Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:48 Mesaj:
4.079 Konular:
315 Beğenildi:49 Beğendi:0 Takdirleri:149 Takdir Et:
| Cvp: Fizilalil Kuran Taha Suresi Tefsiri 49- Firavun "Ey Musa, sizin Rabb'iniz kimdir? "dedi. 50- Musa "Bizim Rabb'imiz, her varlığı farklı niteliklerle donatarak yaratan, sonra da bu varlıkları nitelikleri doğrultusunda yönlendiren Allah'dır." Hz. Musa, ile Harun kendilerini tanıtırlarken "Biz Rabb'inin sana gönderdiği elçileriz" diye söze girmişlerdi, ama Firavun, Hz. Musa ile Harun'un Rabbinin kendisinin de Rabbi olduğunu kabul etmeye yanaşmıyor. Bu yüzden asıl yetkili elçi olduğunu farkettiği Hz. Musa'ya soru sorarken şöyle diyor: "Ey Musa, sizin Rabbiniz kimdir?" Adına konuştuğunuz ve İsrailoğullarını serbest bırakmamı istediğiniz "Rabbiniz" kimdir? Hz. Musa ise yüce Allah'ın yaratıcılık, yoktan varedicilik ve yönlendiricilik sıfatlarını vurgulayarak bu soruya karşılık veriyor. Okuyoruz: "Bizim Rabb'imiz, her varlığı farklı niteliklerle donatarak yaratan, sonra da bu varlıkları nitelikleri doğrultusunda yönlendiren Allah'dır." Yani bizim Rabb'imiz her varlığa "varoluş" niteliğini armağan etti. Her varlığı, varoluşuna kattığı, fıtratını donattığı niteliklere sahip olarak yarattı. Sonra her varlığı yaratılış amacını oluşturan fonksiyona yöneltti, onu bu fonksiyonu ile uyumlu, yardımcı imkânlarla donattı. Ayette kullanılan "sonra" sözcüğü, zamanca bir "sıralama", "arkaya bırakma" anlamı taşımaz. Çünkü yaratılan her varlık, yaratılış amacını oluşturan fonksiyona doğal olarak eğilimli biçimde yaratılır. Başka bir deyimle varlıkların yaratılışları ile fonksiyonların yaratılışı arasında bir zaman aralığı yoktur. Buradaki "sonra"lık bir varlığın yaratılışı ile o varlığın fonksiyonuna yönlendirilişi arasındaki düzey farkını ifade eder. Başka bir deyimle herhangi bir varlığı fonksiyonuna yöneltmek, onu başıboş olarak yaratmaktan daha üst düzeyli bir eylemdir. Burada Hz. Musâ'nın dilinden bize aktarılan ilahi vasıf, şu varlık alemini yaratan ve yönlendiren ilahlık belirtilerini en özlü biçimde dile getiren vasıftır. Yani her varlığı "varoluş" sunmayı, her varlığı yaratılış amacına uygun niteliklerle donanmış olarak yaratmayı ve her varlığı yaratılış amacına uygun fonksiyona yöneltmeyi kasdédiyoruz. İnsan gücünün yettiği oranda gözünü ve basiretini şu koca evrenin çeşitli kesimleri üzerinde gezdirdiği takdirde küçük-büyük her varlıkta bu yoktan varedici ve yönlendirici "güç"ün izlerini açıkça görür. Bu izler ték tek atomlardan en iri cisimlere, tek hücreden insanda somutlaşan en yüksek düzeyli canlılara kadar, her varlıkta açıkça gözlenebilir. Şu koca evreni düşününüz. Sayısız atomlardan, hücrelerden, maddelerden, canlılardan oluşmuştur. Her atom kımıldıyor, her hücre canlılık belirtileri gösteriyor. Her canlı hareket ediyor, her varlık diğer varlıklarla karşılıklı ilişki halinde, ortak çalışma içindedir. Bütün varlık birimleri gerek tek başına, gerekse öbür varlık birimleri ile birlikte, yaratılışlarında ve yapılarında varolan doğal yasalar uyarınca faaliyet gösterirler. Bu faaliyetler de bir an bile bir çatışma, bir çelişme, bir aksama ve bir gevşeklik görülmez. Her varlık birimi, başlıbaşına ayrı bir evrendir, kendine özgü bir alemdir. Bütün atomlar, bütün hücreler, bütün organlar ve sistemler yaratılış amacını oluşturan öz karakterine göre, genel doğa yasalarının çerçevesi ile sınırlı