Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:48 Mesaj:
4.079 Konular:
315 Beğenildi:49 Beğendi:0 Takdirleri:149 Takdir Et:
| Cvp: Fizilalil Kuran Furkan Suresi Tefsiri "İnsanlar düşünüp ders alsınlar diye biz bu gerçeği onlara çeşitli şekillerde anlattık." (Bazı tefsirciler, ayetin orjinalinde geçen "sarrafnahu" kelimesindeki zamirin ifadede yer alan en yakın isim olması ve bu konuda Kur'andan da söz edilmemesi nedeniyle "su"ya dönük olduğunu kabul etmişler. Ancak biz bu zamirin Kur'ana dönük olduğunu düşünüyoruz. Çünkü "ve cahidhum bihi" cümlesinde Kur'an kastediliyor. Zaten su ile de cihad edilmez. Dolayisiyle bu ikinci zamir Kur'ana dönük olabildiğine göre birincisi de ona dönüktür. Bu gözönünde bulundurulan gizli bir münasebetle Kur'anın birçok yerinde rastlanan dikkat çekme örneklerinden biridir. Buradaki münasebet ise, temizleyici ve canlandırıcı suyun indirilişidir. Bu da zihinleri arındırıcı ve diriltici Kur'anın indirilişine çevirir. Nitekim bu sure de bütünüyle bu anlam etrafında yoğunlaşmaktadır.) Bu gerçeği çeşitli şekillerde, değişik yöntemler kullanarak, çeşitli alanlara dikkatleri çekerek sunduk. Onunla duygularına, kavrayışlarına, ruhlarına, zihinlerine hitap ettik. Her kapıdan ruhlarına nüfuz ettik. "Düşünüp ders alsınlar diye" vicdanlarını harekete geçirecek her yönteme başvurduk. Şu halde mesele gereğinden fazla hatırlatmada bulunmayı gerektirmiyor. Çünkü Kur'anın onları yöneltmeye çalıştığı gerçek fıtratlarında, özlerinde saklıdır. Ama bir ilah haline getirdikleri kişisel arzuları bu gerçeği unutturmuştur onlara "Fakat insanların çoğu ısrarla nankörlüklerini sürdürürler." Şu halde Hz. peygamberin -salat ve selam üzerine olsun- görevi ağır ve meşakkatlidir. Çünkü O, çoğunluğu kişisel arzusuna, ihtirasına uyup sapıtan, iman kanıtları gözlerinin önünde bulunduğu halde yüz çevirip kafirliği tercih eden tüm insanlığı karşılamaktadır. "Eğer dileseydik her şehre ayrı bir uyarıcı gönderirdik." Dolayısiyle zorluklar bölünür, görev kolaylaşırdı. Ama yüce Allah bu görev için yalnız bir kulunu seçti; onu peygamberlerin sonuncusu olarak görevlendirdi. Bütün beldelerin uyarılmasını ona yükledi. Amaç, son risaletin tek elde toplanması, değişik beldelerde ayrı ayrı peygamberlerin aracılığı ile farklı dillerde anlatılmamasıdır. Bu amaçla yüce Allah son peygambere, bu beldelerin halkları ile cihad ederken ona dayanması için Kur'anı indirdi. "O halde sakın kafirlerin uzlaşma önerilerini kabul etme; Kur'an'a dayanarak olanca gücünle onlarla mücadele et." Kuşkusuz bu Kur'anda bir güç ve insanların duygularına egemen olma özelliği vardır. Kur'an insan üzerinde derin bir etkiye sahiptir. Karşı konulmaz bir cazibesi vardır Kur'anın. O'nun bu cazibesi insanların kalplerinde büyük bir sarsıntı méydana getirir. Onların ruhlarını şiddetle sarsar. Bu yüzden uzun süre onun etkisinde kalırlar ve kendilerini bundan alamazlar. Kureyş kabilesinin önde gelenleri, kitlelere "Bu Kur'anı dinlemeyin; gürültü yapın, belki böylece onu bastırırsınız" (Fussilet Suresi, 26) derlerdi. Bu sözler, hem onların hem de onlara uyanların bu Kur'anın etkisinden dolayı içlerinde oluşan derin endişenin ifadesidir. Çünkü Kureyş'in seçkinleri halk kitlelerinin gece ile sabah arasında Muhammed b. Abdullah'ın -salat ve selam üzerine olsun- okuduğu bir-iki ayetin veya bir-iki surenin etkisinde kalarak adeta büyülendiklerini görüyorlardı. Ruhların ona doğru aktığının, kalplerin ona eğilimli olduğunun farkındaydılar. Kureyş kabilesinin ileri gelenleri, bağlılarına, taraftarlarına bunları söylerken, kendileri bu Kur'anın etkisinden kurtulabilmiş değildiler. Eğer onlar ruhlarının derinliklerinde bu korkunun neden olduğu sarsıntıyı hissetmiş olmasaydılar bu emri vermezlerdi, bu uyarıyı toplum içinde bu kadar yaygınlaştırmazlardı. Hiç kuşkusuz onların bu sözleri, Kur'anın üzerindeki