Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 13:45   Mesaj No:7

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.079
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Yusuf Suresi Tefsiri

Bu sözcüğün anlamı o denli yozlaştırılıp daraltılmış ki, cahiliye sistemi altındaki kitleler artık "din" denildiğinde, inanç ve ibadet esasları dışında hiçbir şey anlamıyor!.. Oysa Hz. Adem'den, Hz. Nuh'dan tutun da Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- varana dek "din"in hiçbir zaman için böylesine güdük bir anlam ifade etmesi asla sözkonusu olmamıştır...
Tarih boyunca "din", hep şu anlamda kullanılmıştır: Allah'ın koyduğu hükümleri benimseyip, O'nun dışındaki kimselerin koydukları hükümleri reddederek sadece yüce Allah'a boyun eğmek! Yeryüzünde de göklerde de O'nun ilahlığını birlemek! O'nun insanların biricik ve tek rabbi olduğunu kabul etmek! Yani sadece O'nun egemenliğini, hükümlerini, otoritesini ve buyruklarını benimsemek! Nitekim "Allah'ın dini"nde olanlar ile "kralın dini"nde olanlar arasındaki yolların ayrılış noktası da bu konuydu. Birinci gruptaki insanlar, sadece Allah'ın sistemine, şeriatına ve yasalarına boyun eğiyorlardı. İkinci gruptakiler ise, kralın koyduğu sistem ve yasalara boyun eğiyorlardı. Ya da inanç ve ibadet konularında yüce Allah'a boyun eğmiş olsalar da, sistem ve yasalar noktasında yüce Allah'dan başka kimselere boyun eğdiklerinden, sonuçta yüce Allah'a ortak koşmakla müşrik konumuna düşüyorlardı!
Bu, dinin son derece açık, İslâm inancının son derece net olan bir hükmüdür.
Bugün insanlarla iyi geçinme peşinde olan bazı kimseler, onlar "Allah'ın dini"nin hangi anlamları içerdiğini bilmiyorlar diyerek, insanları mazur göstermeye çabalıyorlar. Ancak bu tipler, "din"in Allah'ın şeriatı demek olduğunu öğretme ve sadece Allah'ın şeriatını hakim kılma noktasında da ne çaba gösteriyorlar ne de didiniyorlar! İnsanlar dinin ne anlama geldiğini bilmiyorlar ya sanki bu cehaletlerinden ötürü sonuçta onlar cahili ya da müşrik kimseler konumuna düşmekten kurtuluvereceklerdir!
Daha işin başı demek olan dinin bu gerçeğinden habersiz insanları, bu dinin sınırları içerisinde değerlendirebilmek nasıl mümkün olabilir, bunu bir türlü anlayamıyorum!
Bir gerçeğe inanmak, o gerçeği bilip tanımış olmanın bir ifadesidir. İnanç sisteminin gerçeğinden bile habersiz insanlar, nasıl bu inanç sistemini kabullenmiş kimseler olarak değerlendirilebilirler? Daha baştan dinin ne anlama geldiğinden bile haberleri yoksa, nasıl bu dine mensup olarak nitelenebilirler? Bunu bir türlü havsalam almıyor!
İnsanların bu konudaki bilgisizlikleri onları ahiretteki hesaptan kurtarabilir ya da orada görecekleri azabı hafifletebilir ve günahlarının faturası orada, dünyadayken bilen bir kimse sıfatıyla bu dini onlara öğretmiş olanlara yüklenebilir... Ancak bu, Allah'ın bileceği, gayba ait bir meseledir. Ahirette verilecek ceza ve mükafatlar konusunda tartışmak, genelde cahiliye insanlarının yaptığı bir iştir. Bunu tartışmanın bize kazandıracağı bir şey yoktur. Üstelik bu, yeryüzünde insanları İslâma davet eden bizleri de ilgilendirmemektedir!
Bizi ilgilendiren, bugün insanların genelde benimsedikleri biçimdeki dinin gerçek yüzünü ortaya koymaktır. Bu biçimdeki bir din, kesinlikle Allah'ın dini değildir. Zira "Allah'ın dini", O'nun Kur'an'daki apaçık ayetlerle belirlemiş olduğu sistem, şeriat ve kuralları demektir. Allah'ın belirlediği sistem ve kurallar çerçevesinde hareket eden kimse, "Allah'ın dini"ne mensup demektir. Kralın koyduğu sistem ve kurallar çerçevesinde hareket eden kimse ise, "kralın dini"ne mensup demektir! Bu nokta, en ufak bir tartışma götürmeyecek denli nettir!
