Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 12:50   Mesaj No:3

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.079
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Furkan Suresi Tefsiri

Bu adamlar Peygamberin "insan" kökenli oluşunu yadırgıyorlardı. Benimsemeye çağırdıkları ilkelere inanabilmeleri için kendilerine ya Peygamberin peygamberliğini onaylayacak meleklerin inmesini ya da doğrudan doğruya yüce Allah'ı görebilmeyi istiyorlardı. Bu istek yüce Allah'a yöneltilmiş bir küstahlıktı. Ancak yüce Allah'ın yüceliğini kalplerinde hissetmeyen, O'nun ululuğunu gerektiği gibi değerlendiremeyen, saygısız cahiller bu tür saçmalıklar geveleyebilir, böylesine ileri-geri sözler söyleyebilirlerdi. Yoksa yüce Allah'ın ululuğu, ezici idaresi ve ölçüler-üstü büyüklüğü yanında onlar kim oluyorlardı? Onlar yüce Allah'ın engin mülkü ve sayıya gelmez yaratıkları içinde küçücük bir toz parçasından başka ne idiler ki? Onlara düşen tek şey yüce Allah'a bağlanmak, bu "iman" aracılığı ile O'nun katında değer aramaktı. Bu yüzden bu ayet noktalanmadan kendilerine hakkettikleri cevap yetiştiriliyor. Bu cevapta takındıkları küstahça tavrın nereden kaynaklandığı açığa vuruluyor. Okuyoruz:
"Onlar büyüklük kompleksine kapılarak azgınlıkta son derece ileri gitmişlerdir."
Bu şaşkınlar kendilerini dev aynasında görmüşler. Bu yüzden büyüklük taslayarak azgınlığın doruğuna çıkmışlardır. Kendilerine yönelik aşırı "bencil" değerlendirme yanılgısından ötürü gerçek değerleri bilememişler, onlara layık oldukları önemi verememişlerdir. Sırf kendilerini görmüşler, bu yanıltıcı egoizm kompleksi gözlerinde büyümüş, şişmiş, bakışlarını kör etmiştir. Bu yüzden şu koca evrende o kadar önemli bir varlık olduklarını sanmışlar ki, iman etmeleri ve gerçekleri onaylamaları için yüce Allah'ın kendilerine doğrudan doğruya görünmesini istemeye hakları olduğu sanısına kapılmışlardır!
Arkasından bu şaşkınlarla gerçekten ve ciddi biçimde alay ediliyor. Çünkü melekleri görecekleri günün dehşeti kendilerine haber veriliyor. Bilindiği gibi melekleri görmek, iki küstahça isteklerinin göreceli olarak daha az küstahça olanı idi. Onlara verilen bilgiye göre melekleri, ancak korkunç ve dehşet dolu bir günde görebileceklerdi. O gün kendilerini katlanamayacakları ve kurtulamayacakları bir azap bekleyecekti. O gün, hesaplaşma ve ceza biçme günü olacaktı. Okuyalım:
"Melekleri görecekleri gün var ya, o gün günahkarlara müjdeli bir haber verilecek değildir. Melekler onlara `sizler aftan ve cennetten mahrumsunuz' derler. Onların yapmış olduklarını ele alarak onları havada uçuşan toza dönüştürürüz."
Şimdi yaptıkları önerinin gerçekleşeceği gün, yani "melekleri görecekleri gün", o gün günahkarlara herhangi bir sevindirici haber değil, azap haberi verilecektir. Aman Allah'ım, onların dünyadaki basmakalıp deyimlerine ne acı bir cevap verilecektir. Onlara "sizler aftan ve cennetten mahrumsunuz" denecektir. Bu sözün bir benzeri, onların' dünyadayken kullandıkları basmakalıp bir deyimdi. Bu deyim kötülükten ve düşmanlardan kaçınma dileğini açığa vururdu, onlar düşmanlarından uzak kalmayı, onların zararlarından sakınmayı istedikleri zaman bu sözü söylerlerdi. Fakat bu sözü söyledikleri günler nerede, şimdi yüzyüze geldikleri dehşet nerede! Ayrıca yapacakları dua da onları kurtaramaz, çarpılacakları azabı başlarından savamaz. Okuyoruz:
"Onların yapmış olduklarını ele alarak onları havada uçuşan toza dönüştürürüz."
