Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 13:27   Mesaj No:4

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.079
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Nahl Suresi Tefsiri

"Acaba Allah'ın nimetlerini inkâr mı ediyorsunuz."
Nimeti verene, bağışta bulunana, rızıklarını arttırana şükredeceklerine, nimete ortak koşmak suretiyle karşılık veriyorlar. Öyle mi?
Üçüncü dokunuşun zemini, kendileri, eşleri, çocukları ve torunlarıdır. Burada öncelikle erkek ile kadın arasındaki güçlü bağın yerleştirilmesi ile söze girilmektedir:
"Allah size kendi türünüzden eşler sundu."
Onlar sizin kendinizdendir, sizin bir parçanızdır onlar. Onlar aşağılık bir tür değillerdir. Ki doğduklarını müjde aldığınızda saklanıp üzülesiniz!
"Bu eşlerinizden size çocuklar, torunlar verdi."
Geçici olan insan, çocukları ve torunları vasıtası ile varlığının sürdürüldüğünü rahatça algılar. İnsanın içindeki bu arzuya dokunulması duyarlılığını daha bir körükler... Ardından şöylece olumsuzluk ifade eden soru sorulur:
"Durum böyleyken onlar batıla inanıp Allah'ın nimetlerini inkâr mı ediyorlar?"
Ki O'na ortak koşuyorlar ve onun emrine karşı geliyorlar. Bu nimetlerin hepsi O'nun bağışıdır. Ve bunlar, onların hayatlarında her an gözlerinin önünde bulunan realiteler. olgular olarak Allah'ın ilahlığını gösteren ayetlerdir...
"Onlar batıla mı inanıyorlar?"
Allah'ın dışındaki her şey batıldır. Bu sahte tanrılar ve uydurma kuruntular da tümden batıldır. Realitede varlıkları yoktur. Onların içinde hiçbir gerçek de yoktur. Onlar Allah'ın nimetini inkâr ediyorlar. Halbuki bu onların somut olarak algıladıkları, güzel görüp faydalandıkları bir nimettir. Buna rağmen onu inkâr ediyorlar.
"Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine göklerden ya da yerden hiçbir rızık vermeyen, buna asla gücü yetmeyen düzmece ilahlara taparlar."
İnsan fıtratının bu kadar bozulmuş olması şaşırtıcı bir durumdur. İnsanların kendilerine rızık verme gücüne sahip bulunmayan ve hiçbir zaman ve ortamda bu güce sahip olamayacak birine ibadet kasdı ile yönelmeleri tuhaf bir tutumdur. Yaratan ve yarattıklarının rızkını veren Allah'ı çağırdıkları, Allah'ın birliğini gösteren kanıtlar gözlerinin önünde olduğu halde; O'nun benzerlerinin ve O'na denk birilerinin olduğunu ileri sürmeleri hayret vericidir.
"Allah'a benzerler yakıştırmaya kalkışmayınız. Çünkü Allah bilir, siz bilmezsiniz."
Allah'ın bir benzeri yoktur ki, siz O'nun gibilerinden söz edebilesiniz, örnek veresiniz.
GERÇEĞİN KAVRATILMASI

Surenin akışı içinde onlara iki örnek verilir. Birincisinde rızık veren ve mülkün sahibi bir efendiden söz ediliyor. İkincisinde hiçbir şeye sahip bulunmayan ve hiçbir kazancı olmayan aciz bir köleden bahsediliyor. Amaç kendisinden habersiz oldukları büyük gerçeğin, Allah'ın bir benzerinin olmadığı gerçeğinin kavratılması, ibadet edilmede Allah ile yaratıkların bir tutulmasının doğru olmadığının belletilmesidir:



75- Allah, özgürlüğünden yoksun, hiçbir şey yapmaya gücü yetmeyen, bir köle ile kendisine bağışladığımız güzel nimetlerin bir bölümünü başkalarına veren kimseyi size örnek veriyor. Hiç bunlar bir olur mu? Allah'a hamdolsun ki, gerçek meydana çıktı. Fakat onların çoğu bunu bilmez.


76- Allah bir de şu iki adamı örnek verir: Adamlardan biri dilsizdir, hiçbir;ey yapamaz efendisine yüktür, gönderildiği hiçbir yerden başarı ile dönmez. Şimdi bu adam hiç doğru yolda olan ve adalete uygun emirler veren bir kimse ile bir olur mu?

Birinci örnek onların günlük hayatlarından alınmıştır. Onların hizmetçileri, köleleri bulunuyordu. Bu kölelerin hiçbir şeyleri yoktu. Ve hiçbir şeye de güçleri yetmezdi. Onlar hiçbir şeye gücü yetmeyen zavallı köle ile dilediğini yapabilen mülk sahibi efendiyi bir tutmazlardı. O halde nasıl olur da kulların efendisi ve sahibi olan Allah ile hepsi de O'nun kulu olan birini veya bir nesneyi bir tutabilirlerdi?
İkinci örnek hiçbir şey bilmeyen ve başarı elde edemeyen zayıf, dilsiz ve geri zekâlı bir adam ile konuşabilen, güçlü, adaleti emreden, doğruluk, iyilik yolunda çalışan bir adamı tasvir ediyor... Akli dengesi yerinde olan biri, bu iki örneği aynı tutamaz. Nasıl olur da bir put veya taş ile her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, iyiliği emreden, doğru yola ileten yüce Allah bir tutulabilir?
İşte bu iki örnek, yüce Allah'ın insanların iki ilah edinmemelerine ilişkin emri ile başlayan bölümün sonu olmaktadır. Bölümün sonu da iki ilah edinen bir topluluğun işine akıl erdiremediğini dile getiriyor...