Dinin hangi anlamları içerdiğinden habersiz kimselerin, bu dine inanmış olabilmeleri mümkün değildir. Çünkü bu noktada gözlemlenen bilgisizlik, bu dinin temel gerçeğine ilişkindir. Bu dinin temel gerçeğinden bile habersiz bir kimseyi, bu dine inanmış olarak kabul edebilmek ne gerçekte mümkündür, ne mantığa uygundur. Zira inanmak, kavramış ve bilmiş olmanın ifadesidir... Bu, gün gibi ortadadır...
Ne dersiniz? Bu tür insanları -Allah'ın dini dışında olmalarına karşın- yine de savunmamız, onların bu durumlarına mazeretler bulmamız, onlara karşı dininin anlamını ve sınırlarını kesinkes belirlemiş- Allah'dan bile merhametli olmamız, daha mı iyi sizce?
Doğrusu yapabileceğimiz en iyi iş, "Allah'ın dini"nin gerçekten ne anlama geldiğini bugünden itibaren hemen diğer insanlara anlatmaya başlamaktır. Onlara anlatalım ki ya bu dine girsinler, ya da bu dini reddetsinler!
Böylesi bizim için de, onlar için de daha hayırlı ve daha iyidir. Böyle yaparsak bizler, bu dini bilmemelerinden ötürü gerçeğe yapışmayan, dolayısıyla da bu dinden aslında habersiz olan cahillerin sapıklıklarının sonucundan kendimizi sıyırmış oluruz. Yine böyle yaparsak onlar da içinde bulundukları konumun gerçek yüzünü görecekler; "Allah'ın dini"ne değil de aslında "kralın dini"ne mensup olduklarını anlayacaklardır! Ola ki bunu öğrendiklerinde yaşayabilecekleri muhtemel bir sarsıntı onların da cahiliyeyi bırakıp İslâma, "kralın dini"ni bırakıp Allah'ın dinine girmelerine vesile olur!
Tüm peygamberler hep bu yolu izlediler. Hangi zaman ve hangi mekânda olursa olsun, cahiliye karşısında insanları Allah'ın yoluna çağıran davetçiler de hep aynı yolu izlemek durumundadırlar...
Bu kısa değerlendirmenin ardından biz yine Hz. Yusuf'un kardeşlerine dönelim. İçine düştükleri bu güç durum karşısında onların, kardeşleri Yusuf'a ve onun öz kardeşine karşı çekemezlik duygularının yine iyiden iyiye depreştiğini görüyoruz. Hırsızlık gibi bir kusuru kendilerinden kesinkes bertaraf ederek, bu kusuru babaları Hz. Yakub'un başka bir hanımından doğmuş olan Hz. Yusuf ve onun öz kardeşine yamamaya çalıştıklarını gözlemliyoruz:
."Yakub'un oğulları: `Bu kardeşimiz hırsızlık yaptı ise, daha önce de onun öz kardeşi hırsızlık yapmıştı' dediler."
Eğer o hırsızlık yaptıysa zaten daha önce onun kardeşi de hırsızlık yapmıştı.. Kimi rivayetçilerin ve tefsircilerin, hemen efsanelere ve hikâyelere yapışarak, onların söylediği bu sözü doğrulayabilecek veriler bulabilmek için çırpındıklarını gözlemledim! Oysa, daha önce babalarına Yusuf konusunda resmen yalan söyleyenler yine bunların ta kendileri değil miydi?! Dolayısıyla burada da, kendilerini güç duruma sokan suçlamayı bertaraf etmek, Yusuf ve onun öz kardeşini kendilerinden dışlayabilmek, Yusuf ve onun öz kardeşine ilişkin eski kinlerini yeniden kusabilmek için, Mısır'ın başveziri önünde bir yalan uyduramayacaklar mıydı?!
Nitekim görüldüğü üzere, suçu hemen Yusuf'a ve onun öz kardeşine yıkıverdiler!
"Yusuf, kardeşlerinin bu iftirasını duymazlıktan geldi, onu yüzlerine vurmadı."
Onların böyle davranmalarına üzüldü. Ama bunu kendi içine gömdü. Onlara bu söylediklerinden dolayı üzüldüğünü belli etmedi. Elbette ki kendisinin de öz kardeşinin de suçsuz olduğunu çok iyi biliyordu. Nitekim onların bu sözlerine sadece şöyle demekle yetindi.
"Asıl kötü durumda olan sizlersiniz."
