Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:48 Mesaj:
4.081 Konular:
315 Beğenildi:49 Beğendi:0 Takdirleri:149 Takdir Et:
| Cvp: Fizilalil Kuran Kehf Suresi Tefsiri Tamamen canlı, psikolojik durumları somutlaştırarak yansıtan hareketli bir sahne. Bütün ürün yerle bir ediliyor. Sanki her yönden bir baskına uğramış da geride sağlam, işe yarar birşey kalmamış gibi. Bahçe bir felakete uğramış, üzüm kütükleri yerle bir olmuş, kırılıp dökülmüşler. Sahibi de yapmış olduğu masrafların iç yanıklığı ile, kaybolup giden malının, boşa giden emeklerinin ardından duyduğu üzüntü ile dizlerini dövüyor. Allah'a ortak koşmaktan dolayı pişman olmuştur, şu anda O'nun Rabb'lığını, teklifini kabul ediyor. Fakat burada şirki açıkça ifade etmiyor. Ne var ki, O'nun şu anda pişmanlık duyduğu, reddettiği şirkin; imani değerlerin dışında yeryüzü menşeli diğer değerlerle onur duyup büyüklük taslama olduğu anlaşılıyor. İş işten geçtikten sonra pişmanlık duyduğu, kaçınmak istediği şirk budur işte. Bu noktada yüce Allah'ın önderlik ve güç açısından birliği ön plana çıkıyor. O'nun gücünden başka güç yoktur. O'ndan gelecek yardımın dışında herhangi bir yardım da sözkonusu değildir. O'nun verdiği sevap her türlü ödülden daha hayırlıdır. Bir kişinin O'nun katında kaydedilmiş bir iyiliği, geride bırakılan her şeyden daha hayırlıdır. 43-O anda ne Allah dışında, yardımına koşabilecek destekçiler bulabildi ve ne de kendi kendini kurtarabildi. 44- İşte orada koruyuculuk ve egemenlik, varlığı "gerçek" olan Allah'ın tekelindedir. En yararlı ödül ve en hayırlı akıbet yalnız O'nun katındadır. Yerle bir olmuş, kırılıp dökülmüş bahçenin ve bu bahçenin boşa giden emeklerinden dolayı üzülen ve pişmanlıktan dizlerini döven sahibinin bu ibret verici konumunun yansıtıldığı sahnenin üzerine perde indiriliyor. Yüce Allah'ın ululuğu, karşı konulmaz büyüklüğü olayın tümünü gölgeliyor, o kadar ki, insanın gücü geri plâna çekiliyor, kaybolup gidiyor. Bu sahnenin önünde bütün dünya hayatına ilişkin bir örnek veriliyor. Böylece görüyoruz ki, dünya hayatı da az önce örnek verilen bahçe gibi kısadır, geçicidir, sürekliliği sözkonusu değildir. 45- Ey Muhammed, onlara anlat ki, dünya hayatı tıpkı şuna benzer. Gökten yağmur yağdırdık da bu yağmur sayesinde yer yeşermiş, güveren ekinlerin başakları birbirine girmiş. Derkén bu ekinlerin tümü ansızın rüzgârların havada uçurduğu saman kırıntılarına dönüşüvermiş. Hiç kuşkusuz Allah'ın gücü her şeyi yapmaya yeter. Bu sahne kısa ve birden bire parlayıp sonra tekrar kaybolan ifadelerle sunuluyor. Amaç seyirci de yok olup gitme ve geçicilik duygularını uyandırmaktır. Çünkü burada değinilen su gökten yağıyor, fakat sel olup akmıyor. Tam tersine topraktaki bitkiler bu suyu emiyor. Ama bu suyu emen bitkiler de gelişip olgunlaşmıyorlar. Aksine kırılıp dökülüyorlar, rüzgârlar da bu döküntüleri savurup götürüyor. Böylece üç tane kısacık cümle ile dünya hayatı özetleniyor ve bir film şeridi gibi hızla gözlerimizin önünde geçip gidiyor. Sahnelerin sunuluşunu kısa tutmak amacı ile cümlecikler birbirine eklenerek diziliyor. Bu diziliş de "Fa" bağlacı ile sağlanıyor, böylece ortaya şöyle bir anlam çıkıyor. "Gökten yağmur yağdırdık" derken "bu yağmur sayesinde yer yeşermiş, güveren ekinlerin başakları birbirine girmiş" çok geçmeden "bu ekinlerin tümü ansızın rüzgarların havada uçurduğu saman kırıntılarına dönüşüvermiş." Ne kadar kısa ve ne kadar basit bir hayat! Geçici dünya hayatının yansıtıldığı sahne seyircinin üzerinde gereken etkiyi sağladıktan sonra surenin akışı, inanç ölçüsü doğrultusunda yeryüzünde insanların kullukta bulundukları dünya hayatının değerleri ile önemsenmesi, bağlı bulunulması gereken kalıcı değerleri belirliyor. 