İşte böylece, her şey bir anda olup bitiyor. Kuranın hayalde canlandırma ve somutlaştırma uslubu uyarınca insan hayalı "amalleri ele alma" ve "ufalayıp havaya saçma" eylemlerini ardarda izliyor. Bir de bakıyorsunuz ki, bu müşriklerin dünya hayatları sırasında işledikleri iyilikler havada uçuşan birer toz kırıntısıdır. Çünkü bu iyiliklerin temeli iman değildi. İman olacak ki, kalp yüce Allah'a bağlanacak. İman olacak ki, "iyi işler" belirlenmiş bir program ve amaçlanan bir yaşama biçimi olacak. Yoksa bu iyi işler, amaçsız rastlantılar, geçici iç eğilimler, saman alevi gibi çabucak parlayıp sönen amaçsız ve kısa ömürlü hevesler olurlar. Bir programla bütünleşmemiş tek bir davranışın, belli amaçlı bir zincirin halkası olmayan kopuk bir hareketin hiç bir değeri yoktur.
İslama göre insanın varlığı, hayatı ve davranışları tümü ile şu evrenin özü ile, bu evrende egemen olan yasalar bütünü ile ilişkilidir. İnsanın kendisi ve davranışları da dahil olmak üzere bunların hepsi de yüce Allah'a bağlıdır. Buna göre hayatı ile kendisini evrenle bütünleştiren bu ana eksenden kopunca kaybolmuşluğun hiçliğin boşluğuna yuvarlanır. Artık ne önemi kalır ne de değeri. İşlediği amellerinin de değeri ve karşılığı olmaz. Hatta bu amellerin varlığı ve kalıcılığı da bulunmaz.
İman, insanı Rabbine bağlayan biricik bağdır. İnsanın davranışlarına değer ve önem kazandıran, insanın kendisine şu evren bütünü içinde yer sağlayan bu bağdır.
İşte bu yüzden sözkonusu müşriklerin amelleri anlatıldığı biçimde yok olur. Kur'an-ı Kerim, bu kesin yokoluşu hayalimizde canlanan, son derece somut bir şekilde tasvir ediyor. Tekrarlıyoruz:
"Onların yapmış olduklarını ele alarak onları havada uçuşan toza dönüştürürüz."
Bu noktada dikkatlerimiz öbür tarafa çevriliyor. Orada cennetin yerlileri olan müminler ile göz göze geliyoruz. Böylece sahneler arasındaki paralellik, simetri gerçekleşmiş oluyor. Okuyalım:
"O gün cennetlikler en iyi yerlerde oturacaklar, en güzel şekilde dinleneceklerdir."
Burada cennetlikler yerleşmiş olarak, huzur içinde ve serin gölgelikler altında dinlenirken tasvir ediliyorlar. Cennetliklerdeki bu "istikrar" cehennemliklerdeki havada dağılan tozların "uçarı"lığının ve "huzur" da insana küçük dilini yutturan sürekli "endişe"nin karşıtıdır.
Kafirler, yüce Allah'ın ve meleklerin bulut katmanları arasından süzülerek yanlarına gelmelerini öneriyorlardı. Bu önerilerde yahudi masallarının izlerini bulmak mümkündür. Bu masalların tasvirlerine göre yahudilerin "ilah"ı kendilerine bulutlar arasında yada bir ateş sütunu içinde görülüyordu!
Bu noktada dikkatlerimiz başka bir sahneye çevriliyor. Bu sahne, müşriklerin meleklerin yanlarına inmelerine ilişkin önerilerinin gerçekleşeceği gün somutluk kazanacak olan bir sahnedir. Okuyoruz:
"O gün gök parçalanarak beyaz bulut kümelerine dönüşür ve melekler bölük bölük inerler.