AKIL ERDİRİLEMEYEN SIRLAR

Gelecek bölümdeki derste de bu surenin ana konusunu oluşturan tek ilahın (Allah'ın birliğinin) delilleri sergileniyor. Yaratma işleminin akıl almaz büyüklüğü, nimetlerin bolluğu ve kuşatıcı ilim. Ayrıca bu bölümde özellikle diriliş meselesine yer veriliyor. Kıyamet de hiç kuşkusuz sadece Allah'ın bildiği, O'ndan başka kimsenin haberdar olmadığı gayb sırlarından biridir.
Bu dersin konularına gelince, bunlar yüce Allah'ın yerde ve göklerde içteki ve dıştaki gayb sırlarıdır. Kıyamete ilişkin sorular da bu konular arasında yeralıyor. Bunları Allah'dan başkası bilemez. Onlara egemen olan Allah'dır. Ve bunlar O'nun için basit şeylerdir:
"Kıyamet olayı yakınlığı bakımından bir göz kırpması gibidir, ya da bundan bile daha yakındır."
Rahimlerdeki gizli olanı bilen O'dur. Bu gayb aleminden yavruları çıkaran sadece O'dur. İnsanlar bu çocukluk halinde hiçbir şey bilmezler. Daha sonra onlara göz, kulak ve kalp verilir. Belki nimetlerine karşı şükrederler diye onlara bu nimetleri veren O'dur. Yarattıklarının sırlarına ilişkin gaybı da O bilir. Bu sırlardan sadece biri olarak kuşların gökyüzü boşluğunda hareket edişleri sözkonusu ediliyor. onları havada tutanın Allah'dan başkası olmadığı vurgulanıyor.
Akıllara durgunluk veren bütün bu olağanüstülükler yanında Allah'ın insanlara bahşettiği bazı maddi nimetler de yeralıyor. Yerleşmek için yapmış oldukları binalar, evler ve konutlar, seyahatte kullanmak amacı ile hayvanların derilerinden edindikleri çadırlarda barınma, gölgelenme ve huzura erme nimetleri, yünlerinden, tüylerinden ve kıllarından elde ettikleri döşemelik ve giysilikler gibi nimetleri, bunun yanında gölgeleri, mağaraları ve sıcaktan koruyan elbiseleri, savaşta bedeni koruyan zırhları bu nimetlerle birlikte ele alınıyor:
"Böylece size yönelik nimetlerini tamamlıyor, ola ki buyruklarına uyarsınız."
Bunun ardından dirilişe ilişkin sahnelerin detayına giriliyor, müşriklerin, ortak koştuklarının, onlara şahitlik eden peygamberlerin ve kendi kavmine şahitlik eden Peygamberimiz Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- durumları sergileniyor. Böylece bu bölüm de diriliş ve kıyamet havası ile sona eriyor.


77- Göklere ve yere ilişkin bilinmezlerin bilgisi Allah'ın tekelindedir. Kıyamet olayı, yakınlığı bakımından bir göz kırpması gibidir ya da bundan bile daha yakındır. Hiç şüphesiz, Allah'ın gücü her şeye yeter.