olarak uyumlu ve düzenli faaliyet gösterirler. Koca evren bir yana, insan bilimi, insan çabası bile tek tek varlık biçimlerinin özelliklerini, fonksiyonlarını, bozukluklarını, bu bozuklukların giderilme yollarını araştırıp ortaya koyabilme konusunda yetersizdir. Sözünü ettiğimiz sadece bu varlık birimlerine yönelik bir araştırma, onlarla ilgili bilgi edinme çabasıdır. Yoksa insanların onları ne yaratması ve ne de fonksiyonlarını yönlendirmesi sözkonusudur. Bu işler, insan kapasitesinin tamamen dışındadır. Çünkü insan da yüce Allah'ın bir yaratığıdır. Ona "varoluşu"nu sunmuş, onu yaratılış amacına uygun niteliklerle donatmış, onu bu amaca uygun fonksiyonlara yönlendirmiştir. Tıpkı canlı-cansız diğer tüm varlıklar gibi. Söylediğimiz iş, ortaksız Allah'ın, her varlığa kendine özgü yaratılışını sunduktan sonra onu fonksiyonlarına yönlendiren yüce Rabb'imizin'.tekelindedir. Firavun, Hz. Musa'ya bu sorunun arkasından şu ikinci soruyu soruyor: 51- Firavun "Peki, bizden önceki kuşakların durumu ne olacak?" dedi. Bizden önce yaşamış insan kuşaklarının durumu nedir? Bunlar nereye gittiler? Rabb'leri kimdi? Sözünü ettiğiniz ilahlarını tanımadan öldülerse durumları nasıl olacak? Devam ediyoruz: 52- Musa dedi ki; "Onlara ilişkin bilgi Rabb'imin katındaki kitapta yazılıdır Benim Rabb'im ne yanılır ne de unutun" Böylece tarihin karanlık dehlizlerinde gömülü bulunan, bilgilerimize kapalı olan bu "gayb" meselesini, bilgisinden hiçbir şey kaçmayan ve hiçbir şeyi unutması sözkonusu olmayan Rabbine havale ediyor. Bu eski kuşakların gerek geçmişe ve gerekse geleceğe ilişkin durumlarını sadece o bilir. Çünkü hem bilinmez aleme ilişkin bilgi ve hem de insanların durumlarının ne olacağına ilişkin tasarruf yetkisi, yüce Allah'ın tekelindedir. Sonra Hz. Musa sözlerine devam ederek, Firavun'a, yüce Allah'ın evrene ilişkin tasarlayıcılığının belirtilerini, insan denen şu varlığa bağışladığı bazı nimetleri ve imkânları tanıtıyor. Bu tanıtmayı yaparken özellikle Firavun'un yakınında bulunan, toprakları verimli, suları bol, tarım alanları zengin, hayvancılığı gelişmiş olan Mısırdaki, her an görebildiği ilahi nimetleri örnek gösteriyor. 53- "O size yeryüzünü beşik yaptı, orada sizin için yollar açtı ve gökten su indirdi. O su sayesinde çiftler halinde çeşitli bitkiler bitirdik. 54- Bu bitkilerden kendiniz yiyesiniz ve hayvanlarımızı otlatasınız diye. Sağduyu sahiplerinin bu olaylardan alacakları birçok dersler vardır. Yeryüzünün her tarafı insanlar için her zaman bir beşik gibidir. Tıpkı bebek beşiği gibi. Tüm insanlar da aslında yeryüzünün yavruları, çocuklarıdırlar. Yeryüzü onları bağrında barındırır ve sütü ile besler. Öte yandan yeryüzü, insanların üzerinde yürümelerine, toprağı sürmelerine, ekip biçmelerine ve yaşamalarına elverişli olarak yaratılmış, bu faaliyetler için insanların yararlarına sunulmuştur. Her şeyi tasarlayıp yönlendiren yüce Allah, her şeyi amacına uygun olarak yarattığı gün, yeryüzüne bu konumu vermiştir. Görevine uygun niteliklerle donatarak yarattığı yeryüzünü, gerçekleşmesini öngördüğü "hayat" olgusuna elverişli olarak varetti. Bunun yanısıra fonksiyonuna uygun nitelikle donatarak yarattığı insanoğlunu da, bu yeryüzünde yaşamaya uygun bir biçimde yarattı. Yani yeryüzünü insanların yararına sunduğu gibi orayı onlar için beşik de yaptı. Bu anlamların her ikisi birbirine yalan ve bağlantılıdır. Beşik örneği ve "yarara