Gerçek egemenliğin, Rahman olan Allah'ın tekelinde olacağı o gün kafirler için çetin bir gün olacaktır."
Bu ayette, Kur'andâ yeralan çok sayıdaki benzerlerinde olduğu gibi "o gün" meydana gelecekleri belirtilen büyük kozmik olaylar anlatılıyor. Bu olaylar görünür evrenin parçalarını, burçlarını, galaksilerini, gezegenlerini ve yıldızlarını birarada tutan düzenin bozulacağını; bu kozmik varlıkların yapılarının, biçimlerinin ve bağlantılarının alt-üst olacağını haber verirler. Bu çarpıcı gelişmeler, şu "alem"in sonu olacaktır. Bu başdöndürücü değişmeler sadece yeryüzünde görülmeyecek, yıldızları, gezegenleri ve galaksileri de etki alanları içine alacaklardır. Çeşitli surelerde yeralan ilgili ayetleri okuyarak bu başdöndürücü "değişim"in görüntülerini gözlerimizin önüne getirmemiz yerinde olur. Şimdi bu seçme ayetleri birlikte okuyoruz:
"Güneş, sönüp büzüldüğü zaman"
"Yıldızlar kararıp parçalandığı zaman"
"Dağlar yürütüldüğü zaman"
"Doğurmak üzere olan gebe develer başıboş bırakıldığı zaman"
"Vahşi hayvanlar biraraya getirildiği zaman"
"Denizler kabardığı zaman" (Tekvir Suresi, 1-6)
"Gök yarıldığı zaman."
"Yıldızlar parçalanıp dağıldığı zaman"
"Denizler kabarıp taştığı zaman"
"Mezarlar deşildiği zaman." (İnfitar Suresi, 1-4)
"Gök yarıldığı ve yaratılışı uyarınca Rabbine boyun eğdiği zaman."
"Yeryüzü genleştiği, içindeki her şeyi dışarıya atıp boşaldığı ve yaratılışı uyarınca Rabbine boyun eğdiği zaman." (İnşikak Suresi, 1-5)
"Gök yarılıp da erimiş yağ gibi sıvılaştığı zaman. " (Rahman Suresi, 37)
"Yeryüzü şiddetli bir sarsıntıya tutulduğu, dağlar, parçalanıp havada uçuşan toz bulutlarına dönüştüğü zaman" (Vakıa Suresi, 4-6)
"Sura ilk kez üflenince, dünya ve dağlar yerlerinden oynatılarak biribirine çarpılınca. İşte o zaman beklenen olay olmuştur. Gök yarılmıştır, o gün O dengesini yitirmiştir. " (Hakka Suresi, 13-164)
"O gün gök erimiş madene dönüşür. Dağlarda atılmış pamuk gibi olur. " (Mearic Suresi, 8-9) "Yer, o müthiş sarsıntı ile sarsıldığı ve bağrında taşıdığı yükleri dışarıya attığı zaman." (Zilzal Suresi, 1-2)
"O gün insanlar ateş çevresinde çırpınıp öbek öbek dökülen pervane kümeleri gibi olurlar. Dağlar da atılmış renkli yün gibi olurlar." (Karia Suresi 4-5)
"Ey Muhammed, göğün koyu bir duman salarak insanları kuşattığı günü bekle. Bu acı bir azaptır. " (Duhan Suresi 10-11)
"O gün yer ve dağlar sarsılır; dağlar gevşek kum tepelerine dönüşürler." (Müzemmil Suresi, 14)
"Gök, o günün dehşeti ile parçalanır." (Müzemmil Suresi, 18)
"Yer parçalanıp parçaları biribirine çarptığı zaman." (Fecr Suresi, 7-9)
"Göz kamaştığı, ay karardığı ve güneş ile ay birleştiği zaman." (Kıyamet Suresi, 7-9) "Yıldızların ışığı söndüğü, gök yarıldığı ve dağlar pamuk gibi atıldığı zaman." (Murselât Suresi, 8-10)
