Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:48 Mesaj:
4.079 Konular:
315 Beğenildi:49 Beğendi:0 Takdirleri:149 Takdir Et:
| Cvp: Fizilalil Kuran Taha Suresi Tefsiri Gördüğümüz gibi, Hz. Musa, öncelikle Rabbi'nden gönlünün genişletilmesini istedi. Çünkü gönül genişliği, sırtlardaki yükümlülüğün sıkıntısını mutluluğa, acısını hazza dönüştürür. Gönüller geniş olunca omuzlardaki yükümlülükler hayatın itici dinamosu olurlar, adımları ağırlaştıran birer ağır yük olmazlar. Hz. Musâ'nın Rabbi'nden bir başka dileği, görevini kolaylaştırmasıdır. Çünkü yüce Allah'ın, kullarının işlerini kolaylaştırması, başarının vazgeçilmez güvencesidir. Yoksa kul ne yapabilir? Bu ilahi destek olmadan insan nasıl omuzladığı görevlerin üstesinden gelebilir? Çünkü onun güçleri sınırlı, bilgisi yetersiz; buna karşılık aşmak zorunda olduğu yol, uzun, dikenli ve sürprizlerle doludur. Yine Hz. Musâ'nın, Rabbi'nden dilinin düğümünü çözmesini ve insanların sözlerini kolayca anlamalarını sağlamasını dilediğini görüyoruz. Elimizdeki bilgilere göre Hz. Musâ'nın dilinde tutukluk, bir tür pelteklik vardı. Firavun un karşısına çıkacağı şu sırada, anlaşılan en büyük sıkıntısı buydu. Nitekim başka bir surede bize aktarılan şu sözü, bu problemine çözüm yolu aradığın m açık kanıtıdır: "Kardeşim Harun'un dili benimkinden daha düzgündür. (Kasas Suresi, 34) Hz. Musa, yüce Allah'dan önce göğsünü genişletmesini, işini kolaylaştırmasını dilemişti. Görüldüğü gibi bu dilekler birer genel nitelikli dua ifadeleri idi. Sonra dileklerini belirtmeye, yapacağı işi başarmasını sağlayacak ayrıntılı dileklerini sıralamaya yöneldi. Örnek verecek olursak yüce Allah'ın kendisini ailesinden bir yardımcı ile, kardeşi Harun ile desteklemesini istedi. Çünkü Hz. Harun'un etkili bir konuşma yeteneğine sahip, duygularına egemen, ağırbaşlı ve soğukkanlı bir kimse olduğunu biliyordu. Oysa kendisi çabuk parlayan, ateşli ve heyecanlı bir insandı. Bu yüzden yüce Allah'ın kendisini kardeşi ile desteklemesini, atılacağı son derece önemli işte sorumluluğunu paylaşmasını, eksiklerini tamamlamasını dilemişti. Atılmak üzere olduğu bu son derece önemli iş, her şeyden önce yüce Allah'ı sık sık noksanlıklardan tenzih etmeyi, O'nun adını çokça anmayı, O'nunla sıkı ilişki kurmay gerektiriyordu. Nitekim az önce Hz. Musa'nın, yüce Allah'dan gönlüne ferahlık serpmesini, işini kolaylaştırmasını, dilinin bağını çözmesini ve kardeşinin yardımcılığı ile kendisini güçlendirmesini dilediğini gördük. Hemen belirtelim ki, bütün bunları doğrudan doğruya görevini göğüsleyebilmek için istememişti. Bu dilekleri seslendirirken güttüğü asıl amaç, kendisi ve kardeşi için bu imkânların yüce Allah'ı sık sık noksanlıklardan tenzih etmenin, O'nu çokça anmanın, O'nun her şeyi gören ve her şeyi bilen ululuğu ile sıkı ilişki içinde olmanın yardımcı faktörleri olmalarıdır. Okuyalım: "Kuşku yok ki, biz senin gözetimin altındayız." Sen bizim durumumuzu, zayıflığımızı, yetersizliğimizi, senin yardımına ve önlemlerine ne kadar muhtaç olduğumuzu yakından biliyorsun. Görüldüğü gibi Hz. Musa, yüce Allah'a uzun bir dilek listesi sundu, bütün ihtiyaçlarını