derin etkisini en güzel şekilde ifade etmektedir. İbn-i İshak der ki; Bana Muhammed b. Müslim b. Şihab ez-Zehri anlattı. Ona da şöyle anlatılmış: Ebu Süfyan b. Harb, Ebu Cehil b. Hişam ve Zühreoğullarının müttefiki Ahnes b. Şüreyk b. Ömer b. Vehb es-Sakafı bir gece evinde namaz kılan Resulullah'ı dinlemeye gittiler. Her biri peygamberimizi dinleyebileceği bir yere oturdular. Birbirlerinin oturduğundan habersizdiler. Sabah olup oradan ayrılana kadar onu dinlediler. Yolda birbirleri ile karşılaştılar ve bu yaptıklarından dolayı birbirlerini kınadılar ve birbirlerine bir daha böyle birşey yapmamaları "eğer insanlardan biri, bizi görecek olursa içine kuşku düşer" uyarısında bulundular. Sonra da dağıldılar. Ertesi gecesi herbiri tekrar eski yerine gelip onu dinlemeye koyuldu. Sabah olunca da oradan ayrıldılar. Ertesi gece herbiri tekrar eski yerine gelip onu dinlemeye koyuldu. Sabah olunca da oradan ayrıldılar. Ama yine birbirleri ile karşılaştılar. Yine, birgün önce birbirlerine söyledikleri sözleri tekrarladılar. Sonra da dağıldılar. Üçüncü gece yine herbiri eski yerine gelip onu dinlemeye koyuldu. Gün ağarınca da oradan ayrıldılar. Tekrar yolda birbirleriyle karşılaştılar. Birbirlerine "Bir daha dönmemek üzere sözleşmeyinceye kadar ayrılmayalım" dediler. Bir daha gelip onu dinlemek üzere birbirlerine söz vererek. dağıldılar. Güneş doğduktan sonra Ahnes b. Şüreyk, bastonunu alarak Ebu Süfyan'ın evine gitti. "Ya Ebu Hanzale, Muhammed'den dinlediklerin hakkında ne düşünüyorsun?" dedi. Ebu Süfyan "Ya Ebu Sa'lebe, Allah'a andolsun ki, ondan bildiğimiz bazı şeyler duydum; Bunun yanında ne anlama geldiğini, ne kastedildiğini bilmediği bazı şeyler de duydum" dedi. Ahnes "Andolsun ki, ben de öyle" dedi. Sonra oradan ayrılıp Ebu Cehil'in yanına gitti. Evine girerek "Ya Ebul hakem, Muhammed'den duydukların hakkında ne düşünüyorsun?" dedi. Ebu Cehil "Ne duydum ki?" Biz ve Abdulmenafoğulları şeref konusunda çekişiyorduk. Onlar yemek yedirdiler biz de yedirdik. Onlar bir sorumluluk aldılar biz de aldık. Onlar yoksullara birşeyler verdiler, biz de verdik. Bu durum diz dize oturup eşit düzeye gelene kadar sürdü. Bizle onlar iki yarış atı gibi çekişiyorduk. Sonra kalkıp `Bizim bir peygamberimiz var, ona gökten vahiy geliyor' dediler. Peki biz ne zaman böyle bir imkan elde edeceğiz? Allah'a andolsun ki, hiçbir zaman ona inanmayacağız, onu doğrulamayacağız" dedi. `Bunun üzerine Ahnes yanından kalkıp gitti.' İşte böyle, ruhları Kur'ana doğru kayıp ona yenik düşmesin diye, içlerinden gelen derin isteği bastırmaya çalışıyorlardı. İnsanlar onları büyülenmiş gibi görecek olurlarsa liderlik fonksiyonları sarsılacaktı. Bu endişe sebebiyle bir daha Kur'anı dinlememek üzere sözleşmemiş olsalardı, hergün gelip bu Kur'anı dinlemekten kendilerini alamazlardı. Hiç şüphesiz Kur'an-ı Kerim yalın ve fıtri gerçeği içermektedir. Bu da insan kalbini doğrudan asıl kaynağa bağlar. Çünkü insan kalbinin bu coşkun kaynağa karşı dùrması, tazyikli akıntısına engel olması çok zordur. Öte yandan Kur'an-ı Kerim bazı kıyamet sahnelerini, geçmiş milletlere ilişkin kimi hikayeleri, somut gerçekleri ifade eden evrensel sahneleri, geçmiş milletlerin harap olmuş yurtlarında bazı manzaraları, son derece güçlü ve etkili teşhis ve temsil örneklerini içermektedir. Bütün bunlar kalpleri derinden sarsıyorlar. Bir kalbin bunlara karşı duyarsız kalması imkansızdır. Bazan Kur'anın bir tek suresi bile insanın ruhsal ve bedensel yapısını derinden sarsar. İnsan ruhunu tam teçhizatlı bir ordunun bile başaramayacağı şekilde her yönüyle kontrolüne alır. Şu halde yüce Allah'ın peygamberine -salat ve selam üzerine olsun- kafirlerin isteklerine uymamasını, onların uzlaşma önerilerini kabul etmemesini, davetini gevşetmemesini, bu Kur'ana dayanarak mücadeleye girişmesini emretmesinde şaşılacak birşey yok. Çünkü Hz. peygamber -salat ve selam üzerine olsun- kafirlerle mücadele ederken insan bünyesinin karşı koyamadığı, karşısında hiçbir tartışma ve mantık oyunlarının tutunamadığı bir güce dayanmaktadır. AKILLARI DURDURAN BİR OLAY Bir gerçeğe dikkat çekme amaçlı bu kısa ayrılıktan sonra ayetlerin akışı evrensel sahnelere dönüyor; rahmetin müjdecisi rüzgarların ve arı suyun yer aldığı sahne ile suyu tatlı ve acı olan denizlerin ve bunlar arasındaki aşılmaz engellerin yer aldığı sahne sonunda değerlendirme yapılıyor: 53- O, birinin suyu tatlı ve içmeye elverişli ve öbürününki acı ve tuzlu olan iki denizi birbirine saldı, fakat bu iki tür suyun birbirine karışmasın önleyen bir engel, aşılmaz bir set koydu. Yüce Allah birinin suyu tatlı ve içmeye elverişli, öbürünün suyu acı ve tuzlu iki denizi birbirine saldı. Bunlar akıyor ve birbirleriyle karşılaşıyorlar. Ama birbirlerine karışıp yok olmuyorlar. Çünkü yüce Allah'ın yarattığı şekliyle herbirisinin özlerinden kaynaklanan bir engel, aşılmaz bir duvar vardır aralarında. Bilindiği gibi nehir yatakları genellikle deniz yüzeyinden yüksekte olur. Bu yüzden tatlı su ırmakları suyu tuzlu olan denizlere dökülür. Bazı istisnalar dışında bunun tersi görülmemiştir. Bu ince planlama sayesinde daha büyük ve daha geniş olan denizler, insan, hayvan ve bitkilerin hayat kaynağı olan nehirlere taşmazlar. Böylesine düzenli ve sürekli işleyen bu planlama kendiliğinden ortaya çıkmış bir tesadüf olamaz. Bütün bunlar evreni bir amaç için yaratan ve evrene hükmeden ince ve sağlam yasaları, bu amacı gerçekleştirecek özelliklere sahip kılan yüce yaratıcının iradesi ile meydana gelmektedir. Evrene hükmeden yasalarda okyanusların tuzlu sularının nehirlere ve karaya taşmaması gözönünde bulundurulmuştur. Bu husus, yeryüzündeki suları etkileyen ve büyük ölçüde kabarmalarını sağlayan ayın çekim gücünün neden olduğu (med-cezir) gel git olayı için de geçerlidir. "İnsan yalnız değildir" (İlim iman etmeye çağırıyor) kitabının yazarı şöyle der: "Ay bize 240.000 mil uzaklıktadır. Günde iki kere gerçekleşen med olayı bize ayın varlığını gayet latif bir şekilde hatırlatır. Ayın çekim gücü sonucu okyanuslarda meydana gelen kabarma bazı yerlerde yaklaşık olarak 18 m'ye kadar çıkar. Hatta ay çekimi sonucu .yer kabuğu bile günde iki kere dışa doğru birkaç santim kayar. Bütün bunlar bir dereceye kadar bize düzenli görülür. Ve biz, bütün okyanusun düzeyini birkaç metre kabartan ve son derece sert görünen yer kabuğunu birkaç santim dışa doğru kaydıran korkunç gücü kavrayamayız. "Merih gezegeninin de bir ayı vardır. Küçük bir ay. Bu ay sadece gezegene 6000 mil uzaklıktadır. Bunun gibi dünyamızın uydusu olan ay da şu andaki uzaklığı yerine söz gelimi 50.000 mil uzaklıkta olsaydı, ay çekimi sonucu sularda meydana gelen kabarma o kadar güçlü olurdu ki, deniz yüzeyinin altında bulunan bölgeler günde iki defa, dağları aşındıracak güçte tazyikli bir suyun altında kalacaktı. Bu durumda belki de gerekli çabuklukta derinliklerden yükselen dağlar olmayacaktı. Bu basınç sonucu yer kabuğu çatlayacak, havadaki kabarma hergün kasırgaların kopmasına neden olacaktı. "Dağların tamamen silindiğini varsayarsak, o zaman bütün yerküresinin üstündeki suyun derinliği bir buçuk mil dolaylarında olacaktır. O zaman da hayat, muhtemelen uçsuz bucaksız bir okyanusun derinliklerinde bulunacaktı. Ne var ki, bu evreni yönlendiren el, iki denizi salıvermiş, ama bu iki denizin arasına hem onların hem de evrenin yapısından kaynaklanan aşılmaz bir engel koymuştur. Her yönüyle uyum içinde hareket eden evrenin planları, her işini yerinde ve bir hikmete göre yapan, herşeyi hikmetle yönlendiren yüce yaratıcının eliyle önceden belirlenmiş, özenle düzenlenmiş olarak uygulanmaktadır. Gökten yağan suyun, deniz ve nehir sularının yer aldığı sahneden insan hayatının kaynağı olan meni (nufte) suyunun sunulduğu sahneye geçiliyor. 