"Ey Muhammed, sana dağlara ilişkin soru sorarlar. De ki; `Rabb'in onları ufalayıp havada savurur. Yerlerini dümdüz ve çırılçıplak bir alana dönüştürür. O alanda hiç bir engebe, hiç bir tümsek göremezsin." (Taha Suresi, 105-107)
"Sen dağları görünce onların yerlerinden hiç kımıldamadıklarını sanırsın. Oysa onlar bulutlar gibi hareket ederler." (Neml Suresi, 88)
"O gün dağları yerlerinden söküp yürütürüz de sen yeryüzünü çıplak ve dümdüz görürsün. " (Kehf Suresi 47)
"O gün yer, başka bir yere ve gökler de başka göklere dönüştürülürler." (İbrahim Suresi, 48) "O gün göğü yazılı sayfaların dürüldüğü gibi düreriz." (Enbiya Suresi, 104)
Bütün bu ayetler bize evrenimizin sonunun "korkunç" olacağını bildiriyor. Yer sarsıntıya tutulup parçalanacak ve parçaları içiçe geçecek, dağlar param parça olacak. Denizler kabarıp taşacak. Bu "taşma" ya sıkışma sonucunda suların çoğalması ile ya da suyun atomlara ayrılarak ateşe dönüşmesi ile olacak.
Bu arada yıldızlar kararıp sönecek, gök yarılıp parçalanacak, gezegenler parçalanıp boşluğa dağılacak. Gök cisimleri arasındaki uzaklıkların dengesi bozularak, bunun sonucu olarak güneş ile ay birleşecek; gök, bir keresinde "duman" gibi görünecek başka bir keresinde ise kıpkızıl ateşe dönüşecektir. Daha bunlara benzer bir çok evrensel dehşet sahnesi yaşanacaktır.
Bu surede ise yüce Allah, müşrikleri göğün parçalanıp beyaz bulut kümelerine dönüşeceği olgusu ile korkutuyor. Bu bulutlar, o günkü korkunç patlamaların buharlarından oluşmuş buğu katmanları olabilirler. O gün melekler, kafirlerin yanına inerler, böylece bir bakıma dünyadaki önerileri gerçekleştirilmiş olur. Ne var ki, bu iniş, Peygamber'in söylediklerini onaylamak için değil, Rabb'lerinin bu kafirlere yönelik azabını uygulamak içindir. Bu yüzden:
"O gün kafirler için çetin bir gün olacaktır."
Çünkü o günün onlar için bir çok korkunç sahneleri ve türlü türlü azapları vardır. Peki, durum böyleyken bu şaşkınlar hangi akla hizmet ederek yanlarına meleklerin inmesini öneriyorlar? Meleklerin yanlarına ancak böylesine zor bir günde ineceklerini hiç düşünmüyorlar mı?
Arkasından o günün bir başka sahnesi sunuluyor. Bu sahne sapık zalimlerin pişmanlıklarını canlandırıyor. Sahnenin sunuluşu uzun sürüyor, filmin geçişi ağırlaştırılıyor. Öyle ki, okuyucu bu sahnenin hiç bitmeyeceğini, sonunun gelmeyeceğini sanıyor. Seyrettiğimiz görüntü pişmanlığın, hayıflanmanın, yazıklanmanın somut bir belirtisi olarâk parmaklarını ısıran zalimin görüntüsüdür. Okuyalım:
"O gün her zalim, öfkesinden, parmaklarını ısırarak şöyle der; `Keşki Peygamberin yoldaşı olsaydım.
Eyvah, keşki falancayı dost edinmeseydim.
Bana Kur'anın mesajı geldikten sonra o beni Allah'ı anlamaktan alıkoydu. Zaten şeytan, insanı ayarttıktan sonra yüzüstü bırakır."
