Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:48 Mesaj:
4.079 Konular:
315 Beğenildi:49 Beğendi:0 Takdirleri:149 Takdir Et:
| Cvp: Fizilalil Kuran Enbiya Suresi Tefsiri "O yaptıklarından sorumlu değildir. Oysa onlar davranışlarından sorumludurlar." Varlık bütününün tabiatından ve realitesinden kaynaklanan evrensel kanıtın yanısıra kendilerinden, hiçbir kanıta dayanmayan şirk iddialarını dayandırdıkları, geçmiş toplumlardan aktarılan bir kanıt istenmektedir. "Yoksa onlar O'nun dışında başka ilahlar mı edindiler? Onlara de ki; `Bu konudaki delilinizi ortaya getiriniz. Bu kitap, gerek benimle birlikteki mü'minlere yönelik direktifleri ve gerekse benden önceki peygamberlere ilişkin bilgileri içeriyor." Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- çağdaş olanların durumlarını içeren bu Kur'an işte buradadır. Ondan önceki peygamberlerin durumlarına ilişkin bilgiler de orada. Onların getirdiği kitaplarda Allah'ın ortaklarının olduğundan sözedilmiyor. Çünkü bütün dinler tevhid inancına dayanmaktadırlar. Peki evrenin tabiatının reddettiği, geçmiş kitaplarda doğrulayıcı bir kanıtın bulunmadığı bu şirk iddiasını nereden çıkarıyor müşrikler? "Hayır, onların çoğunluğu gerçeğin ne olduğunu bilmeksizin ona sırt çevirirler." "Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberlere `Benden başka ilah yoktur, sırf bana kulluk ediniz' diye vahyettik." Yüce Allah'ın insanlara peygamber göndermeye başlamasından bu yana inanç sisteminin temelini tevhid oluşturmaktadır. Bu ilkede bir değişiklik, bir farklılık sözkonusu değildir. İlahın, ma'budun birliği ilkesidir bu. İlahlıkla Rabb'lığı birbirinden ayırmak mümkün değildir. Hem ilahlıkta hem de kullukta şirke yer yoktur. Bu ilke, evrensel yasalar sistemi gibi kalıcı ve değişmezdir. Bu yasalar sistemine bağlıdır, onun bir parçasıdır tevhid. PUTPERESTLERİN DEDİKODUSU 26- Müşrikler "Rahman olan Allah evlat edindi" dediler. Haşa! O böyle bir şeyden münezzehtir. Tersine melekler, onurlu kullardır. 27- Onlar Allah'dan önce söz söylemezler ve ne yaparlarsa sırf O'nun emri ile yaparlar. 28- Allah, onların önlerindekini ve arkalarında bıraktıklarını (yapacaklarını ve yaptıklarını) bilir. Onlar sadece Allah'ın hoşnut olduğu kimselere şefaat ederler ve Allah'ın korkusundan titrerler. 29- Eğer onlardan biri "Ben Allah'ın dışında ilahım derse onu cehennem ile cezalandırırız. Biz zalimleri böyle cezalandırırız. Yüce Allah'ın oğul edindiğine ilişkin iddia değişik cahiliye toplumlarında değişik şekillerde ortaya çıkmıştır. Arap müşriklerinin, meleklerin Allah'ın çocukları olduklarına inandıkları bilinmektedir. Yahudi müşrikler de Üzeyir'in Allah'ın oğlu olduğunu söylemekteydiler. Bu inanç hristiyanlar arasında da İsa peygamberin Allah'ın oğlu olduğu iddiası şeklinde ortaya çıkmıştır. Hepsi de değişik çağlarda, değişik şekillerde ortaya çıkmış cahiliye sapıklıklarıdır. Burada kastedilenin, Arap müşriklerinin meleklerin Allah'ın çocukları olduklarına ilişkin iddiaları olduğu anlaşılmaktadır. Bu iddiaya, meleklerin özellikleri açıklanarak cevap veriliyor. Buna göre müşriklerin iddia ettikleri gibi, melekler Allah'ın kızları değildirler. "Tersine melekler Allah katında onurlu kullardırlar." O'na karşı takındıkları edep tavrı, O'na ibadet etmeleri, O'nun heybetinden korkmaları gereği O'na herhangi bir şey önermezler. Allah'ın buyruklarını anında yerine getirirler ve tartışma çıkarmazlar. Allah'ın bilgisi onları kuşatmıştır. Yüce Allah'ın, hakkında aracılık edilmesini istediği kimseler için, onlardan aracılık yapmasını istediklerinin dışında aracılık yapmaya