Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:48 Mesaj:
4.081 Konular:
315 Beğenildi:49 Beğendi:0 Takdirleri:149 Takdir Et:
| Cvp: Fizilalil Kuran Kehf Suresi Tefsiri 67- O kulumuz, Musa'ya dedi ki; "Sen benimle beraber olmaya katlanamazsın. " 68- "Sebeplerini kavrayamayacağın olaylar karşısında nasıl sabrédeceksin. " Musa sabretmeye ve dediklerine uymaya söz veriyor. Bu hususta Allah'dan yardım diliyor ve onun iradesini dile getiriyor. 69- Musa "İnşaallah, beni sabırlı bulacaksın, hiçbir konuda sana karşı gelmeyeceğim. " Adam konuyu biraz daha açıyor, meseleyi biraz daha pekiştiriyor, yolculuğa çıkmadan önce beraberce çıkmalarının şartını belirtiyor. Bu şart, sabretmesi, hiçbir şey hakkında soru sormaması, kendisi sırrını açıklamadığı sürece herhangi bir uygulaması hakkında yorum yapmaya kalkışmamasıdır. 70- O kulumuz, Musa'ya dedi ki; "Eğer benimle birlikte geleceksen yapacağım hiçbir iş hakkında bana soru sorma, benim sana o konuda açıklama yapmamı bekle. " Musa kabul ediyor... Ve biz onların yaşadığı ilk sahnenin karşısında buluyoruz kendimizi. 71- Böylece yola koyuldular. Bir süre sonra bir gemiye bindiler. O kulumuz bu gemide bir delik açtı. Musa ona, "İçindekileri boğmak için mi gemiyi deldin? Gerçekten çok çirkin bir iş yaptın " dedi. Bindikleri gemide, başka yolcular da var. Denizin ortasında yol alırlarken o kul geliyor gemide bir delik açıyor! Dış görünüşe bakılırsa bu davranış, gemiyi ve yolcularını batma tehlikesi ile karşı karşıya getiriyor, büyük bir kötülüğe neden oluyor. Şu halde bu adam niçin bu kötülüğe yelteniyor? Hz. Musa -selâm üzerine olsun- mantıksal hiçbir gerekçesi bulunmayan bu tuhaf davranış karşısında hem verdiği sözü hem de arkadaşının ileri sürdüğü şartı unutuyor. İnsan bir ilkeyi soyut olarak etraflıca düşünebilir, ama bu anlamın pratik uygulaması, somut bir örneği ile karşı karşıya kaldığı zaman teorik düşünceden farklı bir realite karşısında bulunduğunu farkeder. Çünkü pratik deneyimin soyut düşünceden farklı bir tadı vardır. İşte Musa önceden, sebeplerini kavrayamadığı olaylara katlanamayacağı uyarısında bulunulmuş, ama o sabretmeye karar vermiş, yüce Allah'dan yardım dilemiş, sabredeceğine söz vermiş, ileri sürülen şartı kabul etmişti. Fakat o, bu adamın uygulamalarındaki pratik deneyimle karşı karşıya kalınca tepki gösteriyor, karşı çıkıyor. Evet, Hz. Musa'nın tepkisel ve heyecanlı bir karaktere sahip olduğu doğrudur. Bu karakterin özelliklerini hayatın tüm devrelerindeki uygulamalarında gözlemlemek mümkündür. Örneğin bir yahudi ile kavga ettiğini görünce bir Mısırlı'yı yumruklamış, bilinen o kızgınlığı ile adamı öldürmüştü. Daha sonra yaptığına pişman olmuş, özür dileyerek Rabbi'nden affedilmesini istemişti. Ama ikinci gün yahudinin bir başka Mısırlı ile kavga ettiğini görünce tekrar saldırmıştı. Evet. Hz. Musa işte böyle bir karaktere sahiptir. Bu yüzden adamın davranışı karşısında sabredemiyor, işin tuhaflığı karşısında verdiği sözü yerine getiremiyor. Ne var ki, pratik deneyimden, teorik düşünceden farklı bir tat alma ve apayrı bir gerçekle karşılaşma bütün insanların ortak özellikleridir. İnsanlar fiilen tatmadıkça, pratik olarak denemedikçe meseleleri gereği gibi