46- Mal ve evlatlar dünya hayatının süsüdürler. Kalıcı iyilikler ise Rabb'in katında sevap kazandırma bakımından daha yararlı ve umut kaynağı olmaya daha lâyıktırlar. Mal ve evlatlar dünya hayatının süsüdürler; İslâm da normal ve temizlik sınırları içinde bu süslerden yararlanılmasını yasaklamaz. Ne var ki, İslâm mal ve evlada sonsuzluk terazisinde herhangi bir süs ve değer ifade ediyorsa o değeri verir, fazla değil. Mal ve evlatlar süstürler ama değer değildirler. Şu halde insanların bu süslere göre ölçülmeleri, dünya hayatında bu süsler temel alınarak değerlendirilmeleri doğru değildir. Gerçek değer, hareket tarzı, söz ve ibadet gibi geride bırakılan yararlı ve kalıcı şeylerdir. Öteden beri insanlar mal ve evlada karşı eğilimli olsalar bile, geride bırakılan iyi ve kalıcı davranışlar sevap kazandırma bakımından daha yararlı ve umut kaynağı olmaya daha lâyıktırlar. Tabii ki, kalplerin onlara bağlanması, ümitlerin onlara yönelmesi, mü'minlerin bunların hesaplaşma günündeki sonuçlarının ve meyvelerinin beklentisi içinde olması şartıyla. KALICI İYİLİKLERİN MÜKAFATI Böylece, sırf Rabb'lerinin rızasını dileyerek sabah-akşam O'na yalvaranlarla birlikte bulunmaya kendini zorlamasına ilişkin Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- yönelik ilahi direktif ile iki bahçe hikâyesinin verdiği mesajlar ve dünya hayatına ilişkin verilen örneğin oluşturduğu hava; ayrıca dünya hayatındaki geçici değerlerle dünya hayatından sonra geçerli olan kalıcı değerleri belirleyen bu son açıklama birbirleri ile uyum oluşturuyorlar. Bunların tümü inanç terazisi uyarınca değerleri yerli yerine koymada birbirlerine katkıda bulunuyorlar ve hepsi de Kur'an-ı Kerim'deki edebi ahenk ve vicdani ahenk kuralı uyarınca sure içinde eşit önem arz ediyorlar. Geçen ders kalıcı iyiliklere ilişkin bir açıklama ile son bulmuştu. Şimdi de kalıcı iyiliklerin bir değer ifade ettikleri kıyamet gününün ve hesaplaşmanın nitelikleri anlatılarak o açıklama ile bağlantı kuruluyor. O günün nitelikleri bir kıyamet sahnesinde sunuluyor. Surenin akışı içinde bu sahneden sonra şeytanların kendilerine düşman olduklarını bildikleri halde şeytanları önderler edinen, böylece hesaplaşma gününde bu fiilleri azaba çarptırılmalarına gerekçe olan Ademoğullarının bu tavırlarının tuhaflığı vurgulanıyor. Bu amaçla iblis'in Hz. Adem'e -selâm üzerine olsun- secde etmesinin emredildiği gün Rabb'inin emrini çiğnemesine yönelik bir işaret yer alıyor. Buradan hareketle ileride karşılarına çıkacağı haber verilen bu günde kendilerine kulluk sunanlara olumlu karşılık veremeyen düzmece tanrılara değiniliyor. Doğrusu bu Kur'an'da yüce Allah, böyle bir günün kötülüğünden korunmaları için insanlara her türlü örneği vermiştir. Ama insanlar inanmamış, azaba çarptırılmalarını veya geçmiş toplumlar gibi yok edilmelerini istemişlerdi. Gerçeği yenmek için batıl uğruna mücadele etmişler, Allah'ın ayetlerini ve peygamberlerini alaya almışlardı. Eğer yüce Allah'ın kendilerine yönelik rahmeti olmasaydı kesinlikle bekletilmeden azaba uğratılacaklardı. Kıyamet sahnelerinden ve Allah'ın ayetlerini yalanlayan toplumların harap olmuş yurtlarının manzaralarından oluşan bu bölüm, inanç sisteminin düzeltilmesine ve belki doğru yolu bulurlar diye Allah'ın ayetlerini yalanlayanları bekleyen akıbetin açıklanmasına ilişkin surenin ana ekseni birbirleri ile bağlantılıdır. 