Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 12:50   Mesaj No:4

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.079
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Furkan Suresi Tefsiri

"Rabb'in senin için yeterli bir yol gösterici ve yardım edicidir."
Daha sonra bu azılı günahkarların Kur'an'ın çağrısına karşı dile getirdikleri saçma görüşmelere değiniliyor ve bu görüşlere cevap veriliyor. Okuyalım:
"Kafirler `Kur'an, Muhammed'e bir defada topluca indirilseydi ya' dediler. Oysa biz senin moralini güçlendirmek, azmini pekiştirmek için onu böylesine bölüm bölüm indirdik ve ağır ağır okuduk."
Bu Kur'an, yeni bir ümmet yetiştirmek, yeni bir toplum oluşturmak ve yeni bir düzen kurmak için geldi. Eğitim ise önce zamanı, sonra söz yolu ile meydana getirilecek etki ve tepkiyi, son olarak bu sözel etki ve tepkiyi pratik hayata yansıtacak somut hareketleri gerektiren bir süreçtir. İnsan psikolojisi, bir kitabı okumakla akşamdan sabaha şipşak değişmez. Bu kitap istediği kadar mükemmel, geniş kapsamlı ve yeni bir sistem içermiş olsun. İnsandan beklenebilecek reaksiyon günden güne bu yeni sistemin belli bir tarafının etkisi altına girmek, adım adım onun merdiveninin basamaklarını çıkmak, önerdiği yükümlülükleri üstlenmeye aşama aşama alışmaktadır. Bu takdirde insan yeni sistemden ürküp kaçmaz. Bu sistemin bir porsiyonunu yiyip besinini aldığı her gün, ertesi gününün porsiyonunu yiyip beslenmesini geliştirmeye daha hazırlıklı hale gelir, böylece gün geçtikçe onu iştahı daha çok çeker, lezzetini damağında daha kuvvetli olarak hisseder. Buna karşılık eğer yeni sistem, bir anda insanın omuzlarına yüklenirse bu yük ona ağır, taşınmaz ve katlanılmaz gelir.
Kur'an-ı Kerim, hayatın her alamı kapsayan eksiksiz yöntemleri ve uygulama programları getirdi. Bunun yanısıra insan fıtratı ile uyumlu ve bu insanın yaratıcısının bilgisine dayanan eğitim programları, uygulama yöntemleri de getirdi. Bu yüzden bu kitap müslüman toplumun somut ve canlı ihtiyaçlarına cevap vermek üzere geldi, o toplumun doğuşuna ve gelişmesine ayak uydurdu; bu ilahi eğitim sisteminin ışığı altında ilerleyen bu toplumun günden güne gelişen yeteneklerine paralel bir iniş çizgisi izledi.
Başka bir deyimle Kur'an bir eğitim programı, bir pratik hayat sistemi olmak üzere geldi. Yoksa sırf entellektüel bir haz duymak, sırf bilgi edinmek için okunan bir kültür eseri olmak için gelmedi. O harfi harfine, kelimesi kelimesine, bütün hükümleri ile uygulanmak üzere geldi. Ayetleri "gündelik emirler listesi" olmak üzere geldi. Müslümanlar bu emirleri anında, sıcağı sıcağına alarak hemen gereklerini yerine getireceklerdi. Tıpkı bir askerin karargahında, ya da savaş alanında aldığı gündelik "savaş direktifleri" gibi. Üstelik müslüman bu emirleri içine sindirecek, onları kavrayacak ve uygulamaya can atacak, onların içeriği uyarınca yeniden yapılanacak kişiliğin de onların damgasını taşıyacaktır.
Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim, her konuya ilişkin ayrıntılı açıklamalarla inmiştir. Yöntemine ilişkin öncelikli, ilk açıklaması Peygamberimizin kalbine yöneliktir, O'nu çetin yolculuğu boyunca desteklemeyi, bu yolculuğun her aşamasını bölüm bölüm, hüküm hüküm onunla birlikte aşmayı amaçlar. Okuyoruz:
"Oysa biz senin moralini güçlendirmek ve azmini pekiştirmek için onu böylesine bölüm bölüm indirdik ve ağır ağır okuduk."
Buradaki "ağır ağır okuma"nın anlamı, yüce Allah'ın hikmeti, insanların kalplerinin ihtiyaçlarına ve kabul etmeye dönük yeteneklerine ilişkin bilgisi uyarınca izlenen sürekli ve aşamalı iniş sürecidir.