kavrayamazlar. İşte bu yüzden Hz. Musa kızıyor, adamın yaptığına karşı çıkıyor: "Musa,ona "İçindekileri boğmak için mi gemiyi deldin? Gerçekten çok çirkin bir iş yaptın" dedi. O bilge kul büyük bir sabır ve yumuşaklıkla, yolculuğa çıkmadan önceki sözlerini hatırlatıyor: 72- O kulumuz Musa'ya "Ben sana, benimle beraber olmaya katlanamazsın dememiş miydim?" dedi. Hz. Musa unutkanlığını ileri sürerek özür diliyor; adamdan özrünü kabul etmesini, hemen azarlayıp vazgeçmemesini, verdiği sözü hatırlatmamasını istiyor: 73- Musa; ' `Unutkanlığım yüzünden beni azarlama ve bilginden yararlanma konusunda bana zorluk çıkarma" dedi. Adam Hz. Musa'nın özürünü kabul ediyor. Böylece kendimizi ikinci sahnenin karşısında buluyoruz: 74- Yine yola koyuldular. Bir .süre sonra bir genç ile karşılaştılar. O kulumuz, delikanlıyı öldürdü. Musa; "Bir cana karşılık olmaksızın masum bir cana mı kıydın? Gerçekten çok kötü bir iş yaptın " dedi. Birinci davranışı; gemide delik açması, dolayısıyla yolcuların boğulma ihtimali idi. Bu ise düpedüz adam öldürmektir. Hem de bilerek öldürmek, sadece bir ihtimal değil... Kuşkusuz bu, büyük bir cürümdür. Söz vermiş olduğu hatırlatılmasına rağmen Hz. Musa, bu olay karşısında da kendisini tutamıyor, sabredemiyor: "Musa; "Bir cana karşılık olmaksızın masum bir cana mı kıydın? Gerçekten çok kötü bir iş yaptın" dedi." Bu sefer unutmuş ya da söz verdiğini bilmiyor değildir. Bilinçli davranıyor, meydana gelişine katlanamadığı ve hiçbir sebeple izah edemediği bu kötü işe karşı çıkıyor. Çünkü ona göre delikanlı suçsuzdur. Öldürülmesini gerektirecek bir suç işlemiş değildir. Kaldı ki henüz erginlik çağına erişmediği için yaptıklarından sorumlu da tutulamazdı. Bir kez daha o bilge kul, Hz. Musa'ya koştuğu şartı, verdiği sözü ve birincisinde söylediği; üstüste deneyimlerin doğruladığı sözü hatırlatıyor: 75- O kulumuz Musa`ya; "Ben sana benimle beraber olmaya katlanamazsın dememiş miydim?' dedi. Bu sefer özellikle belirterek "Sana dememiş miydim" diyor. "Sàna" yani açık-seçik ve kesin bir ifadeyle sana söyledim. Buna rağmen ikna olmadın, beraberliğimizi sürdürmemizi istedin, ileri sürdüğüm şartı kabul ettin. Musa kendine geliyor ve iki kere sözünü tutmadığını, yapılan uyarılardan, etraflıca düşünüp ona göre davranmasına ilişkin hatırlatmalardan sonra vaadini unutmuş olduğunu hatırlıyor. Bu yüzden kendi kendine kızıyor, bağlayıcı bir karar olarak önündeki yolları kapatıyor ve bunu kendisi için son fırsat olarak değerlendiriyor: 76- Musa; "Eğer sana bir daha bir şey sorarsam artık benimle arkadaşlık etme, o zaman seni mazur görürüm " dedi. Surenin akışı devam ediyor ve bu kez kendimizi hikâyenin üçüncü sahnesinin karşısında buluyoruz: 77- Yine yola koyuldular. Bir süre sonra bir köye vardılar. Köylüden yemek istediler, fakat ağırlanma istekleri reddedildi. Az sonra yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarla karşılaştılar. O kulumuz, eğri duvarı doğrulttu. Musa ona `Eğer isteseydin bu yaptığın işe karşılık bir ücret alabilirdin' dedi. İkisi de acıkmış. Bu sırada açları doyurmayan, misafir kabul etmeyen cimri bir köyden geçiyorlardı. Bir süre sonra yıkılmak üzere olan eğik bir duvarla karşılaşırlar. Ayet, duvara canlılar