47- O gün dağları yerlerinden,söküp yürütürüz. Yeryüzünü çırılçıplak ve dümdüz görürsün. Tek bir kişiyi gözardı etmeksizin tüm insanları biraraya toplarız. 48- Hepsi sıra sıra Rabb'inin huzuruna çıkarılırlar. Onlara "Tıpkı ilk yarattığımızda olduğunuz gibi şimdi karşımıza çıktınız. Oysa benimle hiç karşılaşmayacağınızı sanmıştınız " denir. 49- İnsanların amel defterleri (çalışma karneleri) ortaya getirilmiştir. Günahkârların bu defterlerin yazılarını korku dolu gözlerle incelediklerini görürsün. Bir yandan da "Vay başımıza gelenlere! Ne biçim def termiş bu; küçük-büyük hiçbir davranışımızı atlatmadan sayıp dökmüş, derler. " Yaptıkları her işin kaydını karşılarında bulmuşlardır. Rabb'in hiç kimseye haksızlık etmez. Bu tabiat olaylarının yeraldığı bir sahnedir. Bu olayların meydana getirdikleri korku, kalplerin bu olaylar karşısında duydukları korku somutlaştırılıyor. Bu sahnede sarsılmaz dağlar hareket ediyor, yürüyor. Peki kalpler nasıl ürpermez, dehşete kapılmaz. Bu sahnede yeryüzü çıplak olarak beliriyor; her taraf ortadadır yeryüzünün. Üzerinde tepe, çukur, dağ, vadi gibi hiçbir şey yok dümdüz ortadadır. Kalplerin gizlilikleri de saklı hiçbir şey kalmamak üzere bu şekilde ortaya dökülecektir. Herhangi bir şeyin gözlenmesine, herhangi bir kimsenin saklanmasına imkân vermeyecek şekilde dümdüz ve her şeyiyle ortada bulunan bu yeryüzünde "Tek bir kişiyi gözardı etmeksizin tüm insanları biraraya toplarız." Hiç kimseyi gözden kaçırmayan bu kapsamlı toplantıdan, alınarak hepsi büyük bir meydana götürülürler "Hepsi sıra sıra Rabbinin huzuruna çıkarılırlar." İnsanların dünya üzerine ayak basmalarından dünya hayatının sonuna kadar yeryüzünde bulunan sayısız yaratık, biraraya gelir, toplanır ve sıra sıra dizilirler. Hiçbiri bu toplantıya, bu sıraya katılmazlık edemez. Çünkü yeryüzü hiç kimseye saklanma imkânı vermeyecek şekilde her şeyiyle ortadadır ve dümdüz hale getirilmiştir. Bu noktada surenin akışı o günün niteliklerini saymayı bir yana bırakıyor ve doğrudan doğruya o geniş meydanda toplananlara hitap ediyor. Sanki sahne şu anda gözlerimizin önünde yaşanıyor gibi. Sahnede olup bitenleri adeta görüyor, konuşulanları bizzat işitiyoruz gibi. Bu günü yalanlayan, böyle bir şeyi inkâr edenlerin yüzlerindeki utanç ifadesini görüyor gibiyiz. "Tıpkı ilk yarattığımızda olduğu gibi şimdi karşımıza çıktınız. Oysa benimle biç karşılaşmayacağınızı sanmıştınız." O günün niteliklerinin anlatılmasından, doğrudan toplananlara hitap etmeye yönelik bu dönüşüm, sahneyi daha canlı hale getiriyor, somutlaştırıyor. Sanki bu sahne gaybın bilinmezlikleri içinde hesaplaşma gününde değil de şu anda karşımızdaymış gibi. Yüzlerdeki utanç ifadesini, çehrelere yansıyan aşağılanmışlık belirtilerini ayrıca bu suçlulara azarlayıcı bir üslupla hitap eden ulu ve dehşet verici sesi çok yakından hissediyor ve görüyor gibiyiz. "Tıpkı ilk yarattığımızda olduğunuz gibi şimdi karşımıza çıktınız." Ama siz böyle bir şeyin olmayacağını sanıyordunuz. "Oysa benimle hiç karşılaşmayacağınızı sanmıştınız." Bir olayı tanımlama üslubundan direkt hitap üslubuna geçmek suretiyle sahne canlı ve hareketli hale getirildikten sonra surenin akışı tekrar orada olup bitenleri anlatmaya başlıyor: "İnsanların amel defterleri (çalışma karneleri) ortaya getirilmiştir. Günahkârların bu defterlerin yazılarını korku dolu gözlerle incelediklerini görürsün." İşte bu önlerine konan, onların