Kur'an-ı Kerim, bu yöntemi sayesinde insan vicdanını değiştirme alanında olağanüstü başarılar kazanmıştır. Kur'anın mesajını parça parça, fakat sürekli akan bir suyu yudumlar gibi algılayan vicdanlar günden güne artan bir ivme ile ondan etkilenmişler; aşama aşama onun damgasını kişiliklerine basmışlardır.
Fakat zamanla müslümanlar Kur'anın bu pratiğe dönük, aşamalı eğitim yöntemini gözardı etmişlerdir. Bu kutsal kitabı sırf bir kültür geliştirme kaynağı, ya da yanık seslerle okunan bir "ibadet rehberi" saymaya yönelmişlerdir. Onu bir eğitim programı, kişiliği değiştirip biçimlendirme kılavuzu, eyleme ve uygulamaya yön verecek bir hayat sistemi olarak kabul etme bilincinden uzaklaşmışlardır. Bu yanılgıya düşünce artık Kur'an'dan yararlanamaz olmuşlardır. Çünkü bu kutsal kitabın her şeyi bilen ve her şeyden Haberdar olan yüce Allah tarafından belirlenen yönteminden sapmışlardır.
Okuduğumuz ayetlerin akışında Peygamberimize moral verilmeye, gönlüne güven duygusu aşılanmaya devam ediliyor. Müşrikler önüne ne zaman yeni bir tartışma kapısı açarlarsa, ne zaman karşısına yeni bir itirazla dikilirlerse en susturucu delille destekleneceği, karşısındakilerin sözde önerilerinin çürütüleceği belirtiliyor. Okuyalım:
"Müşrikler ne zaman karşısına saçma bir itirazla çıkarlarsa biz sana gerçeği ve en susturucu açıklamayı sunarız."
Müşrikler, tartışmalarında batıl, çürük delillere dayanırlar. Oysa yüce Allah, onların batıl, eğri delillerine gerçek deliller ile karşılık verir ve onların saçma önerilerine öldürücü darbe indirir. Kur'an-ı Kerim'in asıl amacı gerçeği açıklığa kavuşturmaktır, yoksa sırf tartışmayı kazanmak, eğrilik yanlılarını yenilgiye uğratmak değildir. Çünkü gerçek, özü itibarı ile güçlüdür, belirgindir, batıldan ayırd edilmesi 'zor değildir.
Yüce Allah, Peygamberimize, soydaşları ile arasında çıkacak her tartışmada yardım edeceğini vadediyor. Çünkü o hakkı savunuyor ve yüce Allah, kendisini batılın tozunu dumana katan hakla destekliyor. Buna göre müşriklerin tartışmalar, yüce Allah'ın yetkin delilleri karşısında hiç ayakta durabilir mi? Onların batıl davaları, yüce Allah tarafından indirilen hakkın ezici gücü önünde dayanabilir mi?
Bu gezinti müşriklere ilişkin başka bir Kıyamet sahnesi ile noktalanıyor. Bu sahnede müşrikler yüzüstü süründürülerek cehenneme sevkedilirler. Bu ceza, onların hakka karşı baş kaldırmalarına, sonuçsuz tartışmalarında tersine çevrilmiş kriterler ve mantık önermeleri kullanmalarına uygun düşen bir karşılıktır. Okuyoruz:
"O yüzüstü süründürülerek cehenneme atılacak olanlar var ya, en kötü yer onların yeri ve en sapık yol onların yoludur."
"Yüzüstü süründürülme" eyleminde aşağılanmak, horlanmak, hakarete uğratılmak ve tersine çevrilmek vardır. Bu uygulama, müşriklerin böbürlenmelerinin, büyüklük taslamalarının ve gerçeğe sırt çevirmelerinin karşılığıdır. Yüce Allah, bu sahneyi Peygamberimizin gözleri önüne sermekle kendisini müşriklerden çektiği sıkıntılar karşısında teselli ediyor. Ayni sahneyi müşriklerin gözleri önüne sermenin âmacı ise onları acı gelecekleri konusunda uyarmaktır. Bu sahnenin sırf gözler önüne serilişi bile onların kof gururunu sarsıcı, inatlarını kırıcı ve tüylerini ürpertici bir niteliğe sahiptir. Gerçekten bu korkutucu uyarılar onları bir süre için yıldırıyor. Fakat bir süre sonra bu sarsıntının etkisinden sıyrılarak toparlanıyorlar ve eski inatçı tutumlarını devam ettiriyorlardı.
Sonra surenin akışı onları Allah'ın ayetlerini yalanlayan geçmiş milletlerin harap olmuş yurtlarında bir gezintiye çıkarıyor:



35- Andolsun ki, biz Musa'ya Kitabı (Tevratı) gönderdik ve kardeşi Harun'u` dâ yanına yardımcı olarak verdik.


36- Onlara "Ayetlerimizi yalanlayan soydaşlarının uyarmaya gidin" dedik. Sonra o toplumu kökten yokettik.


37- Nuh'un soydaşlarını da yokettik. Onlar peygamberlerini yalanlayınca kendilerini suda boğduk, böylece onları diğer insanların ibret alacakları acı bir örneğe dönüştürdük ve zalimler için acıklı bir azap hazırladık.


38- Adoğullârını, Semudoğullarını, kuyunun yuttuklarını ve bunlar arasındaki dönemlerde yaşamış bir çok kuşakları da yokettik.


39- Hepsine bir çok uyarıcı örnekler gösterdik. Sonra da hepsini kökten yokettik.


40- Ey Muhammed, senin hemşehrilerin, bela yağmuruna tutulmuş olan o kente uğradılar. Acaba orayı görmüyorlar mıydı? Hayır, aslında onlar yeniden dirileceklerini beklemiyorlardı.

Bunlar, Allah'ın ayetlerini yalanlayanların akıbetini bir film şeridi gibi kısa sürede gözler önüne seren örneklerdir.
Örneğin Hz. Musa, kendisine kitap veriliyor ve onunla birlikte kardeşi Harun da bir vezir, bir yardımcı olarak gönderiliyor. "Ayetlerimizi yalanlayan soydaşlarınıza" karşı çıkmakla görevlendiriliyor. Öte yandan Firavun ve kurmayları, Allah'ın ayetlerini yalanlıyorlardı. Musa ve Harun'un kendilerine peygamber olarak gönderilmelerinden önce de tavırları buydu, çünkü Allah'ın ayetleri her zaman ortadadır. Peygamberler bu ayetleri sadece gafillere hatırlatır. Konunun akışı içinde ikinci ayet daha bitmeden onların akıbetleri kısaca fakat sert bir ,ifadeyle canlandırılıyor: "Sonra o toplumu kökten yokettik."
Şunlar da Nuh peygamberin kavmi: "Peygamberleri yalanlayınca kendilerini suda boğduk." Halbuki onlar sadece Nuh peygamberi yalanlamışlardı. Ama Nuh peygamber -selam üzerine olsun- onlara hep peygamberin kendi kavmine sunduğu değişmez ve tek inanç sistemini getirmiştir. Bu yüzden Nuh peygamberi yalanladıkları zaman, bütün peygamberleri yalanlamış oldular: "Böylece onları diğer insanların ibret alacakları acı bir örneğe dönüştürdük." Örneğin; Nuh kavminin yaşadığı Tufan olayı, üzerinden bunca zaman geçmiş olmasına rağmen unutulmamıştır. Düşünen, düşündüğünden yararlı sonuç çıkaran bir kalbe sahip olan herkes, bu olaya baktığında mutlaka ondan ibret alır. "Ve zalimler için acıklı bir azap hazırladık." Bu azap hazırdır, bir daha yeniden hazırlama gereği duyulmaz. Burada zalim yerine "zalimler" kelimesi ön plana çıkıyor. Amaç onların bu niteliklerini vurgulamak; azaba çarptırılmalarının sebebini açıklamaktır. Mesela Ad ile Semud kavimleri, Eshab-ı Ress (Kör kuyu, yani duvarları örülmemiş kuyu. Burada sözü edilenlerin Yemame kasabasında yaşadıkları ve kendilerine gönderilen peygamberi öldürdükleri söylenmiştir. İbni Cerir bunların Buruc Suresinde sözü edilen ve aralarındaki mü'minleri ateşe atarak yakan Ashab-ı Uhdud oldukları görüşünü benimsemiştir.) ve bir de bu arada geçen yüzyıllar. Bütün bu toplumlar kendilerine birçok örnekler gösterilmiş olmasına rağmen bu acıklı akıbeti hakketmişlerdi. Çünkü söylenenleri düşünmemiş, yokolmaktan, yerle bir edilmekten korkmamışlardı.
Hz. Musa ve Nuh kavimlerinden, Ad, Semud ve Ashab-ı Ress toplumlarından ve bunlar arasındaki dönemlerden, bir de bela yağmuruna tutulan toplumdan -Lut kavmi- sunulan örneklerin hepsi aynı noktada birleşmektedir. Bunların tümü aynı hayat tarzını sürdürüyor ve değişmeyen aynı akıbete uğruyorlar. "Hepsine birçok uyarıcı örnekler gösterdik" öğüt alsınlar, ibret dersi çıkarsınlar diye. "Sonra da hepsini kökten yokettïk." Allah'ın peygamberlerini ve bu peygamberlerin sundukları ayetleri yalanlamanın sonu, yerle bir edilmedir, un ufak olmadır, yok edilmedir. Ayetlerin akışının bu örnekleri sunarken böylesine hızlı bir üslubu seçmesi, o toplumların etkileyici akıbetlerini bir an önce gözler önünde canlandırma amacına yöneliktir. Bu örneklerin sonunda ise, Lut kavminin azaba uğramış, harap olmuş yurtlan örnek veriliyor. Kureyşliler yaz mevsiminde Şam'a yaptıkları ticaret amaçlı yolculuklarında Sodom şehrinin kalıntıları arasında, bu toplumun uğradığı akıbeti olanca dehşetiyle görüyorlardı. Yüce Allah lavlardan ve taşlardan oluşan volkanik bir yağmurla onları yoketmiş, yurtlarını yerle bir etmişti. Ardından ayet, Kureyşlilerin olaylardan ders almadığını, olaylardan etkilenmediğini, çünkü onların ölümden sonra dirilişin gerçekleşebileceğini beklemediklerini, Allah'ın huzuruna çıkacaklarını ummadıklarını vurguluyor. Hiç şüphesiz bu, kalplerin katılaşmasına, canlılığını yitirip normal işlevini yerine getiremez hale gelmesine neden olmuştur. İşte, olumsuz davranışlarının, kendilerine sunulan mesajdan yüz çevirmelerinin, Kur'an ve Hz. Peygamberi -salat ve selam üzerine olsun- alaya almalarının asıl kaynağı budur.
Bu hızlı sunuştan sonra, müşriklesin peygamberimizi -salat ve selam üzerine olsun- alaya almalarından söz ediliyor. Bundan önce de Rablerine dil uzatmaları, Kur'anın indiriliş şekline karşı çıkışları anlatılmıştı. Bir de kendilerinin kıyamet gününde toplanmaları esnasında oluşturdukları dehşet verici sahneler ve kendileri gibi Allah'ın peygamberlerini yalanlayan toplumların bu dünyada haràp olmuş, azaba uğramış yurtları sunulmuştu. Bütün bunlar, müşriklerin peygamberimizi alaya almaları, ona karşı küstahça bir tutum sergilemeleri anlatılmadan önce, peygamberimizin -salat ve selam üzerine olsun- gönlünü hoş tutma amacı ile yer alıyorlar. Bunun ardından müşriklere yönelik tehdit, horlama ve hayvanlardan daha aşağı bir düzeye indirme anlamlarını içeren bir değerlendirme yapılıyor.



41- Onlar seni her gördüklerinde "Allah, bu adamı mı peygamber olarak göndérdi?" diye mutlaka alaya alırlar.


42- "Eğer biz ilahlarımıza ısrarla bağlılığımızı sürdürmeseydik, az kalsın bu adam bizi onlardan vazgeçirecekti"derler. Yakında azabımızı gördüklerinde kimin yolunun sapık olduğunu öğreneceklerdir.


43-İhtiraslarını ilah edinen kimseyi görüyor musun? Onu doğru yola iletme sorumluluğunu sen mi üstleneceksin?


44- Yoksa sen onların çoğunun kulaklarının işittiğini ve düşünebildiklerini mi sanıyorsun? Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta hayvanlardan bile daha sapık yoldadırlar.

