Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:48 Mesaj:
4.079 Konular:
315 Beğenildi:49 Beğendi:0 Takdirleri:149 Takdir Et:
| Cvp: Fizilalil Kuran Yusuf Suresi Tefsiri "Yusuf'tan yatak yoldaşınız olmasını istediğinizde neler oldu?" Bu bağlamda bizler, başvezirin evindeki tanışma partisinde olup bitenler; kadınların Yusuf'a söyledikleri sözler, attıkları anlamlı bakışlar, davetiye çıkartırcasına yaptıkları hareketler; onun olmayı arzulamaya dek varan ayartma çabalan hakkında az çok da olsa bir şeyler biliyoruz. Buradan hareketle, tarihin derinliklerine gömülüp giden sözkonusu dönemin panoramasını ve kadınların karakterini çıkartabiliyoruz. Cahiliye nerede ve ne zaman olursa olsun, sürekli aynı cahiliyedir. Nerede bir konforlu yaşam varsa, nerede saraylar ve yardakçılar varsa orada aristokratlık yaftası altında bir çözülme, bir kokuşma ve cinsellik rezaletleriyle karşılaşıyoruz! Kralın huzurunda böylesi bir suçlamayla yüzyüze gelme karşısında anlaşılan o ki, bunu inkâr etmek olanaksızdır: "Kadınlar: "Haşa Allah'a O'nun hiçbir kötü davranışını görmedik" dediler." Bu, sözkonusu türden kadınlar tarafından bile reddedilemeyecek bir gerçektir. Zira Hz. Yusuf'un suçsuzluğu, en ufak bir tartışmaya bile mahal bırakmayacak denli apaçık ve gün gibi ortadaydı. Bu noktada, Hz. Yusuf'a aşık olan kadın devreye giriyor. Hz. Yusuf'tan ümidini kesmiştir artık, ama ona bağlanmaktan kendini bir türlü kurtaramamaktadır. Kadın bu noktada söz alarak, her şeyi açık açık söylemektedir: "Başbakanın eşi dedi ki; "Şimdi gerçek meydana çıktı, Yusuf'u yatağıma ben çağırmıştım, onun söylediği doğrudur." Artık, gerçek ortaya çıktı. Gizlenmesi olanaksız bir biçimde her şey apaçık meydana çıktı. "Yusuf'u yatağıma ben çağırmıştım, onun söylediği doğrudur." Tüm bu bekleyiş dönemi süresince Hz. Yusuf'un bir an için bile olsa kalbinden çıkmadığını; onun takdirini kazanabilme, dikkatini çekebilme beklentisini halen koruduğunu açıkça belirtiyor. Bunun da ötesinde, Yusuf'un inanç sisteminin, artık onun kalbine de girdiği, onun da iman ettiği anlaşılıyor: 52- "Böylece Yusuf bilsin ki, ona yokluğunda kalleşlik etmedim ve Allah, kalleşlerin kurdukları tuzakları başarıya erdirmez. " Bu itirafı ve daha sonrakileri Kur'an bizlere anlatırken, anlam yüklü sözcükler kullanıyor. Böylece, bu itirafların arka planındaki tepkiler ve duygular da adeta bize fısıldanmaktadır. Yine o hassas sahnenin anlatımındaki güzellik ve ifade gücünde de aynı olguyu gözlüyoruz: "Yusuf'u yatağıma ben çağırmıştım, onun söylediği doğrudur." Arılığıyla, aklığıyla, dürüstlüğüyle dört dörtlük bir tanıklık. Bu ifadeden hareketle kendisi hakkında birtakım söylentiler çıkarabileceğini kadın zerre kadar umursamıyor... Onu, kralın ve ileri gelen kimselerin huzurunda böylesine açık bir itirafa iten, sadece ve sadece gerçeğin ta kendisi midir? Bu noktada ayetlerde, bir başka faktöre daha işaret ediliyor. Kadın artık, kendisinin cinsel fitnesine kapılmamış bu imanlı adamın, kendisine saygı göstermesini arzulamaktadır. Kadın artık, imanı, dürüstlüğü ve ona gıyabında ihanet etmemiş olması nedeniyle, Yusuf'un kendisini takdir ederek, saygı göstermesini istemektedir: "Böylece Yusuf bilsin ki, ona yokluğunda kalleşlik etmedim." Kadın, bu sözünün ardından, Yusuf'un sevip takdir ettiği bir erdeme geçiyor: "Allah kalleşlerin kurdukları tuzakları başarıya erdirmez." Bu temiz duygular içindeki kadın, ardından bir adım daha ileri geçerek şöyle diyor: 53- "Bununla birlikte nefsimi aklamak, onu masum göstermek istemiyorum. Çünkü Rabbimin rahmeti ile korudukları dışındaki tüm nefisler, insanı ısrarla kötülüğe kışkırtırlar. Hiç şüphesiz Rabbim affedicidir, merhametlidir." Seven bir kadındır bu! İlgilendiği erkeği, cahiliye döneminde de, İslâmı kabul ettikten sonraki dönemde de yücelten bir kadın! Artık