Yani bu iftiranızla, Allah katında asıl kötü duruma düşen bizzat kendinizsiniz. Bu bir hakaret değil, gerçeğin ta kendisidir. Sonra ekledi:
"Allah sizin uydurma sözlerinizin iç yüzünü herkesten iyi bilir."
Yani söylediğiniz sözlerin ne denli doğru olduğunu Allah herkesten iyi bilir. Bu sözüyle Yusuf, onların yaptıkları suçlama konusunda tartışmayı kısa yoldan noktalıyordu. Zaten bu suçlamanın, o andaki meseleyle zerre kadar bir ilgisi de yoktu!
Bu durumda çaresiz, içinde bulundukları güç durumu, babalarının kendilerinden almış olduğu sözü düşünmeye başladılar yine. Babaları bu kardeşlerini onlara teslim etmezden önce; "Hep birlikte ölüm çemberine düşmeniz ihtimali dışında onu kesinlikle geri getireceğinize ilişkin bana Allah adına sağlam bir güvence, bağlayıcı bir söz vermedikçe, onu sizinle birlikte göndermem!" diyerek söz almamış mıydı kendilerinden?.. Bunun üzerine, alıkonulan delikanlının, babasının çok yaşlı olduğunu söyleyerek Yusuf'u kendilerine acındırmaya çabaladılar. Sözkonusu yaşlı babanın hatırı için, onu serbest bırakmasa bile, hiç olmazsa onu değil de onun yerine aralarından başka birini alıkoymasını istediler. İsteklerini geri çevirmemesi için, onun iyiliksever ve temiz bir insan olduğunu hatırlatmayı da unutmadılar. Öyle ya, belki böylece yumuşatabilirlerdi karşılarındaki Yusuf'u:
"Yakub'un oğulları dediler ki; `Ey vezir, bu kardeşimizin ileri derecede yaşlanmış, ihtiyar bir babası var. Onun yerine içimizden birini alıkoy. Görüyoruz ki sen iyiliksever bir adamsın."
Ancak Yusuf'un amacı, onlara iyi bir ders vermekti. Onları, kendileri, babası, kısacası herkes için kafasında tasarladığı sürprize hazırlamak istiyordu. Böylece bunun yaratacağı etki, onların hafızalarından asla silinmeyecekti. Bunun üzerine, onların bu sözlerine karşılık:
"Yusuf; `Çalınan eşyamızı valizinde bulduğumuz kimseden başkasını alı koymaktan Allah'a sığınırız. Yoksa, zalimlik etmiş oluruz' dedi."
Dikkat edilirse Yusuf, "Hırsızlık suçu işlememiş bir masumu alıkoymaktan Allah'a sığınırız" demiyor. Zira alıkoyduğu öz kardeşinin hırsız olmadığını bilmektedir. Bu nedenle de kullandığı sözcükleri ustaca seçiyor. Ayette de Yusuf'un söylediği bu söz, bizlere Arapça olarak aynı özenle aktarılıyor: (Yusuf anadili İbranice'yi de o anda içinde bulunduğu ortamda konuşulan eski Mısır dilini de bilmekteydi. Anlaşılan o ki burada kardeşleriyle eski Mısır dilince konuşmaktadır. Demek ki kardeşleri de eski Mısır dilini biliyorlar ya da konuşmalar bir mütercim aracılığıyle kendilerine çevriliyordu.)
"Çalınan eşyamızı valizinde bulduğumuz kimseden başkasını alıkoymaktan Allah'a sığınırız."
Böylece Yusuf, suçlamayı ne onaylıyor, ne de reddediyor. Hiçbir lâf kalabalığına başvurmaksızın, sadece gerçeği dile getirmekle yetiniyor. Bunun ardından da ekliyor:
"Yoksa, zalimlik etmiş oluruz."
Yani biz, kimseye zalimlik etmek istemeyiz...
Bu olayda, Yusuf'un ağzından çıkan son söz bu olmuştu. Kardeşleri anladılar ki, isteklerinde direnmenin hiçbir yararı olmayacak. Bunun üzerine, döndüklerinde babalarının yüzüne nasıl bakacaklarının düşüncesine dalarak, çekilip gittiler.
Yusuf'un kardeşleri, küçük kardeşlerini kurtarma girişimlerinden ümitlerini kesince, Yusuf'un huzurundan çekip gitmişlerdi. Ardından toplanarak, şimdi ne yapacaklarını karşılıklı olarak tartıştılar. Şu an karşımıza çıkan sahnede, onların bu meseleye bir çare bulma uğraşısı içinde olduklarını görüyoruz. Ayette bizlere onların herbirinin neler dediği aktarılmıyor. Bizlere sadece onların sonuçta neye karar verdikleri aktarılmakla yetiniliyor:

[SIZE=2]

80- Yakub'un oğulları Yusuf'tan umut kesince, aralarında konuşmak üzere bir kenara çekildiler. En büyükleri dedi ki; "Babanızın Allah adına sizden bağlayıcı bir güvence aldığını ve daha önceki Yusuf'a ilişkin ihmalinizi bilmiyor musunuz? Bu yüzden babam bana izin vermedikçe ya da hüküm verenlerin en hayırlısı olan Allah, hakkımda bir hüküm vermedikçe buradan ileriye adım atmam!"


81- "Varınız babanıza deyiniz ki; `Ey babamız! Oğlun hırsızlık yaptı, biz sadece bildiklerimizi söylüyoruz, yoksa bilinmez sırlara ilişkin bir haberimiz yoktur!"


82- "İçinde bulunduğumuz şehrin halkına ve birlikte yola çıktığımız kervana sor, söylediklerimiz kesinlikle doğrudur. "

Hz. Yakub'un oğullarının en büyüğü diğer kardeşlerine, babalarının kendilerinden aldığı sözü, ayrıca daha önce aynı zamanda Yusuf meselesinde de ihmalkâr davrandıklarını kendilerine hatırlatıyor. Bu iki olay arasında bir bağ kuruyor. Ardandan da kesin kararını açıklıyor: Babası kendisine izin vermedikçe ya da hükmüne razı olup boyun eğeceği Allah kendisi hakkında bir hüküm vermedikçe Mısır'dan ayrılıp babasının karşısına kesinlikle çıkmayacaktır.
Diğer kardeşlerine gelince... Onlardan, dönüp babalarına giderek her şeyi açıkça anlatmalarını istiyor: Oğlu hırsızlık yapmıştır! Bu sebeple de tutuklanmıştır. Kendilerinin görüp bilebildikleri budur. Aslında oğlu masumdu da işin içinde başka bir iş mi vardı, bunu bilememektedirler. Kendileri bilinmez sırları, gaybı çözebilecek durumda değildirler. Nitekim tüm bunların başlarına geleceği önceden akıllarından bile geçmemişti. Çünkü o sırada tüm bunlar kendileri için sözcüğün tam anlamıyla bir gayb, bir bilinmezlikti. Bilinmez sırlara, gayba ilişkin en ufak bir bilgileri sözkonusu değildi... Babaları sözlerine inanmayacak olursa, dilerse olayı yaşadıkları şehirdeki -yani Mısır'ın başkentindeki- halka sorsun! -Kur'an-ı Kerim'deki "karye" sözcüğü, büyük şehir anlamındadır.- Ve yine dilerse, birlikte yolculuk ettikleri kafiledeki insanlara sorsun... Gerçekten de onlar bu yolculuklarında yalnız değildiler. O kıtlık yıllarında zahire alabilmek için pek çok kafile durmadan Mısır'a gidip geliyordu...