Diriliş meselesi, inanç sisteminin her peygamber devrinde ve her çağda önemli tartışmalara neden olduğu bilinen gayb konularından biridir. Bu yalnız Allah tarafından bilinen gayb konularından biridir.
"Göklere ve yere ilişkin bilinmezlerin bilgisi Allah'ın tekelindedir."
İnsanlar, yeryüzündeki bilimleri nereye varırsa varsın, yeryüzünün zenginliklerini ve onun gizli olan enerji kaynaklarını ne ölçüde ortaya çıkarırlarsa çıkarsınlar, gaybın perdesi önünde güçsüz ve çaresiz kalacaklardır. İnsanoğlunun en bilginleri dahi bir an sonra başına gelecek şeyleri bilememe konumunu aşamazlar. Onlar bizzat kendilerinin başına gelecek olan en yakın şeyi dahi tahmin edemezler. Verdikleri nefesin tekrar geri gelip gelmeyeceğini bilemezler. İleriye dönük hesaplar insanı bütünüyle çıkmaza sokarken, onun kaderi gaybın perdesi arkasında gizlidir. Ne zaman ansızın kendisini yakalayacağını bilemez. Belki de bir saniye sonra onu yakalayacaktır. Aslında insanoğlunun geleceğe ilişkin şeyleri bilmemesi, şu andan sonrasından habersiz oluşu, Allah'ın insana bir rahmetidir. İnsanlar bu sayede düşünebilir; çalışabilir, ürün kaldırabilir ve birtakım onarım ve inşa işlerine girebilirler. Kendilerinin başlatmış oldukları çalışmaları, sonrakilerin gelip tamamlaması için ardlarında bırakabilirler. Böylece perde arkasında gizli olan ecelleri gelinceye kadar bir çalışma içinde olmaları sağlanmış olur.
İşte kıyamet de bu gizli olan gaybla ilgili konulardan biridir. Şayet insanlar kıyametin ne zaman kopacağını bilselerdi, hayatın çarkı durur veya bozulurdu. Hayat, ilahi kudretin kendisi için çizmiş olduğu doğrultuya uygun bir şekilde ilerlemezdi. İnsanlar kıyamet gününün senelerini, aylarını, günlerini, saatlerini ve saniyelerini sayıp dururken, hayatın akışının normalde devam etmesi düşünülemezdi.
"Kıyamet olayı, yakınlığı bakımından bir göz kırpması gibidir ya da bundan bile daha yakındır."
Yani kıyamet yakındır. Fakat bu yakınlığın ölçüsü insanın bilinen hesabının ölçüsü değildir. Kıyametin kopması için bir zamana gerek yoktur. Bir göz açıp-kapatmak yeterlidir onun için. Bir de bakmışsın ki, o bütün sebepleri ve şartlarıyla hazır olup gelmiştir:
"Hiç kuşkusuz Allah'ın gücü her şeye yeter."
Haddi hesabı olmayan onca yaratıkların ve kalabalıkların dirilişi, canlandırılışı, toplanması, hesaba çekilmesi ve eylemlerine uygun bir biçimde ödüllen dirilmesi veya cezalandırılması... Bütün bunların hepsi bir şeye "ol" deyince oluveren ilahi kudret için kolay ve basit işlerdir. Bunları ancak beşeri ölçüleri esas alarak ölçen, insan gözüyle onlara bakıp, insani kriterlerle onları değerlendirmeye çalışanlar, çok zor ve dehşet verici akıl almaz bir iş olarak değerlendirebilirler... İşte onlar bu ölçüleri esas aldıkları için yanlış düşünüyor ve yanlış değerlendiriyorlar!
Kur-an'ı Kerim meseleyi daha rahat anlaşılır hale getirmek için, insan hayatından küçük bir örnek veriyor. Bu olay gece ve gündüzün her saniyesinde sürekli meydana geldiği halde onların güçleri bu olay karşısında aciz kalmakta ve düşünceleri onu anlatmakta güçlük çekmektedir:

78- Allah sizi, hiçbir şey bilmez halde, analarınızın karınlarından çıkardı, size kendisine şükredesiniz diye işitme duyusu, gözler ve kalpler verdi.

Bu çok yakında bulunan bir gayptır. Fakat o aynı oranda da derin, anlamlı ve uzaktır. Anne rahminde bir yavrunun geçirdiği evreleri insanlar görebilirler. Fakat onlar bu evrelerin nasıl tamamlandığını bilemezler. Zira bunun sırrı,gizli olan hayat sırrının aynısıdır. İnsanoğlunun sahip olduğunu iddia ettiği, kendisiyle övündüğü, kıyametin ve gaybın ne olduğunu kendisiyle öğrenmeye çalıştığı bilim ise, sonradan elde edilmiş bir bilimdir:
"Allah sizi, hiçbir şey bilmez halde, analarınızın karınlarından çıkardı."
Her bilgin ve her araştırıcı uzmanın doğuşu, annesinin karnından hiçbir şey bilmez iken çıkışı, çok yakından bilinen bir olgudur! Bu hiçbir şey bilmediği çocukluk döneminden sonra, Allah'ın bir bağışı olarak ve insanlar için dilemiş olduğu kaderi gereği etrafını kuşatan bu evreni araştırarak, yaşamını daha rahat sürdürebilmesi için ona, keşfetme ve ilerleme kabiliyetini bağışlamıştır. Bu lütuf hayatın vazgeçilmez unsurudur.
"Size kendisine şükredesiniz diye işitme duyusu, gözler ve kalpler verdi."
Kur-an'ı Kerim kalp ve gönül kavramlarıyla insanın tüm bilinçli algılama unsurlarını ifade etmek ister. Bu kavram aynı zamanda akıl denilen olguyu da kapsamına alır. Aynı şekilde mahiyeti ve fonksiyonu bilinmeyen gizli ilham güçlerini de içine alır. "size göz, kulak, kalp vermiştir ki şükredesiniz." Bu nimetin değerini ve bunun dışında bulunan Allah'ın size vermiş olduğu nimetlerin değerini kavradığınızda ona şükredesiniz diye... Şükretmenin başı ise, yegâne ibadet mercii Allah'a inanmaktır.

ÜRPERTİCİ ÖRNEK

İnsanların görüp üzerinde düşünmedikleri ilahi kudretin eserlerinden, hayat verici olaylarından birisi daha örnek veriliyor. Bu gerçekten şaşırtıcı ve her zaman gözler önüne serili olan bir sahnedir:



79- Onlar gök boşluğunda, süzülen kuşları görmüyorlar mı? Onları dengede tutan Allah'dan başkası değildir. Bu olayda mü'minler için birçok ibret dersleri vardır.