Yusuf'tan beklediği, onun ağzından çıkacak bir söz ya da kendisinin onun rahatladığını görebilmekten öte bir şey değildir! Sadece sanat olsun diye değil, aynı zamanda ibret ve öğüt için; inanç ve çağrı meselesinde bir yöntem için aktarılan kıssada, böylece beşeri boyut da somutlaşmış durumda. Duyguların tüm derinlikleri, vicdandaki tüm titreşimler, kıssanın sanatsal ifadesinde, özenle, büyük bir dikkat ve incelikle resmedilmiş bulunuyor. Bu noktada tam bir gerçekçilik gözleniyor. Bu tür kişilerin iç dünyalarındaki çevrelerindeki ve bu çevrelerde hakim faktörlerdeki, tüm etkiler ve tüm olabilirlikler mükemmel' bir uyum içerisinde aktarılıyor. Burada Yusuf'un hapisle, ithamla sınanması da noktalanıyor. Artık Yusuf'un hayatında konforlu bir dönem başlayacak ve kendisi bu kez de sıkıntıyla değil bollukla sınanacaktır. ONÜÇÜNCÜ CÜZ'E GİRİŞ Bu cüz, Mekke'de inen Yusuf suresinin kalan bölümünden ve yine Mekke'de inmiş olan Ra'd ve İbrahim surelerinden oluşmaktadır. Kısacası Kur'an'ın Mekke'de inmiş bölümlerinde gözlemlediğimiz tüm özellikleriyle, bütün ayetleri Mekke döneminde inen bir cüzdür bu. (Yedinci cüzdeki En'am, onbirinci cüzdeki Yunus, onikinci cüzdeki Hud surelerinin giriş bölümlerine bakınız.) Ra'd ve İbrahim surelerinin tanıtımını, Allah'ın izniyle bu surelere geldiğimiz zaman yapacağız. Yusuf suresinin bu cüze kalmış olan bölümüne gelince... Sizden ricamız, bu cüzü okumaya başlamazdan önce, bir önceki cüzde Yusuf suresini tanıtmak amacıyla kaleme aldığımız giriş bölümüne yeniden bir kez daha göz atmanızdır. Bu yeni cüzümüzün ilk sayfalarında, Yusuf kıssasının kalan bölümü ve hemen peşinden gelen, kıssanın değerlendirme ve yorum ayetleri, sonra da surenin bitiminde yeralan son değerlendirme ayetleriyle karşılaşıyoruz. Kıssanın baş kahramanı konumundaki Yusuf'un yaşamındaki aşamalardan yepyeni bir bölüm çıkıyor karşımıza. Kahramanımızın kişiliğinin, kendi temel özelliklerine uygun bir biçimde, giderek yücelip olgunlaştığına tanık oluyoruz. Baş kahramanımızın bu temel özelliklerinden, daha önce suremizin giriş bölümünde kıssadaki kahramanların tanıtımı sırasında söz etmiştik. (Yusuf suresinin başında kaleme alınmış giriş bölümüne bakınız.) Kahramanımızın yaşamındaki bu yeni aşamada, onun yepyeni ayırıcı nitelikleri çıkıyor ortaya. Gerçi bunlar, Yusuf'taki kişilik gelişmesinin ve yaşamındaki geçmiş dönemin doğal ve reel bir uzantısı niteliğindedir, ama yine de apayrı bir karakteristik taşımaktadırlar. Yusuf'un kişiliğinin, başından geçen olaylar ve başarıyla verdiği sınavlar sonrasında giderek mükemmelleşmiş olduğunu görüyoruz. Kuşkusuz bu mükemmelleşme ve olgunlaşma, Allah'ın bu salih kuluna verdiği rabbânî eğitimin gölgesi altında gerçekleşmiştir. Bu eğitimin amacı; Onu yeryüzünde sağlam bir yer sahibi yapmak, sağlam yerleşmiş biçimdeki çağrıyı yaparken Ortadoğu'nun o günlerdeki en önemli başkentinde yönetimin iplerini avucunun içinde tutacaktı. Bu yeni dönemde onda gözlemlediğimiz özellikler; onur noktasında Allah'a dayanması, mutmain olması, gönlünün O'nun huzuruyla dolması, O'na güvenmesi, sadece O'na bağlanması, ayrıca yeryüzü kökenli tüm değer ölçütlerini bırakması, bu ölçütlerin tüm kösteklerinden kendini kurtarması, yeryüzünde hüküm süren güçleri umursamaması ve yine Allah'ın sebepler zincirine tüm yüreğiyle bağlanmasından ötürüdür ki, yeryüzü kökenli güç ve ölçütlere zerre kadar aldırmamasıdır. Nitekim bu olguyu, racının gelerek ona kralın kendisiyle görüşmek istediğini söylediğinde, Yusuf'un takındığı tavırda apaçık bir biçimde görüyoruz. Kralın bu isteği, Yusuf için zerre kadar bir önem arzetmiyor. Bu istek karşısında Yusuf, hemen hapishanenin karanlığından kurtulup bir an önce kendini, bir zamanlar görüşebilmek için çırpındığı kralın huzuruna atabilmek üzere zerre kadar heyecanlanmıyor. Artık onun