54- O sudan insanı yarattı ve bu insandan suyun taşıyıcısı erkek ile akrabalığın sürdürücüsü olan dişiyi meydana çıkardı. Rabbinin gücü herşeye yeter. İşte bu sudan yaratılır cenin. Erkeği soyun taşıyıcısı, dişisi de akrabalığın sürdürücüsüdür. Çünkü dişilik insanlar arasında akrabalığın kurulmasını sağlayan bir unsurdur. Bu sudan meydana gelen insan hayatı, gökten inen sudan meydana gelen hayattan daha büyük ve daha ilginçtir. Çünkü erkeğin menisinin bir damlasında yeralan onbinlerce sperma hücresinden bir tanesinin ana rahminde kadının yumurtacığı ile birleşmesi, bu komple ve birleşik bir yapıya sahip yaratığın, yani insanı, yani tartışmasız tüm canlı varlıkların en mükemmel olanını meydana getiriyor. Birbirine benzeyen sperma hücrelerinden ve yumurtacıklardan son derece şaşırtıcı bir yöntemle erkek ve dişiler meydana gelir. İnsanoğlu bunun sırrını kavramış değildir. İnsanoğlunun sahip olduğu bilgi bu olayı kontrol edebilme, nedenlerini bulup çıkarma gücünden yoksundur. Binlerce sperma hücresi arasında herhangi bir hücrede erkek ve dişi olmasını sağlayan belirgin özellikleri önceden belirlemek mümkün değildir. Buna rağmen belirlenen sürecin sonunda şu erkek oluyor, şu da kadın oluyor: "Rabb'inin gücü herşeye yeter". İşte onun sonsuz gücünün bir yönü bu olağanüstü, bu hayret verici olayda kendini gösteriyor. Şayet insanoğlu kendisinin yaratıldığı bu suyu inceleyecek olursa şaşkınlıktan başı dönecektir. Bütün cinslerin kalıtımsal özelliklerini, anne-babanın ve onların ailelerinin özelliklerini taşıyan son derece ince, planlı ve ilginç bir damlacıkta olgun insanın tüm özelliklerinin gizli olduğunu görünce dehşete kapılacaktır. Bu hücreler taşıdıkları bu özellikleri erkek ve cenine taşırlar. Bunların herbiri de kudret elinin kendisi için öngördüğü karakter ve hedef doğrultusunda hayat yolculuğuna devam eder. İşte bu küçük hücrelerde gizli bulunan kalıtımsal özelliklere ilişkin olarak "İnsan Yalnız Değildir" kitabında yer alan bazı açıklamalar: "Erkek ya da dişi bütün hücreler kromozomlar ve genler. (kalıtım taşıyıcıları) içerir. Koromozom geni içeren küçük ve sönük bir çekirdektir. Genler kesin olarak herhangi bir canlının ya da insanın temel özelliklerini belirleyen başlıca etkenlerdir. Stoplazma ise, kromozom ve genleri kapsayan hayret verici kimyasal birleşimlerdir. Kahtım taşıyıcıları olan genler, yeryüzünde yaşayan bütün insànların kişisel özelliklerinden, ruhsal durumlarından, renklerinden ve cinslerinden sorumlu olmalarına rağmen son derece ufaktırlar. Şayet hepsi bir araya getirilirse, bir yere konulsa hacmi bir yüzük taşının hacminden daha az olur. "Bu son derece küçük ve ancak mikroskopla görülebilen genler, bütün insanların, hayvanların ve bitkilerin karakterlerinin, özelliklerinin mutlak anahtarlarıdır. İki milyar insanın kişisel özelliklerini kapsayan bir yüzük kaşı hiç kuşkusuz küçük hacimli bir yerdir. Bununla beraber bu saydıklarımız tartışma götürmez gerçeklerdir. "Cenin nütfeden (protoplazmadan) cinsiyetinin ortaya çıkmasına doğru bir düzen içinde aşamalı olarak gelişimini tamamlarken tescil edilmiş bir tarihi anlatır. Bu tarih genlerdeki ve stoplazmadaki atomların diziliş şekli ile korunur ve dile getirilir. "Genlerin bütün canlıların yapısında yeralan soya çekim hücrelerindeki atomların en küçük mikroskobik dizilişinden ibaret olduklarını görmüştük. Bu şekliyle genler, yaratılış projesinin, geride kalanların ve bütün canlı varlıkların özelliklerinin korunduğu bir arşiv niteliğindedir. Genler en ince ayrıntısına kadar bütün bitkilerin köklerine, gövdelerine, yapraklarına, çiçeklerine ve meyvelerine egemendir. Başta insan olmak üzere bütün hayvanların şeklini, kabuklarını kıllarını ve kanatlarını belirler." Yaratıcı ve planlayıcı ilahi gücün hayata bahşettiği akıl almaz olağanüstülüklerden bu kadarını sunmakla yetiniyoruz. "Rabb'inin