dile getirdi, zayıflığını açıkça belirtti, Rabbi'nden yardım, destek, kolaylık ve sıkı ilgi istedi. Yüce Rabbin onun yakarışlarını işitiyordu. Zayıf ve yetersiz halı ile huzurundaydı. Ona seslenmiş ve kendisi ile söyleşmişti. Nitekim bu kerem sahibi, üstün bağışlayıcı sevgili konuğunu mahçup etmiyor, elini boş döndürmüyor, tersine hiç vakit geçirmeden bütün dileklerini kabul ediyordu. Okuyoruz: 36- "Ey Musa, bu istediklerin sana verilmiştir." İşte bu iş bu kadar. Bir kerede ve tek sözle her şey çözüme bağlanıyor. Özet niteliğinde, ayrıntıya girmeyi gereksiz kılan bir sözdür bu. Üstelik anında uygulamaya dökülen, vaad ve erteleme niteliğinde olmayan bir söz. "İstediğin her şey sana verilmiştir. Fiilen verilmiştir" deniyor. Yoksa "verilir" ya da "verilecek" denmiyor. Bu söz kesin uygulamaya dönük oluşu yanında sevecenlik, onurlandırma ve yakınlık da ifade ediyor. Çünkü yüce Allah, ona adı ile sesleniyor, "Ya Musa" diyor. Şanı yüce Allah'ın, kullarından birine adı ile hitap etmesinden daha büyük onurlandırma, daha büyük şeref düşünülebilir mi? Buraya kadar Hz. Musa, Allah tarafından yeterince, hatta fazlası ile onurlandırılmış, okşanmış, yakınlık ve ilgi görmüştür. Yüce Allah'ın tecellisi ve aralarındaki söyleşi oldukça uzamış, baş kahramanımızın dilekleri karşılanmış, her istediği yerine getirilmiştir. Fakat yüce Allah'ın lütuf hazinesinin bekçisi olmadığı gibi, rahmetini engelleyebilecek biride yoktur. Bu yüzden O, sevgili kulunu rahmet, bağış ve hoşnutluk yağmuruna tutmaya devam ettiriyor. Onu huzurunda tutuyor. Onunla söyleşmeyi sürdürerek, kendisine eski nimetlerini hatırlatıyor. Böylece ona yönelik rahmetinin eskiden beri sürdüğünü, kendisini öteden beri gözettiğini vurgulayarak güvenini pekiştirmek, azmini perçinlemek istiyor. Aslında Hz. Musa'nın bu pozisyonda, bu parlak makamda geçirdiği her an, yeni bir mutluluk, yeni bir nimet, yeni bir yol azığı, yeni bir birikimdir. Ayetleri okuyoruz: 37- "Biz, bundan önce'de bir kere daha sana lütufta bulunmuştuk." 38- Hani annene ,şu mesajımızı vahyetmiştik: 39- "Musa'yı bir sandukaya koy ve nehre at; nehir onu sahile atsın da oradan onu benim ve kendisinin ortak düşmanımız alsın. Gözümün önünde yetişesin diye seni sevgimin kanatları altına aldım." 40- Hani izini bulmaya çıkan kız kardeşin Firavun ailesine "size bu çocuğa bakacak bir kadın bulayım m?" dedi. Böylece annenin yüzü gülsün, üzüntüden kurtulsun diye seni ona geri verdik. Bir de hani sen bir adam öldürmüştün de seni bu olayın tasasından kurtarmıştık. Seni daha birçok musibetle sınavdan geçirdik. Böylece Medyen halkı arasında yıllarca kaldın. Sonra ey Musa, belirlediğimiz vakit gelince buraya geldin. " 41-.