için, serbest bırakılarak bu sıkıntıdan kurtuluvermek hiç de deliye dönülecek bir olay değildir. Oysa daha önceki yıllara doğru şöyle bir uzanırsak Yusuf'un, şu an kendisine gelmiş bulunan ar acıdan, o zamanlar -belki beni kurtarabilir diye düşünerekten- kendisini ve içine düştüğü durumu krala hatırlatmasını istediğini görüyoruz... İman elbette ki yine aynı imandır... Fakat Yusuf imanın perçinleştiğini, gönül huzuruyla dolduğunu görüyoruz. Mutmainlik tüm yüreğini doldurmuş, tüm benliğiyle Allah'ın güven duygusunu kuşanmıştır... Şimdi, Allah'ın takdirinin akışına bırakmaktan başka şey düşünmüyordu, O erişilmesi güç güven duygusu ki, atası İbrahim bile bunun peşindeydi. Nitekim İbrahim, Rabbine; "Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster" demişti. Allah ise, onun imanlı olduğunu çok iyi bilmesine karşın soruyordu: "Yoksa inanmıyor musun?" Neler hissettiğini, neden böyle dediğini çok iyi bilen Rabbinin bu sorusuna karşılık İbrahim ise şu cevabı veriyordu: "Tabii inanıyorum, fakat kalbim kesin kanaat getirsin diye bunu istiyorum." (Bakara Suresi 260) İşte burada da Yusuf'un, sınanmalar, güçlükler, gördükleri, izlenimleri, bilgisi, tattıkları, duyduğu güven ve huzur sonucunda, Allah'ın rabbânï eğitim yoluyla seçkin kullarına lütfettiği mutmainlik noktasına vardığını görüyoruz. Nitekim bu noktadan itibaren Yusuf'un, yaşamının sonuna dek sergileyeceği tüm davranışlarında hep aynı olgunun sürdüğünü göreceğiz. Gerçekten de onun sergilediği en son tavrına baktığımızda, yeryüzündeki insanlarca hep hoşlanılan şeylerin tümünü onun bir yana iterek, kurtuluşu sadece Rabbinde aradığına tanık oluyoruz: "Rabbim, sen bana egemenlikten pay verdin, beni olayları (ya da rüyaları) yorumlamaya ilişkin bazı bilgiler ile donattın. Ey göklerin ve yerin yaradanı! Gerek dünyada, gerek ahirette tek dayanağım sensin; canımı müslüman olarak al ve beni iyi kulların arasına kat." Gerek surenin sonundaki değerlendirme ayetleri ve gerekse surenin genel değerlendirme ayetlerine gelince, geçen cüzde yeralan sureyi tanıtma kısmında bunlardan bahsetmiştik. Allah'ın izniyle, yeri geldiğinde tüm bu ayetleri ayrıntısıyla açıklayacağız. Burada sadece, kıssamızın baş kahramanı Yusuf'un kişiliğinde gözlemlenen sözkonusu yeni olguya dikkat çekmeye çalıştık. Bu yeni olguyla Yusuf'un kişiliği, sözcüğün tam anlamıyla olgunlaşmış durumdadır. Ayrıca, Kur'anî yöntemin dinamizmi ve eğiticiliği açısından da kıssamız ve suremiz baştan sona sözkonusu temel olgunun görünümleriyle doludur. Okuyacağımız derste Yusuf kıssasının yeni bir bölümüne, birbaşka deyişle, dördüncü bölümüne gelmiş bulunuyoruz. Daha önceki dersimizi, hatırlanacağı üzere, kıssamızın üçüncü bölümünün bitimiyle noktalamış durumdaydık. Yusuf hapisten çıkarılmıştı. Kral, kendisini huzura çağırmıştı. Neden çağırdığını ise, kıssamızın bu yeni bölümünde öğreneceğiz. Bu ders daha önceki sahnenin son bölümüyle başlıyor. Sözkonusu sahnede kral, -Yusuf'un isteği üzerine- ellerini kesmiş olan kadınları sorguluyor. Yusuf böylece, yaşamında yeni bir döneme başlamazdan önce, kendisinin hapse girmesine neden olan komploların tüm olumsuzluklarını silecek ve de yöneticilerin ileri gelenlerine suçsuzluğunu açıkça kanıtlayacaktı. Dolayısıyla yaşamının yeni dönemine, özbenliği rahat ve yüreği huzur içerisinde, kendisine mutlak bir güven duygusuyla başlayacaktı. O, devlet arenasında rol alacağı, tabii ki, aynı zamanda da inanç sistemini açıklama noktasında yepyeni bir yaşama başlayacağını sezinlemişti. Bu yeni yaşama adım atarken en doğru olanı da, kendisine ilişkin her şeyin netleşmesi ve de suçsuz olduğu halde geçmişte kendi üzerine atılmış çamurdan tek bir iz bile bırakmamaktı. Bununla birlikte o, büyük bir nezaket göstererek, başvezirin eşinden hiçbir biçimde söz etmedi, özellikle o kadını ele vermek yoluna