kalkışamazlar. Onlar tabiatları gereği Allah'dan korkarlar, onun heybetinden ürperirler. Allah'a yakın olmalarına, istisnasız ve belirlenen özelliklerinden sapmaksızın tertemiz ve itaatkâr olmalarına rağmen. Onlar kesinlikle ilahlık iddiasına kalkışmazlar. Söz gelişi böyle bir iddiaya kalkışacak olurlarsa, böyle bir iddiaya kalkışan herhangi bir yaratık gibi cezalandırılırlar, cehenneme atılırlar. Bütün gerçeklere, tüm fertlere ve varlık aleminde yeralan her şeye haksızlık ederek böylesine zalimce bir iddiaya kalkışanın cezası budur. Böylece müşriklerin bu iddiası, bu haliyle çürük, yakışıksız ve hiç kimsenin ileri süremeyeceği imkânsız bir iddia olarak beliriyor. Ama biri böyle bir iddiada bulunacak olursa, bunun can yakıcı azabını da tadacaktır. Böylece Allah'a itaat eden, O'nun korkusu ile ürperen meleklerin sahnesi ile vicdanlar uyarılıyor. Halbuki müşrikler bu konuda ileri geri konuşuyor, asılsız iddialar ileri sürüyorlar. GÖKLER VE YERİ BİZ AYIRDIK Gözlemlenen evrende tek bir ilahın varlığını gösteren kanıtların, ayrıca birden fazla ilahın varlığını çürüten geçmiş kitaplardan aktarılan kanıtların, bunun yanında insanın vicdanını uyaran psikolojik kanıtların sunulduğu bu aşama ile surenin akışı, insan kalbini evrenin uçsuz bucaksız alanlarında dolaştırmaya başlıyor. Kudret elinin bu evreni, bir hikmete göre yönlendirdiğini gösteriyor. Buna rağmen müşrikler, bakışların ve kalplerin istifadelerine sunulan evrensel mucizelerden yüz çeviriyorlar. 30- Kâfirler, gökler ile yer birbirine yapışıkken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan meydana getirdiğimizi görmüyorlar mı? Onlar yine de iman etmiyorlar mı? 31- Yeryüzü dengede dursun da insanları sarsmasın diye orada köklü dağlar yarattık ve istedikleri yere gidebilsinler diye o dağlarda geçit veren yollar açtık. 32- Göğü dengesizlikten korunmuş bir tavan, bir çatı yaptık. Onlar ise gökteki ayetlere, düşündürücü kanıtlara dönüp bakmıyorlar. 33- Geceyi, gündüzü, güneşi, ayı yaratan O'dur. Bunların herbiri kendi yörüngelerinde yüzerler. Bu, gözler önüne serilmiş, evren boyutunda çıkılan bir gezintidir. Ama, kalpler evrende yeralan büyük mucizelerden habersizdirler. Açık bir basiretle, bilinçli bir kalple, uyanık bir duygu ile düşünüldüğü zaman, insan kalbini şaşırtan mucizeler vardır evrende. Burada yeralan göklerle yerin bitişikken ayrıldıklarına ilişkin açıklama, üzerinde düşünülmesi gereken bir açıklamadır. Evrende meydana gelen olayları yorumlamak amacı ile ortaya atılan astronomi bilimine ilişkin teoriler, Kur'an-ı Kerim'in bin üçyüz sene önce dile getirdiği bu gerçeğin etrafında dönüp durmuşlardır. Bugün için geçerli olan teori şudur: Güneş ile onun uyduları sayılan yer ve ayın oluşturduğu güneş sistemi gibi yıldız kümeleri bir kütle halindeydiler. Sonra birbirinden ayrılıp bu yuvarlak şekli almışlardır. Yeryüzü de güneşin bir parçasıydı. Ondan ayrılmış ve soğumuştur. Ne var ki, bu astronomik bir teoriden başka bir şey değildir. Bugün geçerlidir, yarın çürütülebilir. Evrende meydana gelen olayları daha tutarlı yorumlayan başka bir teori ortaya çıkabilir, böylece önceki teoriyi geçersiz kılabilir. İslâm inancına sahip olan bizler kesin olan Kur'an ayetini kesinliği sözkonusu olmayan, bugün kabul edilen, yarın çürütülen bir teori doğrultusunda açıklamaya kalkışamayız. Bu yüzden Fi Zilâl'il Kur'an'da, Kur'an ayetleri ile bilimsel diye adlandırılan teorileri uyuşturmaya çalışmıyoruz. Çünkü bilimsel diye adlandırılan teoriler, ısıda madenlerin genleşmesi, sıcakta suyun buharlaşması, soğukta ise donması gibi deneyle, kanıtlanmış