Göklerin boşluğunda istedikleri gibi uçuşup giden kuşların manzarası, her zaman rastladığımız bir manzaradır. Fakat bu manzara alışageldiğimiz bir olgu olduğundan, onun hayret verici yanını insanlar gözardı edebilmektedirler. İnsan evreni, kalbinin uyanık bulunduğu bir sırada ve gerçekleri görebilen gözüyle süzdüğünde, bu hayret verici olayı fark edebilecektir. Kuşun göklerin boşluğunda bir tek halka çizmesi bile duyarlı kalpleri harekete geçirir. Ve bu olayı olduğu gibi tasvir etmeye çalışır. Önceden de şimdi de karşılaşılan o manzaraya bir canlılık katar.
"Onları dengede tutan Allah'dan başkası değildir."
Kuşun ve onun çevresini kuşatan evrenin yaratılışına hükmeden yasalarıyla... Kuşu uçmaya yetenekli şekilde yaratmasıyla... Etrafındaki havayı uçmaya elverişli kılmasıyla...Kuşù göklerin boşluğunda düşmeksizin durduran O'dur:
"Bu olaylarda mü'minler için birçok ibret dersleri vardır."
Mü'min olan kalp, aynı zamanda evrendeki ve yaratılıştaki üstün sanatları gören duyarlı kalptir. Bu sanatta yeralan, duyguları 'sarsan ve vicdanları harekete geçiren güzelliği ve üstünlüğü rahatça idrak eder. İnanmış bir kalp yaradılışın bu güzelliği karşısındaki duyarlılığını iman, ibadet ve Allah'ı tesbih ederek dile getirir. Kendilerine güzel söz sanatı verilmiş olan mü'minler, yaradılışın ve oluşumun güzelliklerine, üstün sanatına ilişkin bu olağanüstülükleri, çeşitli edebi üstünlüklerle ifade edebilirler. Kalbi aydınlatıcı parlak imanın güzelliği ile dolmamış olan bir şairin, böyle edebi üstünlüklere ulaşması mümkün değildir.

YARATILIŞIN SIRLARI

Surenin akışı içinde yaratılışın sırları, ilahi kudretin sanat eserleri ve ilahi nimetin görünümlerine ilişkin bir adım daha atılıyor. Bu adımla insan toplulukların:n barınaklarına kadar giriliyor. Bu evlerde ve onların çevresinde, kendilerine verilmiş olan nimetlere değiniliyor. Gölgelikler, mağaralar, huzur yerleri ve bunların sağladığı imkânlardan yararlanma gibi nimetler dile getiriliyor.



80- Allah, evlerinizi size barınak yaptı. Süt hayvanlarından gerek geziye çıktığınız ve gerekse beldelerinizde oturduğunuz günlerde kolayca taşıyabileceğiniz çadırlar yaptı. Bu hayvanların yünlerinden, tüylerinden ve kıllarından yaşama sürenizin bitimine kadar yararlanabileceğiniz çeşitli giyim ve kullanım eşyası yapmanızı sağladı.


81- Allah, yarattıklarından size gölgeler sağladı; dağlarda sığınacağınız mağaralar varetti; size sıcaktan koruyucu elbiseler ile düşmanlarınızın darbelerinden koruyucu zırhlar sağladı. Böylece size yönelik nimetlerini tamama erdiriyor ki, ola ki buyruklarına uyasınız.