başvurmadı. Tam tersine kraldan sadece, ellerini yemek bıçaklarıyla kesen kadınlara ilişkin olayın içyüzünü araştırmasını istemekle yetindi Buna karşın, başvezirin esiri ise, kendi isteğiyle söz alarak, gerçeği bütünüyle açıkladı. "Şimdi gerçek meydana çıktı. Yusuf'u yatağıma ben çağırmıştım, onun söylediği doğrudur." "Böylece Yusuf bilsin ki, ona yokluğunda kalleşlik etmedim ve Allah, kalleşlerin kurdukları tuzakları başarıya erdirmez." "Bununla birlikte nefsimi aklamak, onu masum göstermek istemiyorum. Çünkü Rabbimin rahmeti ile korudukları dışındaki tüm nefisler, insanı ısrarla kötülüğe kışkırtırlar. Hiç şüphesiz, Rabbim, bağışlayıcı ve esirgeyicidir." Kadının son bölümdeki bu sözlerinden artık, iman etmiş ve gözüpek bir kimse olduğu anlaşılıyor. Kendisinin, Yusuf'a yokluğunda kalleşlik etmediğini söylüyor. Bununla birlikte ölçülü davranarak, mutlak anlamda suçsuz olduğunu da iddia etmiyor. Zira -"Rabbimin rahmeti ile korudukları dışındaki" biçiminde bir ayrım yaparak- tüm nefislerin insanı kötülüğe kışkırttığını belirtiyor. Ardından, -Yusuf'a bağlılığını kanıtlamak olsa gerek- artık Allah'a iman ettiğinin göstergesi niteliğinde şu sözünü de ekliyor: "Hiç şüphesiz Rabbim, bağışlayıcı ve esirgeyicidir." Böylece, doğru sözlü Yusuf'un acılarla dolu yaşamı bir mazi olup perde kapanıyor. Artık Yusuf'un konfor içerisinde, yüksek ve yetkili bir makamda olacağı yeni bir dönem başlıyor... HZ. YUSUF YÜKSEK MEVKİLİ BİR MAKAMDA 54- Kral "Getirin o adamı bana, onu yakın çevreme alayım " dedi. Yusuf ile konuşunca da ona "Bugün sen artık bizim yüksek mevkili ve güvenilir bir adamımızsın" dedi. 55- Yusuf, krala "Beni ülkenin hazinelerini yönetmekle görevlendir. Çünkü ben hazinelerinizi titizlikle korurum ve onların nasıl yönetileceğini iyi bilirim. 56- Böylece Yusuf`un o ülkedeki konumunu sağlamlaştırdık, artık o ülkenin dilediği yerinde oturabilirdi. Biz rahmetimizi dilediğimiz kimselere sunarız ve iyi davranışlıları ödülsüz bırakmayız. 57- Ama iman edip kötülükten sakınanlar için ahiret ödülü daha hayırlıdır. Hz. Yusuf un suçsuzluğunu, rüyaları yorumlama bilgisini, kadınlarla ilgili meselenin içyüzünü araştırma noktasındaki isteğinin hikmetini, onun onurluluğunu ve kimseye minnet etmezliğini, kral kesinkes anlamış bulunuyordu. O ki hapisten kurtulmak için ya da koskoca Mısır kralı gibi bir kralla görüşebilmek için can atmamıştı! Tam tersine, söylentilere dayanarak suçlanmış ve haksızca tutuklanmış onurlu bir insana yaraşır biçimde, bedeninin çektiği hapis cezasının kaldırılmasını istemekten önce, söylentilere dayalı bir suçlamanın kaldırılmasını istemişti. Yine kralın huzuruna varmayı istemekten önce, kendi kişiliğine ve savunduğu dine saygı gösterilmesini istemişti. Tüm bunlar kralın yüreğinde, Yusuf'a karşı bir saygı ve bir sevgi duymasına yolaçmıştı. Bu nedenledir ki kral şöyle diyordu: "Getirin o adamı bana, onu yakın çevreme alayım." Kralın, Yusuf'u hapisten kendi huzuruna getirmesindeki amacı, ne onu serbest bırakmak içindi; ne de "kral hazretlerinin memnuniyeti"ni ifade ederek onu sevinçten uçurabilmek için!.. Kralın amacı bunların hiçbiri değildi. Yusuf'u huzuruna getirtmesindeki tek amacı, onu yakın çevresine alabilmek; onu kendisi için bir danışman, bir kurtarıcı, bir dost olacağı bir mevkiye getirmekti. Öte yanda bizler ise, yöneticiler karşısında onurlarını beş paralık eden insanlar görürüz! Üstelik ne suçlulukları sözkonusudur ne de tutuklulukları! Boyunlarına kendi elleriyle boyunduruk geçirirler! Yöneticilerin dikkatlerini kendi üzerlerine çekebilmek ya da onlardan bir övgü sözcüğü koparâbilmek için adeta yırtınırcasına deli olurlar! Üstelik seçkin bir dost konumunda bile değildirler, sadece yardakçılık ve borazanlık peşindedirler. Bu tür kişileri görünce, ister istemez keşke diyor insan. Keşke bu Kur'an'ı, şu