gücü herşeye yeter." KAFİRLERİN TUHAF TUTUMLARI Böyle bir ortamda. Yaratma ve en ince ayrıntısına kadar planlamanın egemen olduğu böyle bir havada. Gökten inen sudan ve meni suyundan meydana çıkarılan, bir hücreden bütün ayırıcı özellikleri ve soya çekim unsurları ile bir erkek, bir diğer hücreden de ayırıcı özellikleri ve soya çekim unsurları ile bir dişi meydana getirecek özelliklerle donatılan böyle bir hayat karşısında. Evet böyle bir atmosferde Allah'tan başkasına yönelik ibadet tuhaf, çirkin ve insan fıtratının tiksindiği bir davranış olarak beliriyor. İşte bu yüzden burada müşriklerin Allah'tan başkasına yönelik ibadetleri sunuluyor: 55- Onlar, Allah'ı bir yana bırakarak kendilerine ne fayda ve ne de zarar vermeye güçleri yetméyen sözde ilahlara taparlar. Her kafir Rabb'inin düşmanlarının destekçisidir. "Her kafir Rabb'inin düşmanlarının destekçisidir. Mekke müşrikleri dahil her kafir, kendisini yaratan, şekil veren. Rabbi'ne savaş açmaktadır. Allah'la savaşamayacak, ona karşı duramayacak kadar küçük ve önemsiz olmasına rağmen bu nasıl olu`r? Allah'ın dinine karşı bir sava tır bu. Allah'ın insan hayatı için belirlediği sistemin aleyhine savaş açmaktır. Buradaki ayet, kafirin suçunun iğrençliğini ve ürkütücülüğünü ön plana çıkarmak için onun davranışını, Rabb'ine ve efendisine karşı bir savaş olarak tasvir ediyor. Kafir, Allah'ın peygamberine -salat ve selam üzerine olsun- ve onun risaletine karşı savaşırken aslında Rabb'ine karşı savaşmaktadır. Şu halde peygamberin onunla bir alıp veremeyeceği yoktur. Çünkü bu savaş Allah'a karşı başlatılan bir savaştır. Bu savaşta yüce Allah peygamberini korumayı, onu zafere götürmeyi garantilemektedir. Ardından yüce Allah kulunu rahatlatıyor, ona moral veriyor; omuzlarına binmiş yükü hafifletiyor; mü'minleri müjdelemeye kafirleri uyarmaya ve kendisine verilen Kur'ana dayanarak kafirlerle. mücadele etmeye ilişkin görevini yerine getirdiği zaman mücrimlerin düşmanlığının, kafirlerin inatçılığının kendisine bir zarar vermeyeceğini bildiriyor. Çünkü, aslında Allah a düşmanlık yapan kendi karşıtlarıyla giriştiği savaşı, onun adına yüce Allah yürütüyor. Şu halde Rabb'ine Hz. peygamber -salat ve selam üzerine olsun- güvenip dayanmalıdır. Hiç şüphesiz kulların günahlarını en iyi yüce Allah bilir! 56- Ey Muhammed, biz seni sırf müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. 57- Bu duyurma görevim karşılığında sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Tek isteğim, dileyenlerinizi Rabb'lerine götüren yola girmeleridir. 58- Sen ölümsüz, diri olan Rabb'ine güven; onu överek her türlü noksanlıktan tenzih et. Kullarının günahlarından O'nun haberdar olması yeterlidir. Bununla peygamberimizin görevi, müjdeleme ve uyarma olarak belirleniyor. Daha sonraları Medine'de olduğu gibi, Mekke'deyken müjdeleme ve uyarmà özgürlüğünü garanti altına almak için müşriklere savaş açmakla henüz emrolunmamıştı. Hiç kuşkusuz bu da, yüce Allah'ın bildiği bir hikmete dayanıyordu. Ancak tahminimize göre; bu yeni inanç sisteminin hedef aldığı, üzerinde yoğunlaştığı kişiler bu dönemde eğitiliyorlardı, hazırlanıyorlardı. Bu inancın ruhlarında yaşaması, hayatları bu inancın temsil etmeleri isteniyordu. Böylece islamın hükmettiği, yer yönüyle egemén müslüman toplumun çekirdeği olmaları, Kureyş'in islama girmesini önleyecek, kalplerini ona kilitli tutmalarına neden olacak şekilde aralarında husumetlerin, kan davalarına girmemesi isteniyordu. Çünkü yüce Allah, onların bir bölümünün hicretten önce, bir bölümünün de Mekke fethinden sonra islama girmelerini takdir etmişti. Bunlar da Allah'ın izni ile bu kalıcı inanç sisteminin güçlü çekirdek kadrosunu oluşturmuşlardı. Bununla beraber, Mekke'de olduğu gibi peygamberliğin özü; Medine'de de müjdeleme ve uyarı olarak kaldı. Savaş, davetin özgürce yürütülmesini önleyen maddi