sunulma" benzetmesi, Mısır için olduğu oranda dünyanın hiçbir bölgesi için geçerli değildir. Bu ülke toprakları verimli, yemyeşil bir vadidir. Oranın insanları en az emekle topraklarını ekip biçme imkânına sahiptirler. Burası bu nitelikleri ile sanki içinde yatan bebeği bağrına basan, kayran, şefkat dolu bir "çocuk beşiği" gibidir. Yeryüzünü insanlar için beşik olarak tasarlayan yüce yaratıcı orada insanlar için yollar açtı, gökten oraya su indirdi. Bu yağmur sularından nehirler ve yeraltı kaynakları oluşuyor. Bu nehirlerden biri de Firavun'un yakınından akan Nil nehridir. 'Bu sular sayesinde yeryüzünde, erkekli-dişili çiftler halinde çeşitli türden bitkiler yetişmektedir. Bu açıdan da Mısır yeryüzünün en dikkat çekici örnek yöresidir. Bu ülkede gerek insan besini ve gerekse hayvan yemi olarak çeşitli bitkiler ve otlaklar yetişmektedir. Yüce"tasarlayıcı, bitkileri, öbür canlılar gibi, erkekli-dişili çiftler halinde yarattı. Erkekli-dişili çiftler halinde olmak, bütün canlılarda görülen ortak bir olgudur. Çoğu bitkilerde erkeklik ve dişilik organı aynı çiçek üzerinde bulunur. Kimi bitkilerde de, çeşitli hayvan türlerinde olduğu gibi, "döllenme" sadece erkeklik organı taşıyan bitkiler tarafından gerçekleştirilir. Böylece hayat yasaları açısından bütün canlı türleri arasında uyum ve süreklilik sağlanır. Devam ediyoruz: "Sağduyu sahiplerinin bu olaylardan alacakları birçok dersler vardır." Rotasını şaşırmamış hiçbir sağlıklı akıl düşünemezsiniz ki, bu hayret uyandırıcı düzeni düşünsün de bu düzenin içerdiği kanıtları farketmesin; bu kanıtların, her varlığa yaratılış biçimini sunarak onu fonksiyonuna yönlendiren tasarlayıcı bir yaratıcının varlığını ispatladığını gözlemesin. Daha sonraki ayetlerde Hz. Musa'nın bu konuşması doğrudan doğruya yüce Allah'ın bir sözü ile noktalanıyor. Okuyalım: 55- Sizleri topraktan yarattık, yine oraya döndüreceğiz ve tekrar dirilterek oradan çıkaracağız. 56- Biz Firavun'a tüm ayetlerimizi gösterdik, fakat o bunları yalanladı, kabul etmeye yanaşmadı. Hani şu sizin için beşik görevi yapan, üzerinde yollar açılan, üzerine gökten yağmurlar yağdırılıp insan besini ve hayvan yemi olsun diye erkekli-dişili bitki çiftleri yetiştirilen yeryüzü var ya. İşte sizleri o yeryüzünün toprağından yarattık, sizi yine oraya döndüreceğiz ve öldükten sonra tekrar dirilterek oradan çıkaracağız. İnsan bu yeryüzünün hammaddesinden yaratıldı. Organizmasının bütün hücreleri ve dokuları yeryüzünün elementlerinden oluşmuştur. Yeryüzünün bitkileri ile besleniyor, suyunu içiyor ve havasını teneffüs ediyor. Kısacası insan yeryüzünün çocuğudur, burası onun beşiğidir. Günü gelince döneceği yer de burasıdır. Bu yeryüzünün toprağı vücudunu yutacak çürümüş kemiklerini elementlerine karıştıracak ve çürüyen bedeninin yayacağı gazlar havadaki gazlara katılacaktır. Sonra yine diriltilerek oradan çıkarılacaktır. Bu ikinci hayatı, ilk yaratılışının uzantısı olacaktır. Yeryüzü ile insan arasındaki sıla ilişkiyi vurgulayan bu "hatırlatma" ile kendisini ilah sanan, mağrur Firavun ile Hz. Musa arasındaki bu karşılıklı konuşma sahnesi arasında sıkı bir bağlantı vardır. Çünkü insanlar önünde ilahlık taslayan bu şımarık zorba aslında bu topraktan yaratılmış ve ölünce onun kara bağrına dönecektir. Başka bir deyimle bu başı dönmüş diktatör bozuntusu, yüce Allah'ın yeryüzünde yaratarak fonksiyonuna yönlendirdiği diğer sıradan varlıklardan biridir, başka