Yusuf kıssasını okusàlardı da onurluluğun, minnet etmezliğin ve haysiyetin -maddi açıdan bile- gösterişten, yaranmadan ve sevgi gösterileri yapmaktan çok daha yarar sağlayıcı olduğunu anlayabilselerdi! "Kral: `Getirin o adamı bana, onu yakın çevreme alayım' dedi." Anlatımda bu buyruğun nasıl uygulandığına ilişkin ayrıntılara yer verilmiyor. Bu kral fermanının ardından hemen Yusuf'un kralın huzurunda olduğunu görüyoruz: "Kral, Yusuf ile konuşunca da ona: `Bugün sen artık bizim yüksek mevkili ve güvenilir bir adamımızsın' dedi." Kral, Yusuf la konuştuğunda, tahmininde hiç de yanılmadığını anladı. Kralın bu denli güvenini kazanan Yusuf, onun için son derece önemli ve güvenilir bir kimseydi artık. Alnında köle damgası taşıyan ibrânî kökenli bir delikanlı değildi. Oturmuş bir kişiliği vardı. Suçlanan, hapse tıkılan biri değildi artık! Tam tersine, güvenilir bir kişiydi artık! Yusuf ne söylemişti de kral ona kanat gererek, böylesine önemli bir yere getirmiş ve bu denli güvenmişti? Tağutlara yaltaklanan üst düzey yetkililerinin yaptığı gibi, krala taparcasına şükran gösterisinde bulunmamıştı. Tağutların çevresindeki yaltakçılar gibi; "Çok sağolasınız, var olasınız efendim! Bendeniz her konuda emrinize amade olacağım! Size hizmette hiçbir kusurum olmayacağını bilmelisiniz!.." vb. türden yağ çekmemişti. O, bu türden hiçbir davranışta bulunmamıştı! Tam tersine o sadece, yorumunu yaptığı kralın rüyasının haber verdiği kriz döneminin getireceği sorumlulukları kaldırabilecek birkimse olduğunu söylüyordu. Ülkede, bu işin üstesinden gelebilecek bir kimse olduğunu söylüyordu. Ülkede, bu işin üstesinden gelebilecek en iyi kişinin kendisi olduğunu ifade ediyordu. Pek çok insanı ölümden, ülkeyi mahvolmaktan, toplumu büyük bir felâketten -açlık felâketinden- koruyabileceğine inanıyordu. O dönemde, kendi deneyimliliğine, yetkinliğine, güvenilirliğine, onurunu ve gözü tokluğunu yitirmeme noktasındaki gücüne ihtiyaç olacağını çok iyi biliyordu: "Yusuf krala: `Beni ülkenin hazinelerini yönetmekle görevlendir. Çünkü ben hazinelerinizi titizlikle korurum ve onların nasıl yönetileceğini iyi bilirim." Gelecek kriz döneminde ve bunun öncesindeki bolluk yıllarında, önlemlere, korumaya, işleri özenle idare edebilme yeteneğine ve de tarımı, ürünleri denetleyip korumaya ihtiyaç vardı. Gerek bolluk yıllarında, gerekse kuraklık yıllarında bu misyonun yerine getirilebilmesi için, gerekli tüm ayrıntıları içerebilen bir bilgiye, iyi bir yöneticiliğe ve bir deneyime ihtiyaç vardı. Buradan hareketle Yusuf, sözkonusu misyonun gerektirdiği tüm nitelikleri üzerinde taşıdığını söylüyordu. Bu misyonu en iyi yerine getirebilecek kişinin kendisi olduğunu, bunda Mısır halkı ve komşu halklar için büyük bir hayır bulunduğunu düşünü yordu: "Çünkü ben hazinelerinizi titizlikle korurum ve onların nasıl yönetileceğini iyi bilirim..." Yusuf kralın kendisiyle ilgilendiğini görünce ondan kendisini ülke hazinelerinin yöneticiliğine getirmesini istemişti. Ama Yusuf, bununla kendi şahsı için bir şey istemiyordu. Tam tersine o sadece, en şiddetli kriz döneminde geniş kitlelere karşı bu zorlu ve ağır görevi üstlenebilmesi; yedi yıl süresince Mısır halkının tümünü ve çevredeki komşu halklarına gıda sağlama görevine getirilebilmesi için bu isteğini harika bir zamanlamayla dile getiriyordu. Üstelik bu süreç içinde ne tarımdan bir ürün elde edebilecekti, ne de hayvancılıktan! Dolayısıyla Yusuf'un kendisi için talip olduğu bu görev, bulunmaz bir ganimet olarak nitelenemez. Yedi yıl aralıksız bir biçimde bir halkın gıdasını sağlama sorumluluğunu yüklenmenin, bulunmaz bir altın fırsat olduğunu kimse söyleyemez. Bu, insanların normalde kabul etmeye yanaşmayacakları bir sorumluluktur! Zira bu görev, sonuçta kelleyi yitirmeye götürebilecek denli risklidir! Açlık, insanları nankörleştirir! Aç