Evlerde bulunan maddi rahat ve manevi huzur öyle bir nimettir ki, ancak evleri bulunmayan, maddi ve manevi huzur yüzü görmeyen, sürgündeki insanlar gerçek anlamda onun değerini bilebilirler. Evdeki huzur ve rahat surenin akışı içinde gaybtan söz eden bölümden sonra gelmektedir. Huzurun gölgesi de gaybın gölgesine yabancı değildir. Her ikisinin de içinde bir kapalılık ve gizlilik vardır. Huzur ve rahatın hatırlatılması, duygudan yoksun kalplere bu nimetin değerini kavratmak amacına yöneliktir.
Biz buradaki yoğun anlamlı ifade dolayısıyla İslâmın bakış açısına kısaca değineceğiz:
"Allah evlerinizi size barınak yaptı."
İşte İslâm evin bu şekilde psikolojik huzurun ve duygusal tatminin yuvası olmasını istemektedir. Onun bir rahatlama yeri olmasını istemektedir. Orada kalp ve ruh huzur bulacak, rahata kavuşacak, güvene erecektir. İslâm barınma ve rahat için gerekli olan tüm imkânları temin eder. Ayrıca o evde bulunanların huzuru için gerekli olan şartları da hazırlar. Böylece o evde bulunanların huzuru için gerekli olan şartları da hazırlar. Böylece her biri diğerine bir teselli ve huzur vasıtası olur. Yoksa ev hiçbir zaman tartışma, ayrılık ve düşmanlık yeri değildir. O sadece barış, güven, emniyet, huzur ve rahatlama yeridir.
İşte bu nedenle İslâm eve dokunulmazlık vermiştir. Böylece oranın huzurunu, güvenini ve barışını sağlamıştır. Oraya girmek isteyen, ancak izin aldıktan sonra girebilir. Hiç kimse haksız yere otoritenin adını kullanarak oraya dalamaz. Herhangi bir sebepten dolayı evin içinde meydana gelen olayları, nelerin olup bittiğini gözetleyemez. Ve hiç kimse evdekilerin haberi olmadan veya onların evde bulunmadığı sırada onların aleyhinde birtakım haberler toplamak için eve giremez. Onların huzurunu ve güvenini bozamaz. İslâmın evler için öngördüğü sükuneti ihlal edemez. İşte tüm bu realiteleri Kur'an'ın şu derin cümlesi ifade ediyor!
Burada sahne evlerin, mağaraların ve giyim-kuşamın sahnesi olduğundan, surenin akışı içinde konu edinen hayvanlar, bu sahnenin birimleriyle uyum sağlayacak yönleriyle ele alınmaktadır:
"Süt hayvanlarından gerek geziye çıktığınız ve gerekse beldelerinizde oturduğunuz günlerde kolayca taşıyabileceğiniz çadırlar yaptı. Bu hayvanların yünlerinden, tüylerinden ve kıllarından yaşama sürenizin bitimine kadar yararlanabileceğiniz çeşitli giyim ve kullanım eşyası yapmanızı sağladı."
Burada da hayvanlardan elde edilen nimetler ile zaruri ihtiyaçları karşılayan nimetlerin yanında insanın zevklerini tatmin eden nimetlere de yer verilmiştir. Evin temel ihtiyaçları yanında, faydalanmaya ve hoş vakit geçirmeye de yer verilmiştir. Ayeti kerimede geçen "****" kavramı her ne kadar göç esnasında taşınılan yatak, örtü ve kap-kacak için kullanılırsa da yararlanma ve rahatlamayı da çağrıştırmaktadır.
Anlatımın seyri içinde gölgelere, dağlardaki barınaklara, insanları sıcaktan koruyan elbiselere ve savaşta koruyucu olarak giyilen zırhlara da işaret ederken, huzur ve sükunet havası daha da inceliyor:
"Allah, yarattıklarından size gölgeler sağladı; dağlarda sığınacağınız mağaralar varetti; size sıcaktan koruyucu elbiseler ile düşmanlarınızın darbelerinden koruyucu zırhlar sağladı."
İnsanın içi gölgelikte daha bir rahata ve huzura kavuşur. Dağlardaki barınaklarda ise ayrı bir güven ve emniyet hissi duyar. İnsan ruhu, kendisini sıcaktan koruyan örtüler ve elbiselerle bir kat daha rahata kavuşur. Onu zorluklardan koruyan zırhlar ve diğer koruyucu araçlarla da daha güven içinde hisseder kendini. Bunların hepsi de evlerin huzuru, rahatı, güveni ve gölgesi türünden nesnelerdir..: Bunların hepsinden sonra gelen ifade şudur:
"Böylece size yönelik nimetlerini tamama erdiriyor ki, ola ki, buyruklarına uyanısınız."
İslâm teslim olmak, huzura ve güvene kavuşmaktır...
İşte bu şekilde sahnenin tüm gölgeleri Kur'an'ın tasvir metoduna uygun bir uyum içine girmektedir.
Eğer onlar itaat ederse ne alâ. Eğer sırtlarını döner, uzaklaşmak isterlerse bu durumda peygambere düşen görev sadece gerçeği ulaştırmaktır. Onlar da Allah'ın nimetlerini öğrenip tanıdıktan ve bu nimetlerin inkâr edilemeyeceğini gördükten sonra red ve inkâr etmiş olurlar!



82- Eğer onlar sana sırt çevirirlerse senin görevin, buyruklarımızı onlara açıkça duyurmaktan ibarettir.


83- Onlar Allah'ın nimetlerini hem bilirler, hem de sonra onları inkâr ederler, onların çoğu kâfirdir.


KAÇINILMAZ SON

Bunun ardından bu bölümün baş tarafında sözü edilen kıyametin geldiği sırada kâfirleri bekleyen akıbet sergileniyor:

84- O gün her ümmetten bir tanık karşımıza getiririz. ondan sonra artık kâfirlere ne itiraz izni verilir ve ne de Rabblerinden özür dilemeleri istenir.


85- Zalimler, azapla yüzyüze geldiklerinde, artık ne azapları hafifletilir ve ne de kendilerine mühlet verilir.


86- Allah'a ortak koşanlar, koştukları ortakları gördüklerinde "Ey Rabbimiz, seni bırakıp kendilerine yalvardığımız ortaklar bunlardı" derler. Koşulan ortaklar ise onlara "Sizler kesinlikle yalancısınız" diye hemen cevap yetiştirirler.


87- O gün müşrikler, çaresizlik içinde Allah'a teslim oluverirler ve uydurma ilahları tarafından yüzüstü bırakılırlar.


88- Onlar ki, kâfir oldular ve başkalarını da Allah yolundan alıkoydular, onların azaplarını katlayarak arttırırız.