Şimdi seni sırf kendime ayırdım. Hz. Musa o günlerin en güçlü kralı, en azgın zorbası ile karşılaşmaya gidiyor. Bir mü'min sıfatı ile azgınlığa karşı yaman bir savaş vermeye gidiyor. Birçok olayla ve problemle boğuşmaya gidiyor. Bu olayların ve problemlerin ilk sıradakileri Firavun ile kendisi arasında, daha sonrakileri soydaşları İsrailoğulları ile arasında geçecektir. Çünkü uzun baskı ve kölelik dönemi İsrailoğullarını yozlaştırmış, fıtratlarını bozmuştur. Bu yüzden kurtuluştan sonra omuzlayacakları göreve hazırlıklı olmaktan uzaktırlar. İşte ağır şartlar karşısında yüce Allah, Hz. Musâ ya haber veriyor ki, o ağır görevin başına giderken hazırlıksız ve birikimsiz değildir. Tersine hazırlıklı ve birikimli olarak görevine gönderilmektedir. Çünkü o uzun süreden beri yüce Allah'ın gözü önünde yetiştirilmiştir. Meme emme çağından beri sıkıntılara karşı özel bir eğitimden geçirilmiştir. Doğduğundan beri yüce Allah'ın ilgisinden bir an bile hiç yoksun kalmamış, bu ilgi sürekli yoldaşı olmuştur. Bir zamanlar Firavun'un sarayında, bu zorbanın eli altında idi. O sırada her türlü birikimden, her türlü güçten yoksundu. Buna rağmen Firavun'un kötü eli ona uzanmamıştı. Çünkü yüce Allah'ın güçlü eli onu destekliyor, güçlü gözü onu her adımında gözetiyordu. Öyleyse bugün Firavun ona hiçbir şey yapamazdı. Çünkü hem kendisi yetişkin çağına ermişti, hem de yüce Allah onunla beraberdi. Onu kendisi için yetiştirmiş, kendine seçmiş, yükleyeceği göreve ayırmıştı. Şimdi de okuduğumuz ayetleri inceleyelim: "Biz bundan önce de bir kez daha sana lütufta bulunmuştuk." Yani sana yönelik lütfumuz eski tarihli, sürekli ve kesintisizdir. Çoktan beri akışını devam ettirmektedir. Öyleyse şimdi bu ağır görevin altına girdikten sonra bu lütfumuzun kesileceği düşünülemez. Sana yönelik o eski lütfumuz şöyle açığa çıkmıştı. Hani annenle ilgili bir mesaj sunmuş, ona içinde bulunduğu kötü şartları karşılayacak olan şu direktifi ilham etmiştik: "Musa'yı bir sandukaya koy ve nehre at; nehir onu sahile atsın da oradan onu benim ve kendisinin ortak düşmanımız alsın." Ayetin aktardığı tüm hareketler sarsıcı ve serttir. Düşünelim ki, henüz doğmuş bir bebek sandukaya kapatılıyor, arkasından sanduka nehre atılıyor, sonrada nehir bu sandukayı kıyıya atıyor. Ya sonra? İçine bebek kapatılarak nehire atılan ve bir süre nehir suları tarafından sürüklendikten sonra kıyıya atılan sanduka nereye gidiyor? Onu atıldığı kıyıdan kim alıyor? Kim olacak?; "Benim ve kendisinin ortak düşmanımız.!" Bütün bu yoğun korkular arasında, bütün bu ağır muamelelerden sonra ne oldu? Her türlü güçten yoksun o zavallı bebeğin başına neler geldi. Her türlü korumadan yoksun o küçük sanduka ne gibi serüvenler yaşadı? Okuyalım: "Gözümün önünde yetişesin diye seni sevgimin kanatları altına aldım." Öyle müthiş bir güç karşısındayız ki, yumuşacık ve esnek nitelikli bir duygu olan sevgiden göğsünde darbeleri karşılayan, dalgaları kıran bir zırh yapıyor da azgın şer güçler bu zırha bürünen kimseye hiçbir zarar veremiyor; bu zırha bürünen kimse başkasına el kaldıramayan, henüz yürüyemeyen hatta konuşamayan, kundaktaki bir bebek bile olsa, kimse kılına dokunamıyor! Okuduğumuz ayetlerin canlandırdığı sahnede iki karşıt tablo ile göz göze geliyor ve bu tabloların karşı karşıya konmalarını hayretle izliyoruz: Bir tarafta kundak çağındaki bir bebeğe pusu kuran azgın, zorba güçler var; bütün şartları ve belirtileri ile kuşatılmış, acımasız bir sertlik ortalıkta kol geziyor. Öbür tarafta ise yumuşak ve uçarı merhamet bu çocuğa göz kırpıyor, onu tehlikelerden