve ezmektir.
"Cehennem azabını görünce"
Azabı bu karşılıklı konuşma sırasında görürler. Bu sözlerin ardında cehennem azabının yattığını fark ederler. Çünkü böyle bir konumun ötesi ancak azap olabilir.
Burada, sahnenin zirveye ulaştığı bu anda daha önce reddettikleri hidayet, doğru yol mesajı sunuluyor. Hiç kuşkusuz bu, böylesine dayanılmaz bir ortamda ideal bir beklentidir. Ama bu fırsat şayet dünyada ona koşsalardı ellerindeydi.
"Doğru yolda olmadıklarına yanarlar."
Bu kısa ayrılıktan sonra, tekrar o dayanılmaz sahneye döndürülüyorlar! "Allah onlara seslenerek, 'peygamberlere ne cevap verdiniz' der." Aslında yüce Allah onların peygamberlere ne cevap verdiklerini biliyor. Fakat bu soru da, kınama ve rezil etme amacı ile yöneltiliyor. Onlar da bu soruyu duymazlıktan gelerek, susarak karşılıyorlar. Bu duymazlıktan gelme, içinde bulundukları sıkıntının ifadesidir. Suskunluk da, söylenecek bir şey bulamamaktan kaynaklanıyor.
"O gün haberlere karşı körleşirler, verilecek cevapları kalmaz; birbirlerine de soramazlar."
Bu ifade, sahnenin ve hareketin üzerine körlük gölgesini yansıtıyor. Sanki haberler kördür. Bu yüzden kendilerine ulaşamıyor. Onlar da hiçbir konuda herhangi bir şey bilemiyorlar. Ne bir soru sorabiliyorlar ne de cevap verebiliyorlar. Kendi suskunlukları içinde sesiz, sedasız bekliyorlar.
"Fakat tövbe eden, inanıp yararlı iş işleyen kimsenin, kurtuluşa erenlerden olması umulur."
Bu da karşı sayfa. Bu sayfa, müşriklerin içinde bulunduğu, dayanılmaz sıkıntının zirveye ulaştığı bir sırada, günahlarından tevbe eden, inanan ardından iyi işler yapanlardan ve onları bekleyen kurtuluş umudundan söz ediyor. Ve bu sayfalar, şu anda seçme için yeterli vakit varken kim hangisini isterse onu seçsin
diye sunuluyor.

ALLAH'IN MUTLAK İRADESİ

Ardından surenin akışı onların ve her şeyin durumunu yüce Allah'ın iradesine ve serbest seçimine bırakıyor. Çünkü her şeyi yaratan O'dur. Her şeyi her yönüyle bilen O'dur. Başta da sonda da her şeyin dönüşü O'nadır. En başta ve en sonda hamd O'na özgüdür. Dünyada egemenlik O'nundur. Dönüş O'nadır, O'nun huzurunda toplanılacaktır. Yaratıklar ne kendileri için ne de başkaları için herhangi bir şey seçme gücüne sahip değildirler.
Dilediğini yaratan, dilediğini seçen yüce Allah'dır.



68- Rabb'in dilediğini yaratır, seçer. Seçim onlara ait değildir. ,9llah onların ortak koştuğu şeylerden uzaktır, yücedir.


69- Rabb'in, gönüllerinin gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir.


70- Allah odur ki; O'ndan başka ilah yoktur. Hamd dünya ve ahirette O'nun içindir. Hükümde O'nundur. Yalnız O'na döndürüleceksiniz.