engellerin kaldırılması, mü'minlerin inançlarından dolayı baskı altında tutulmalarına engel olunması için bir araç olarak öngörülüyordu. Dolayisiyle bu hüküm hem Mekke'de, hem de Medine'de geçerliliğini korumuştur. "Ey Muhammed, biz seni sırf müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik." "De ki; Bu duyurma görevim karşılığında sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Tek isteğim, dileyenlerinizin Rabb'lerine götüren yola girmeleridir." Hz. Peygamberin -salat ve selam üzerine olsun- islama girenlerden almak istediği bir ücret, elde etmek istediği herhangi bir çıkar söz konusu değildir. Müslümanların ona verdikleri bir haraç, ona sundukları bir adak, ya da kurban yoktur. Bir insan diliyle söylediği, kalbiyle inandığı birkaç kelimeyle müslüman topluma katılır. İşte islamın ayırıcı özelliği, islamın yegane özelliği, kehanetinin ücretini alan bir kahinin yaptığı aracılığın karşılığını alan bir aracının olmayışıdır. İslamda "Giriş vergisi" yoktur. Dinin sınırlarını öğrenmek, kutsanmak ya da dine kabul edilmek için bir bedel ödemek söz konusu değildir. İşte bu dinin sadeliği ve iman ile kalbi birbirinden ayıran her türlü engelden, kul ile Rabbi arasına giren aracılardan ve kahinlerden uzaklığı. Hz. peygamberin bu müjdeleme ve uyarının karşılığında almak istediği tek ücret vardır. O da doğru yola giren kişinin Allah'ı bulması ve gösterdiği gerçekler sayesinde Rabb'ine yaklaşmasıdır. "Tek istediğim, dileyenlerinizin Rabb`lerine götüren yola girmeleridir." Onun istediği tek ücret budur. Allah'ın kullarından birinin Rabb'ine giden yolu bulması, O'nun hoşnutluğunu istemesi, O'nun yolunu araştırması, gerçek efendisine, dostuna yönelmesi Hz. peygamberin tertemiz kalbini memnun eder, onun seçkin vicdanını rahatlatır. "Sen ölümsüz diri olan Rabb'ine güven, O'nu överek her türlü noksanlıktan tenzih et." Allah'ın dışındaki herşey ölüdür. Çünkü onun dışındaki herşey günden güne ölüme yaklaşmaktadır. Sonunda ölümsüz olan Allah'tan başka hiç birşey kalmaz. Eninde sonunda hayattan ayrılacak olan bir ölümlüye dayanıp güvenmek, yıkılmaya yüz tutmuş bir duvara dayanmak, az sonra kaybolacak bir gölgeye sığınmak gibidir. Bu yüzden sadece her zaman diri olan ve kesinlikle yok olmayan Allah`a güvenilir O'na dayanılır: "O'nu överek her türlü noksanlıktan tenzih et." Ancak kullarına sayısız nimetler' veren, onlara bol bağışta bulunan yüce Allah'a hamdedilir. Şu halde ne müjdelemenin ne de uyarmanın bir yarar sağlamadığı kafirlerin durumunu ölümsüz, diri olan Allah'a bırak çünkü O, onların günahlarını bilir ve hiçbir şey ona saklı kalamaz: "Kullarının günahlarından O'nun haberdar olması yeterlidir." Yüce Allah'ın herşeyden eksiksiz olarak haberdar oluşu ve her şeye tam karşılığını verme gücüne sahip olduğu dikkatlere sunulduğu sırada yüce Allah'ın gökleri ve yeri yaratmasından, arşa egemen oluşundan söz ediliyor. 59- O gökleri, yeryüzünü ve ikisi arasındaki tüm varlıkları altı günde yarattı, sonra Arşa kuruldu. O'nun rahmeti boldur. Onu bir bilene sor. Yüce Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günler kesinlikle bizim dünyamızın günlerinden farklıdır. Çünkü bizim günlerimiz güneş sisteminin bir yansımasıdır, göklerin ve yerin yaratılışından sonra meydana gelmiş uzaydaki dolaşımın ölçüleridir. ölçüleridir. Bu günler, dünyanın güneş karşısında kendi etrafında dönüşünün süresine ayarlıdırlar. Yaratılış "ol" kelimesinde sembolleşen ilahi iradenin yönelişinden başka birşey gerektirmez. Bu irade gerçekleşir gerçekleşmez, varoluş tamamlanır "Hemen oluverir" Belki de, sözü edilen altı gün, süresini Allah'tan başka kimsenin bilmediği onun günleridir. Bu sure içinde bugünkü şeklini alana kadar göklerde ve yerde ardarda çeşitli evreler gerçekleşmiştir. Arşa kurulma ise, üstünlük ve egemenlik anlamındadır. "Sonra" sözcüğü zamana ilişkin bir sıralama ifade