Zavallının çevresindeki her şey susuyor. Duyulan tek ses, onun yanık sesi, onun hayıflanan iniltileridir. Feryadının uzun havalı melodisi, bu pişmanlık sahnesini uzatıyor ve etkisine derinlik kazandırıyor. Öyle ki, bu ayetlerin okuyucusu da dinleyicisi de sanki bu pişmanlığa, bu hayıflanmaya; bu yazıklanmaya katılır gibi olmaktadırlar.
Evet "O gün her zalim öfkesinden parmaklarını ısırır."
Ona ısırmak için tek elin parmakları yetmiyor; bir o elin parmaklarını bir bu elin parmaklarını ısırıyor, ya da her iki elinin parmaklarını birlikte ısırıyor. Parmak ısırmakta somutlaşan pişmanlığının ateşi o kadar yüksektir. "Öfkeden parmak ısırmak" bilinen bir harekettir. Burada psikolojik bir durumu sembolize etmekte, onu somut bir ifadeye kavuşturmaktadır. Devam ediyoruz:
"Keşki Peygamber'in yoldaşı olsaydım' der."
Keşki Peygamber'in yolunu izleseydim, O'ndan ayrılmasaydım, O'nun peşini bırakmasaydım! Adam bu sözleri kim için söylüyor? Kim için olacak. Peygamberliğini inkar ettiği, Allah tarafından peygamber olarak gönderildiğini bir
türlü içine sindiremediği Peygamber'imiz için söylüyor! Devam edelim:
"Eyvah, keşki falancayı dost edinmeseydim."
Adam "falancayı" diyor, belirsizlik yansıtan bir ifade kullanıyor. Amaç, Peygamber'in yolundan alıkoyan, yüce Allah'ı anmaktan uzaklaştıran bütün dostları ve arkadaşları akla getirmemizi sağlamaktır. (Bize ulaşan bazı bilgilere göre bu ayetlerin iniş sebebi şudur: Müşriklerin Ukbe b. Ebu Muıt, Peygamberimiz ile sık sık görüşür, sohbet ederdi. Adam, bir gün Peygamberimizi evine çağırmıştı. Peygamberimiz, ona Kelime-i şahadet getirmedikçe yemeğini yemeyeceğini söyledi. Bunun üzerine adam Kelime-i Şahadet getirdi.
Adamın arkadaşı olan Ubeyy b. Halef onu paylayarak "Sen dininden mi döndün?" dedi. Adam dedi ki; "Vallahi hayır, dinimden dönmedim; Muhammed konuğumdu ve yemeğimi yemek istemiyordu, ondan utandığım için isteği üzerine Kelime-i Şahadet getirdim." Bunun üzerine Ubeyy, adama "Hayır, Muhammed'in yanına varıp başını çiğnemedikçe ve yüzüne tükürmedikçe seninle aramız düzelmez" dedi. Adam da Darünnedve'ye vardı, orada Peygamberimizi secdeye varmış durumda yakaladı ve Ubeyy'in kendisinden istediklerini yaptı.
Bunun üzerine Peygamberimiz, adama "Eğer seninle Mekke dışında karşılaşırsam kesinlikle kafanı kılıcımla uçuracağım" dedi. Bir süre sonra Bedir Savaşı sırasında Peygamberimizin emri üzerine Hz. Ali, adamı öldürdü.) Devam ediyoruz:
"Bana Kur'anın mesajı geldikten sonra O beni Allah'ı anmaktan alıkoydu." Buna göre o insanı yoldan çıkaran şeytanın kendisi idi, ya da şeytanın çömezi idi. Devam edelim:
"Zaten şeytan, insanı ayarttıktan sonra yüzüstü bırakır."
Şeytan insanı perişanlıklara sürükler. Ciddi dostluğun gerekli olduğu yerde, kara günde sıkıntı zamanında insanı yüzüstü bırakır.