değişmez ilmi gerçeklerden farklı şeylerdir. Daha önce Fi Zilâl'de değindiğimiz gibi, bu ilmi gerçekler varsayımlara dayalı teorilerden tamamen ayrıdırlar. Kuşkusuz Kur'an, bilimsel teorileri içeren bir kitap değildir. Deneysel bir bilim olması için de gelmemiştir. Kur'an hayatın bütününü ele alan bir sistemdir. Aklın kendi sınırları içinde hareket etmesini ve toplumun kendi sınırları içinde hareket eden akla fırsat tanımasını sağlamak ve kesinlikle bilimsel ayrımlara müdahale etmemeyi öngören bir sistemdir. Çünkü bilimsel ayrıntı sayılan konular çalışma ve hareket etme özgürlüğü sağlandıktan sonra insan aklına bırakılmıştır. Burada açıkladığı gerçek gibi Kur'an-ı Kerim zaman zaman evrensel gerçeklere işaret eder: "Gökler ve yer yapışıkken biz ayırdık onları." Sırf Kur'an-ı Kerim'de yeralıyorlar diye biz bu gerçekleri tartışmasız kabul ediyoruz. Ama göklerle yerin nasıl ayrıldıklarını ya da göklerin yerden ayrılış şeklini bilmiyoruz. Sadece Kur'an-ı Kerim'in genel bir ifade ile dile getirdiği bu gerçekle çelişmeyen astronomik teorileri kabul ediyoruz. Ama herhangi bir Kur'an ayetini bu teorilerden birine göre yorumlamaya kalkışmıyoruz. Kur'an-ı Kerim'den insanların ortaya attığı teorileri doğrulamasını da istemiyoruz. Çünkü tartışmasız kabul edilmesi gereken gerçek, Kur'an-ı Kerim'in içerdiği gerçeklerdir. En fazla şunu söylemek mümkündür! Bugün geçerli olan astronomik teori kuşaktan kuşağa aktarılan bu Kur'an ayetinin genel ifadelerle dile getirdiği anlamla çelişmiyor! Ayetin ikinci bölümüne gelince, "Ve bütün canlıları su'dan meydana getirdik:" Bu da çok önemli bir gerçeği dile getirmektedir. Bilginler bu gerçeğin keşfini ve ortaya çıkarılmasını büyük bir olay sayıyorlar. Bu gerçeği ortaya çıkardığı ve hayatın ilk kaynağının su olduğunu belirlediği için Darwin'i göklere çıkarıyorlar. Bu gerçeğe dikkatli bakmak gerekir. Bu gerçeğin Kur'an-ı Kerim'de yer alması bizi hayrete düşürmez ve bu Kur'anın doğruluğuna ilişkin inancımızı arttırmaz. Çünkü biz onun Allah katından geldiğine inandığımız için her açıklamasını kesinlikle doğru olarak kabul ediyoruz. Bilimsel teorilere ya da keşiflere uyduğu için değil. Burada da en fazla şunu söyleyebiliriz: Darwin ve arkadaşlarının ortaya attıkları, "hayatın ortaya çıkışı ve gelişmesi"ne ilişkin teori bu açıdan Kur'an ayetinin ifade ettiği anlamla çelişmiyor. Onüç asırdan fazla bir süredir, Kur'an-ı Kerim kâfirlerin bakışlarını evrende yeralan ilahi sanatın olağanüstülüklerine çevirmekte ve bu olağanüstülüklerin varlıklar alemine serpiştirildiğini gördükleri halde inanmayışlarını ayıplamaktadır. "Onlar yine de iman etmiyorlar mı?" Çevrelerinde yeralan evrendeki her şey, onları yaratan, yarattıklarını hikmetle yönlendiren Allah'a inanmaya zorladığı halde halâ inanmıyorlar mı? Ardından göz kamaştırıcı evrensel sahnelerin sunulmasına devam ediliyor. "Yeryüzü dengede dursun da insanları sarsmasın diye arada köklü dağlar yarattık." Bununla sarsılmaz dağların yeryüzünde dengeyi sağladıkları, böylece yeryüzünü sarsılmadan, çalkalanmadan korudukları vurgulanıyor. Yeryüzünde dengenin sağlanması çeşitli şekillerde olabilir. Dünyanın dışarıdan karşılaştığı basınçla, içindeki baskılardan gelen ve bölgeden bölgeye değişen basınç arasındaki dengenin korunması olabilir. Bir yerde dağların yukarı doğru yükselmeleri bir başka yerdeki çöküntüyü karşılamış olabilir. Her ne şekilde olursa olsun, bu ayet açıkça dağlar ile yerin dengesi ve istikrarı arasında bir ilişki olduğunu ortaya koymuştur. Şu halde bu dengenin sağlanış biçimini bilimsel araştırmalara