gibi irade ve hayat özelliklerini yakıştırıyor ve "yıkılmak istiyor" anlamında "yıkılmaya yüz tutmuş" ifadesini kullanıyor. İşte bu tuhaf adam, hiçbir karşılık beklemeden yıkılmaya yüz tutmuş bu duvarı doğrultmakla uğraşıyor. Hz. Musa, adamın tavrındaki çelişkiyi farkediyor. Aç oldukları halde kendilerine yiyecek vermeyen, kendilerini misafir etmekten kaçınan bir köyde, bu adamı yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarı doğrultmaya iten etken ne olabilir? En azından buna karşılık yiyecek almalarını sağlayacak bir ücret istemesi gerekmez miydi? "Musa ona; `Eğer isteseydin bu yaptığın işe karşılık bir ücret alabilirdin' dedi." Musa'nın bu sözü beraberliğin sonu oluyor. Artık Musa'nın ileri sürebilecek bir mazereti, dolayısıyla da adamla arkadaşlığını sürdürmesine imkân kalmıyor: 78- O kulumuz, Musa'ya dedi ki; "Bu olay, birbirimizden ayrılmamızın sebebidir. Şimdi sana sabırla karşılayamadığın olayların nedenlerini açıklayacağım. Buraya kadar Hz. Musa ve surenin akışı içinde hikâyeyi izleyen bizler, kendimizi izleyen ve sırrını bilmediğimiz sürpriz gelişmeler karşısında buluyoruz. Hikâyeyi izleyen bizlerin durumu tıpkı Hz. Musa'nın durumu gibidir. Üstelik biz bu tür garip davranışlarda bulunan adamın kim olduğunu bile bilmiyoruz. Bizi saran kapalı havayı tamamlamak için Kur'an-ı Kerim adamın ismini açıklamıyor. Hem ismin ne önemi var ki. Bu adamın yüce ilahi hikmeti temsil etmesi isteniyor. İlahi hikmette ise, yakın sonuçlara, bilinen önermelere yer yoktur. Tam tersine ortaya çıkan sonuçlar, görme kapasitesi sınırlı olan gözlerin göremediği uzak hedeflere göre değerlendirilir. Bu yüzden adamın adının anılmış olmaması, temsil ettiği manevi kişiliğe uygun düşmektedir. Daha baştan itibaren görünmez, gaybi güçler hikâyede etkin rol oynuyorlar. Örneğin Hz. Musa kendisi ile görüştürüleceği vadedilen bu adamla buluşmak amacı ile yoluna devam ediyor. Ama genç arkadaşı azıklarını kayalıklı yerde unutuyor. Sanki geri dönmeleri için unutmuş gibi. Geri döndüklerinde sözü edilen adamla karşılaşıyorlar. Şayet yollarına devam etselerdi; eğer ilahi takdir tekrar geri dönmelerini öngörmeseydi adamla karşılaşamayacaklardı. Görüldüğü gibi hikâyeye egemen olan hava bütünüyle kapalı ve bilinmezliklerle dolu bir havadır. Bu yüzden ayetlerin akışı içinde adamın adı da gizli ve kapalı kalıyor. Sonra yavaş yavaş sır ortaya çıkıyor... 79- O gemi var ya, yoksul deniz işçilerinin malı idi. Onda bir kusur meydana getirmek istedim. Çünkü bu denizcileri, rastladığı her sağlam gemiye zorla el koyan bir hükümdar kovalıyordu. Bu kusur sayesinde gemi zalim hükümdarın eline geçmekten kurtuldu. Gemiye verilen bu küçük zarar; sağlam kalması durumunda başına gelecek olan ve gaybın perdesi altında saklı bulunan büyük zarara karşı koruyuculuk işlevi görmüştür. 80- O delikanlıya gelince, onun ana-babası mü'min kimselerdi. Onları azgınlığa ve kâfirliğe sürüklemesinden çekindik. 