Hz. Muhammed -salat ve selam üzerine olsun- peygamberlikte görevlendirilmeden önce toplum içinde bilinen ve tanınan bir kişiydi. Mensup olduğu aileden dolayı toplum içinde saygın bir yere sahipti. Haşimoğulları arasında saygınlığın zirvesindeydi. Bilindiği gibi Haşimoğulları da Kureyş kabilesinin en saygın koluydu. Yine peygamberimiz, -salat ve selam üzerine olsun- sahip olduğu ahlak açısından da toplumda saygın bir yere sahipti. Aralàrında ona "güvenilir kişi" anlamında "el-Emin" adını vermişlerdi. Peygamber olarak görevlendirilmeden çok önce Hacer'ul Esved'in Ka'be'deki yerine yerleştirilmesi sorununda hakemlik görevini yapmıştı. Aynı şekilde, birgün Safa tepesine çıkıp onları çağırdığında ve "şu dağın arkasında harekete geçmek üzere bir süvari ordusunun beklediğini haber versem inanır mısınız?" diye sorduğunda "Evet inanırız, çünkü sen bizim aramızda hiçbir zaman yàlan söylemekle suçlanmış biri değilsin" demişlerdi.
Ama ne zamanki peygamber olarak görevlendirildi, onlara bu yüce Kur'anı getirdi, o zaman tavırlarını değiştirerek, onu alaya almaya ve "Allah bu adamı mı peygamber olarak gönderdi?" demeye başladılar. Küçük düşürücü, alaycı ve çirkin bir sözdür bu. Acaba bu tutumları, onun saygın şahsının ve getirdiği kitabın küçümsemeyi hakettiğine inandıklarından mı kaynaklanıyordu? Kesinlikle hayır. Bu tutumları, peygamberimizin etkili kişiliğinin ve Kur'anın karşı konulmaz etkisini azaltmak amacı ile önde gelen Kureyşlilerin hazırladığı iğrenç bir planın uzantısıydı. Sosyal kurumlarını, ekonomik yapılanmalarını tehdit eden ve onları bu kurum ve yapıların temeli olan inanç sistemlerindeki asılsız hurafe ve efsanelerden uzaklaştırmaya çalışan bu yeni davet hareketine karşı, direnme amacı ile başvurdukları yöntemlerden biriydi.
Bu yüzden kendilerini her yönüyle tehdit eden bu yeni davete karşı, sağlam ve sonuç alıcı stratejiler belirlemek amacıyla konferanslar, toplantılar düzenlerlerdi. İşte bu toplantılarda, kendilerinin de yalan olduğundan kuşku duymadıkları, bu tür yöntemlere başvurmayı kararlaştırırlardı.
İbn-i İshak diyor ki; En yaşlıları olan Velid b. Mugir'e Kureyş kabilesinin önde gelenleri ile durum değerlendirmesi yapmak üzere bir toplantı düzenlemişti. Hac mevsimi de yaklaşmıştı. Toplantıda Velid b. Mugire böyle demişti: "Ey Kureyşliler! İşte hac mevsimi de yaklaştı. Araplar akın akın gelecekler. Bu arada (peygamberimizi kastederek) arkadaşınızın da durumdan haberdar olacaklar. Bu yüzden onun hakkında ortak bir görüş benimseyin. Onun hakkında birbirinizi yalanlar türden birbirinizin sözlerini çürütecek şekilde çelişik görüşler ileri sürmeyin." Şu halde ey Ebu Abduşşems! Sen bir görüş belirle, onu söyleyelim" dediler. Velid "Hayır siz söyleyin, ben dinleyeyim" dedi. "O bir kahindir diyelim" dediler. Velid "Hayır vallahi o bir kahin değil. Biz kahinleri gördük. Onun söyledikleri kahinlerin mırıldamalarına, oluşturdukları ses uyumlarına benzemiyor" dedi. "Şu halde delidir diyelim" dediler. Velid "O. deli değildir. Delileri, cinnler tarafından çarpılmış mecnunları gördük, onları tanıdık. Delilerin boğulmalarına, çırpınmalarına, vesveselerine benzer bir davranışı yok" dedi. Öyleyse "Şairdir diyelim" dediler. "Hayır o şair değildir. Çünkü biz şiiri biliriz. Recezini, Hezecini, Karidini, Makbudunu, Mebsutunut (Şiirde Aruz vezninin kalıpları.) kısacası şiirin her türünü tanırız. Onun söyledikleri, şiirin hiçbir-çeşidine benzemiyor" dedi. "Şu halde sihirbazdır diyelim" dediler. Velid "Hayır O sihirbaz değildir. Sihirbazları ve yaptıkları sihri gördük. Onun sözleri sihirbazların üfürüklerine, düğümlerine benzemiyor" dedi. Peki ne önerirsin, ya Ebu Abduşşems? dediler. "Allah'a andolsun ki, onun sözlerinde bir parlaklık vardır. Gövdesi sağlamdır, dalları ise, olgun meyveler taşıyor. Bu yüzden onun hakkında ne söylerseniz söyleyin, çok geçmeden bu dediklerimizin doğru olmadığı ortaya çıkacaktır. Dolayisiyle onun hakkında en uygunu sihirbazdır demektir. Büyüleyici sözler söylediğini, bununla baba ile oğulu, kardeşle kardeşi, karı ile kocayı, kişiyle aşiretini birbirinden ayırdığını söylemektir" dedi. Bu öneriyi kabul ederek dağıldılar. Gidip hac için Mekke'ye gelenlerin yollarına oturdular. Teker teker herkesi peygamberimize karşı uyardılar, O'nun durumunu anlattılar.
Peygamberimiz aleyhinde müşriklerin kurduğu bu komplo, ona karşı giriştikleri mücadelede izlemek üzere benimsedikleri bu strateji, Mekke toplumunun peygamber efendimiz karşısında çaresiz bir duruma düştüklerini gözler önüne serdiği gibi, onların bu arada peygamberimizin sunduğu mesajın gerçek olduğunu bildiklerini de ortaya koyuyor. Dolayisiyle Hz. peygamberi alaya almaları, küçümseyen, çekemeyen, tuhaf bulan bir tutumla "Allah bu adamımı peygamber olarak gönderdi?" demeleri, aralarında uygulamak üzere kararlaştırdıkları stratejinin bir parçasıydı. Yoksa bu tutumları, içlerinde yereden gerçek bir bilinçten kaynaklanmıyordu. Amaçları bu yöntemle halk kitlelerinin gözünde peygamberimizin değerini düşürmekti. Kureyş seçkinleri halk kitlelerinin inancının, kendi dini kontrolleri ve tasarrufları altında kalmalarına özen gösteriyorlardı. Ancak bu tasarruf yetkisinin gölgesinde sosyal kurumlarını, ekonomik sistemlerini koruyabilirlerdi. Kureyş seçkinlerinin bu tutumu, her zaman ve her yerdeki hak davalarına ve davetçilerine düşman olanların sergilediği tutumun aynısıdır.