bırakalım. Çünkü burası bilimsel araştırmaların esas çalışma alanıdır. Biz de vicdanları uyaran, mesajları ile insanları düşünmeye sevkeden Kur'anın gerçeği ifade eden ayeti ile yetinelim ve bu olağanüstü evrende harikalar yaratan yarattıklarını yönlendiren kudret elinin faaliyetlerini izleyelim: "İstedikleri yere gidebilsinler diye o dağlarda geçit veren yollar açtık." Dağların yüksek kısımlarının arasındaki boşluklardan oluşan, yol ve güzergah olarak kullanılan dağların arasındaki geniş yollardan söz edilmesi... Evet burada bu geniş yollardan söz edilmesi, bunun yanında doğru yolu bulmaya işaret edilmesi, öncelikle pratik bir gerçeği tasvir etmekte, sonra da örtülü olarak inanç alemine ilişkin başka bir konuya işaret etmektedir. Belki kendilerini imana götürecek yolu bulurlar. Dağların arasındaki geniş yollarda yol aldıkları gibi. "Göğü dengesizlikten korunmuş bir tavan, bir çatı yaptık." Gök yüksek olan her şeyi kapsamaktadır. Biz üstümüzde tavana benzer bir ' şey görüyoruz. Kur'an da göğün korunmuş bir tavan olduğunu vurgulamaktadır. Evrenin bütün ayrıntıları en ince noktasına kadar içeren düzeni sayesinde boşluktan korunmuştur. Allah'ın ayetlerinin indiği yüceliğe sembol olması itibari ile pislikten korunmuştur. "Onlar ise gökteki ayetlere, düşündürücü kanıtlara dönüp bakmıyorlar." "Geceyi, gündüzü, güneşi, ayı yaratan O'dur. Bunların her biri kendi yörüngelerinde yüzerler." Gece ve gündüz evrensel iki mucizedirler. Güneş ve ay insanın yeryüzündeki hayatı ile bütün hayatı ile sağlam ilişkileri bulunan önemli iki gök cismidirler. Gece ve gündüzün dönüşümü, güneş ve ayın hareketleri, hem de bir kez bile şaşmayan bir dikkatle, bir an bile duraksamayan bu süreklilikle. Evet bunlar üzerinde düşünmek, insan kalbini yasalar sisteminin birliğini, iradenin birliğini, her şeye gücü yeten ve her şeyi yönlendiren yaratıcının birliğini kavramaya iletecek son derece önemli etkenlerdir. 34- Senden önceki hiçbir insana ölümsüzlük imkânı vermiş değiliz. Sanki sen ölürsen onlar sonsuza dek yaşayacaklar mı? 35- Her canlı, ölümü tadacaktır. Nasıl davranacağınızı görelim diye sizi hem kötülükle ve hem de iyilikle sınavdan geçiririz. Sonunda bize döneceksiniz. HİÇ KİMSE ÖLÜMSÜZ DEĞİLDİR Bölümün sonunda ayetlerin akışı, yaratılışı, organik yapısı ve yönlendirilmesi bakımından evrene egemen olan yasalar sistemi ile özelliği, akıbeti ve varacağı yer bakımından insan hayatına egemen olan yasalar sistemini birbirine bağlıyor. Senden önce hiçbir insanın sonsuza kadar yaşamasını öngörmedik. Sonradan yaratılan herkes fanidir. Başlangıcı olan her şeyin sonu da vardır. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- ölecekse, onlar sonsuza kadar mı yaşayacaklar? Sonsuza kadar yaşamayacaklarına göre niye ölümlü kimseler gibi davranmıyorlar? Niye gözlerini açmıyorlar, etraflıca düşünmüyorlar? "Her canlı, ölümü tadacaktır." Hayata egemen olan bir yasadır bu. Bu hiçbir canlıyı dışarda bırakmayan genel bir kuraldır. Canlıların zorunlu olarak tadacakları bu olayı hesaba katarak davranmaları ne kadar gereklidir? Hiç kuşkusuz ölüm her canlının sonudur. Yeryüzünde gerçekleşen kısa yolculuğun son durağıdır. Ve herkes Allah'a dönecektir. Yolculuk esnasında insanın başına gelen iyi, kötü olaylara gelince, bunlar fitne ve sınama amaçlı şeylerdir: "Nasıl davranacağınızı görelim diye sizi hem kötülükle ve hem de iyilikle sınavdan geçiririz." Kötülükle sınamak anlaşılır bir şeydir. Sınanan kişinin dayanma gücünü, sıkıntı anında sabretmesini Rabb'ine bağlılığının derecesini, O'nun rahmetine olan ümidinin boyutunu ortaya çıkarma