kalan kitleler, küfür ve delilik noktasına gelerek, kendilerini bile parçalayacak denli zıvanadan çıkarlar... Burada ister istemez bir soru işareti ortaya çıkıyor. Yusuf'un: "Beni ülkenin hazinelerini yönetmekle görevlendir. Çünkü ben hazinelerinizi titizlikle korurum ve onların nasıl yönetileceğini iyi bilirim" biçimindeki sözü, İslâm düzeni açısından şu iki mahsuru taşımaz mı? Birincisi, görev istemek noktasında. Peygamberimizin: "Allah'a ant olsun ki bu işe, talip olan bir kimseyi (ya da aşırı istekli bir kimseyi) görevlendirmeyiz" buyurması nedeniyle, bu sakıncalı bir davranış değil midir? İkincisi ise, nefsi arıtma noktasında. Allah'ın: "Nefsi arıtmada kendi propagandanızı yapmayın!' buyurması nedeniyle de bu, sakıncalı bir davranış değil midir? Bu soruları yanıtlamak istemiyoruz. Çünkü bu kurallar İslâm sistemi ne -Yusuf'un yaşadığı dönem de değil!- bizim Peygamberimiz zamanında girmiştir. Çünkü "sosyal ve yasal düzenlemeler inanç ilkeleri gibi bütün peygamberlerin uygulamalarında aynı ve ortak değildir." İslâm hukuku, hayali ya da salt kurgusal bazda yaşanıp kavranmış olmadığı gibi, hayali ya da salt kurgusal bazda doğmuş da değildir! Tam tersine, müslüman bir toplumda ve de bu toplumun, reel bir islâmi yaşamın gereksinimleri karşısında takındıkları tavırlar sonucunda doğmuştur. İslâm toplumunu doğuran İslâm hukuku değildir! Aksine, İslâm hukukunu ortaya çıkarıp geliştiren İslâm toplumunun, islâmi bir yaşamın ihtiyaçlarını karşısında benimsemiş olduğu gerçekçi tavırlardır.. Sözkonusu bu iki tarihsel reel gerçek, son derece anlam yüklüdür. Yine İslâm hukukunun doğasını anlayabilmek ve İslâm hukukundaki hükümlerin dinamik yapısını kavrayabilmek için de bu iki gerçeği gözönünde bulundurmak zorunludur. Bugün bazı kimselerin nassları ve kayda geçmiş hükümleri ele alırken, sözkonusu iki gerçeği kavrayamadıkları; nassların indiği ve hükümlerin doğduğu koşulları ve görünümleri hiç gözönüne almadıkları; nassların bir karşılık, bir çözüm olarak indiği, hükümlerin biçimlendiği, bir yanıt olarak yaşama geçirildiği atmosfer, ortam ve durumun niteliğini özümseyemedikleri gözleniyor. Bu sebeple de sözkonusu türden kimseler bu hükümleri, adeta boşlukta doğmuşçasına, adeta boşlukta yaşayabilirlermişcesine, uygulamaya çabalıyorlar. Bu tür kimseler, "fıkıhçı" ya da "İslâm hukukçusu" falan değildirler! Zira gerçekte ne İslâm hukukunun yapısını kavrayabilmişlerdir, ne de bu dinin doğasını! "Dinamik İslâm hukuku", temelde "kâğıt üzerindeki İslâm hukuku"nun yaslandığı nasslara dayanmakla birlikte, "kâğıt üzerindeki İslâm hukuku"ndan büsbütün farklıdır! "Dinamik İslâm hukuku", nassların indiği, hükümlerin biçimlendiği "realite"yi esas almaktadır. Sözkonusu realiteyi, nasslar ve hükümlerle birlikte elementleri parçalanamaz bir birleşim olarak algılamaktadır. Bu birleşimin elementlerine ayrılması durumunda, doğasını yitireceğini, oluşumunun bozulacağını düşünmektedir! Aslında bunun da ötesinde, başlıbaşına bağımsız olan; ilk kez ortaya çıktığı konum, atmosfer, çevre ve olgularla hiçbir ilintisi bulunmuyormuşçasına adeta boşlukta asılı duran tek bir fıkhî hüküm bile yoktur... Dolayısıyla bu hükümler boşlukta doğmadığı gibi, öyle boşlukta ve sallantıda yaşayamaz! Bu genel belirlemeyi dilerseniz, Allah'ın "Nefsinizi/kendinizi temize çıkarmayın!" biçimindeki buyruğundan ve Peygamberimizin de "Allah'a ant olsun ki, bu işe, talip olan kimseyi görevlendirmeyiz!" biçimindeki sözünden hareketle ortaya konan, İslâmın "kendini temize çıkarmama ve de herhangi bir makama aday göstermeme" yolundaki fıkhî hükmünü örnek seçerek açıklamaya çalışalım. Tıpkı ilgili nasslar gibi bu hüküm bizzat kendisi de müslüman bir toplumda doğmuştur. Bu hüküm, bu toplumda uygulanmak, bu ortamda yaşanmak, bu toplumun ihtiyacını karşılamak üzere ortaya