BİTMEYEN ÜMİT

Ayetlerde, Hz. Yakub'un oğullarının bunun ardından yola çıktıklarına değinilmiyor. Bir sonraki ayette hemen, onların dertli babalarının huzuruna çıkmış oldukları sahneyle karşılaşıyoruz. Babalarına korkunç haberi vermiş durumdadırlar. Biz sadece Hz. Yakub'un buruk, kederli, apar topar ve kısaca verdiği cevabı işitiyoruz. Ama bu cevapta Hz. Yakub'un, Allah'ın Hz. Yusuf ve öz kardeşini ya da Allah kendisi için bir hüküm vermedikçe bulunduğu yerden bir adım bile atmamaya azmetmiş oğlu da dahil olmak üzere, her üçünü de geri getirebileceği noktasında ümit l:esmediğini görüyoruz. Onca dert yüklü bir yüreğin, halâ böylesi bir umut taşıyabilmesine şaşırmamak elde değildir:

[SIZE=2]

83- Hz. Yakub dedi ki; `Herhalde nefsinizin kışkırtması ile bir komplo düzenlediniz. Bana yaman bir sabır düşüyor. Belki de Allah bana tüm oğullarımı birlikte kavuşturacaktı. Hiç şüphesiz O, her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir. "

"Herhalde nefsinizin kışkırtması ile bir komplo düzenlediniz. Bana yaman bir sabır düşüyor." Hz. Yakub, Yusuf'unu yitirdiğinde de aynı sözü söylemişti. Ancak bu kez, Allah'ın, Hz. Yusuf ve öz kardeşini, ayrıca ettiği yeminden ötürü huzuruna gelmemiş oğlunu, hepsini birden kendisine geri getirebileceğini umduğunu da ekliyor. "Hiç şüphesiz O, her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir." Allah, onun yaşadığı durumu, ayrıca tüm bu olayların ve sınamaların ardındaki hikmeti kuşkusuz çok iyi bilmektedir. Ve yine kuşkusuz ki O, olaylar ve sonuçları sıralamasındaki hikmet gerçekleştiğinde, her işi en uygun zamana ayarlayabilecek güçtedir.
Bu yaşlı adamın yüreğine böylesine bir ışık, nasıl ve nereden doğuyor? Kuşkusuz ki, bu Allah'a bel bağlamanın, O'nunla güçlü bir iletişimin, O'nun varlığını ve merhametini gerçekten hissedebilmenin sonucudur. Bu türden seçkin ve tertemiz yüreklerde doğan duygular, bundan ötürüdür ki, ellerin uzanabildiği, gözlerin görebildiği algılanabilir realiteden daha derinlikli ve daha doğrudur.

84- "Hz. Yakub, yüzünü başka tarafa çevirerek; `Vah Yusuf'um vah!' diye inledi. Gözleri hüzünden ağarmıştı, buna rağmen acısını içine gömüyor, belli etmiyordu. "

Dertli babaya ilişkin, tüyler ürpertici bir tasvirdir bu. Kederiyle ve başına gelenlerle tek başına ve yapayalnız bırakıldığını hissediyor. Çevresindekiler onun acısını paylaşmaya yanaşmıyor. Dolayısıyla o da yalnızlığa gömülüyor. Sevgili oğluna, Yusuf una ilişkin yarası yine depreşiyor. Onu halâ unutamamıştır. Aradan geçen onca yıl, bu acıyı onun yüreğinden söküp atamamıştır. Şimdi de onun öz kardeşine ilişkin bu yeni acı haberle yine onu hatırlâmış; sürdürdüğü güzelim sabrına dayanamamıştır:
"Vah Yusuf'um vah!"...
[SIZE=2]
Hüznünü içine atıp gizlemektedir. Ancak bu içine atmasından ötürü sinirleri yıpranmış ve sonuçta gözlerine üzüntüden ve yıkımdan aklar düşmüştür:
"Gözleri hüzünden ağarmıştı, buna rağmen acısını içine gömüyor, belli etmiyordu. "
Oğullarının yüreklerindeki çekemezlik öyle bir noktaya varmıştı ki, babalarının bu durumuna bile acımıyorlardı. Babalarının Hz. Yusuf özlemi, onun gizliden gizliye halâ üzülmesi bile onların yüreklerini sızlatmıyordu. Ne onunla konuşup rahatlatmaya çalışıyorlar, ne teselli ediyorlar, ne de ona umut veriyorlardı! Tam tersine, Hz. Yakub'un yüreğiyle yakaladığı son umut ışığını bile silmek istiyorlardı:

85- "Oğulları; `Vallahi, Yusuf Yusuf diye diye ya yatağa düşeceksin, ya da helâk olacaksın" dediler..."