81- İstedik ki, Rabb'leri onlara o delikanlıdan daha temiz ve daha iyiliksever bir evlat bağışlasın. Şu anda ve görüldüğü kadarıyla öldürülmeyi haketmeyen bu delikanlının gerçek karakteri üzerindeki gayb perdesi kalkıyor ve her yönüyle bu bilge kulun gözlerinin önüne seriliyor. Delikanlının özü itibariyle kâfir ve azgın bir karaktere sahip olduğu ortaya çıkıyor. Küfür ve azgınlığın tohumları içine ekilmiştir. Bu tohumlar gün geçtikçe kökleşiyor, davranışlarına yansıyor... Şayet yaşasaydı, kâfirliği ve azgınlığı ile mü'min ana-babasını zor durumda bırakacaktı. Kendisine yönelik sevgilerinin etkisiyle onları, kendi yolunu izlemeye zorlayacaktı. İşte bu yüzden yüce Allah, kâfir ve azgın bir karaktere sahip olan bu delikanlımın öldürülmesini, ayrıca onun yerine daha iyi ve anne-babasına karşı daha merhametli bir evladın bahşedilmesini diledi. Ve bu bilge kulunun da o delikanlıyı öldürmesini istedi. Şayet mesele, dış görünüşe göre değerlendirme yapan insanın bilgisine bırakılmış olsaydı, sadece çocuğun o durumu onu ilgilendirecekti. Dolayısıyla yasal olarak öldürülmesini gerektirecek bir suç işlemediği için elinde çocuğun aleyhinde kullanabileceği bir gerekçe olmayacaktı. Yüce Allah'dan ve yüce Allah'ın kendi tekelinde olan gayba ilişkin bir kısım bilgi öğrettiği kimi kullarından başka hiçbir kimse, herhangi bir insanın gaybın bilinmezlikleri arasında yeralan bir özelliği hakkında karar veremez. Yine hiçbir kimse bu bilgiye dayanarak şeriatın verdiği hükümden farklı bir hüküm ortaya koyamaz. Şu kadarı var ki, yüce Allah'ın emri, sonsuz gayba ilişkin bilgisine dayanır. 82- O duvar var ya, o şehirde yaşayan iki yetim çocuğun malı idi ve duvarın altında bu yetimlere miras kalmış bir hazine vardı. Babaları iyi bir insandı. Rabb'in istedi ki, o yetimler, erginlik çağına erdikten sonra Rabb'lerinin bir merhameti olan hazinelerini kendi elleri ile duvarın altından çıkarsınlar. Yoksa ben bu işleri kendi kafamdan yapmadım. İşte sabırla karşılayamadığın olaylara ilişkin açıklamam budur. Her ikisi de aç oldukları, üstelik köylüler tarafından misafir edilmedikleri halde, bu adamın köylülerden herhangi bir ücret istemeden doğrultmaya çalıştığı bu duvarın altında bir hazine gizliydi, duvarın dibinde şehirde bulunan yetim ve güçsüz iki delikanlıya ait bir servet saklıydı. Şayet duvar yıkılmaya terk edilseydi, altındaki hazine ortaya çıkacaktı. Bu durumda çocuklar kendilerine ait bu hazineyi koruyamayacaktı. Babaları iyi bir insan olduğu için yüce Allah bu iyilikten onları zayıflıklarında, küçüklüklerinde yararlandırmak istedi. Büyümelerini, erginlik çağına erişmelerini, mallarını koruyabilecekleri bir durumdayken hazineyi çıkarmalarını diledi. Ardından adam bu meseleden elini çekiyor. Çünkü bu tür davranışlarda bulunmasını öngören, yüce Allah'ın rahmetidir. Gerek bu meseleye gerekse bundan önceki meselelere ilişkin gaybtan onu haberdar eden, sonra da bu bilgi doğrultusunda onu bu tür uygulamalara yönelten yüce Allah'dır: Bunları Rabb'inin rahmeti sonucu yapıyorum, yoksa ben bu işleri kendi kafamdan yapmadım." Şu anda yüce Allah'ın hoşnut olduğu kullarından başka hiçbir kimseye bildirmediği gayb üzerindeki perde aralandığı gibi, bu adamın uygulamalarının hikmeti üzerindeki perde de kalkmış bulunuyor. Ortaya çıkan sırrın ve açılan perdenin dehşetinden o adam ayetlerin akışı içinde ilk kez göründüğü gibi gözlerden kayboluyor. Meçhulden geldiği gibi tekrar meçhule doğru yol alıyor. Hikâye evrende yeralan en büyük