çıkmıştır. Sözkonusu toplumun tarihsel oluşumu, gelişimi, organik bileşimi ve kendine özgü pratiğiyle de tamamen uyum halindedir. Bundan dolayı bu hüküm İslâm toplumunda uygulanmadıkça ne beklenen randımana erebilir ve ne de olumlu sonuçlarını ortaya koyabilir. Onun uygulanacağı toplum, gerek doğuşunda, gerek organik yapısında ve gerekse İslâm şeriatına kesinkes bağlılığında "İslâmi olmak" zorundadır. Bütün bu temel özellikleri yapısında bulundurmayan her toplum, bu hükme göre temelsiz bir "boşluk" ortamı sayılır. Bu hüküm orada yaşayamaz. O ortamda bağdaşamaz ve o ortamı düzeltemez. İslâm toplumunda insanlar kendilerini neden temize çıkarmazlar? Neden kendilerini bir göreve aday göstermezler? Millet Meclisi'ne girebilmek, devlet başkanlığına ya da önemli görevlere seçilebilmek için neden kendi propagandalarını yapmaya kalkışmazlar? İsterseniz bunu anlamaya çalışalım. İslâm toplumundaki insanlar bu bağlamda, üstünlüklerini ya da daha lâyık olduklarını herkese gösterme ihtiyacını duymazlar. Üstelik bu toplumdaki makamlar ve görevlerdeki ağır bir yükümlülük bulunmasından ötürü de, hiç kimse bunlara soyunmayı özendirmeye kalkışmaz. -Sevap kazanmayı isteme, yükümlülüğü hakkıyla yerine getirme; böylesi ağır bir hizmeti üstlenme de sadece Allah'ın hoşnutluğunu arzulamakla olur.- Bunun da ötesinde, makam ve görevlere talip olanlar, bunu bireysel çıkarları için arzulayanlardan başkaları değildir! Ancak bu gerçeği iyice anlayabilmenin yolu, İslâm toplumunun doğal gelişimini ve organik yapısını irdeleyip kavramaktan geçer. Bu toplumu oluşturan faktör, sürekli harekettir, dinamizmdir. İslâm toplumu, İslâm inancıyla başbaşa giden bir hareketin ve dinamizmin ürünüdür. Önce belirtelim ki bu inanç, -peygamberler döneminde- peygamberin anlattıklarında ve uygulamalarında, daha sonraki dönemlerde ise, davetçilerin Allah katından gelmiş ve peygamberce açıklanmış çağrılarında simgelenen ilahi bir kaynağa dayanmaktadır. İnsanların bir grubu, bu çağrıyı benimsemelerinin ardından, bulundukları ortamda hakim durumdaki cahiliye yanlılarından baskıya ve fitneye uğratma girişimlerine maruz kalırlar. Sonuçta bunların bir bölümü yoldan çıkıp, döneklik gösterebilir. Kimileri ise Allah'a verdikleri sözden asla caymaz ve ruhunu şehit olarak teslim eder. Hayatlarını sürdürebilenleri de, kendileri ile ulusları arasında Allah hak olan hükmünü verene dek sabredip direnirler... İşte Allah onlara yardım ediyor ve onları yürürlüğe koyduğu kaderine perde yapıyor. Kendisine yardım edene zafer vereceğine ve onu yeryüzüne hükümran kılacağına ilişkin vadini gerçekleştirmek üzere onları yeryüzüne egemen kılıyor. Amaç, yeryüzünde Allah'ın egemenliğini kurmaktır. Yani yeryüzünde Allah'ın hükmünü geçerli kılmaktır. Bu zafer ve hükümranlıkta O'nun hiçbir çıkarı olamaz. Her şey Allah'ın dininin zaferi içindir. Kullar üzerinde Allah'ın Rabblığını geçerli kılmak içindir. Bunlar Allah'ın dinini belli bir bölgede, belli bir ırkın sınırında durdurmazlar. Bu dini bir toplumla, bir rengle ya da yeryüzünün basit, değersiz beşeri özelliklerinden biri ile sınırlandırmazlar. Onlar "insanları" tüm insanları... "Yeryüzünde" ... tüm yeryüzünde... Allah'tan başkasına kul olmaktan kurtarmak için bu ilahi inanç sistemi ile harekete geçerler. İnsanları, hangisi olursa olsun bütün zorba tağutların kulluğundan çıkarıp yücelere ulaştırmak için hareket ederler. Bu dine göre harekete geçildiği sırada -ki biz, bu hareketin yeryüzünün herhangi bir bölgesinde müslüman bir devletin kurulması ile sona ermeyeceğine, herhangi bir bölgenin, ırkın ya da toplumun sınırının yanında durmayacağına işaret etmiştik- insanların değerleri belirginleşir, toplum içindeki yerleri belirlenir. Bu belirginleşme ve belirlenme hiç kuşkusuz imani ölçü ve değerlere dayanır. Herkes, cihad meydanında katlanılan