etmez. Bu sadece dereceye, üstünlük ve egemenlik derecesine işaret etmektedir. Üstünlük ve egemenlikle beraber büyük ve sonsuz bir rahmet vardır: "O'nun rahmeti boldur" Rahmetin yanında da herşeyden haberdar olma yeralır. "O'nù bir bilene sor" Bu, hiçbir şeyin saklı kalmadığı mutlak haberdarlıktır. Allah'tan sorduğun zaman, bilen birine sormuş olursun. Çünkü yerde ve gökte hiçbir şey O'ndan gizlenemez. Buna rağmen şu küstahlar, peygambere dil uzatan şu suçlular, Rahmana kul 60- Onlara "Rahman'a secde edin" denildiğinde "Rahman da ne oluyor?" senin secde etmemizi' emrettiğin ilah'a secde eder miyiz hiç? derler. Bu çağrın nefretlerini daha da arttırır. Bu ukalalığın, küstahlığın iğrenç bir tablosudur. Bu tablo, burada peygamber efendimize -salat ve selam üzerine olsun- yönelik küstahlıklarına, dil uzatmalarına bayalığını vurgulamak için gözler önüne seriliyor. Bir kere onlar Rabb'lerine karşı gereken saygıyı göstermiyorlar, O'nun yüce zatı hakkında böylesine yakışıksız sözler sarf edebiliyorlar. Şu halde bu insanların peygamber hakkında yakışıksız sözler sarfetmeleri mi tuhaftır? Onlar yüce Allah'ın adından nefret ediyorlar ve "Rahman" ismini bilmediklerini iddia ediyorlar. Küstahlıkta, edepsizlikte bir adım daha atarak "Rahman da ne oluyor?" diye soruyorlar. Allah'a dil uzatmayı, onun adını küçümsemeyi, yalancı müseyleme'yi (müseylemetu'l kezzab'l) kastederek Yemame'dekinden başka Rahman tanımıyoruz diyecek kadar ileri götürüyorlar. Bu küstahlıklarına, ukalalıklarına yüce Allah'ın ululuğunun, büyüklüğünün vurgulanması ile karşılık veriliyor. Bu iddiaları ve edepsizlikleri Allah'ın noksan sıfatlardan uzak oluşundan, yüceliğinden, yarattığı evrenin görkeminden ve bu görkemli evrende O'nu hatırlatan olağanüstü ayetlerinden söz edilerek cevaplandırılıyor. 61- Gökteki gezegenlere yörüngeler belirleyen, orada ışık kaynağı olan güneşi ve aydınlık saçan ayı yaratan Allah'ın şanı yücedir. 62- O, düşünmek ya da şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbirine ardışık yapmıştır. Ayetin orjinalinde geçen "Burçlar" genel kanıya göre yıldız ve gezegenlerin uğrak noktaları, onların ürperti veren yörüngeleridir. Bu yörüngelerin görkemi düşünce planında müşriklerin "Rahman da ne oluyor?" sözlerindeki küçümsemeye karşılık olarak yer alıyor. İşte bu yörüngeler hem duygu açısından hem de realitede onun büyük, ürperti verici ve görkemli yaratıklarının bir parçasıdır. Bu yörüngelerde dolaşan güneş, ışık kaynağı olarak adlandırılmaktadır. Çünkü güneş, hem dünyamıza hem de başka gezegenlere ışık saçar. Bu yörüngelerde bir de yol gösterici latif bir aydınlık saçan Ay yeralmaktadır. Bunun yanısıra gece, gündüz ve bunların birbirine ardışık olmalarının sahnesi sunuluyor. Gece ve gündüz sürekli yenilenen, ama insanların farkında olmadıkları, unuttukları olağanüstü mucizelerdir. "Düşünmek ya da şükretmek isteyenler" için bu mucizeler de yeterlidirler. Şayet insanlar gece ve gündüzü dönüşümlü olarak yaşamasalardı, gece ve gündüz birbirine ardışık olarak gerçekleşmeselerdi, yeryüzünde hayat ne insanlar, ne hayvanlar ne de bitkiler için mümkün olmazdı. Hatta gece ve gündüzün süreleri bile değişik olsaydı yine de yaşamak zorlaşırdır. "İnsan yalnız değildir" (İlim iman etmeye çağırıyor) kitabında şu açıklamalar yer alıyor: "Dünya, kendi ekseni etrafında yirmidört saatte bir kere döner. Bu yaklaşık olarak saatte bin mil hıza eşittir. Şimdi dünyanın saatte sadece yüz mil yaptığını varsayalım. Neden olmasın? Bu taktirde gecemiz ve gündüzümüz ,şimdikinden on kat daha uzun sürecektir. Bu durumda kızgın yaz güneşi hergün bitkilerimizi yakacaktır. Geceleri de yeryüzündeki tüm bitkiler donacaktı." Gökleri ve yeri yaratan, herşeyi yaratıp hareketlerini bir ölçüye göre planlayan Allah herşeyden yücedir. Gökte yörüngeler vareden, bu yörüngelere ışık kaynağı güneşi ve aydınlık saçan