hikmeti temsil ediyor. Bu hikmet, ancak belli oranlarda ortaya çıkar. Gerisi yüce Allah'ın bilgisi kapsamında, perdelerin ötesinde bir gayb olarak varlığını sürdürür. Böylece surenin akışı içinde, Hz. Musa ve bilge bir kulun hikâyesi ile Eshab-ı Kehf hikâyesi; gayba ilişkin meselelerin yüce Allah'a özgü kılma noktasında birleşiyor. Kuşkusuz yüce Allah, olayları sonsuz bilgisi uyarınca bir hikmete göre planlar. İnsanlar ise bu plânı kavrayamazlar. Gaybın üzerine gerili perdelerin önünde dikilip dururlar. Perdelerin ötesindeki sırları da ancak belli oranlarda öğrenebilirler. ONBEŞİNCİ CÜZ'ÜN SONU-ONALTINCI CÜZ'ÜN BAŞLANGICI Kehf suresinin bu son dersinin ana konusu, Zülkarneyn hikâyesidir. Onun yeryüzünün doğusuna, batısına ve orta bölgesine yaptığı üç yolculuk, bir de Ye'cuc ve Me'cuc saldırılarına karşı yaptığı setin anlatılmasıdır. Ayetlerin akışı setin yapımını tamamladıktan sonra Zülkarneyn'in söylediği şu sözü aktarıyor: "Zülkarneyn; `Bu set, Rabb'imin rahmetidir. Fakat Rabb'im belirlediği an gelince onu yerle bir eder. Hiç kuşkusuz Rabb'imin sözü gerçektir." Sonra sura üfleme ve bir kıyamet sahnesi ile bu sözün gerçekliği üzerine bir değerlendirme yapılıyor. Ardından sure üç kısa bölümle son buluyor. Bu bölümlerin her biri "de ki" ifadesi ile başlıyor. Bu bölümler surenin belli başlı konularını ve genel yönlendirmelerini özetliyor. Sanki bunlar, son derece ahenkli bir nağme halinde seslendirilen etkileyici son melodilerdir. Zülkarneyn hikâyesi şöyle başlıyor! 83- Ey Muhammed, sana Zülkarneyn hakkında soru sorarlar. Onlara de ki; ' `Size onun hakkında bazı düşündürücü bilgiler vereceğim. " Muhammed b. İshak, bu surenin indiriliş sebebine ilişkin olarak unları anlatıyor: "Bize, kırk küsür seneden beri yanımıza gidip gelen Mısırlı bir ihtiyar anlattı, o da İkrime den, o da İbn-i Abbas'tan dinlemiş: Kureyşliler, Nadr b. Haris ve Ukbe b. Ebu Muayt'ı Medine'ye yahudi hahamlarının yanına göndererek şöyle dediler: "Onlara Muhammed hakkında bazı şeyler sorun, onun niteliklerini ve söylediklerini anlatın. Çünkü yahudiler kendilerine kitap gönderilen ilk toplumdurlar, onlar, peygamberler hakkında bizim bilmediğimiz bilgilere sahiptirler." Bunun üzerine bu şahıslar çıkıp Medine'ye gittiler. Onlara Peygamber Efendimize -salât ve selâm üzerine olsun- ilişkin birtakım sorular sordular. Onun durumunu anlatıp bazı sözlerini aktardılar. Ardından şunları söylediler; Siz Tevrat a bağlı kimselersiniz, bu arkadaşımız hakkında bize fikir verirsiniz diye geldik." Bunun üzerine hahamlar şöyle dediler. "Size söyleyeceğimiz üç şeyi sorun. Eğer bu konularda size bilgi verirse Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Aksi taktirde yalancı birisidir, artık ona karşı nasıl isterseniz öyle davranın. İlk çağlarda kaybolan gençlerin başına ne geldiğini sorun. Çünkü bu gençlerin hikâyeleri oldukça ilginçtir. Sonra yeryüzünün doğusuna, batısına ulaşan gezgin adamın durumunu anlatmasını isteyin. Bir de O'na ruhun ne olduğunu sorun. Eğer bunlardan size bilgi verirse, O bir peygamberdir, O'na uymalısınız. Yok eğer gerekli bilgiyi veremezse yalan uyduran birisidir. Bu durumda O'na karşı neyi uygun görürseniz onu yapın"... Nadr ve Ukbe Kureyşliler'in