amacına yöneliktir. İyilikle sınamaya gelince, bunu biraz açıklamak gerekir. Kimi insanlar iyilikle sınamanın kötülükle sınamadan daha hafif olduğunu düşünseler bile, iyilikle, nimetle sınamanın ağırlığı daha fazladır. Kötülükle sınanmaya katlanan çok olur ama, iyilikle sınanmanın zorluklarınà dayanan çok az kimse vardır. İşkencelere, eziyetlere katlanan, korkuya kapılmadan sabreden çok kimse vardır. Savrulan tehditlere, gözdağı vermelere aldırmadan direnen çok insan vardır. Ama yeterli donatıma, güce ve silaha sahip olmak, bunun yanında güvenli bir hayat sürdürmek, başarma imkânı çok zor olan bir sınama şeklidir. Bu durumdayken insanları kendi ihtiraslarına kul-köle yapmadan insanı tembelliğe, bezginliğe sürükleyen konfora yenik düşmeden ayakta durabilen çok az kimse vardır. Zorlukla sınama büyüklük duygusunu harekete geçirir. Direnci arttırır, sinirleri güçlendirir, insanın bütün gücünü geleceğin zorluklarına ve ona karşı koymaya hazırlar. Ama rahatlık, sinirleri gevşetir, onları uyuşturur, uyanma ve direnme yeteneğini kaybettirir. Bunun için birçokları sıkıntılı aşamaları başarıyla geçtikleri halde, biraz rahatlığa kavuşunca imtihana yenik düşerler. Bu, insanların temel özelliğidir. Yüce Allah'ın koruduğu kimseler hariç... Onlar hakkında Allah'ın peygamberi şöyle buyurmaktadır: "Mü'minin işleri hayret vericidir. Çünkü her işi iyiliktir onun. Ve mü'minden başkası da böyle değildir. Mü'min bolluğa erişecek olursa, şükreder bu onun için iyiliktir. Bir sıkıntıya düşecek olursa sabreder, bu da onun için iyiliktir." (Müslim, Zühd ve Rekaik bölümünde rivayet eder.) Ama sayları çok azdır bunların. Kişinin iyilikle sınanırken kötülükle sınandığı zamandan daha çok uyanık olması gerekir. Her iki durumda da başarılı olmanın garantisi Allah'a bağlılıktır. Evrenin uçsuz bucaksız köşelerinde, varlık yasaları alanında, tarih boyunca gelmiş geçmiş davet hareketlerine egemen olan kanunlar meydanında, insanlığın akıbeti ve yok olmuş milletlerin harap edilmiş yurtları etrafında dolaşan bu uzun bölümden sonra surenin akışı, müşriklerin Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- ve beraberindeki vahyi karşılayış biçimlerine, onu alaya almalarına, şirkte ısrar etmelerine ilişkin olarak surenin başında yeralan bir örneği yeniden sunuyor. Sonra insanın aceleci tabiatından, azaba çarptırılmakta aceleci davranmasından söz ediyor ve aceleyle istedikleri şeyden onları sakındırıyor. Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- alaya almanın akıbetinden korkutuyor. Onlara dünyada galip gelip egemenlik kuranların etkinliklerinin, gölgelerinin kısılmasına, gittikçe küçülmesine ilişkin bir sahne sunuyor. Ardından Allah'ın ayetlerini yalanlayanların ahiretteki azaplarının sergilendiği bir sahne yeralıyor. Bölüm, kıyamet gününde gerçekleşen hesaplaşma ve dünyada yapılanların karşılığını bulması olaylarının ne denli özenle, dikkatle gerçekleştiğine ilişkin bir açıklama ile bitiyor. Hesaplaşma ve dünyada yapılanların karşılığını bulması olaylarını evrensel yasalara, insanın fıtratına ve yüce Allah'ın insan hayatına ve davet hareketlerine egemen olan kanunlarına bağlıyor. KÂFİRLERİN PEYGAMBERİ VE VAHYİ ALAYA ALMASI 36- Kâfirler seni gördüklerinde birbirlerine "ilahlarınıza dil uzatan adam bu mu?" diyerek seni alaya almaktan geri durmazlar. Oysa kendileri "Rahman" olan Allah'ı hatırlamaya bile yanaşmazlar. Şu kâfirler Hz. Peygamberin, tanrılarına dil uzatmasını önlemek için evrenin yaratıcısı ve planlayıcısı olan rahmanı inkâr ediyorlar. Üstelik Rahmanı inkâr ederken sıkılma, utanma nedir bilmiyorlar. Bu