dünya hayatlarındaki çalışma karnesidir, amel defteridir. Bu defteri inceliyorlar, evirip çeviriyorlar, her şey var defterde. Son derece kapsamlı, iğneden ipliğe, her şeyi içeren incelikli bir defter. Bunu görür görmez başlarına gelecek akıbetten korkmaya başlıyorlar. Hiçbir şeyi gözden kaçırmayan hiçbir davranışı atlamayan bu defteri inceleyince içleri daralıyor, sıkılıyorlar. "Vay başımıza gelenlere! Ne biçim deftermiş bu, küçük-büyük hiçbir davranışımızı atlamadan sayıp dökmüş" derler." Bu, yürek acısından kaynaklanan, öfke dolu ve en kötü akıbete çarptırılacağının bilincinde olan birinin söyleyeceği sözdür. Çünkü kıskıvrak yakalanmış, her şey ortaya dökülmüştür. Bir tarafa kaçması, kıvırması mümkün değildir. Demagoji yapmaya, yalan yanlış açıklamalarda bulunup yakayı kurtarmaya imkân yoktur: "Yaptıkları her işin kaybını karşılarında bulmuşlardır." Böylece haksızlığa uğramadan hakettikleri cezaya çarptırılmışlardır. "Rabb'in hiç kimseye haksızlık etmez.' Kıyamet günü durumları bundan ibaret olan suçlular güruhu şeytanın kendilerine düşman olduğunu biliyorlardı. Ne var ki, onlar bu düşmanı dost bilip önder edindiler. O da onları bu korkunç duruma sürükledi, başlarına bu felâketin gelmesine neden oldu. Şeytan ve soydaşları Hz. Adem'le -selâm üzerine olsun- İblis arasında başgösteren olaylardan bu yana insanlara düşmanlıklarını sürdürdükleri halde insanların onları dost bilip önderler edinmesi ne kadar çelişkili, ne kadar tuhaf bir durumdur! 50- Hani Rabb'in meleklere "Adem'e secde ediniz" dedi. Onlar da secde ettiler. Yalnız İblis (şeytan) secde etmedi. O cin kökenli idi ve Rabb'inin buyruğu dışına çıktı. Şimdi siz beni bırakıp onu ve soyunu dost mu ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanlarınızdır. Zalimlerin yaptığı bu dost değişimi ne kötü tercihtir! Kökeni insanlığın ilk doğuşuna dayanan bu eski hikâyeye yönelik bu işaret, sözü edilen bu ezeli düşmanlığa rağmen, Allah'ı bırakıp İblis'in soyunu dost olarak önder edinen Ademoğullarının bu tutumlarındaki tuhaflığını vurgulamak amacı ile burada yeralıyor. İblis (şeytan) ve soyunun önderler edinilmesi, günahkârlığa ve isyankârlığa ilişkin çağrıya koşup buna karşılık Allah'a itaat etmeye ilişkin çağrıya sırt çevirme şeklinde somutlaştırılıyor. Peki insanlar niçin bu ezeli düşmanlarını dost bilip önder ediniyorlar? Oysa onlar kendilerini ayrıcalıklı kılacak bir bilgiye, caydırıcı bir güce sahip değildirler. Yüce Allah, ne göklerin ne yerin ve ne de kendilerinin yaratılışını onlara göstermemiştir. Yani onları gaybten haberdar etmemiştir. Aynı şekilde, yüce Allah onları kendisine yardımcı edinmemiş ki, etkin bir güce sahip olsunlar? 51- Ben şeytanları ne gökler ile yerin yaratılışına ve ne de kendi yaratılışına tanık etmedim. Benim insanları yoldan çıkaranları kendime yardımcı tutmam sözkonusu değildir. Göklerin, yerin ve kendilerinin yaratılışı tek başına yüce Allah'ın gerçekleştirdiği bir olaydır. Şeytanlar buna ilişkin gaybı bilemezler. Yüce Allah'ın onların yardımına başvurması da sözkonusu olamaz. "Benim insanları yoldan çıkanları kendime yardımcı tutmam sözkonusu değildir." Yüce Allah insanları yoldan çıkarmayanları kendisine yardımcı tutuyor mu ki? Yüce Allah alemlere muhtaç olmaktan uzaktır. O sarsılmaz ve tükenmez bir güce sahiptir. Bu ifade müşriklerin asılsız kuruntularını yıkmak, tutarsızlıklarını ortaya koyup kökten kurutmak amacı ile yeralıyor. Çünkü şeytanı önder edinip onu yüce Allah'a ortak koşanlar, şeytanın gizli