Görünürde onu alaya almalarına, küçümsemelerine rağmen, sarfettikleri sözler onların peygamberimizin kişiliğinden, ortaya koyduğu delilden ve kendilerine sunduğu Kur'andan etkilenmiş olduklarını gösteriyor. Nitekim şöyle demişlerdi:
"Eğer biz ilahlarımıza ısrarla bağlılığımızı sürdürmeseydik az kalsın bu adam bizi onlardan vazgeçirecekti!"
Kendi itirafları ile de anlaşılıyor ki, peygamberimizin -salat ve selam üzerine olsun- daveti karşısında kalpleri sarsılmıştı. Şayet onun sunduğu mesajın etkisine karşı direnmeyip, ilahlarına bağlılıkta ısrar etmeselermiş, dinlerini korumaya, dolayısıyle sosyal statülerini ve ekonomik ayrıcalıklarını korumaya yönelik aşırı hırslarına rağmen neredeyse düzmece ilahlarını ve bu ilahlara sundukları kulluk görevlerini bir yana bırakacaklarmış. Sabır, ancak güçlü bir cazibeye karşı aynı çetin bir direnme durumunda söz konusu olur. Onlar doğru yolu bulmayı, hidayete ermeyi gerçekleri yanlış değerlendirdikleri, değerleri kötü belirledikleri için sapma şeklinde nitelendiriyorlar. Ne var ki, anlar, düzmece ilahlarına körü körüne bağlanmakta ısrar ettikleri, gerçeklere karşı inatçı bir tutum sergiledikleri için peygamber efendimizin kişiliğini ve davasını küçümser görünüyorlar. Ancak buna rağmen, Hz. Peygamberin, -salat ve selam üzerine olsun- davası, kişiliği ve sunduğu Kur'an karşısında kalplerinin geçirdiği sarsıntıyı gizlemiyorlar. Bu yüzden bekletilmeden kısa ve ürkütücü bir tehditle karşı karşıya bırakılıyorlar:
"Yakında azabımızı gördüklerinde kimin yolunun sapık olduğunu öğreneceklerdir."
Kendilerine sunulan Kur'anın, doğru yolu mu yoksa sapık yolu mu gösterdiğini öğrenirler. Ne yazık ki, bu gerçeği öğrenmenin yarar sağlamadığı bir sırada, azapla yüz yüze geldikleri zam an, öğrenirler. Bu azabı, Bedir savaşında olduğu gibi bu dünyada görmeleri veya hesaplaşma gününde tadacakları gibi ahirette görmeleri arasında onlar 'açısından bir fark yoktur.
Bu noktada hitâp peygamber efendimize -salat ve selam üzerine olsun- yöneltiliyor. Müşriklerin inatçılıklarına, serkeşliklerine ve kendisini alaya almalarına karşı O'na destek veriliyor, moral empoze ediliyor. Çünkü O, davasını sunarken bir kusur işlememiştir. Onları ikna etmek amacı ile bir takım deliller sunarken hata etmemiştir. Onların kendisine dil uzatmalarını haklı kılacak, hiçbir kusuru olmamıştır. Tam tersine sorun onlardan kaynaklanıyor. Çünkü onlar kişisel arzularını ilah edinip ona ibadet ediyorlar. Herhangi bir belgeye, bir kanıta başvurma gereğini bile duymuyorlar. Kişisel arzusunu putlaştırıp ona ibadet eden birine, Hz. peygamber ne yapabilir ki?
"İhtiraslarını ilah edinen kimseyi görüyor musun? Ona doğru yolâ iletme sorumluluğunu sen mi üstleneceksin?"
Bu son derece ilginç bir ifadedir. Bütün değişmez ölçüleri, bilinen kriterleri, yerleşmiş ölçüleri çiğneyen, bir kimsenin dışa vurmuş ruhsal durumunu çok derin bir örnekle gözler önüne seriyor. Bu adam bütünüyle arzusuna boyun eğiyor, ihtirasların tutsağı oluyor, kendi şahsına ibadet ediyor. Bir ilah haline getirip ibadet ettiği, boyun eğdiği azgın ihtirası ile çatışıyorsa, hiçbir ölçüye uymuyor, hiçbir sınır tanımıyor, hiçbir mantık kuralını dinlemiyordur.
Yüce Allah bu tip insanların durumu ile ilgili olarak kuluna -peygamberimize son derece yumuşak bir uslupla sevgiyle ve şefkatle hitap ediyor: "Görüyor musun?" Hiçbir mantığa uymayan, hiç bir kanıta dayanmayan ve gerçeğe değer vermeyén bu prototipi, ibret verici ve ifade etme bakımından çarpıcı bir tabloda canlandırılıyor. Amaç bu tip bir insanın doğru yolu bulmamasından dolayı peygamberimizin duyduğu üzüntüyü giderip gönlünü hoş tutmaktır. Çünkü böyle biri doğru yolu bulamaz, hidayete eremez. Bu yüzden peygamberin onun durumu ile ilgilenmesi, onunla uğraşması uygun değildir:
"Onu doğru yola iletme sorumluluğunu sen mi üstleneceksin?"
Ardından ayetlerin akışı, arzularına kulluk eden, şehvetlerinin buyruğuna giren, kişiliklerine, istek ve ihtiraslarına ibadet ettikleri için delilleri ve gerçekleri reddeden, bu tipleri horlamak amacı ile bir adım daha atıyor. Burada onları işitemeyen ve düşünemeyen hayvanlarla aynı düzeyde değerlendiriyor. Ardından son adımı da atıyor ve onları hayvanlık düzeyinden alıp daha alçak, daha aşağılık bir düzeye yuvarlıyor:
"Yoksa sen onların kulaklarının işittiğini ve düşünebildiklerini mi sanıyorsun? Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta hayvanlardan bile daha sapık yoldadırlar."