ise, hayret verici bir durumdur! Onlar Peygamberle -salât ve selâm üzerine olsun- alay ediyorlar, şu düzmece tanrılarını diline dolamasını "Sizin tanrılarınızı diline dolayan bu mudur"? diyerek orada burada anlatıyorlar ama, kendileri Allah'ın kulları oldukları halde onu inkar etmelerinden, onun indirdiği Kur'andan yüz çevirmelerinden söz etmiyorlar. Bu, fıtratlarında meydana gelmiş bozulmanın boyutunu ve olayları değerlendiriş biçimlerini ortaya koyan ilginç bir farklılıktır. Sonra onlar, Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerini tehdit ettiği, sonucundan korkuttuğu azabın çabucak gelmesini de istiyorlar. Gerçekten insan tabiatı gereği son derece aceleci bir yaratıktır. 37- İnsanın yaratılışında "acelecilik " mayası vardır. Size ayetlerimi, mucizelerimi yakında göstereceğim; biraz sabırlı olunuz. 38- "Eğer söylediğiniz doğru ise bu tehdidiniz ne zaman gerçekleşecek?" dediler. "İnsanın yaratılışında `acelecilik' mayası vardır." Acelecilik insanın tabiatında ve yapısında vardır'. Her zaman bulunduğu anın ötesine gözlerini diker, onu ele geçirmek ister. Aklına gelen her şeyin o anda gerçekleşmesini ister. Zararına da olsa, kendisine karşı da olsa söz verilen her şeyin hemencecik meydana gelmesini ister. Allah'a bağlanmadığı, O'na dayanıp güven duymadığı, gerçekleşmesi için aceleye kapılmadan Allah'a dayanmadığı sürece bu özelliğini korur. Çünkü iman; bağlılıktır, sabır ve güvendir. Şu müşrikler de azabın çabucak gelmesini istiyorlardı. "Bu tehdit ne zaman gerçekleşecek?" diye soruyorlardı. Tehdit de ahiret ve dünya azabına ilişkindi. İşte Kur'an onlar için ahiret azabından bir sahneyi canlandırıyor, kendilerinden önce peygamberleri yalanlayan toplumların başına gelen dünya azabı ile onları uyarıyor: "Eğer söylediğiniz doğru ise bu tehdidiniz ne zaman gerçekleşecek?" derler. 39- Kâfirler, cehennem ateşini yüzlerinden ve sırtlarından savamayacakları ve hiç kimseden yardım göremeyecekleri anın dehşetini eğer bilseler, böyle yapmazlardı! 40- Aslında o tehdit, apansız bir şekilde karşılarına çıkıverir de şaşkınlıktan donakalırlar. O zaman onu ne başlarından savabilirler ve ne de kendilerine mühlet verilir. 41- Senden önceki peygamberler de alaya alınmıştı. Fakat o alaycılar, alay konusu ettikleri azabın pençesine düştüler. Eğer onlar ne olacağını bilselerdi, daha değişik bir tutum sergilerlerdi. Peygamberi alaya almaktan, kendilerine yönelik tehditlerin çabucak gerçekleşmesini istemekten vazgeçerlerdi. Şu halde neler olacağını seyretsinler... Bakınız, işte onlar ateş tarafından kuşatılmış durumdadırlar. Kur'an ifadesinin, satırların ötesinden çizdiği şekliyle, ateşi yüzlerinden, sırtlarından uzaklaştırmak için çaresiz bir çırpınma içindedirler. Ama ellerinden bir şey gelmiyor. Sanki ateş onları her taraftan sarmış da, onu uzaklaştıramıyorlar, cezaları ertelenmiyor, az bir süre de olsa bekletilmiyorlar. İşte azabın çabucak gelmesini istemelerinin, ansızın gerçekleşen cezasıdır bu. Çünkü "Eğer söylediğiniz doğru ise bu tehdidiniz ne zaman gerçekleşecek derler." Bu sorunun cevabı da akılları oynatan, iradeyi darmadağın eden, insanı düşünmekten hareket etmékten alıkoyan bu anı yakalayıştır. Bekleme imkânı verilmeden, bir süre ertelenmeden cezalandırılmalarıdır. Bu ahirette karşılaşacakları azaptır. Dünyadaki azaba gelince, bundan önce Allah'ın ayetlerini yalanlayanların başına gelmişti bu azap. Bu müşriklerin kökten yokedilme cezasına çarptırılmaları takdir edilmişse de öldürülme, tutsak edilme ve yenilgiye uğrama cezasına çarptırılmalarına bir engel yoktur. O halde peygamberlerini alaya almaktan sakınmalıdırlar. Yoksa peygamberi alaya alanların akıbeti bilinmektedir. Değişmez ilahi yasa bunu gerektirmektedir. Geçmişte peygamberleri yalanlayanların harap olmuş yurtları buna tanıklık etmektedir. Yoksa Rahman'ın dışında gece gündüz onları koruyan birileri mi var? Allah'ın dışında dünya ve ahirette azaba uğramalarını önleyen bir ilah mı var? 42- De ki; "Gece-gündüz sizi `Rahman' olan Allah'ın azabından kim koruyabilir?" Fakat onlar Rabb'lerini hatırlamaya yanaşmıyorlar. 