koruyor, sertliklerden sakındırıyor. Bu koruyuculuğu ve kayırmayı, kamçı ve dar be ile değil, sevginin sıcaklığı ile yapıyor. Tekrar okuyalım: "Gözümün önünde yetişesin diye..." Bu hayret verici Kur'an ifadesinin uyandırdığı sevecen, yumuşak ve derinlikli çağrışıma hiçbir açıklama katkıda bulunamaz. Evet; "Gözümün önünde yetişesin diye..." Söyler misiniz, insan dili, Allah'ın gözü önünde yetişen, büyüyen bir varlığı nasıl tanımlayabilir? İnsan hayalinin, insan düşüncesinin bu konuda söyleyebileceği en son söz şu olabilir: Bu yüce ilgiye bir saniye bile mazhar olmak insan için büyük bir onur, büyük bir ödüldür. Buna göre Allah'ın gözü önünde yetişen, büyütülen kimsenin mazhar olduğu şerefin ölçüler üstü yüksekliğini varın, siz düşünün! Hiç kuşkusuz Hz. Musa, yüce Allah ile söyleşme gücü, bu yüce kaynaktan gelen mesajın sarsıcı görkemine dayanabilmeyi bu sayede kazanabilmiştir. Evet, "Gözümün önünde yetişesin diye..." aynı zamanda "senin ve benim ortak düşmanımız" olan Firavun'un gözü karşısında ve eli altında. Savunucusuz, koruyucusuz ve bekçisiz olarak. Fakat onun gözleri sana hiç kem bakamıyor. Çünkü üzerine sevgimin kanatlarını gerdim." Ben seni gözümün önünde yetiştirirken o zorbanın eli, kılına bile zarar dokunduramıyor. Ayrıca, ben seni Firavun'un sarayında gözetme ve kayırma çemberi içinde tutarken, anneni evinde endişe ve kaygı içinde de bırakmadım. Tersine sizi birbirinizle buluşturdum. Okuyoruz: "Hani izini bulmaya çıkan kız kardeşin Firavun ailesine 'size bu çocuğa bakacak bir kadın bulayım mı?' dedi. Böylece annenin yüzü gülsün, üzüntüden kurtulsun diye seni ona geri verdik." Bu yüce Allah'ın bir plânı, bir önlemi idi. Şöyle ki: Saraya ne kadar süt annesi aday getirildi ise -bu ilahi plânın gereği olarak- çocuk hiç birinin memesini ağzına almıyor. Dalgaların nehir kenarına attığı bu çocuğu evlat edinen (Dalgalar tarafından nehir kıyısına atılan bu Gocuğa Firavun ile eşinin evlat edindiğine burada değinilmiyor, bu ayrıntı başka bir surede açıklanmıştır.) Firavun ile eşi, çocuğa memesini emeceği bir süt annesi arıyorlar. Bu haber şehirde dilden dile dolaşıyor. Bunun üzerine Hz. Musâ'nın kız kardeşi, annesinin isteği ile, Firavun'un sarayına gelerek ilgililere "Size bu çocuğa bakacak bir kadın bulayım mı?" diyor. İlgililerin onayını alan kız, hemen koşup annesini saraya getiriyor, çocuk da hemen onun memesini emmeye koyuluyor. Böylece yüce Allah'ın gerek bu çocuğa ve gerekse annesine ilişkin plânı gerçekleşiyor. Zaten kadın, aldığı ilham üzerine ciğerparesini sandukaya kapatmış ve sandukayı nehre atmış, sonra da dalgalar bu sandukayı kenara savurmuştu. Bu plânın amacı, yüce Allah'ın ve Hz. Musâ'nın ortak düşmanının onu saraya almasıydı. Bunun sonucu olarak bu korkular ortasına atılmasından güven doğacak, İsrailoğullarının bütün yeni doğan çocuklarını boğazlayan Firavun'dan canını kurtarabilmesi için korucusuz ve yardımcısız olarak bu zorbanın önüne atılması gerekecekti. Yüce Allah'ın, Hz. Musâ ya yönelik bir başka lütfu daha var. Okuyalım: "Bir de hani sen bir adam öldürmüştün de seni bu olayın tasasından kurtarmıştık. Seni daha