bir niteliği yoktur. Devam ediyoruz: "Biz Firavun'a tüm ayetlerimizi gösterdik, fakat o bunları yalanladı, kabul etmeye yanaşmadı." Ona evrendeki ayetlerimizi gösterdik. Hz. Musa, bu evrensel ayetlerin onun yakın çevresinde bulunanlarına dikkat çekmeye çalıştı. Ayrıca ona yılana dönüşen değnek mucizesi ile ak parıltı saçan el mucizelerini, ayetlerini gösterdi. Burada bu mucizelerin gösterilişine ayrıca değinilmiyor. Çünkü bunlar yüce Allah'ın ayetlerinin bütünü içinde yer alırlar ve O'nun evrendeki ayetleri bu iki mucizeden hem daha büyük, hem de daha kalıcıdır. Bu yüzden burada bu iki mucizenin Firavun'a gösterildiği ayrıca belirtilmiyor. Fakat bu gösterinin gerçekleştiğini biz sözün akışından, dolaylı olarak anlıyoruz. Çünkü Firavun'un, "bütün ayet(er"i yalanlandığı vurgulanıyor. Bu vurgulamadan anlıyoruz ki, o bu iki mucizeyi de inkâr etmiştir. Ayetleri okumaya devam ediyoruz: 57- Dedi ki; "Ey Musa, sen bizi büyücülüğünle yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin?" 58- "Biz de seninki gibi bir büyü ile karşına çıkacağız. Seninle buluşacağımız bir zaman belirle . Bu randevudan sen de bizde caymayalım. Buluşma yerimiz açık bir düzlük olsun." 59- Musa "Sizinle buluşmamız süslenme gününüzde, halkın toplandığı kuşluk vakti olsun" dedi. Görülüyor ki, Firavun, Hz. Musa karşısında pesetti, tartışmayı sürdüremedi. Çünkü Hz. Musâ'nın öne sürdüğü deliller son derece açık ve güçlü idi. Sebebine gelince bu delilleri, yüce Allah'ın evrendeki ayetleri ve Hz. Musa eli ile gösterilen özel mucizeler oluşturuyordu. Firavun tartışmayı sürdüremeyince Hz. Musa'yı büyücülükle suçlama şarlatanlığına başvurdu. Ona göre değneğin yerde sürünen bir yılana dönüşmesi ve koltuk altına daldırılan sapasağlam bir elin ak parıltı saçarak dışarı çıkarılması birer "büyü"den başka bir şey değildi. Büyücülüğün Firavun'un aklına gelen ilk ihtimal olması, aslında normaldi. Çünkü bu sanat o günlerde Mısır'da pek yaygındı. Üstelik Hz. Musa'nın gösterdiği bu iki mucize nitelikleri itibarı ile geleneksel büyü gösterilerine pek benziyorlardı. Büyücülüğe gelince bu bir hayal oyunudur, gerçek değildir. Özü bakımından gözü ve diğer duyu organlarını yanıltmaya dayanır. Bu yanıltmaca, bazan algı aldanmasına kadar işi vardırabilir. Beyinde gerçek algılara benzer somut algılar meydana getirebilir. O durumlarda insan, aslında varolmayan bir nesneyi sanki varmış gibi, ya da olduğundan farklı bir biçimde görebilir. Tıpkı bunun gibi büyülenmiş insanlarda, kimi zaman öyle sinirsel ya da organik etkilenmeler görülebilir ki, somut dış etkenler olsa aynı etkilenmeleri meydana getirirler. Ama Hz. Musâ'nın mucizeleri bu türden aldatmacalar değildirler. Onlar yüce Allah'ın yoktan varedici sanatının eserleridir. Bu güçlü sanat, nesnelerin yapısını gerçekten değiştirir. Bu değiştirme kimi zaman geçici, kimi zaman da kalıcı olur. Şimdi okuduğumuz ayetleri inceleyelim: "Dedi ki; Ey Musa, sen bizi büyücülüğünle yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin?" Anlaşılan Firavun'un, İsrailoğullarını köleleştirmesi, onların nüfusça çoğalıp iktidarı ele geçirmeleri korkusundan kaynaklanan politik bir önlemdi. Zaten diktatörler, iktidarlarını korumak için en vahşice, en barbarca cinayetleri işlemekten çekinmezler. Bu uğurda insanlıkla, ahlak kuralları ile şerefle ve vicdanla en bağdaşmaz entrikalara, gözlerini kırpmadan başvururlar. İşte bundan dolayı