43- Yoksa onların, kendilerini koruyacak bizim dışımızda başka ilahları mı var? O sözde ilahlar kendilerine bile yardım edecek güçte olmadıkları gibi bizden de destek göremezler. Gece gündüz herkesi koruyan Allah'dır. En büyük rahmet onun sıfatıdır. O'nun dışında bir gözetici, bir koruyucu yoktur. Sor onlara: O'nun dışında bir koruyucuları var mı?.. Bu soru olumsuzluk içermektedir. Allah'ın kitabından, onun mesajından habersiz oluşlarını kınama amaçlı bir sorudur. Oysa gece-gündüz onları koruyan Allah'dır. O'nun dışında bir gözeticileri yoktur. "Fakat onlar Rabb'lerini hatırlamaya yanaşmıyorlar." Bu sefer soru onlara déğişik bir üslupla yöneltilmektedir: "Yoksa onların, kendilerini koruyacak bizim dışımızda başka ilahları mı var?" Şu halde onları koruyan gözeten bu tanrılar mıdır? Kesinlikle hayır. Çünkü bu düzmece tanrılar "Kendilerine bile yardım edecek güçte değildirler." Onlar şu halde başkasına hiç yardım edemezler. "Bizden de destek göremezler." Dolayısıyla ilahi gücün dostluğundan güç kazanamazlar. Nitekim Harun ve Musa peygamberler -selâm üzerlerine olsun- güçlerini oradan almışlardı. Yüce Allah onlara şöyle seslenmişti. "Ben sizinle beraberim, hem duyarım hem görürüm." (Taha Suresi, 46) Bu düzmece tanrılar kendilerinden kaynaklanan bir güçten yoksundurlar. Ondan güç almalarını sağlayan Allah'la bir bağları yoktur. Şu halde bu düzmece tanrılar zavallının zavallısıdırlar. Müşriklerin inançlarının saçmalığını, mantık ve kanıttan yoksunluğunu ortaya koyan bu alaylı tartışmanın ardından ayetlerin akışı tartışmaların kaynağını ifade ediyor. İnatçılıklarının nedenini ortaya koyuyor. Sonra kalpleri titreten bir uyarı ile vicdanlarına dokunuyor. Bu uyarı, kudret elinin faaliyetlerini düşünmeye yöneltiyor onları. Kudret elinin yeryüzünde galip gelenlerin ayaklarının altındaki toprağı dürdüğünü, yavaş yavaş onları dar bir alana sıkıştırdığını, ufacık bir parçada yalnızlığa ittiğini, geniş toprak parçalarına, caydırıcılığa ve egemenliğe sahipken, onları köşelerine çekilmeye zorladığını vurgulamaktadır. 44- Aslında biz onlara ve atalarına geniş geçim imkânları bağışladık da uzun yıllar refah içinde yaşadılar. Fakat bizim, kâfirlerin yurtlarını uçlarından kırptığımızı, müslümanlar lehine alanlarını daralttığımızı görmüyorlar mı? Acaba üstün gelen onlar mıdır? Atalarından devraldıkları, öteden beri süren bol nimetli hayat onların fıtratlarını bozmuştur. Nimet içinde yüzmek, rahat bir hayat sürdürmek beraberinde vurdumduymazlığı, sorumsuzluğu getirir. Vurdumduymazlık ise kalbi bozar, duyguları köreltir. En sonunda insanın Allah'a karşı duyarsızlığına, basiretinin körelmesine, onun ayetleri üzerinde düşünemez duruma gelmesine kadar varır. İnsanın uyanık bulunmadığı, kendini kontrol etmediği, sürekli olarak Allah'la ilişki halinde bulunmadığı, O'nu unuttuğu zaman nimetler ile böyle sınanır işte. Bu yüzden ayetlerin akışı, her gün dünyanın bir köşesinde meydana gelen bir realiteyi içeren bir sahne sunarak vicdanlarını uyarıyor. Şöyle ki: Yeryüzünde galip olan devletlerin egemenlikleri altında bulunan