Sahne peygamberlerin şahitlik etmeleriyle başlıyor. Bu şahit tutulan peygamberler, dünyada kendi toplumlarının neler yaptıklarına, ilahi mesajın karşısında nasıl bir tavır takındıklarına ne tür bir yalanlama içine girdiklerine ilişkin bildikleri tüm uygulamaları anlatıyorlar. İnkâr edenler ise dikilip duruyorlar. Delil getirmeleri veya birilerini aracı olarak kullanmalarına izin verilmiyor. Herhangi bir söz veya iş ile Rabblerini memnun etmeleri istenmiyor. Zira artık razı etme, azarlama zamanı geçmiştir. Şimdi hesap ve ceza görme zamanı gelmiştir:
"Zalimler, azapla yüzyüze geldiklerinde artık ne azapları hafifletilir ve ne de kendilerine mühlet verilir."
Ortak koşanlar mahşer meydanında Allah'ın ortakları olarak kabul ettikleri ve Allah ile birlikte ya da Allah'ın dışında birer ilah olduklarına inanıp, kendilerine taptıkları ortaklarını gördüklerinde bu sessizlik sona eriyor. Müşrikler, bu ortak koştukları yaratıklara işaret ederek diyorlar ki:
"Ey Rabbimiz seni bırakıp kendilerine yalvardığımız ortaklar bunlardı."
Onlar ancak bugün gerçeği kabul ediyorlar ve: "Ey Rabbimiz" diyorlar. Bugün artık onlar için "onlar Allah'ın ortaklarıdır" demiyorlar.
"Bunlar bizim ortaklarımızdır"
diyorlar. Burada ortak koşulanlar birden irkiliyorlar ve bu ağır itham karşısında tir tir titriyorlar. Kesin ve net bir ifadeyle kendi kullarını yalan söylemekle suçluyorlar ve bunu pekiştiriyorlar:
"Koşulan ortaklar ise onlara "Sizler kesinlikle yalancısınız" diye hemen cevap yetiştirirler."
Sonra tam bir teslimiyet ve gönülden bir bağlılıkla Allah'a yöneliyorlar.
"O gün müşrikler çaresizlik içinde Allah'a teslim oluverirler."
Bir de bakıyoruz ki, müşrikler bu iftiralarından bir şey elde edemiyorlar. Bu tehlikeli durumda dayanacak hiçbir nokta bulamıyorlar:
"Ve uydurma ilahları tarafından yüzüstü bırakılırlar."
Bu duruşma anı, kendileri inkâr edip başkalarını da Allah'ın yolundan alıkoyarak, küfre sürükleyen inkârcıların azabının arttırılmasının belirtilmesiyle sona eriyor:
"Onlar ki, kâfir oldular ve başkalarını da Allah yolundan alıkoydular, onların azaplarını katlayarak arttırırız."
Küfür bir bozgunculuktur. Başkasını küfre sokmak da ayrıca bir bozgunculuktur. Kendileri küfür cinayetini işlemekle kalmadılar, başkasını doğru yoldan saptırma cinayetini de işlediler. Böylece onların azabı da yaptıklarına uygun düşecek bir ceza olarak katlandı.
Bu her toplum için geçerli olan bir durumdur. Bu ana ilkenin başta belirlenmesinden sonra konunun akışı içinde Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- kendi kavmi ile ilgili özel bir duruma değiniliyor.



89- Her ümmetin aleyhinde kendilerinden bir şahit göstereceğimiz günde seni de onların aleyhinde şahit tutarız. Sana bu kitabı her şeyi açıklayan bir bilge, bir doğru yol rehberi, bir rahmet kaynağı ve müslüman/ara yönelik bir müjde olarak indirdik.