bir bilgiye, olağanüstü bir güce sahip olduğu vehmine kapılarak böyle bir şeye yelteniyorlar. Oysa şeytan insanları yoldan çıkaran, saptırıcı bir varlıktır. Yüce Allah da ne sapıklıktan ne de saptıranlardan hoşnut değildir. Sözgelimi yüce Allah birilerini yardımcı tutma gereğini -bir varsayım olarak- duysa, bunları insanları saptıranlar arasından seçmesi sözkonusu olamaz. Bu ifadeden anlaşılması istenen anlam, oluşması istenen atmosfer budur. Sonra, bir kıyamet sahnesi sunuluyor; bu sahnede Allah'ın ortakları oldukları sanılan düzmece tanrıların ve bu düşünceyi benimseyen suçluların akıbetleri gözler önüne Seriliyor: 52- O Allah müşriklere "Benim ortaklarım olduklarını sandığınız düzmece ilahları yardıma çağırınız" der. İşte onları yardıma çağırdılar, fakat çağrılarına karşılık vermediler. Onların aralarına engel olarak bir cehennem vadisi koyduk. 53- Günahkârlar cehennem ateşini görünce oraya atılacaklarını anlarlar, fakat geri kaçarak sığınacakları bir başka yer bulamazlar. Onlar kanıtsız hiçbir iddianın dikkate alınmadığı, bir anlam ifade etmediği bir konuda bulunuyorlar. Bu durumda insanları yaptıklarından dolayı hesaba çeken yüce Allah, kendisinin ortakları olduğunu ileri sürdükleri düzmece tanrıları getirmelerini ve huzurunda hazır bulunmaları için onları çağırmalarını emrediyor. Onlar da bir an için ahirette olduklarını unutarak bu düzmece tanrılara sesleniyorlar. Fakat Allah'a ortak koştukları bu düzmece tanrılar onlara cevap vermiyorlar. Çünkü bunlar yüce Allah'ın yarattığı bazı yaratıklardır. Böylesine dehşet verici bir ortamda ne kendilerine ne de başkalarına herhangi bir yararları dokunamaz. Yüce Allah kullukta bulunulan bu düzmece tanrılarla onlara kulluk sunan suçlular arasında yok edici bir engel koymuştur. Ne onlar, ne de bunlar bu engeli aşamazlar. Yüce Allah'ın aralarına koyduğu engel cehennem ateşidir. "Onların aralarına engel olarak bir cehennem vadisi koyduk." Suçlular bu engeli görüyorlar. Bu yüzden sürekli korku ve endişe içindedirler. Her an ateşten bu uçuruma yuvarlanma beklentisi içindedirler. Ne kadar zor bir durum insanın hazırda bekleyen bir azaba uğratılacağını bilmesi. Onlar da bu azaptan kurtulamayacaklarını, bir yere sığınamayacaklarını anlamışlar. "Günahkârlar cehennem ateşini görünce oraya atılacaklarını anlarlar. Fakat geri kaçarak sığınacakları bir başka yer bulamazlar." Şayet onlar kalplerini dünyadayken bu Kur'ana yöneltselerdi, Kur'anın sunduğu hak mesajı tartışma konusu yapsalardı, bugün bu azaptan kaçıp bir sığınak bulabilirlerdi. Nitekim yüce Allah bu Kur'an'da onlara her türlü durumu kapsayan değişik alanlardan çeşitli örnekler vermişti. 54- Biz bu Kur'an'da insanlara her türlü örneği verdik. Fakat insan, tartışmaya son derece düşkün bir varlıktır. Surenin akışı bu noktada insandan bir "şey" olarak söz ederek onun tartışmaya düşkün bir şey olduğunu vurgulamaktadır. Amaç insanın büyüklenme duygusunu frenlemek, gururunu azaltmak, kendisinin yüce Allah'ın yarattığı birçok varlıktan biri olduğunu düşünmesini sağlamak, yüce Allah'ın bu Kur'an'da her türlü örneği göstermiş olmasına rağmen, yine de tartışmayı sürdüren bir varlık olduğunu vurgulamaktır. Ardından tarih boyunca, yüce Allah tarafından gönderilmiş bir mesajla (risalet) karşı karşıya kaldıkları zaman mü'min olmayanların kapıldıkları bir şüphe sunuluyor. Bunlar da insanların çoğunluğunu oluşturuyorlar: 55- İnsanlara doğru yola ileten bilgi geldikten sonra onların iman etmelerine ve tövbe edip Allah'a