birçok musibetle sınavdan geçirdik. Böylece yıllarca Medyen halkı arasında kaldın. Sonra ey Musa belirlediğimiz vakit gelince buraya geldin." "Şimdi seni sırf kendime ayırdım." Burada anlatılan olay Hz. Musâ'nın, Firavun'un sarayında yaşadığı dönemde ve baş kahramanımızın delikanlılık çağında meydana geldi. Olayın oluşu şöyledir. Genç Musa bir gün şehre iner. Orada kavgaya tutuşmuş iki adamla karşılaşır. Kavgacılardan biri soydaşı, yani İsrailoğulları'ndan biri, öbürü ise bir Mısır yerlisi, yani kıptidir. Soydaşının kendisinden yardım istemesi üzerine genç Musa, kıptıya bir yumruk atar, adam hemen o anda cansız yere yığılır. Aslında baş kahramanımız kıptıyı öldürmek istememişti, amacı sadece onu soydaşının başından savmaktı. Adamın öldüğünü görünce derin bir üzüntüye kapıldı. Oysa bebekliğinden beri yüce "Allah'ın gözü önünde" yetişmişti. İçini korku sardı, suçluluk duygusu bir kor parçası gibi kalbine düştü. İşte yüce Allah, Hz. Musa'ya o olaya ilişkin nimetini hatırlatıyor. Hani onu af dilemeye yöneltmiş, içine ferahlık salmış, onu pençesine düştüğü sıkıntıdan kurtarmıştı. Fakat bu olay sınavsız atlatmasına da meydan verilmemişti. Çünkü yüce Allah, pişirmek, dileği uyarınca eğitmek istiyordu. Bu yüzden onu korku ve kısastan kaçma ile sınavdan geçirdi. Ailesinden, yurdundan ayrılarak gurbete düşmesi ve gurbet diyarında hizmetçilik ve koyun çobanlığı yapması, bütün bunların hepsi ayrı birer sınavdı. Sebebine gelince o günlerin en güçlü kralının sarayında zamanın en göz kamaştırıcı lüksü, konforu, bolluğu ve görkemi içinde büyüdükten sonra uzun yıllar koyun gütmek zorunda kalmıştı. Bu yıllar içinde olgunlaştı, geleceğe hazırlandı. Sıkıntı çekti, azmetti, sabretti. Sınandı ve girdiği sınavdan alnının akı ile çıktı. Bunun yanısıra Mısırdaki şartlar ve imkânlar da hazır hale geldi. İsrailoğullarına yapılan işkenceler patlama noktasına vardı. İşte yüce Allah'ın bilgisinde belirlenen bu uygun zaman gelince baş kahramanımız Medyen'den geri getirildi. Ama o bu ilahi plândan habersiz olduğu için kendisi geldiğini sanıyor. Okuyoruz: "Böylece yıllarca Medyen halkı arasında kaldın. Sonra ey Musa belirlediğimiz vakit gelince buraya geldin." Yani sen gelmen için belirlediğim zamanda geldin. Devam edelim: "Şimdi seni sırf kendime ayırdım." Yani artık tamamen, tüm varlığınla benim, vereceğim peygamberlik görevinin ve çağrımın hizmetindesin. Bu dünyanın hiçbir şeyi ile ilgin yok. Bu dünyada senin için hiçbir önemli şey yok. Sen uğrunda gözümün önünde yetiştirildiğin göreve aitsin, seni yerine getirmek üzere ayırdığım görevden başka hiçbir fonksiyonun yok. Artık ne kendine, ne ailene ve ne de başka hiç kimseye ayıracak hiçbir yanın, hiçbir zerren yok. Haydi şimdi varlığının adandığı görevin başına koş. Devam ediyoruz: 42- Sen ve kardeşin ayetlerimle, mucizelerimle gidiniz. Bu arada adımı anmayı hiç ihmal etmeyiniz. 43- Firavun'a gidiniz. Çünkü o gerçekten azıttı. 