Kur'an-ı Kerim, bu tüyler ürpertici sahneler aracılığı ile, böylece müşriklerin kalplerini sarmaya çalıyor. Aslında bu sahneler, onlara korkunç geleceklerini somutlaştırıyor, bu geleceği kendilerine görünür bir realite olarak sunuyordu. Oysa onlar henüz şu dünyada yaşıyorlar, yüce Allah ile karşılaşacaklarını yalanlıyorlar, son derece küstahça O'nun yüceliğine dil uzatıyorlar, O'na saygısız öneriler sunuyorlardı. Onlar böyle yapadursunlar, orada kendilerini tüyler ürpertici dehşet ile kaçan fırsatların arkasından duyulan; acı pişmanlık beklemektedir.
Ayetler, müşriklere bu çetin günlerinde yaptırdıkları gezintiden sonra onları tekrar dünyaya döndürüyor. Burada Peygamberimize karşı takındıkları tutum ve Kur'anın indiriliş biçimine yönelik itirazları gözden geçiriliyor. Bu gezinin sonunda yeniden diriliş ve büyük toplantı gününe ilişkin bir sahnede canlandırılıyorlar. Okuyoruz:


30- Peygamber "Ya Rabbi, soydaşlarım bu Kur'anı boykot ettiler. " dedi.


31- Ey Muhammed, biz böylece her Peygamberin karşısına azılı günahkar bir düşman çıkardık. Rabb'in senin için yeterli bir yol gösterici ve yardım edicidir.


32- Kafirler "Kur'an, Muhammed'e bir defada topluca indirilseydi ya" dediler. Oysa biz senin moralini güçlendirmek, azmini pekiştirmek için onu böylesine bölüm bölüm indirdik ve ağır ağır okuduk.


33- Müşrikler, ne zaman karşısına saçma bir itirazla çıkarlarsa biz sana gerçeği ve en susturucu açıklamayı sunarız.


34- O yüzüstü süründürülerek cehenneme atılacak olanlar var ya, en kötü yer onların yeri ve en sapık yol onların yoludur.

Müşrikler yüce Allah'ın Peygamberimize kendilerini uyarsın, gözlerini açsın diye gönderdiği bu Kur'anı boykot ettiler. Ona kulaklarını tıkadılar. Çünkü bu kitabın onları kendine çekeceğinden, kalplerinin onun etkisine karşı direnemeyeceğinden korktular. Onu boykot ettiler. Şu anlamda ki, onu inceleyip içerdiği gerçeği kavramaktan, onun ışığında doğru yolu bulmaktan kaçındılar. Onu boykot ettiler. Yani onu hayatlarının anayasası yapmadılar. Oysa Kur'an, bir hayat sistemi olmak üzére geldi, amacı hayatı en doğru yola iletmekti. Okuyoruz:
"Peygamber `Ya Rabbi, soydaşlarım bu Kur'anı boykot ettiler' dedi."
Hiç kuşkusuz yüce Allah, müşriklerin Kur'an'a karşı takındıkları katı tutumu biliyor. Fakat Peygamberimiz, bunu bile bile yüce Allah'a dert yanıyor, sığınıyor. Elinden gelen her şeyi yaptığına Allah'ı şahit tutuyor. O elinden geleni yaptı, ama soydaşları bu Kur'an'a ne kulak astılar ve ne de onun anlamı üzerinde kafa yordular.
Bunun üzerine yüce Allah, Peygamberimizi teselli ediyor, ona gönlünü rahatlatacak sözler söylüyor. Şöyle ki, bu durum kendisinden önceki bütün peygamberlerin de başına gelmiştir, ortada değişmez bir yasa vardır. Her Peygamberin, kendilerine gelen doğru yol kılavuzluğunu reddeden ve insanları Allah yolundan alıkoyan azılı düşmanları olmuştur. Fakat yüce Allah, her zaman peygamberlerini zafer yoluna iletmiş, aşırı günahkar düşmanları karşısında galip getirmiştir. Okuyoruz:
"Ey Muhammed, biz böylece bir peygamberin karşısına azılı günahkar bir düşman çıkardık. Rabb'in senin için yeterli bir yol gösterici ve yardım edicidir."