Bu değerlendirme Kureyşliler'in "Biz seninle beraber doğru yola gelirsek yurdumuzdan atılırız." şeklindeki sözlerinden ve hesaplaşma gününde müşrik ve sapık olarak içinde bulunacakları konumun gözler önüne sunulmasından sonra yer alıyor. Bu değerlendirme, onların kendileri adına herhangi bir şey seçme gücüne sahip olmadıklarını, dolayisiyle güvenli ortamla, korkulu ortam arasında tercih yapamayacaklarını vurgulamak ve yüce Allah'ın birliğini ve en sonunda her şeyin O'na döneceğini belirtmek için yer alıyor.
"Rabb'in dilediğini yaratır, seçer. Seçim onlara ait değildir."
Hiç kuşkusuz bu, insanların çoğu zaman unuttuğu, en azından bir çok yönünü unuttuğu önemli bir gerçektir. Yüce Allah dilediğini yaratır, bu konuda hiç kimse ona bir öneride bulunamaz. O'nun yaratmasına bir ekleme ya da azaltmada bulunamaz. O'nun yaratmasını değiştiremez, bozamaz. Yarattıklarından dilediği için istediği görevi, işi, yükümlülüğü ve yeri belirleyen O'dur. Hiç kimse O'na herhangi bir kişiyi, bir olayı, bir sözü veya bir eylemi seçmesini öneremez. "Seçim onlara ait değildir." Ne kendileri ile ne de başkaları ile ilgili bir mesele de seçim hakkı onlara aittir. Büyük-küçük her şeyin dönüşü Allah'adır.
Eğer bu gerçek kalplere ve vicdanlara yerleşirse, insanlar uğradıkları bir zarardan, bir kötülükten dolayı öfkelenmezler. Elde ettikleri bir nimetten, bir kazançtan dolayı da sevinip kendilerinden geçmezler. Elde edemediklèri, kaçırdıkları bir şey için üzülmezler. Çünkü bu şeyleri seçen böyle olmasını belirleyen kendileri değildir. Bütünüyle bu seçimi yapan yüce Allah'dır.
Bu demek değildir ki insanlar; akıllarını, iradelerini ve enerjilerini devre dışı bıraksınlar, ipta1 etsinler. Bunun anlamı, insanların ellerinden gelen çabayı, düşünme, planlama ve seçme yeteneklerini kullandıktan sonra meydana gelen sonucu hoşnutlukla, teslimiyetle benimseyerek karşılamalarıdır. Çünkü onlara düşen ellerinden gelen çabayı sarf etmektir, sahip oldukları yetenekleri kullanmaktır. Bundan sonrası ile ilgili tayin edici yetki yüce Allah'a aittir.
Müşrikler bu konuda bir takım düzmece ilahları Allah'a ortak koşuyorlardı. Oysa dilediğini, istediği gibi yaratan tek Allah'dır. Yaratmada ve seçmede ortağı yoktur.
"Allah onların ortak koştuğu şeylerden uzaktır, yücedir. "Rabb'in gönüllerinin gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir." Onlarla ilgili bu bilgisi uyarınca onlara hakkettikleri karşılığı verir. Doğru yol veya sapıklıktan hangisine layık iseler onu seçer. "Hamd dünya ve ahirette O'nun içindir."
O'nun seçtiği şeylerden dolayı, verdiği nimetlerden dolayı, hikmeti ve planlamasından dolayı adaleti ve rahmetinden dolayı hamd O'nundur. Hamd ve övgü sadece O'na özgüdür.
"Hüküm de O'nundur."
Kulları üzerindeki hükümranlık O'nun tekelindedir. Onlarla ilgili meselelerde kendi hükmü ile hükmeder. Hiç kimse bu hükmünü geri çeviremez, değiştiremez.
"Yalnız O'na döndürüleceksiniz."
O zaman da aranızda son hükmünü verir.
Bu şekilde surenin akışı, Allah'ın gücünü düşünmelerini sağlayarak, bu varlık alemine egemen olan iradesinin tekliğini vurgulayarak, hiçbir şeyleri saklı kalmayacak şekilde gizli-açık her şeylerinde top yekûn O'na döneceklerini bildirerek çepeçevre kuşatıyor onları. Peki onlar, kesinlikle kaçıp kurtulamayacakları bir şekilde O'nun avucunun içindeyken buna rağmen nasıl Allah'a ortak koşuyorlar?
Alıntı ile Cevapla