Ayı yerleştiren Allah, onların yakıştırmalarından uzaktır, yücedir. "O düşünmek ya da şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbirine ardışık yapmıştır." Furkan Suresinin bu son bölümünde "Rahman'ın Kulları" belirgin nitelikleriyle, kendilerine özgü tavırlar ile ön plana çıkıyorlar. Hidayetle sapıklık, inatçı ve bedbaht insanlıkta bu insanlığa hidayet mesajını taşıyan peygamberler arasındaki uzun savaşın sonunda insanlığın özetiymiş, bu uzun ve yorucu cihadın taze meyvesiymiş, bunca inkarcılıkla, bunca katılıkla ve yüz çevirmelerle karşılaşmalarına rağmen hidayet mesajını taşıyan dava erlerine yönelik güven verici bir teselliymiş gibi beliriyorlar. Geçen derste müşriklerin "Rahman" ismini bilmezlikten gelmelerine; onu inkar etmelerine değinilmişti. Buna karşılık Rahman'ın has kulları onu biliyorlar, tanıyorlar. Ona bağlanmayı, O'na kul olmayı hakkediyorlar. İşte onlar, ayırıcı nitelikleri ile, ruhları, davranışları ve hayat biçimleri ile yüce Allah'ın yeryüzünde kendilerine değer vermesini, kendilerini gözetip korumasını hakkediyorlar. Çünkü eğer aralarında Rahman'ın bu has kulları olmasa ve eğer bu kullar yakararak, dua ederek ona yönelmezlerse bütün insanlar, Allah katında bir 63- Rahman'ın hâs kulları o kimselerdir ki, onlar yeryüzünde yumuşak adımlar atarak yürürler. Kendini bilmezler onlara sataştıklarında yumuşak sözlerle karşılık verirler. İşte Rahman'ın has kullarının başta gelen özellikleri; onlar yeryüzünde rahat ve yumuşak adımlar atarak yürürler. Yürürken kendilerini zorlamazlar, yapmacık hareketlerde bulunmazlar. Ne kibirlenirler ne de böbürlenirler. Ne burunları havada yürürler ne de kabararak veya şişerek yürürler. Çünkü insanın sergilediği tüm davranışları gibi yürüyüşü de onun kişiliğinin ve içindeki duygularının göstergesidir. Normal, kendine güvenen, kararlı ve ciddi bir ruh, bu özelliklerini sahibinin yürüyüşüne de yansıtır. Böylece normal, kendinden emin, ciddi ve kararlı yürür. Bu yürüyüşte saygınlık, rahatlık, ciddiyet ve güçlülük göze çarpar. Yoksa "yeryüzünde yumuşak adımlar atarak yürürler" Onların ölü gibi, boynu bükük, omuzları sarkık, sallanarak yürüdükleri anlamına gelmez. Nitekim takva sahibi ve salih bir kişi olduğunu göstermek isteyen bazı insanlar bu tarz bir yürüyüşü seçerler. Oysa peygamber efendimiz -salat ve selam üzerine olsun- yürüdüğü zaman canlı ve dik yürürdü. İnsanlar içinde en hızlı yürüyeni, en güzel ve en rahat yürüyeniydi. Ebu Hureyre şöyle der: Peygamber efendimizden -salat ve selam üzerine olsun- daha güzel birini görmedim. Sanki yüzünde güneş parlıyordu. Ondan daha hızlı yürüyeni de görmedim. Yürürken önünde yer bükülür gibiydi. Biz onunla yürürken çok zorlanırdık ama o, hiç aldırmazdı." Ali b. Ebu Talip -Allah ondan razı olsun- şöyle der: Resulullah yürürken yukarıdan iniyormuş gibi yürürdü. Bir keresinde de şöyle demişti: Yokuş yukarı çıkarken bile başaşağı iniyormuş gibi yürürdü. Bu ise, kararlı, gayretli ve cesur insanların yürüyüşüdür. Rahman'ın bu has kulları ciddilikleri, vakurlukları, kararlılıkları ve içlerindeki büyük ideallerle uğraşıyor olmaları nedeniyle ahmakların ahmaklıkları ile, kendini bilmezlerin beyinsizlikleri ile ilgilenmezler. Akıllarım, vakitlerini ve emeklerini beyinsizlerle, ahmaklarla tartışmakla, onlarla kavga etmekle, dolaşmakla uğraştırmazlar, boşuna harcamazlar. Aptallarla beraber olmaktan, gereksiz davranışlarda bulunmaktan uzak dururlar: "Kendini bilmezler onlara sataştıklarında yumuşak sözlerle karşılık verirler",Güçsüz olduklarından değil elbette, tenezzül etmemekten, çaresizlikten değil üstünlük duygusundan dolayı yumuşak davranırlar. Boş şeylerden, aptalca işlerden daha önemli, daha onurlu ve daha üstün değerlerle ilgilenen:onurlu bir insanın vaktini ve emeğini uygun olmayan bir işte harcamasını istemedikleri için yumuşak sözlerle karşılık verirler. |