Hiç kuşkusuz yüce Allah'ın her işinde engin bir hikmet vardır. Neden derseniz, Peygamberlerin ve hak davaların karşılarına düşmanların dikilmesi ve bu düşmanların onlara savaş açmaları davayı pekiştirir, onun özüne yaraşan bir ciddiyet damgası ile damgalar. Dava adamlarının yollarını kesmeye yeltenen azılı günahkarlarla savaşmaları gerçi kendilerine sıkıntılar yükler ve savundukları davaya da sekte vurur. Fakat bu savaş, gerçek dava ile sahte davaları biribirinden ayırır. Bu savaş, davanın gerçek taraftarlarını ayıklayarak sahtekarları uzaklaştırır. Savaş kızışınca davanın yanında sadece sağlam ve samimi müminler kalır. Bunlar kısa vadeli ganimet peşinde fırsatçılar değillerdir. Tek amaçları davalarının zaferidir, ve bu zaferin ardındaki asıl bekledikleri de yüce Allah'ın hoşnutluğudur.
Eğer davalar kolay ve sıkıntısız olsalardı, hep gül döşeli düz yollar boyunca ilerleselerdi, karşılarına düşmanlar ve muhalifler dikilmeseydi, önlerine yalanlayıcılar ve inatçı karşıtlar çıkmasaydı, o zaman herkesin dava adamı olması kolay olurdu, o takdirde gerçek dava ile batıl davalar biribirine karışır, bunun sonucunda belirsizlik ve kargaşa meydana gelirdi.
Fakat davaların karşısına düşmanların dikilmesi, bu davaların zaferi uğruna savaşmayı kaçınılmaz kılar. O zaman da acılar ve fedakarlıklar davaların yol azığı olurlar. Gerçek ciddi ve inanmış dava adamlarından başka hiç kimseler böylesine zor günlerde savaşmazlar, mücadele etmezler, acılara ve fedakarlıklara katlanmazlar. Böyle zor günlerin dostları davalarını rahata,. şahsi çıkarlara, dünya hayatına ilişkin amaçlara, hatta hayatın , kendisine tercih eden kimselerdir. Bu yiğit müminler davalarının gerektirdiği durumlarda davaları uğruna can vermekten bile çekinmezler. Bu acı savaşın sıkıntılarına ancak hamuru en pişkin olanlar, imanı en güçlü olanlar, yüce Allah'ın vereceği ödüle en fazla göz dikenler ve insanlar eli ile gelecek çıkarları en çok küçümseyenler katlanabilirler.
Bu savaş kızıştıkça hak dava ile batıl davalar biribirinden ayrılır, saflar berraklaşır, kimlerin güçlü, kimlerin zayıf oldukları açığa çıkar. İşte o zaman hak dava, girdiği sınavı başarı ile geride bırakan, inancının faturasını gözünü kırpmadan ödeyen kararlı taraftarlarının omuzlarında yoluna devam eder. Bu kimseler zaferin getireceği yükümlülükleri ve sorumlulukları üstleneceklerine güvenilebilecek kimselerdir. Onlar bu zaferin pahalı faturasını ödeyerek onu kazanmışlar, sadık ve fedakar kişiler olarak, zafere giden yolun en ağır çilelerine göğüs germişlerdir. Geçirdikleri deneyler ve katlandıkları çileler, davalarını dikenler ve kayalıklar arasından nasıl ilerleteceklerini kendilerine öğretmiştir. Baskılar ve .korkular, tüm enerjilerini ve güçlerini bilemiştir. Güç stokları artmış, bilgi birikimleri gelişmiştir. Bütün bu avantajlar kıvançta ve tasada, sancağını ellerinde taşıdıkları davaları hesabına hazine değerinde birer birikimdir.