44- Ona yumuşak sözler söyleyiniz. Belki aklı başına gelir ya da kötü akıbete uğramaktan korkar. Sen ve kardeşin mucizelerimin itici enerjisinden güç almış olarak yola çıkınız. -Bilindiği gibi Hz. Musa, bunlardan değneğin yılana dönüşme mucizesi ile ak parıltı saçan el mucizesini gözleri ile görmüştü- Bu arada adımı anmayı hiç ihmal etmeyiniz. Bu sizin cephaneniz, silahınız, sırtınızı vereceğiniz sağlam dayanağınız, düşmez kalenizdir. Firavun'a gidiniz. Ben seni vaktiyle onun kötülüğünden korumuştum. O zaman yeni doğmuş bir bebektin. Bir sandukaya kapatıldın, sanduka nehre atıldı ve dalgalar onu kıyıya bıraktı. Bu terör senin kılına dokunamadı, bu korkular sana hiçbir zarar vermedi. Oysa şimdi eğitimlisin, donanımlısın, göreve hazırsın. Şimdikinden çok daha kötü, çok daha büyük tehlikelerden kurtulduğuna göre artılı sana bir şey olmaz. Kardeşinle birlikte Firavun'a gidiniz. Çünkü o iyice azıttı, gemiyi azıya aldı, zorbalığını ayrı boyutlara vardırdı. Okuyalım: "Ona yumuşak sözler söyleyiniz." Çünkü yumuşak söz, karşı tarafı kızdırmaz; onun günahla, kötülükle gururlanma damarını kabartmaz. Azgın zorbaların başını döndüren kof bencillik kompleksini depreştirmez. Tersine kalbi uyarır. Uyanan kalp ise öğüt alır, azgınlığın sonundan korkmaya başlar. . Kardeşinle Firavun'a gidiniz. Giderken doğru yola dönmez önyargısına kapılarak umutsuzluğa kapılmayınız. Öğütlerinizi dinleyebilir, kötülüklerinden korkup vazgeçebilir iyimserliği içinde olunuz. Çünkü eğer bir çağrı görevlisi, çağrısının etkisi ile karşısındaki kimsenin doğru yola gelebileceğini ummazsa, coşku için çağrı görevini yapamaz, karşı tarafın ayak diremeleri ve inkârcılığı ile yüzyüze gelince tüm gücü ile davasını savunmayı sürdüremez. Hiç kuşkusuz yüce Allah, Firavun'un başına neler geleceğini, sonunun nasıl olacağını biliyor. Fakat her işte olduğu gibi, çağrı görevinde de sebeplere yapışmak gereklidir. Yüce Allah, insanları yaptıklarına göre, bu yaptıkları kendi dünyalarında meydana geldikten sonra, hesaba çeker. Gerçi O, olup-bitenlerin öyle olacağını baştan bilir. Çünkü yüce Allah'ın olayların geleceğine ilişkin bilgisi şimdiki zamana ve geçmişe ilişkin bilgisi gibidir, O'nun bilgisi açısından zaman dilimleri arasında hiçbir fark yoktur. DAVETE İLİŞKİN İLAHI TALİMAT Buraya kadar yüce Allah, Hz. Musâ ya sesleniyordu. Sahne çölde geçen bir "söyleşi" sahnesi idi. Bu noktada ise mesafelerin, boyutların ve zamanların dürülüp aşıldığına tanık oluyoruz. Bir de bakıyoruz ki, Hz. Musa, kardeşi Harun ile beraberdir. İkisi birlikte Rabb'lerine sesleniyorlar. Firavun ile karşılaşmalarına ilişkin korkularını, kendilerine hemen işkence yapacağından, çağrıları karşısında öfkelénip küplere bineceğinden endişe ettiklerini açıklıyorlar. Okuyalım: 45- Musa ve Harun dediler ki; "Ey Rabbi'miz, korkarız ki, Firavun bize karşı bir taşkınlık yapar, ya da azgınlığını artırır." 46- Allah, onlara dedi ki; "korkmayınız. Ben sizinle beraberim. Ben herşeyi işitir, her şeyi görürüm." 47- "Ona varınız ve deyiniz ki; 'Biz Rabbi'inin sana gönderdiği elçileriz. İsrailoğullarının bizimle birlikte Mısır'dan ayrılmalarına izin ver. Onlara işkence etme. Sana Rabbi'inden, doğru söylediğimizi kanıtlayacak mucizeler ile geldik. Doğru yola girenler esenliğe ereceklerdir." 