Müşriklerin durumunu sergileyen sahnenin ve ortak koşulanların, ortak koşanları yalanlayıp, sapık olan kullarının tüm iddialarından kendilerini temize çıkararak Allah'a teslim oluşlarını tasvir eden korkunç manzaranın gölgesinde surenin akışı her ümmetten bir şahidin seçildiği kıyamet gününde Peygamberimizin Kureyş müşrikleriyle herkesin huzurunda nasıl bir hesaplaşması olacağı açık bir şekilde ortaya konuyor. Böyléce bu dokunuş tam zamanında ve yerli yerinde ortaya konmuş oluyor:
"Seni onların aleyhine şahit tutarız."
Daha sonra Peygamberimize gönderilen kitaptan söz ediliyor: "Sana bu kitabı her şeyi açıklayan bir belge olarak gönderdik."
Onun ötesinde delil getirenin hiçbir delili yoktur. Onun dışında bahane gösterenin bahanesi de yoktur.
"Bir doğru yol kılavuzu, bir rahmet kaynağı ve müslümanlara yönelik bir müjde olarak indirdik."
Doğruluk ve rahmeti isteyen bir kimse, bu korkunç gün gelmeden önce teslim ve müslüman olmalıdır. Çünkü o günde inkâr edenlere izin verilmeyecek ve özürleri de dinlenmeyecektir.
Böylece Kur'an-ı Kerim'de yeralan kıyamet sahneleri konu içindeki bir amaca yönelik olarak bu anlatımın havasına ve ortaya konuş biçimine uygun bir şekilde yeralırlar.
Önceki ders şu ayetle sona ermişti:
"Sana bu kitabı her şeyi açıklayan bir belge, bir doğru yol kılavuzu, bir rahmet kaynağı ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik."
Önümüzdeki bu bölümde ise, bu kitapta yeralan rahmet, doğru yola iletme, müjdeleme ve açıklama gibi konulara yer verilmektedir. Bu bağlamda adalet, iyilik, akrabaya yardımda bulunma, fuhuş, kötülük ve azgınlığı engelleme, ayrıca söz verildiğinde sözünde durulması pekiştirildikten sonra yeminleri bozmanın yasaklanışı... gibi konular ele alınmaktadır. Bütün bunlar aynı zamanda bu kitabın öngördüğü yaşam tarzının ana ilkeleridir.
Yine bu bölümde antlaşmayı bozmanın, yeminleri aldatma ve saptırma aracı yapmanın kesin cezası -ki bunun cezası büyük bir azaptır- açıklandığı gibi sabredip, yaptıkları ile en güzel şekilde ödüllendirilen mü'minlerin müjdelenmesi de yeralmaktadır.
Ardından Allah'ın kitabı olan Kur'an'ı okumanın adabına değinilmektedir. Bu adaba göre önce kişi şeytanın gölgesini Kur'an-ı Kerim'in okunduğu meclisten kovması için "kovulmuş olan şeytandan Allah'a sığınırım" demelidir. Bu bağlamda müşriklerin Kur'an'a ilişkin bazı görüşleri de ele alınmaktadır. Çünkü onların bazıları Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Allah'a iftira atmakla suçlarken bir kesimi de: Ona bu Kur'an'ı öğreten yabancı bir köledir! diyorlardı.
Dersin sonunda, iman ettikten sonra küfre dönüş yapanların cezası açıklanmakta, kalbi iman ile dolu olduğu halde küfre zorlananların durumları, dinleri hususunda işkenceye uğrayıp sonra da hicret eden, sabreden ve cihad edenlerin mükafatları belirtilmektedir... Bütün bunlar birer açıklamadır. Müslümanlar için doğru yol kılavuzu, rahmet ve müjdedir.



ADALET VE İYİLİK


90- Allah size adaleti, iyiliği, akrabalara yardım etmeyi emreder. Çirkin davranışları ve iğrençlikleri yasaklar. Sözünü tutasınız diye O, size öğüt verir.


91- Allah'a söz verdiğinizde verdiğiniz sözü tutunuz. pekiştirdiğiniz yeminlerinizi bozmayınız. Çünkü söylediklerinize Allah şahit tutmuş oluyorsunuz. Hiç şüphesiz Allah, yaptıklarınızı bilir.


92- Taraflardan biri diğerinden daha kalabalık, daha güçlüdür diye yeminlerinizi birbirinize karşı hile aracı olarak kullanmayınız, böylece eğirdiği yünü sağlam iplik haline getirdikten sonra tekrar tel tel çözen kadın gibi olmayınız. Çünkü Allah sizi bu yolla sınavdan geçirir. Kıyamet günü aranızdaki anlaşmazlık konularını size açıklayacaktır.


93- Allah dileseydi, hepinizi tek bir ümmet yapardı. Fakat O, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Sizler yaptığınız işlerden kesinlikle sorguya çekileceksiniz.