Firavun, İsrailoğullarına karşı sinsi bir soykırım politikası uyguluyor, onları eziyordu. Bu politikası uyarınca bu toplumun erkek çocuklarını öldürüp kız çocuklarını sağ bırakıyor, normal yaştaki erkekleri de ağır angaryalara koşarak tedrici bir ölüme sürüklüyordu. Bu yüzdendir ki, Hz. Musa ile Harun, kendisine "İsrailoğullarının bizimle birlikte Mısır'dan ayrılmalarına izin ver, artık onlara işkence etme" dedikleri zaman, onun bu öneriye verdiği karşılık, "Ey Musa, sen bizi büyücülüğünle yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin?" şeklinde oldu. Çünkü İsrailoğullarının serbest kalmaları, iktidarını ve ülkesini ele geçirmelerinin ilk adımı olarak yorumluyordu. Madem ki, Hz. Musa, bu amaçla İsrailoğullarının serbest bırakılmalarını istiyordu ve madem ki, gösterdiği bütün olağanüstü kanıtlar basit birer büyü gösterisiydi, o halde ona verilecek cevap son derece kolaydı. Okuyoruz: "Biz de seninki gibi bir büyük ile karşına çıkacağız." İşte zorbaların, diktatörlerin geleneksel mantığı budur. Onlara göre inanç sahiplerinin mücadelelerinin arkasında mutlaka dünyaya ilişkin bir amaç yatar. Onların savundukları dava, iktidar ve koltuk ihtirasını gizleyen bir maskeden başka bir şey değildir. Sonra onlar dava adamlarında bazı kozlar, bazı haklılık kanıtları görürler. Bu kanıtlar, kimi zaman Hz. Musa'nın mucizeleri gibi, olağanüstü uygulamalar olur. Kimi zaman da olağanüstü bir nitelik taşımamakla birlikte insanların kalplerini yavaş yavaş etkileyen önlemler olur. O zaman diktatörler hemen bu önlemlere görünüşte onlara denk düşen, benzer önlemlerle karşılık verirler. Bize karşı büyü ile mi karşı çıkılıyor? Biz de ona büyü ile karşı koyarız. Bize sözle mi karşı çıkıldı? Biz de ona aynı türden sözlerle karşılık veririz. Bize karşı reformculuk, aksaklıkları düzeltme silahı ile mi çıkılıyor. Biz de bu kampanyaya karşı sözde reformcu ve aksaklıkları düzeltici gibi görünürüz. Bize yararlı bir iş yapılarak mı karşı konuluyor? Biz de başka bir iyi iş yapıyormuşuz gibi sahneye çıkarız. İşte zorbaların zihniyeti, iktidarlarını koruma yöntemlerinin özü budur. Fakat onlar bilmezler ki, inanç sistemlerinin "iman" kaynaklı birikimleri ve yüce Allah'ın yardımı biçiminde cephaneleri vardır. İnanç sistemleri düşmanlarını bu birikimler ile ve bu cephanelerle yenerler. Yoksa görünüşlerle ve şekilci önlemle değil. İşte bu amaçla Firavun, Hz. Musa'dan kendi büyücüleri ile karşılaşacağı bir "randevu" belirlemesini istedi. Meydan okuma edası ile karşılaşma zamanının seçimini karşı tarafa bıraktı; "Seninle buluşacağımız bir zaman belirle" dedi. Meydan okuma edasını pekiştirmek amacı ile kararlaştırılacak randevudan tarafların caymamasını ısrarla vurguladı; "Bu randevudan sen de biz de caymayalım" dedi. Ayrıca karşılaşma yerinin seyircinin izlemesine elverişli, geniş bir düzlük olmasını önerdi; "Buluşma yerimiz açık bir düzlük olsun" dedi. Böylece meydan okumasının dozunu daha da arttırdı. Hz. Musa, Firavun'un bu meydan okuma amaçlı teklifini kabul etti. Karşılaşma günü olarak da Mısır halkının süslü elbiseler giyerek ve takılar takarak meydanlarda, açık yerlerde toplandıkları, şenlikli bir bayram gününü seçti. Okuyalım: "Musa dedi ki; 'Sizinle buluşmamız süslenme günü olsun. Ayrıca halkın o gün kuşluk vakti toplanmasını önerdi. Böylece karşılaşma, hem herkese açık bir alanda olacak ve hem de günün aydınlık, güneşli bir diliminde