yönelmelerine engel olan tek şey, eski sapık milletler hakkında işleyen ilahi yasaların kendileri hakkında da işlemesini ya da somut azapla yüzyüze gelmeyi beklemeleridir. Kuşkusuz doğru yolu bulmalarını sağlayacak yeterlikte yol gösterici mesajlar gelmişti kendilerine. Ama onlar daha önce Allah'ın ayetlerini yalanlayan sapık milletler gibi yokedilmeyi (bu istekte bulunurken, aslında böyle bir şeyin olacağına ihtimal vermemişlerdi ve sırf alaya alma amacındaydılar) ya da çarptıracaklarını gözleriyle görecekleri şekilde azapla yüzyüze getirilmeyi istemişlerdi. Ancak bu şekilde ikna olacaklarını, inanacaklarını söylemişlerdi. Kuşkusuz onları eski sapık milletler gibi yok etmek ya da inanmaları durumunda ileride çarptırılacakları azabı onlara göstermek peygamberin görevleri arasında yeralmaz. Çünkü yalanlayanları yok etmek veya -mucize gösterilip onların da inkâr etmelerinden sonra yüce Allah'ın geçmiş milletlere ilişkin yasası uyarınca- azap göndermek bütünüyle yüce Allah'ın tekelindedir. Peygamberlere gelince, onlar sadece müjdeleyici ve uyarıcıdırlar. 56- Biz Peygamberleri sadece müjdeleyici ve uyarıcı olarak göndeririz. Oysa kâfirler hakkı (gerçeği) batıl (eğri) karşısında yenik düşürmeye uğraşırlar. Onlar ayetlerimi ve kendilerine yönelik uyarılarımı alaya aldılar. Gerçek açık ve anlaşılırdır. Ama kâfirler gerçeği yenmek, onun varlığına son vermek için batıl safında yer alıp onunla mücadeleye girişirler. Bu yüzden onlar mucize gösterilmesini istedikleri, azaba çarptırılmaları için acele ettikleri zaman amaçları ikna olmak değildir. Onlar bu tavırlarıyla Allah'ın ayetlerini, onlara yönelik uyarılarını alaya alıyorlar, küçümsüyorlar: 57- Allah'ın ayetleri kendisine hatırlatıldığı halde, onlara sırt çevirenden ve işlediği kötülükleri hiç hatırına getirmeyenden daha zalim kim olabilir? Biz onların kalplerini, Kur'anı anlamalarına engel oluşturacak biçimde perdeledik ve kulaklarını sağırlaştırdık. Bu yüzden sen onları doğru yola çağırsan da doğru yola gelmezler. Allah'ın ayetlerini ve uyarılarını alaya alan bu adamların Kur'anı gereği gibi inceleyip üzerinde düşünmeleri, ondan yararlanmaları beklenemez. Bunun için yüce Allah kalplerinin üzerine bu Kur'anı anlamalarını önleyen, perdeler germiştir. Kulaklarını adeta sağırlaştırmış, böylece Kur'anı dinlemelerine engel olmuştur. Allah'ın ayetlerini alaya almaları ve uyarılara sırt çevirmeleri yüzünden yüce Allah onların sapıklar olarak kalmalarını ve hiçbir zaman doğru yolu bulmalarını taktir etmemiştir. Çünkü doğru yolu bulmak için açık ve algılama yeteneğine sahip kalpler gereklidir. 58- Affedici ve merhametli Rabb'in, eğer onları kötülükleri karşılığında hemen cezalandırmak isteseydi, azaplarını çabuklaştırırdı. Fakat onların belirli bir vadesi vardır, o zaman gelince, kaçıp saklanacakları bir sığınak bulamazlar. Ne var ki yüce Allah onlara yönelik merhametinden dolayı onlara mühlet veriyor, çabuklaştırılmasını istedikleri yok edilme cezasını erteliyor. Ama kesinlikle onları ihmal etmiyor. Fakat onların belirli bir vadesi vardır, o zaman gelince kaçıp saklanacakları bir sığınak bulamazlar. Dünyada hakettikleri azabın bir kısmını görecekleri bir vadeleri vardır. Bir de hesaplarının bütünüyle görüleceği ahiretteki vade vardır. Kuşkusuz onlar zulmetmişlerdir, bu yüzden kendilerinden önce yıkılmış kentler gibi azabı ya da yok edilme cezasını haketmişlerdir. Şayet yüce Allah onlara ilişkin iradesinin öngördüğü bir hikmetten dolayı bir süreye kadar onlara mühlet tanıyıp daha önceki kentler gibi yakalarına yapışıp cezalandırmıyorsa, onlar için de mutlaka şaşmaz bir vade belirlemiştir. 