yanına dönüp şöyle dediler: "Ey Kureyşliler, sizinle Muhammed arasında başgösteren sorunu çözüme bağlayacak bazı bilgiler getirdik. Yahudi hahamları, O'na bazı meseleleri sormamızı tavsiye ettiler." Sonra da hahamların dediklerini onlara anlattılar. Bunun üzerine Kureyşliler kalkıp Peygamberimizin yanma gelerek: "Ya Muhammed, bize bilgi ver" diye hahamların dediklerini sordular. Bunun üzerine Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Sorduğunuz konular hakkında yarın size açıklamada bulunacağım" dedi. Fakat "inşaallah" demedi. Kureyşliler geri dönüp gittiler. Peygamberimiz onbeş gece beklediği halde yüce Allah bu konuda kendisine vahiy indirmedi. Cebrail de gelmedi. Öyle ki Mekkeliler "Muhammed bize yarın demişti, ama bugün onbeşinci gündür, henüz sorularımıza bir cevap vermiş değildir" diye yaygara kopardılar. Valıyin gecikmesi, Peygamberimizi üzüyor ve Mekkeliler'in söyledikleri, zoruna gidiyordu. Sonra Cebrail -selâm üzerine olsun- yüce Allah katından ona Eshab-ı Kehf suresini getirdi. Bu sure, müşriklerin tutumlarına üzülen Peygamberimize yönelik serzeniş niteliğindeki ayetleri içeriyordu. Ayrıca bu sure, gençler ve gezgin adam hakkında sorulan sorulara ilişkin bilgileri ihtiva ediyordu. Bir de şu ayet inmişti: "Sâna ruh hakkında soru sorarlar. De ki; "Ruh Rabb'imin tekelinde olan bir olgudur. Size bilginin çok az bir bölümü verilmiştir." (İsra, 85) Bu bir rivayettir. Özel olarak "Ruh" ayetinin indiriliş sebebine ilişkin İbni Abbas'tan bir başka rivayet nakledilmiştir. Avfi bu rivayetten söz eder. Rivayete göre yahudiler, Peygamber Efendimize şöyle demişler: "Bize ruhtan söz et. Cesetteki ruh nasıl azap görür, halbuki ruh doğrudan doğruya Allah vergisidir." Bu konuda Peygamberimize herhangi bir vahiy inmedi. Onlara herhangi bir açıklamada da bulunamadı. Daha sonra Cebrail geldi ve ona şu ayeti indirdi: "Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki; "Ruh Rabb'imin tekelinde olan bir olgudur. Size bilginin çok az bir bölümü verilmiştir." Ayetlerin indiriliş sebepleri ile ilgili çeşitli rivayetler vardır. Ancak biz, doğruluğunda kuşkuya yer bulunmayan Kur'an ayetinin sınırları içinde kalmayı tercih ediyoruz. Bu ayetten anlıyoruz ki, Zülkarneyn hakkında bir soru sorulmuş ama kesin olarak kimin sorduğunu bilmiyoruz. Soruyu kimin sorduğunu bilmek, hikâyenin ifade ettiği anlama bir katkıda bulunmayacaktır. Bu yüzden biz hikâyeye herhangi bir eklemede bulunmadan Kur'an ayetini ele alıyoruz. Ayet, Zülkarneyn'in şahsı, yaşadığı dönemi ve yeri hakkında herhangi bir açıklamada bulunmuyor. Bu belirsizlik, Kur'an'da yeralan hikâyelerin değişmez özelliğidir. Çünkü Kur'an'da yeralan hikâyelerin asıl amacı, tarihi tespit değildir. Amaç, hikâyeden yararlı sonuç çıkarmaktır. Çoğu zamanda yer ve zaman tespitine gerek kalmadan hikâyelerden istenen sonuç çıkarılabilir. Yazılı tarih, İskender-i Zülkarneyn adlı bir kraldan söz eder. Ancak bu kralın Kur'an-ı Kerim'de sözü edilen Zülkarneyn olmadığı kesin. Çünkü Yunan Kralı İskender putperestti. Oysa Kur'an'da sözü edilen Zülkarneyn Allah'ın birliğine inanan bir mü'mindir, ölümden sonra dirilişe ve ahirete inanan birisidir. Astronomi bilgini Ebu Reyhan el-Biruni "Geçmiş yüzyıllardan geride kalan izler" adlı eserinde şöyle der: "Kur'an-ı Kerim'de sözü edilen Zülkarneyn, bu isimle anılan bir Himyer kralı idi. Çünkü Himyer kralları, isimlerinin başına "zi" eki bitiştirilerek anılırlardı. "Zinüvas, Ziyezn" gibi. Sözünü ettiğimiz kralın da adı Ebubekir b. İfrikaş idi. Bu kral, orduları ile birlikte Akdeniz sahillerine kadar gitmiş, Tunus ve Merakeş gibi yerlere uğramıştı. Orada İfrikiye şehrini kurmuştu. Daha sonra tüm kıta, bu adı (Afrika) almıştı. Güneşin doğduğu ve battığı yerlere ulaştığı için Zülkarneyn adını almıştı." Bu sözler doğru olabilir. Ancak bu sözlerin doğru olup olmadığını kesin şekilde belirleme imkânına sahip değiliz. Çünkü hayatının bir bölümü Kur'an'da anlatılan Zülkarneyn'le ilgili olarak yazılı tarihte bir araştırma yapmak mümkün değildir. Bu hikâyenin durumu, tıpkı Kur'an-ı Kerim'de anlatılan Nuh, Hud, Salih kavimleri gibi diğer hikâyelerin durumuna benzer. Çünkü insanlığın ömrüne oranla tarih ilminin doğuşu çok yeni bir olaydır. Kuşkusuz yazılı tarihten önce hakkında hiçbir şey bilinmeyen çok olaylar yaşanmıştır. Dolayısıyla bu tür olaylar hakkında, henüz yeni doğmuş olan tarih ilminden açıklama beklenemez. Şayet Tevrat bozulmuşluktan ve eklemelerden kurtulabilmiş olsaydı, bu tür olaylar hakkında güvenilir bir kaynak olacaktı. Ne var ki Tevrat; efsane olduğundan şüphe götürmeyen yığınla hurafeyle doludur. Allah tarafından vahyedilmiş olan asıl Tevrat'a eklendiklerinden kuşku duyulmayan birçok rivayet yeralmaktadır. Şu halde Tevrat içindeki tarihi hikâyeler, güvenilir bir kaynak kabul edilemez. Bu durumda, bozulma ve değiştirilmeden korunmuş bulunan Kur'an'dan başka kaynak kalmıyor. İçindeki tarihi hikâyelerin tek kaynağı odur. İki açık nedenden dolayı Kur'an'da yeralan hikâyeleri tarih ilmine göre değerlendirmeye tabi tutmanın doğru olmayacağı kesindir. Birincisi, tarih ilmi yeni doğmuştur. Tarih ilmi doğmadan önce insanlık tarihinde, hakkında herhangi bir şey bilinmeyen sayısız olaylar yaşanmıştır. Kur'an-ı Kerim'de tarihte izine rastlanmayan bu tür olayları zaman zaman anlatır. İkincisi; tarih -bu olayların bazısını kapsamına alsa bile- her yönüyle yetersiz bir varlık olan insanoğlunun ürünüdür. Bu yüzden insanın ortaya koyduğu her üründe kendini gösteren eksiklik, yanlışlık ve tahrif ona da yansıyacaktır. İletişim araçlarının ve araştırma yöntemlerinin bunca gelişme kaydettiği günümüzde bile bir tek haber ya da olayın değişik şekillerde anlatıldığına tanık olabiliyoruz. Bu bir tek haber ya da olaya farklı açılardan bakıldığını, hakkında birbiriyle çelişen yorumlar yapıldığını görebiliyoruz. İşte tarih dediğimiz ilim bu dedikodulardan, birbiriyle uyuşmayan çelişkili bilgilerden meydana gelmiştir. Bundan sonra incelemeye ve ayıklamaya tabi tutulduğu söylense de. Kur'an-ı Kerim'de yeralan hikâyeler hakkında tarih ilminin görüşüne baş vurmaktan sözetmek, Kur'anın her konuda gerçek ve kesin hükmü belirlediğini vurgulayan inanç sisteminden önce, insanların kabul ettikleri bilimsel kurallara da ters düşmektedir. Dolayısıyla Kur'ana inanan aynı şekilde bilimsel araştırma yöntemlerine inanan birisi böyle saçma bir söz söyleyemez. Bazıları Zülkarneyn hakkında Peygamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun- soru sormuş, yüce Allah da Zülkarneyn'in hayatının burada anlatılan kısmın vahyetmişti. Zülkarneyn'in hayatını ele alan Kur'an dışında bir başka kaynak da yok elimizde. Bu yüzden bir bilgiye dayanarak hikâyeyi daha geniş boyutlarda ele alma imkânından yoksunuz. Tefsirlerde bu hikâyeye ilişkin çeşitli söylentiler vardır. Ancak biz bu söylentilere kesinlikle güvenemiyoruz. İçindeki israiliyat ve hurafelerden dolayı bu söylentilerden uzak durulmasının gerekliliğine inanıyoruz. Kur'anın akışında, Zülkarneyn'in çıktığı üç yolculuktan söz ediliyor: Birincisi; yeryüzünün batısına, ikincisi; doğusuna, üçüncüsü de; iki set arasındaki bölgeye yapılmıştır. Şu halde ayetlerin akışı içinde bu üç yolculukta olup bitenleri izleyelim. Zülkarneyn hikâyesi önce onunla ilgili bir açıklama ile başlıyor. 84- Biz onu yeryüzünde egemen kıldık ve her amaca ulaştıracak sebebi buyruğuna sunduk. Yüce Allah onu yeryüzünde egemen kılmış, ona sağlam dayanaklı bir iktidar bahşetmişti. Hakimiyet kurmasını, ülkeler fethetmesini, yeryüzünü imar edip bayındır hale getirmesini, iktidar ve nimet elde etmesini sağlayacak sebepleri buyruğuna sunmuştu. Kısacası dünya hayatında insanın egemenlik kurmasını sağlayacak her türlü imkânı eline vermişti. 85- O da bir sebebe sarılarak yola koyuldu. 86- Sonunda güneşin battığı yere varınca güneşi, çamurlu bir su pınarında batarken buldu. Orada rastladığı bir toplum ile ilgili olarak kendisine "Ey Zülkarneyn, onlara istersen ceza ver, istersen kendilerine iyi davran" dedik. 87- Zülkarneyn o topluma dedi ki; "Aranızdaki zalimleri cezaya çarptıracağız. Onlar, ilerde Rabb'lerinin huzuruna vardıklarında eşi görülmemiş, ağır bir azaba uğrayacaklardır. 88- İman edip iyi ameller işleyenlere gelince onları, ödüllerin en güzeli beklemektedir. Böylelerine kolay işler buyuracağız. Güneşin battığı yer, bakanların ufkun ötesinde güneşin battığını gördükleri yerdir. Bu ise bulunulan yere göre değişir. Çünkü bazı yerlerde bakanlar, güneşin bir dağın arkasında battığını görürler. Büyük okyanuslarda ve denizlerde olduğu gibi bazı yerlerde de güneşin "su"da battığı görülür. Gözün görebildiği kadar uzanan uçsuz bucaksız çöllerde de güneşin kumlara battığı görülür. Ayetten öyle anlaşılıyor ki Zülkarneyn Atlas Okyanusu'nun sahillerinde bir yere ulaşana kadar batıya doğru yol almıştı. -Atlas Okyanusu karanlıklar denizi olarak anılırdı. Çünkü karaların burada bittiği sanılırdı- Bu sırada güneşin okyanusta battığını görmüştü. Tercih edilen görüşe göre Zülkarneyn'in sahile ulaştığı nokta bir nehrin denize döküldüğü yerdi. Böyle yerlerde yeşil ot:ar, sazlıklar çok olur. Çevresinde bataklıklar, çamur deryaları olur. Bu bataklıklarda oluşan su birikintileri, su kaynağı gibi görülür. İşte Zülkarneyn güneşin burada battığını görmüş "Güneşi çamurlu bir su pınarında batarken buldu." Ancak bizim, güneşin battığı bu yeri belirlememiz çok güçtür. Çünkü Kur'an ayeti yer tespitinde bulunmuyor. Ayrıca yer tespitinde, dayanabileceğimiz güvenilir bir diğer kaynak da yok elimizde. Bunun dışında bu konuda söylenen tüm sözler güvenilir olmaktan uzaktırlar. Çünkü doğruluğu tartışmasız bir kaynağa dayanmazlar. |