Bu kitap bir ümmet meydana getirmek ve bir toplumu düzene sokmak ve daha sonra yeni bu dünya, yeni bir düzen kurmak için gelmişti. Bu tüm insanlığı kuşatan evrensel bir çağrıydı. Herhangi bir kabileyi, ulusu veya ırkı esas almıyordu. İnsanları birbirine bağlayan bağ, sadece inançtı. Kavmiyet ve tutuculuğun yerini inanç almıştı.
İşte bu nedenle Kur'an bir cemaatin bütünleşmesi için gereken ilkeleri getirdiği gibi cemaatlerin de bütünleşmesi için ilkeler getirmişti. Fertleri, ulusları ve milletleri huzura kavuşturacak, ilişkilerde, verilen sözlerde ve yapılan antlaşmalarda, güven telkin edecek prensiplere riayet edilmesini istemişti.
Kur'an "adalet" ilkesini getirmişti. Bu ilke, her birey, her toplum ve her ulus için insanlar arası ilişkilerin dayanacağı, değişmez ve sağlam bir kulpu garanti altına almıştı. Bu ilke insanın arzu ve isteklerine göre şekil alamaz, sevgi ve nefret gibi kişisel kaprislerden etkilenemez. Akrabalık ve hısımlık bağlarına, zenginlik ve fakirliğe, güçlü ve zayıfa göre farklılık gösterip değişemez. Kendi yolunda ilerler. Herkesi aynı kriterle değerlendirir, herkes için aynı teraziyi kullanır
Kur'an adaletin yanında bir de "iyilik" ilkesine yer verir. Böylece adaletin acımasız, şaşmaz kesinliğine bir ölçü yumuşaklık getirir. Bazı haklarından özveride bulunmak isteyen, böylece kalplerin sevgisini tercih eden, göğüslerini huzura kavuşturmak isteyenlere kapıyı açık bırakır. Hayatın temel ilkesi olan adaleti bir yarayı tedavi etmek isteyenlerin veya bir erdemlilik örneği vermeye kalkanların önünde engelleyici bir unsur olarak kullanmaz...
"İhsan" gerçekten çok geniş anlamlı bir kavramdır. Her güzel iş ihsandır. İhsanı emretmek her işi ve her davranışı kapsar. Böylece ihsanın hayat denizinin tümünü kapsadığı görülmektedir. İnsanın Rabbiyle olan ilişkilerini, ailesi ile olan ilişkilerini, toplumu ile olan ilişkilerini ve bütün bir insanlıkla olan ilişkilerini içine alır.
"Akrabaya yardımda bulunmak" "ihsan"dandır. Burada özellikle akraba yardımının öne çıkarılışı, onun önemini ortaya çıkarmakta ve pekiştirmektedir. Bu yardımlaşma aile tutkusundan kaynaklanan bir yardımlaşma değildir. Bu yardımlaşmanın dayanağı, İslâmın kendi dayanışma düzeninin ilkesine göre yakın çevreden uzak çevreye doğru yayılan dayanışma ilkeleridir.
"Hayasızlığı, kötülüğü ve çirkin davranışları yasaklar."
Ayeti kerimede geçen "Fahşa" sözcüğü, aşırı kaçan, yani haddi aşan her şeydir. Fahşa'nın fuhuş anlamı da vardır ki, genellikle bu anlamda kullanılır ve ırza tecavüz anlamına gelir. Çünkü bu aşırı bir iştir. Saldırı ve aşırı gitmeyi bünyesinde barındırır. Böylece fahşa kelimesini üzerinde yoğunlaştırır ve fahşa denildiğinde, özellikle bu fuhuş anlamı kastedilir. Ayette geçen "münker" kavramı ise fıtratın hoşlanmadığı, dolayısıyla şeriatın da hoş karşılamadığı her iştir. Zira İslâmın şeriatı fıtratın şeriatıdır. Bazen fıtrat sapabilir. Fakat İslâmın şeriatı olduğu gibi kalır, değişmez. Fıtratın bozulmadan önceki asıl halini gösterir. "Bagiy" kavramı ise zulmü, hakkı ve adaleti çiğnemeyi ifade eder.
Rezalet, çirkinlik, ïğrençlik', azgınlık ve isyan (Fahşa-münker-Bagy) temeline dayalı bir toplumu ayakta tutmak mümkün değildir. Rezaletin bütün boyutlarıyla, iğrençliğin bütün aldatıcılığıyla ve azgınlığın bütün sonuçlarıyla yayıldığı bir toplum uzun süre ayakta kalamaz.
İnsanın fıtratı belli bir süreden sonra, bu yıkıcı etkenlere karşı harekete geçer ve onlardan silkinir. Bu yıkıcı etkenlerin kuvveti ne kadar fazla olursa olsun ve tağutlar düzenlerini korumak için ne kadar vasıta kullanırlarsa kullansın farketmez. İnsanlık tarihi tümüyle rezalete, çirkinliğe ve azgınlığa karşı peşpeşe gelen başkaldırılardan ibarettir. Kısa bir dönem için insanlığın veya devletlerin bunlara dayanarak ayakta durması önemli değildir. İnsanın fıtratında ona karşı silkinişlerin ve direnişlerin bulunması gösteriyor ki, bunlar insanlık hayatına, bedenine yabancı düşen unsurlardır. Fıtrat onları üzerinden atmak için silkinir. Tıpkı canlı organizmanın kendi içine giren yabancı bir unsura karşı silkinişi ve direnişi gibi. Yüce Allah'ın adaleti ve ihsanı emretmesi, rezaleti, iğrençliği ve azgınlığı yasaklaması, düzgün ve sağlıklı fıtrata uygun düşer. Onu destekler ve Allah adıyla direnişe geçmeye iter. Zaten bunun için mesele noktalanıyor:
"Sözünü tutasınız diye O, size öğüt verir."
Hatırlatmak için verilmiş bir öğüt. Fıtratın köklü ve güçlü mesajını hatırlatan bir öğüt.
"Allah'a söz verdiğinizde, verdiğiniz sözü tutunuz. Pekiştirdiğiniz yeminlerinizi bozmayınız. Çünkü söylediklerinize Allah'ı şahit tutmuş oluyorsunuz. Hiç şüphesiz Allah, yaptıklarınızı bilir."
Allah'a verilen sözde durmak, müslümanların Peygamberimiz Hz. Muhammed ile -salât ve selâm üzerine olsun- yapmış oldukları bey'atı (bağlılık sözü) kapsadığı gibi Allah'ın emrettiği her türlü doğru antlaşmayı da kapsamına alır. Sözünde durmak insanlar arasındaki ilişkilerde güven unsurunun yegane garantisidir. Bu güven olmadan bir toplum kurulamaz, bir insanlık ayakta tutulamaz. Ayeti kerime sağlamlaştırdıktan sonra ve Allah'ı kefil olarak kabul edip onu sözleşmelerinin tanığı tutup, sözün yerine getirilmesi için Allah adına söz verdikten sonra yeminlerini bozan, anlaşma sahiplerini rezil etmektedir. Sonra da onları üstü kapalı tehdit etmektedir:
Alıntı ile Cevapla