59- İşte şu kentler, haklarının zalimlikleri yüzünden onları yok ettik ve yok oluşları için belirli bir vakit kararlaştırdık. Şu halde kendilerine süre tanınmış olmasına aldanmamalıdırlar. Çünkü bu surenin sonunda belirlenen vade mutlaka gelecektir. Allah'ın bu konuda koyduğu yasa kesinlikle şaşmaz ve yüce Allah sözünden dönmez. Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- hayatı ile ilgili bu bölüm bütün Kur'an'da sadece bu surenin bu bölümünde anlatılır. Kur'an-ı Kerim "iki denizin birleştiği yer" ifadesinden başka, olayın geçtiği yeri belirtmiyor. Yine bu olayın Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- hayatı içinde geçtiği tarihe de değinmiyor. Acaba bu olay daha Hz. Musa Mısır'dayken ve henüz İsrailoğulları ile birlikte burayı terk etmemişken mi gerçekleşmiştir? Şayet Mısır'ı terk ettikten sonra gerçekleşmemişse ne zaman gerçekleşti? Kutsal topraklara (Filistin) gitmeden önce mi? Yoksa orada zorba bir toplum yaşadığı için bölgeye giremeyip civar bölgelerde bekledikleri sırada mı? Yoksa çölde kaybolup şuraya buraya dağıldıkları sırada mı? Aynı şekilde Kur'an-ı Kerim Hz. Musa'nın karşılaştığı bilge ve saygın kul hakkında da herhangi bir açıklamada bulunmuyor. Kimdir bu adam? Adı nedir? Bir peygamber mi? Resul mu? Yoksa bir alim yahut bir veli mi? Bu hikâyeye ilişkin gerek İbn-i Abbas'tan, gerek başkalarından aktarılan birçok rivayet vardır. Ama biz "Kur'an-ın Gölgesinde" yaşamak için, ayrıca Kur'an-ı Kerim'de bu şekilde detaya girmeden yer, zaman ve isim belirtmeden sunulmasının özel bir hikmeti olduğuna inandığımız için hikâyenin Kur'an'da geçen şekliyle yetiniyoruz. Kur'an'da, yeralan bu açıklamalarla yetinip ötesine geçme gereğini duymuyoruz. ( Buhari Kur'an-ı Kerim'de yeralan bu hikâyeden söz ederken şu rivayetleri aktarır: "Bize Hümeydi, Süfyan'dan o da Amr b. Dinar'dan o da Said b. Cübeyr'den şöyle nakletti: "Ïbn-i Abbas'a dedim ki "Nevf el-Bekkali Hızır'a- arkadaşlık eden Musa'nın israiloğullarının peygamberi Hz. Musa olmadığını iddia ediyor" İbn-i Abbas dedi ki "Allah'ın düşmanı yalan söylüyor" Übey b. Ka'b Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle dediğini anlattı: Hz. Musa İsrailoğullarına hitap etmek üzere ayağa kalktı, o sırada kendisine insanların en bilgininin kim olduğu soruldu, o da "Benim" dedi. Bunun üzerine yüce Allah kendisini azarladı, çünkü her şeyi bilmiyordu. Daha sonra yüce Allah, iki denizin birleştiği yerde bir kulum var, o senden daha bilgilidir diye vahyetti. Musa "Ya rabbi onu nasıl bulurum? dedi. Yüce Allah yanma bir balık al ve onu bir bohçaya koy. Bu balığı nerede kaybettiysen o kulum oradadır" dedi.) 60- Hani Musa, genç arkadaşına "Hiçbir güç beni durduramaz, ya iki denizin birleştiği yere varırım, ya da yıllarca yol yürürüm " demişti. En doğrusunu Allah bilir, ama genel kanıya göre burada sözü edilen iki denizin birleştiği yer "Akdeniz'le Kızıldeniz'in birleştiği yerdir, iki denizin birleştiği yer, acı göllerle timsah gölünün bulunduğu bölgedeki buluşma noktalarıdır. Ya da Kızıldeniz'deki Akabe Körfezi ile Süveyş Kanalı'nın birleştiği bölgedir. Çünkü bölge Mısır'ı fethettikten sonra İsrailoğulları tarihinin yaşandığı sahnedir. Bununla neresi kastedilmiş olursa olsun Kur'an-ı Kerim bu noktayı kapalı bırakıyor. Biz de bu işaretle yetiniyoruz. Hikâyenin daha sonraki akışından anlıyoruz ki, Hz. Musa'nın çıkmaya karar