topraklar gün geçtikçe dürülüyor, ufalıyor, daracık bir alana dönüşüyor. Daha önce birer imparatorluk olan bu ülkeler, birer ufak devletçiğe dönüşüyorlar. Bundan önce galip birer devletken yenik duruma düşüyorlar. Daha önce kalabalık ve etkin bir nüfusa sahipken azınlık haline geliyorlar. Önceleri her yönden birçok zenginliğe sahipken şimdi az bir gelirle yetinmek zorunda kalıyorlar. Kur'anın ifade tarzı kudret elinin, toprağı dürüşünü, çevresini daraltmasını, boyutlarını küçültmesini, o kadar canlı çiziyor ki, latif bir hareketin, ürpertici korkuların yeraldığı büyüleyici bir sahne beliriyor gözlerimizin önünde. "Acaba üstün gelen onlar mıdır?" Ötekilerin başına gelenler onların başına gelmeyecek mi? 45- De ki; "Ben vahyin mesajına dayanarak sizi uyarıyorum. " Fakat sağırlar, uyarıldıklarında çağrıyı işitemezler. ÇAĞRIYA KULAK TIKAYANLAR Kalplerin ürpererek seyrettiği bu sahnenin gölgesinde Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- uyarıcı sözü söylemesi emrediliyor: Şu halde söylenenleri duymayan sağırlar olmaktan sakınmalıdırlar! Yoksa ayaklarının altındaki toprak dürülür. Kudret eli çevrelerini daraltır, geçmişte bol nimet içindeki hayatlarını düşünerek sızlanıp durdukları bir duruma düşürür. Surenin akışı, kalpler üzerinde son derece etkili olan mesajını iletmeye devam ediyor ve onların azaba uğratıldıkları zamanki durumlarını tasvir ediyor: 46- Andolsun ki, Rabb'inin azabının en hafif bir fiskesi eğer onlara değse kesinlikle "Eyvahlar olsun! Biz gerçekten kendimize zulmetmişiz " derler. Esinti ifadesi genelde rahmet için kullanılır. Ama burada azap için kullanılıyor. Sanki, "Rabb'inin azabı ufaktan dokunacak olsa, hemen onları suçlarını itirafa zorlar" denmek isteniyor. Ama o zaman da itiraf bir şeye yaramayacak. Surenin akışı içinde, Allah'ın azabının baskınına uğrayan beldelerin durumunu gözler önüne seren sahneyi görmüştük. O şehirlerin halkları şöyle feryat etmişlerdi: "Eyvahlar olsun! `Biz gerçekten kendimize zulmetmişiz' dediler." "Onlar böyle vahlanıp dururken biz kendilerini biçilmiş ekinler gibi cansız yere seriverdik." (Enbiya Suresi, 14-15) Şu halde iş işten geçtikten sonra suçlarını itiraf ediyorlar. Bununsa onlara bir yararı yok. Onlar için en yararlı olanı, azaptan bir esintiye uğramadan, vakit müsaitken, vahyin uyarsına kulak vermeleridir. HESAP GÜNÜ 47- Kıyamet günü doğru tartan, duyarlı teraziler kurarız. Orada hiç kimseye haksızlık edilmez. İşlenen amel, bir hardal tanesi kadar bile olsa onu ortaya kovarız. Hesap görücü olarak biz yeteriz. " Hardal tanesi gözlerin görebileceği en küçük, terazide de en hafif olan nesneyi tasvir etmektedir. Hesaplaşma günü bu bile terkedilmez, gözden kaçırılmaz. Son derece hassas ve dakik olan terazi onunla ya ağır bàsar ya da hafif kalır. O halde herkes yarına ne hazırladığına baksın. Kalbini uyarıya açsın. Allah'ın ayetlerinden yüz çeviren, onları alayla karşılayan ve onların içerdiği hak mesajdan habersiz olanlar, bu uyarı dünya veya ahirette gerçekleşmeden kendilerine gelmelidirler. Eğer dünya azabından kurtulacak olurlarsa, bir de ahiret azabı vardır. Orada teraziler kurulur ve hiç kimse haksızlığa uğramaz. Bir hardal tanesi kadar bir şey bile gözden kaçırılmaz. Böylece ahirette kurulan bu ince ve hassas teraziler, evrenin ince ve hassas yasalar sistemine, tarih boyunca gelmiş geçmiş davet hareketlerini yönlendiren ilahi kanunlara, hayat ve insanların tabiatlarına bağlanıyor. Hep birlikte tek ve ortaksız iradenin elinde ahenkli bir bütün oluşturup surenin ana ekseni olan tevhid meselesine tanıklık ediyorlar. |