imtihanlardan, takva, iyi amel, ibadet, ahlâk, güç ve yeterlilik açısından birbirini tanır. Bütün bunlar realitenin belirlediği değerlerdir. Hareketin ortaya çıkardığı özelliklerdir. Toplum bunları bilir, bu niteliklere sahip olanlar da, kendi kendilerini temize çıkarma gereğini duymazlar. Şura ve yönlendirme yetkisine sahip kurumlardan bu temize çıkarmaya dayanarak görev istemezler. Bu şekilde ortaya çıkan ve organik bileşimi imani değerler doğrultusunda hareket esnasında belirginleşen özelliklere dayandıran müslüman toplumda... (Nitekim müslüman toplumda muhacir ve ensardan, Bedir savaşına katılanlardan, Rıdvan biatında bulunanlardan, Mekke fethinden önce maddi yardımda bulunan ve savaşanlardan her zaman önde bulunanlar toplum içinde seçkin bir yere sahiptirler.) Bundan sonra da insanlar imtihanları başarıyla atlattıkları, İslâmı en güzel şekilde yaşadıkları sürece seçkin bir yere sahip olmuşlardır... İşte böyle bir toplumda insanlar birbirlerini kandırmazlar. Zaman zaman insanın yapısındaki zaaflara yenik düşseler de, kimi zaman hırsa kapılsalar da seçkin kişilerin üstünlüklerini inkâr etmezler. Bu durumda seçkin kimselerin kendilerini propaganda yapmalarına, şura ve yönlendirme kurumlarında-ı bu propagandaya dayalı olarak görev istemelerine gerek kalmaz. Günümüzde insanlar, ilk müslüman toplumun sahip olduğu bu eşsiz özelliklerin o toplumun tarihsel doğuşundan kaynaklandığını sanıyorlar. Ne var ki, onlar herhangi bir müslüman toplumun ancak bu şekilde doğabileceğini unutuyorlar. İnsanlar yeniden bu dine girmeye çağırılmadan, içinde yüzdükleri cahiliye hayatından çıkmaya davet edilmeden bugün de yarın da böyle bir toplum oluşamaz. İşte islâmi hareketin başlangıç noktası burasıdır... Arkasından baskılar, imtihanlar gelir -Nitekim İslâm toplumu ilk defa oluştuğunda da böyle olmuştu.- Kimi insanlar baskılara dayanamaz, dinden döner. Kimisi Allah'a verdikleri söze sadık kalır, sıralarını savıp, şehit olarak can verirler. Kimi insan sabreder, sabrı tavsiye eder, İslâmı yaşamakta kararlı olur. onlardan biri yeniden cahiliyeye dönmekten ateşe atılmak kadar nefret eder. Yüce Allah onlarla milletleri arasındaki meseleyi hak ilkesine göre çözümleyince, -İlk müslümanları yeryüzüne egemenliği gibi- kendilerini de yeryüzüne egemen kılınca, yeryüzünün herhangi bir bölgesinde islâmi nizam kurulunca, hiç kuşkusuz islâmi hareket, başlangıç noktasından İslâm düzeninin kuruluşuna kadar harekete katılan mücahitlerin imani sınıflarını imani ölçü ve değerlere göre ortaya çıkaracaktır... Böyle bir günde o insanlar, kendi propagandalarını yapma, herhangi bir görev için aday gösterme gereğini duymazlar. Çünkü birlikte cihad ettikleri toplum onları biliyordur, onları tanıtıp herhangi bir görev için aday gösterecektir. Bundan sonra şöyle denebilir; bu söyledikleriniz ilk aşama için geçerlidir. Toplum oturduktan sonra durum ne olacaktır? Bu soruyu bu dinin tabiatını bilmeyenler sorar. Çünkü bu din, her zaman hareket halindedir ve hiçbir zaman hareketten geri kalmaz, insanı bütün insanları... Yeryüzünde... tüm yeryüzünde Allah'dan başkasına kulluk yapmaktan kurtarmak, tağutlara kul olmaktan çıkarmak için hareket eder. Bu bölgenin bir ırkın, bir milletin ya da yeryüzünde herhangi basit, değersiz bir beşeri ilkenin sınırında durması mümkün değildir. Şu halde bu dinin değişmez özelliği olan hareket, imtihanları başarı ile geçenleri, doğuştan bazı üstün yeteneklere sahip kimseleri, ortaya çıkarmaya devam edecektir. İslâmdan sapmadığı sürece toplumu donuklaştıracak, bozacak bir durağanlık sözkonusu olamaz. Propaganda yapma ve buna dayanarak görev istemenin haramlığına ilişkin özel fıkhi kural da kendine uygun ortamda işlevini yerine getirecek, yürürlükte olacaktır. Tıpkı ilk defa ortaya çıktığı ve işlevini gördüğü ilk toplumun oluşturduğu ortam gibi. |