48- "Bize gelen vahye göre Allah'ın ayetlerini yalanlayarak gerçeğe sırt çevirenler azaba uğrayacaklarda." Hz. Harun'un, uzun "söyleşi" olay sırasında Hz. Musâ'nın yanında olmadığı kesindir. Bu söyleşi yüce Allah'ın sevgili kulu Hz. Musâ ya özgü bir lütfudur Yüce Allah bu söyleşiyi uzatmış, bu konuşmayı geniş tutmuş, onu çeşitli son ve cevaplarla zenginleştirmiştir. Buna göre Hz. Musa ile Hz. Harun'un "Ey Rabb'imiz, korkarız ki, Firavun bize karşı bir taşkınlık yapar, ya da azgınlığını arttırır." şeklindeki sözleri "söyleşi" sırasında söylenmemişti. Fakat ayetler hikâyelerin canlı, duygulandırıcı, dokunaklı ve vicdanları etkileyici sahnelerine bir an önce ulaşabilmek için zaman ve yer boyutlarını dürüp aşıyor ve olayların arasında sözün akışından yararlanılarak doldurulabilecek boşluklar bırakıyorlar. Buna göre Hz. Musa ile Hz. Harun, baş kahramanımız Tur dağı yakınlarındaki "söyleşi"den döndükten sonra buluşmuş olmalıdırlar. Yüce Allah, Hz. Harun'a, Firavun'u hakka çağırmaya kardeşi ile birlikte gitmesini vahyetmiştir. İşte bunun üzerine ikisi birlikte korkularım, kaygılarını yüce Allah'a duyuruyorlar: "Musa ve Harun dediler ki; 'Ey Rabb'imiz, korkarız ki, Firavun bize karşı taşkınlık yapar, ya da azgınlığını arttırır." "Taşkınlık" ilk aşamada hemen yapılan kötülük anlamına gelir. "Azgınlık" ise taşkınlıktan da işkenceden de daha geniş kapsamlı bir kavramdır. O günlerin zorba Firavunu bu kötülüklerin herhangi birini ya da her ikisini birlikte yapmaktan çekinmeyecek derecede azıtmış bir canavardır. Yüce Allah hemen onlara kesin cevabını yetiştiriyor. Her türlü korkuyu ve endişeyi silen bir cevaptır bu. Okuyalım: "Allah onlara dedi ki; 'Korkmayız, ben sizinle beraberim; ben her şeyi işitir, her şeyi görürüm." Ben sizin yanınızdayım. Ben ki, güçlü, kahredici, yüce ve uluyum. Ben ki, kullarımın üzerinde ezici bir egemenliğe sahibim. Ben ki bütün evreni, canlıları, fertleri ve nesneleri sadece bir "ol" direktifi ile yaratanım. İşte bu sıfatlarımla sizin yanınızdayım. Aslında bu kısa ve kesin güvence yeterlidir. Fakat yüce Allah onların güvenini pekiştirmeyi uygun görüyor. Bunun için desteğini somut bir gerekçeyle perçinliyor. Tekrar okuyalım: "Ben her şeyi işitir, her şeyi görürüm." Firavun sizi karşısında görünce istediği kadar parlasın, taşkınlık yapsın, azıtsın; ne yazar, ne yapabilir, elinden ne gelir? Her şeyi işiten, her şeyi gören yüce Allah onlarla birlikte olduktan sonra o kim oluyor? Bu güven aysının ardından çağrıyı nasıl yapmaları gerektiğine, nasıl bir tartışma yolu izleyeceklerine ilişkin bir talimatla, bir taktik dersi ile karşılaşıyoruz. Okuyalım: "Ona varınız ve deyiniz ki; 'Biz Rabb'inin sana gönderdiği elçileriz. israiloğullarının bizimle birlikte Mısır'dan ayrılmalarına izin ver. Onlara işkence etme. Sana Rabb'inden doğru söylediğimizi kanıtlayacak mucizelerle geldik. Doğru yola girenler esenliğe ereceklerdir." "Bize gelen vahye göre Allah'ın ayetlerini yalanlayarak gerçeğe sırt çevirenler azaba uğrayacaklardır." Görüldüğü gibi bu taktik ile ilk önce elçiliklerinin temel dayanağını vurgulamaları emrediliyor. Tekrarlıyoruz: "Biz Rabb'inin sana gönderdiği elçileriz." Bu çarpıcı