İfadeye kesinlikten sakınan ve insaflı bir hava egemendir: Çünkü "onların çoğu" deniyor ve suçlama hepsini kapsayacak şekilde genelleştirilmiyor. Çünkü aralarında azınlık durumunda olan bir grup doğru yola girmeye eğilim gösteriyor, gerçek karşısında durup düşünüyor. Ancak, kişisel-arzusunu buyruğuna itaat edilen bir ilah haline getiren, akılları hayrete düşüren kanıtlardan habersiz olan çoğunluk ise hayvanlar gibidir. Çünkü, düşünme, kavrama ve bunun sonucunda bilinçli olarak tavır takınma yeteneğine sahip olmaktan, ikna edici belge ve delil karşısında durup kabul edebilmekten başka, insanı hayvandan ayıran hiçbir özellik yoktur. Daha doğrusu insan, bu özelliklerinden yoksun olduğu zaman kesinlikle hayvandan daha aşağı bir düzeye iner. Çünkü hayvan yüce Allah'ın kendisine bahşettiği içgüdü yeteneği ile yolunu bulur ve görevini eksiksiz olarak, doğru bir şekilde yerine getirir. Ama insan yüce Allah'ın kendisine bahşettiği bu özellikleri bir kenara bırakıyor ve düşünme yetisini kaybederek hayvandan bile daha aşağı bir düzeye düşüyor.
"Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta hayvanlardan bile daha sapık yoldadırlar."
Böylece müşriklerin peygamberimizi -salat ve selam üzerine olsun- alaya almaları üzerine, alaycıları çok sert, küçümseyici ve önemsemez bir uslupla insanlık sınırının dışına çıkaran, bu değerlendirme yapılıyor.
Böylece surenin ikinci bölümü de sona eriyor.
Bu bölümde, evrensel sahnelerde ve evrenin uçsuz bucaksız alanlarında bir gezinti başlatmak için müşriklerin sözleri ve peygamber efendimizle -salat ve selam üzerine olsun- giriştikleri tartışmalar bir kenara bırakılıyor; peygamber efendimizin kalbi bu olağanüstü evrensel sahnelere yöneltiliyor, duyguları oraya bağlanıyor. Bu bağlılık için, müşriklerin neden olduğu küçük sıkıntıları aklından çıkarması ve kalbini bu uçsuz bucaksız, engin ufuklara açması yeterlidir. Bu ufukların görkemi karşısında komplocuların tuzakları, mücrimlerin düşmanlıkları çok küçük kalır, önemsizleşir.
Kur'an-ı Kerim kalpleri ve akılları sürekli bu evrensel sahnelere yöneltir; bu göz kamaştırıcı manzaralar ile akıllar ve kalpler arasında bir bağ kurar. Duygularını, taze ve açık bir bilinçle bu olağanüstülükleri duyumsayabilmesi için onları sürekli uyanık tutar. Böylece evrende yankılanan sesleri ve yansıyan ışınları algılar; onlardan etkilenir, olumlu tepki gösterir. Her bir zerresine yerleştirilmiş her yönüne serpiştirilmiş ve tüm ayrıntıları adeta bir sayfa gibi sergilenmiş olağanüstü ayetleri, mucizeleri algılamak üzere, evren boyutunda yolculuğa çıkar. Evrende, herşeyi planlayan yüce yaratıcının elini görür. Gözün görebildiği, duyularının algıladığı ve kulağının duyduğu herşeyde bu elin izlerini farkeder. Bütün bunları, düşünüp faydalı sonuçlar çıkarmak için bir araç olarak kullanır. Yüce Allah'ın sanatı ile bağlantı kurarak yüce Allah'a ulaşır.
İnsan, bu evrende gözü ve kalbi açık, duygu ve ruhu uyanık, düşünce ve fikri Allah'a bağlı olarak yaşadığı zaman hayatı, yeryüzünün değersiz ideallerinin üstüne çıkar. Böylece dünya görüşü daha bir berraklaşır ve hayat düzeyide yükselir. Her saniye evrenin, ufukların sınırladığı yerküreden çok daha engin olduğunu, gördüğü herşeyin değişmez tek bir iradeden kaynàklandığını, tek bir yasaya bağlı olduğunu, tek bir yaratıcıya yöneldiğini, kendisinin de yüce Allah'a bağlı birçok yaratıktan biri olduğunu, elinin dokunduğu herşeyde Allah'ın yaratıcılığının olduğunu hisseder.
Bir takva duygusu, bir yakınlık duygusu, bir güven duygusu, onun duygu dünyasında birbirine karışır; ruhunu kuşatır; dünyasını imar eder Allah'la buluşana kadar, bu gezegende çıktığı yolculuğunda şeffaflıktan sevgi ve güvenden bir damga vurur dünyasına. Ve insan dünya gezegeninde çıktığı bu yolculuğun yüce Allah'ın sanatının eseri bir şenlik havası içinde, yüce yaratıcının güzel ve uyumlu bir tarzda hazırladığı sofrada tamamlar.
Bu derste surenin akışı, Allah'ın elinin gayet kolay ve planlı bir şekilde uzatıp kısalttığı latif gölge sahnesinden, gece sahnesine; gecedeki uyku ve dinlenmeye, daha sonra gündüz sahnesine; gündüzün yaşanan hareketlilik ve canlılığına geçiyor. Oradan rahmetin ve ölülere hayat veren suyun müjdecisi olan rüzgarların sahnesine geçiyor. Peşinden biri tatlı, diğeri acı iki denizin sahnesine geçiyor, denizlerin arasında bir engel var ve fakat suları birbirïne karışmıyor. Daha sonra ise gökten inen suyun sunulduğu sahneden, meni suyuna geçiyor. Bir de bakıyoruz ki, bu meni hayat sürdüren bir insana dönüşüvermiş. Oradan göklerin ve yerin altı gün içinde yaratıldığı sahneye geçiyor. Sonra da göklerdeki yıldız kümelerinin; yörüngelerin, oradaki ışık saçan cisimlerin, aydınlatıcı ayın gösterildiği sahneye geçiyor. Oradan ise ilk yaratılıştan bu yana hep birbirlerini izleyen gece ve gündüz sahnesine geçiyor.
Çeşitli mesajlar içeren bu sahnelerin gösterimi sırasında, kalp uyandırılıyor ve akla, yüce Allah'ın sanatını gereği gibi düşünmesi uyarısında bulunuyor. Onun gücü ve planlayıcılığı hatırlatılıyor. Bu arada müşriklerin Allah'a ortak koşmalarının kendilerine bir yarar veya zarar dokunduramayan sahte ilahlara ibadet etmelerinin tuhaflığı gözler önüne seriliyor. Onların gerçek Rablerini bilmeyişleri, ona dil uzatmaları, kafirlik, inatçılık ve nankörlük gösterileri sergileniyor. Allah'ın ayetlerinden ve Allah'ın yarattığı evrensel sahnelerden sunulan bu sergi arasında müşriklerin bu davranışları çok tuhaf, çok anlamsız ve şaşılmaya değer olarak beliriyor.
Şu halde yaratan, yoktan vareden ve şekil veren yüce Allah'ın bizi davet ettiği hayat boyu süren şenlikten anlar yaşayalım.


45- Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmüyor musun? Eğer dileseydi onu hareketsiz kılardı. Sonra da güneşi onun belirleyici göstergesi yaptık.


46- Sonra onu yavaş yavaş kısaltarak kendimize çektik.

Koyu ve latif bir gölgenin yeraldığı sahne, yorgun ve bitkin kimseleri rahatlatır, dinlendirir; onlara güven verir. Sanki bu gölge, yatıştıran, teselli eden bir rahmet eli gibi ruhlara ve bedenlere rahmet estirir, acıları ve elemleri dindirir, yorgun ve bitkin kalbi sakinleştirir, ona huzur verir. Acaba yüce Allah, karşılaştığı bunca alay ve küçümsemeden sonra kulunu -peygamberimizi-gölge sahnesine yöneltirken, bunu mu hedefliyordu? Henüz eziyetlere, saldırılara ve alaya almalara karşılık vermeye izin verilmemişken, Mekke'de mü'min bir azınlığa karşılık kendisine karşı direnen, aleyhinde komplolar kuran, büyüklük taslayan, kafirliğini sürdüren müşrik bir çoğunluk içinde giriştiği bu zorlu savaşta yorgun kalbini okşayıp dinlendirirken bunu mu kastediyordu? Şüphesiz peygamber efendimize -salat ve selam üzerine olsun- inen bu Kur'an huzur veren bir meltem idi. Böyle yalanlama, inkar ve isyan kokan bir ortamda, sunulan dinlendirici bir gölge, hiç kuşkusuz hayat veren bir unsurdu. Böylece -özellikle yakıcı çöl kuraklığına- gölge sahnesi bu surenin ruhuyla, sureden yansıyan huzur verici gölgelerle, yumuşak esintilerle ahenk oluşturuyor.
İfade gölge sahnesini canlandırırken, arka planda yüce Allah'ın planlayıcı elinin gölgeyi şefkatle uzattığını, merhametle kısalttığını gösteriyor:
"Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmüyor musun?" "Sonra onu yavaş yavaş kısaltarak kendimize çektik."
Gölge, gündüz güneş ışınlarına engel olan cisimlerin yansıttıkları hafif karanlıktır. Gölge yerin hareketi ile birlikte güneşe karşı, gün boyu hareket eder. Bunun sonucu yeri, uzunluğu ve şekli değişir durur. Güneş aydınlığı ile, sıcaklığı ile ona yol gösterir, alanını, uzunluğunu ve kısalığını belirler. Uzanırken, kısalırken gölgenin adımlarını izlemek insanın içine bir ferahlık, bir huzur verir. Ayrıca latif ve hoş bir uyarı da verir. Çünkü gölge, latif ve herşeye gücü yeten, yoktan vareden yaratıcının, sanat izlerini taşır. Sonra gölge ve batmak üzere olan güneşin yeraldığı sahne. Bu sırada gölge uzadıkça uzar, güneş kaybolmak üzereyken gölgenin boyu gittikçe uzanır. Sonra bir anda. Evet bir anda, insan hiç birini göremez olur. Güneş ufukta gizlendikten sonra gölge de kaybolmuştur. Sence nereye kayboldu?. Daha önce onu uzatan gizli el, şimdi de onu alıp götürmüştür. Her tarafı kaplayan koyu karanlık içinde kaybolup gitmiştir. Gecenin gölgesi ve karanlığı içinde eriyip gitmiştir.
Hiç kuşkusuz bu, yüce Allah'ın güçlü ve latif elidir. Ne var ki, insanlar çevrelerindeki evrende bu elin sanatını izlemekten habersizdirler. Hiç yorulmadan herşeyi evirip çeviren bu elin sanatını görmüyorlar.
"Eğer dileseydi onu hareketsiz kılardı." Gölgenin böylesine latif bir şekilde hareket etmesini sağlayan, gözle görülen evrenin bu uyumlu yapısıdır, güneş sisteminin bu ahenkli dolaşımıdır. Şayet bu uyumlu sistemde en ufak bir değişiklik olsaydı, bu değişikliğin etkisi mutlaka gördüğümüz gölgeye yansıyacaktı. Eğer dünya hareket etmeseydi, dünya üzerindeki cisimlerin gölgeleri de uzanıp kısalmayacaktı. Eğer dünya bugünkünden daha yavaş veya daha hızlı hareket etseydi, buna paralel olarak gölge de daha yavaş veya daha hızlı uzanıp kısalacaktı. Kısacası gölgenin oluşmasını ve gördüğümüz bu özelliklere sahip olmasını sağlayan, gözlemlenen evrenin bu sistem içindeki uyumlu hareket tarzıdır.
Hergün gördüğümüz, ama farkında olmadan geçip gittiğimiz bu tabiat olayına dikkat çekilmesi, vicdanlarımızda evrenin sürekli canlı tutulmasına, çevremizdeki evren aracılığı ile bilincimizin taze tutulmasına, aynı şekilde olağanüstü evrensel sahnelerin üzerimizde bıraktığı etkilere uzun süre görmeden dolayı alışık olmanın kaybettirdiği duyarlılığımızın uyarılmasına ilişkin, Kur'ana özgü sunuş yönteminin bir yönüdür. Akılların ve kalplerin bu ilginç ve göz kamaştırıcı evrenle bağlantı kurmalarına yönelik Kur'anın öngördüğü hedefin bir parçasıdır.
Gölge sahnesinden, herşeyi örten gecenin, sessiz, sakin, uykunun; gündüz ve içindeki hareket ve canlılığın yer aldığı sahneye geçiliyor:



47- O, sizin için geceyi örtü, uykuyu dinlenme fırsatı ve gündüzü çevreye dağılıp çalışma zamanı yaptı.

Gece eşyaları ve canlıları örter. Dünya, karanlığı ile bir elbiseyi andıran geceye bürünür. Geceleyin hareket kesilir, canlılık durur. İnsanlar ve tüm hayvan türleri uykuya çekilir. Uyku aynı zamanda duygu, düşünce ve bilincin donuklaşmasıdır. Bu yüzden uyku bir dinlenme fırsatıdır. Sonra sabah, yavaş yavaş soluklanır, ağarır ve sonunla birlikte hareket başlar. Gün boyu hareket canlılığını sürdürür. Şu halde gündüz, bu küçük ölümden bir çeşit diriliştir. Böylece yeryüzünün güneş sistemi içindeki kesintisiz dolaşımı ile birlikte her defasında gerçekleşen bu diriliş ve dağılıp çalışma ile dünya üzerindeki hayat sürüp gider. İnsanlar hergün, bir an olsun şaşırmayan, uyuklamayan yüce Allah'ın olağanüstü planlamasını kanıtlayan, bu mucizenin farkında olmadan geçip giderler.

BEDENLERİ DİRİLTEN HAYAT

Sonra yağmurların ve onların etrafa saçtıkları hayatın müjdecisi rüzgar olayı anlatılıyor:

48- O, rüzgarları rahmetinin öncesinde müjde habercisi olarak gönderdi. Size gökten arı su indirdik.


49- Amacımız bu su sayesinde ölü bir yöreyi diriltmek, yarattığımız çok sayıda hayvanın ve insanın su ihtiyacını karşılamaktır. Yeryüzündeki hayat, ya doğrudan doğruya ya da çaylar ve nehirler gibi yeryüzü sularına ya da kaynaklar, çeşmeler, kuyular gibi yerin katmanlarına sızan yeraltı sularına, dolaylı olarak yağmur sularına dayanır. Ne var ki, hayatları doğrudan doğruya yağmur sularına bağlı olanlar, yağmur sularında somutlaşan ilahi ràhmeti doğru ve eksiksiz bir şekilde algılarlar. Yağmur yağarken onlar hayatlarının bütünüyle ona bağlı olduğunu bilirler. Bu yüzden bulutları sürükleyen rüzgarları beklerler. Onunla sevinirler. Şayet yüce Allah'ın kalplerini imana açtığı kimseler olsalardı, rüzgarda somutlaşan Allah'ın rahmetini hissederlerdi.

Ayet-i kerime "Amacımız, bu su sayesinde ölü bir yöreyi diriltmek, yarattığımız çok sayıda hayvanın ve insanın su ihtiyacını karşılamaktır." şeklinde suda ki hayat unsuruna işaret ederken "Size gökten arı su indirdik." ifadesiyle de temizlik ve arınma anlamlarını ön plana çıkarıyor. Böylece hayatın üzerine özel bir gölge, temizlik gölgesi yansıtılıyor. Çünkü yüce Allah ölü yöreleri dirilten, çok sayıda insan ve hayvanın su ihtiyacını karşılayan arı su ile yerin yüzeyini yıkarken temiz ve kötülüklerden arınmış bir hayatı bahşediyor.
Ayetlerin akışı bu noktaya varınca, evrensel sahnelerin sunuluşundan kalpleri ve ruhları arındırmak için gökten inen Kur'ana dikkat çekiliyor. Bedenleri dirilten su'dan dolayı sevindikleri halde ruhları dirilten Kur'andan dolayı sevinmeyişleri vurgulanıyor:



50- İnsanlar düşünüp ders alsınlar diye biz bu gerçeği onlara çeşitli şekillerde anlattık. Fakat onların çoğu ısrarla nankörlüklerini sürdürdüler.


51- Eğer dileseydik her şehre ayrı bir uyarıcı gönderirdik.


52- O halde sakın kafirlerin uzlaşma önerilerini kabul etme; Kur'an'a dayanarak olanca gücünle onlarla mücadele et.
Alıntı ile Cevapla