Genellikle halk çoğunlukları, azılı günahkarlar ile;dava adamları arasındaki savaşta tarafsız ve ilgisiz kalırlar. Fakat dava adamlarının safında acılar ve fedakarlıklar birikimi kabardıkça, buna rağmen dava adamları inançlarına bağlılıklarından hiç bir şey kaybetmeksizin yollarına devam ettikçe o zamana kadar bu kavgayı uzaktan seyreden halk yığınları şöyle demeye başlarlar: "Çektikleri bunca acılara, katlandıkları bunca fedakarlıklara rağmen bu adamları davalarına bağlı tutan güç nedir? Her halde savundukları dava feda ettikleri değerlerden daha üstün, daha pahalı bir değer taşımaktadır. Böyle demeseler bile kafalarında buna yakın düşünceler doğar. İşte o zaman bu seyirci yığınlar, bu davaya yönelirler. Bağlılarının gözünde hayatın bütün amaçlarına, hatta hayatın kendisine karşı baskın çıkan bu üstün değeri tanımaya, ne olduğunu anlamaya çalışırlar. İşte o zaman kalabalıklar uzun bir seyircilik döneminden sonra akın akın bu inanç sisteminin saflarına katılmaya koşarlar.
Bütün bu gerekçelerledir ki, yüce Allah her peygamberin karşısına azılı günahkar bir düşmanın dikilmesine meydan vermiştir, günahkarların hak davanın karşısına çıkmalarına izin vermiştir. Çünkü o zaman hak davanın savunucuları, günahkarlarla savaşa tutuşacaklar, başlarına ne gelirse gelsin yollarına devam edeceklerdir. Bu kavganın sonucu çok önceden, planlanmıştır, bellidir, yüce Allah'a güvenenler bu sonucun ne olduğu konusunda hiç bir zaman kuşkuya düşmezler. Bu eğri-doğru kavgasının sonucu hakkı bulmak ve hak uğruna zafere ermektir.
Okuyoruz:
"Rabb'in senin için yeterli bir yol gösterici ve yardım edicidir."
Öteyandan azılı günahkarın, peygamberlerin yolu üzerine dikilmeleri son derece doğaldır. Çünkü hakka ilişkin çağrının gelişi rastgele değildir, o tam zamanında ortaya çıkar, her hangi bir toplumda ya da tüm insanlığın yaşayışında beliren bunalımı, kargaşayı gidermek için meydana çıkar. Kalplerde, rejimlerde ve kurumlarda başgösteren yozlaşmayı tedavi etmeyi amaçlar. Bu kargaşanın, bu yozlaşmanın, bu bunalımın arkasında işte o azılı günahkarlar vardır. Onlar bu sosyal ve ruhi hastalıkları bir yandan geliştirirler, öte yandan da koz olarak kullanırlar. Karakterleri bu bozuk düzenden hoşlanır, ihtirasları kirli hava soluyarak yaşamayı sürdürür, varlıklarını borçlu oldukları sahte değer yargıları böylesine bunalımlı ortamlarda ancak ayakta durabilir.
Bu yüzden bu azılı günahkarların, Peygamberlerin karşılarına dikilerek varlıklarını ve nefes alıp verebilmeleri için gerekli olan bu pis havanın sürekliliğini savunmaları son derece doğaldır. Bilindiği gibi bazı böcekler iç acıcı gül kokularından boğulurlar, ancak pislikler içinde yaşayabilirler. Bazı kurtçuklar temiz akarsulara düşünce ölürler, ancak bataklıklardaki pis su birikintileri içinde yaşayabilirler. İşte günahkarlar da tıpkı böyledirler. İşte bundan dolayı bu azılı günahkarların hak çağrısına düşman olmaları, onunla ölüm-kalım savaşına girişmeleri son derece doğaldır. En sonunda hak davanın zafere ulaşması da en az o kadar doğaldır. Çünkü bu dava hayatın doğal çizgisine paralel bir yol izliyor; bu dava, yüce Allah ile ilişki kurduğu yüce ve aydınlık ufka yöneliktir ve ancak o ufkun dolaylarında yüce Allah'ın kendisi için`belirlediği olgunluğa, yetkinliğe erebilir. Tekrarlıyoruz:
Alıntı ile Cevapla