verdiği bu yolculuğun asıl hedefi, her şeyin ötesinde elde etmek istediği bir sonucun varlığıydı. Çünkü Hz. Musa ne kadar meşakkatli olursa olsun, oraya varması ne kadar sürerse sürsün iki denizin birleştiği yere varmakta kararlı olduğunu açıkça duyuruyor. Kur'an-ı Kerim'in anlattığı şekliyle Hz. Musa kararlılığını şöyle ifade ediyor. "Ya da yıllarca yol yürürüm" ayetinin orjinalinde geçen el Hukb kelimesi bir görüşe göre "bir yıl", diğer bir görüşe göre de "seksen yıl" demektir. Fakat burada bu kelime bir zaman dilimini belirlemekten çok, kararlılığı ifade etmek için kullanılıyor. 61- İki denizin birleştiği yere vardıklarında yanlarındaki balığı bir kenarda unuttular, o da bir yeraltı deliğinden kayarak denize kaçtı. 62- İki denizin birleştiği yeri geçtiklerinde Musa, genç arkadaşına, "Azığımızı getir bakalım, gerçekten bu yolculuğumuzda çok yorgun düştük" dedi. 63- Genç arkadaşı Musa'ya "Bak sen! Kayalığa vardığımızda balığı unutmuştum, bana onu hatırlatmayı unutturan mutlaka şeytandır, balık şaşırtıcı bir şekilde canlanarak denize kaçtı" dedi. Yine tercih edilen görüşe göre balık pişirilmişti ve bu balığın canlanarak bir delikten geçip denize kaçması yüce Allah'ın buluşma yerlerini bulmasını sağlamak amacı ile Hz. Musa'ya gösterdiği bir mucizedir. Musa'nın genç arkadaşının balığın denize kaçmasına şaşırmış olması, bunu gösteriyor. Eğer balık elinden düşüp denize dalsaydı, bunda şaşılacak bir şey olmazdı. Yolculuğun bütünüyle gaybı ilgilendiren sürpriz gelişmelerle dolu olması bu görüşü tercih etmemize neden oluyor. Nitekim bu gelişme de sözünü ettiğimiz sürprizlerden biridir. Bunun üzerine Hz. Musa bilge ve saygın kul ile buluşması için Rabb'inin belirlediği noktayı geçtiğini ve bu noktanın da kayalıklı bölge olduğunu anlıyor. Bunun üzerine o ve genç arkadaşı geldikleri yolu izleyerek geri döndüklerinde o kulu orada buluyorlar. 64- Musa; `Bizim aradığımız da buydu zaten " dedi. Hemen geldikleri yoldan kendi izlerini sürerek geri döndüler. 65- Orada kendisine tarafımızdan rahmet sunduğumuz ve katımızdan dolaysız biçimde ilim öğrettiğimiz bir kulumuzu buldular. Öyle anlaşılıyor ki, bu buluşma Hz. Musa ile Rabbi arasında bir sırdı ve Musa buluşma gerçekleşene kadar genç arkadaşını bundan haberdar etmemişti. Bu yüzden hikâyenin az sonra sunulacak sahnelerinde Hz. Musa'nın, bilge kulla başbaşa kaldığını görüyoruz! 66- Musa, ona "Sana öğretilen bilginin birazını bana öğreterek olgunlaşmamı sağlaman amacı ile peşinden gelebilir miyim?" dedi. Bir peygambere yakışan bir edep tavrı ile peşinden gelip gelmeyeceğini soruyor. Ve işi oldu bittiye getirmeye kalkışmıyor. Bir peygamber olarak bilge bir kuldan olgunlaştırıcı gerçek bilgiyi öğretmesini istiyor. Fakat adamın sahip olduğu bilgi sebepleri belli, sonuçları bilinen beşeri bilgilere benzemiyor. Bu gayba ilişkin dolaysız bilginin bir türüdür. Yüce Allah öngördüğü bir hikmetten dolayı ve dilediği oranda ona bu bilgiden öğretmiştir. Bu yüzden bir peygamber, bir resul olmasına rağmen, Hz. Musa bu adama ve uygulamalarına karşı sabredemiyor. Çünkü bu uygulamalar dış görünüşleri itibariyle akıl ve mantıkla, eşyanın tabiatına ilişkin hükümlerle çelişiyorlar. Bu yüzden bu uygulamaların gerisindeki gizli hikmeti kavramak zorunludur. Aksi taktirde şaşkınlık uyandıracak, hoşnutsuzluğa neden olacaklardır. Bunun için kendisine dolaysız bilgi öğretilen bu kul da Musa'nın, arkadaşlığına ve uygulamalarına karşı sabredemeyeceğinden, bunlara katlanamayacağından korkuyor: |