yapılacaktı. Görülüyor ki, Hz. Musa, Firavun un meydan okumasına aynen karşılık verdiği gibi üstelik daha cesurca davranarak bir bayram gününün en aydınlık, en bol güneşli ve en kalabalık olmaya elverişli bir zaman dilimini seçti. Sabah vaktini seçmedi, çünkü o saatlerde halkın çoğu henüz evlerinden çıkmamış olurdu. Öğle vaktini seçmedi, çünkü halkın toplanmasını ayrı sıcak engelleyebilirdi. Akşam saatlerini de seçmedi, çünkü bu saatlerde hava kararacağı için halk toplantı yerinde kalmaz, dağılmaya başlar, ya da dağılmasa bile olup bitecekleri iyi göremezdi: Böylece "iman" ile "azgınlık" arasındaki meydan okumanın ilk perdesi burada noktalandı. Bu noktada perde kapanıyor. Bir süre sonra tekrar açıldığında "karşılaşma" sahnesi ile yüzyüze geleceğiz. İMAN İLE AZGINLIĞIN KARŞILAŞMASI 60- Bunun üzerine Firavun dönüp gitti, hilelerini hazırladıktan sonra randevu yerine geldi. Şimdi bu kısa ifadenin bu kadar az sözcüğe neleri sıkıştırdığını birlikte düşünelim. Firavun, bir karşılaşmanın yapılacağını haber vererek bu konudaki talimatını veriyor. Önde gelen yardımcıları bu karşılaşmaya ilişkin görüşlerini açıklıyorlar. Arkasından Firavun, Hz. Musa ile yarışacak olan seçme büyücülerine dönüyor. Onları özendiriyor, yüreklendiriyor,kendilerine büyük ödüller vadediyor. Sonra yarışmaya ilişkin görüşlerini ve taktiklerini anlatıyor, danışmanları da bu alandaki düşüncelerini dile getiriyorlar. İşte size bir yığın lâf Fakat görüyorsunuz ki, ayet-i celile bu lâf yığınını "Bunun üzerine Firavun dönüp gitti, hilelerini hazırladıktan sonra randevu yerine geldi" şeklindeki birkaç cümlecikle özetleyiverdi. Bu kısacık tek ayet, şu üç ardışık hareketi ifade ediyor: Firavun'un dönüp gitmesini, hilelerini ve plânlarını hazırlamasını ve karşılaşma alanına gelişini. Hz. Musa, yarışma öncesinde Firavun'un büyücülerine öğüt vermeyi uygun gördü. Onları yalancılığın ve yüce Allah'a iftira atmanın acı sonu hakkında uyardı. Bu öğütleri ile onları doğru yola döndürmeyi ve büyü yolu ile kendisine meydan okumaktan vazgeçirmeyi denedi. Çünkü büyücülük, bir aldatmaca idi. Okuyoruz: 61- Musa onlara dedi ki; "Vay gele başınıza! Allah adına yalan uydurmayınız. Yoksa sizi bir azaba çarptırarak kökünüzü kurutur. Allah'a iftira atan gerçekten aldanmıştır." Doğru ve samimi söz bazı kalpleri etkiler, onların derinliklerine işler. Bu olayda da böyle olduğu görülüyor. Anlaşılan Firavun'un bazı büyücüleri, bu samimi sözlerden etkilendiler ve yapacakları gösteri konusunda isteksizliğe,,tereddüde kapıldılar. Fakat yarışmanın hararetli taraftarları hemen paçaları sıvadılar, Hz. Musâ'nın işitmesinden çekindikleri fısıltılarla, tereddütlü arkadaşları ile tartışmaya koyuldular, onları ikna etmeye giriştiler. Okuyoruz: 62- Bunun üzerine büyücüler aralarında gizlice fısıldaşarak durumlarım tartıştılar. Büyücüler birbirlerini kışkırtmaya yöneldiler. Aralarındaki hızlı Firavun yanlıları, Hz. Musa ile Hz. Harun'dan duyulan korkuyu abartarak endişelenen arkadaşlarını psikolojik baskı altına almaya giriştiler. Bu elebaşları "Bu iki adam, ülkemizi, yani Mısırı ele geçirmek ve halkımızın inançlarını değiştirmek istiyorlar. Bu yüzden tereddüde ve iç tartışmaya meydan vermeden el birliği ile bu ortak tehlikeye karşı koymamız gerekir. Bu gün ölüm-kalım savaşının günüdür. Bu savaşı kazanan taraf, zafere ve kesin başarıya ulaşan taraf olacaktır" türünden propagandalar yapıyorlardı. Okuyoruz: |