girişin amacı Firavun'a evrende kendisinin ve bütün insanların Rabbi olan bir ilahın varlığını duyurmaktır. Bu ilah o günlerin bazı yaygın putperest hurafelerinde ileri sürüldüğü gibi sadece Musa ile Harun'un, ya da sırf İsrailoğullarının ilahı değildir. Bu geleneksel hurafelere göre her oymağın ve her soy topluluğunun bir, ya da birkaç ilahı vardı. Bunun yanısıra Firavun'un, Mısır da tapınılan bir ilah olduğu, çünkü ilahlar soyundan geldiği saplantısı da asılsızdır. Bu saplantı çeşitli yüzyıllarda yaygın bir biçimde savunula gelmiştir. Arkasından Hz. Musa ile Hz. Harun'un misyonları, elçilik görevlerinin içeriği açıklanıyor. Okuyoruz: "İsrailoğullarının bizimle birlikte Mısır'dan ayrılmalarına izin ver, onlara işkence etme." Onların Firavun nezdindeki elçilikleri bu misyonla sınırlı idi. Yani İsrailoğullarını kurtaracaklar, Allah'ın birliği inancına döndürecekler ve yüce Allah'ın kendilerine yurt olarak belirlediği "Kutsal topraklar"a göç etmelerini sağlayacaklardı (Sonradan bu yurtlarında kargaşa çıkaracaklar ve yüce Allah da onları toplu biçimde yok edecektir.) Arkasından "Allah'ın elçileriyiz" derken doğru söylediklerine ilişkin kanıtlar gösteriyorlar. Okuyalım: "Sana Rabb'inden doğru söylediğimizi kanıtlayacak mucizelerle geldik." Bu mucizeler sana Rabbimizin emri ile geldiğimizi, sınırlarını çizdiğimiz bu görevi bize verenin gerçekten yüce Allah olduğunu kanıtlar. Arkasından Firavun'a özendirici, gönül alıcı bir söz söylüyorlar. Okuyoruz: "Doğru yola girenler esenliğe ereceklerdir." Yani umutları odur ki, Firavun, doğru yola girsin de esenliğe erenler arasına katılmayı haketsin. Bu özendirici cümleyi bir tehdit ve korkutma ifadesi izliyor. Fakat okuyacağımız sözlerin içerdiği tehdit ve korkutma direkt değildir, dolaylıdır. Çünkü Firavun'un kof büyüklük kompleksini ve azgınlığını depreştirmekten dikkatle kaçınıyorlar. Okuyoruz: ` "Bize gelen vahye göre Allah'ın ayetlerini yalanlayarak gerçeğe sırt çevirenler azaba çarpılacaklardır." Umutları odur ki, Firavun, Allah'ın ayetlerini yalanlayanlardan, gerçeğe sırt dönenlerden olmaz: İşte yüce Allah, Hz. Musa ile Harun'un kalplerine böylece güven aşılamış, onların yolunu çizmiş ve işlerini programlamıştır. Artık ne yapacaklarını bilerek, adımlarını nasıl atacaklarının bilincinde olarak, kendilerine güvenerek yola çıkabilirler. Bu noktada sahnenin perdesi iniyor. Bu perde tekrar kalktığında Hz. Musa ile Hz. Harun'u, azgın zorba ile karşılıklı konuşurken, hararetli hararetli tartışırken göreceğiz. DAVETİN BAŞLANGICI VE FİRAVUN Hz. Musa ile Hz. Harun, Firavun'un yanına vardılar. Ayetler onun yanın; nasıl gittiklerini anlatmıyor. Her şeyi işiten ve gören Rabb'leri yanlarında olduğu halde o zorbanın yanına vardılar. Adına konuştukları, sözcüsü oldukları bu güç, bu otorite ne büyük bir güç, ne ezici bir otoritedir. Bu yüce otoritenin yanında Firavun gibi bir zorbanın lafı mı olur? Varsın, kim olursa olsun! Yanma girince Rabb'lerinin kendilerine duyurmayı emrettiği mesajı duyurdular ona Şimdi karşısında durduğumuz sahne Hz. Musa ile Firavun arasında geçen bir karşılıklı konuşma ile başlıyor. Okuyalım: |