Kınayıcı, kin dolu bir sözdür bu. Vallahi, halâ Hz. Yusuf'u sayıklayıp duruyorsun. Ona üzülmekten yatağa düşeceksin artık. Üzüntüden eriyip bittin. Boş yere kendini üzmekten, artık mahvolacaksın. Yusuf'tan artık ümit yok sana! O gitti! Artık asla geri gelmeyecek!
Bu sözlere karşılık Hz. Yakub onlardan, kendisini Rabbiyle başbaşa bırakmalarını istiyor. O, Allah dışında kimseye derdini açmak istememektedir. O, onlardan farklı olarak Rabbiyle iletişim içindedir. Bu nedenle de onların bilmediği Allah gerçeği hakkında onlardan farklı bir bilgiye sahiptir.

86- "Hz. Yakub, oğullarına dedi ki; "Ben acımı ve ızdırabımı yalnız Allah'a şikayet ediyorum ve ben Allah hakkında sizin bilmediklerinizi biliyorum. "

Bu sözlerde, Allah'la bağlantılı bir yürekte, ilahlık gerçeğini kavramış olmanın verdiği duygu; ayrıca bizzat bu gerçekteki engin yücelik ve bu noktadaki pırıl pırıl inciler gözleniyor.
Bir yanda, Hz. Yusuf'tan artık ümit kesmeyi gerektiren görünürdeki olgu; bırakınız Hz. Yusuf'un dönmesini, onun yaşamından bile ümit kestirebilecek denli onca zaman geçmiş olması... Diğer yandan da bunca ağır bir olgu karşısında aradan geçen onca sürenin ardından Hz. Yakub'un yine de umuda kapılışının, oğullarınca acımasızca kınanması... Ama tüm bunlar, rabbine bağlı bu yaşlı adamın duygularının zerre kadar etkilememektedir. Çünkü O, Rabbi hakkında, O'nun işleri hakkında oğullarının bilemediklerini bilmektedir. Bu noktada oğullarının gözleri ise, görünürdeki sıradan bir realiteyle sözkonusu hakikati göremeyecek denli perdelenmiştir!
Burada Allah'a imanın; Hz. Yakub'un Allah'ı bu denli tanımasının; gözle görüyorcasına bilmesinin; O'nun gücünü ve yazgısını, merhametini ve görüp gözeticiliğini yaşamasının; ilah olarak, O'nun salih kullarıyla nasıl bir ilişki içinde olduğunu kavramasının ne denli paha biçilmez bir değer ifade ettiğini görüyoruz.
Hz. Yakub; "Ben Allah hakkında sizin bilmediklerinizi biliyorum" diyor. Bu gerçeği daha iyi ifade edebilecek, başka bir söz bulamıyoruz. Bu sözlerdeki, ancak onu tadanın, dolayısıyla da bu salih kul Hz. Yakub'un yüreğinde bu sözün neler çağrıştırdığını kavrayabilenin tadacağı zevki aktarabilme noktasında bizim sözcüklerimiz yetersiz kalıyor.
Bu zevki tatmış bir kalbe, sıkıntılar -hangi boyuta ulaşırsa ulaşsın-, ondaki gözle görürcesine imanın verdiği duygu ve zevki arttırmaktan başka bir şey yapamaz.
Daha fazla söyleyebilecek bir şey bulamıyoruz. Sadece Allah'ın bu noktadaki lütuflarına şükretmekle yetiniyoruz. Bizlerle Allah arasındaki ilişkiyi ise O'nun bilgisine ve görüp gözeticiliğine bırakıyoruz...
Ardından Hz. Yakub, oğullarına dönerek, onlardan Hz. Yusuf'u ve kardeşini aramalarını; onları arayıp bulma konusunda Allah'ın rahmetinden ümit kesmemelerini istiyor. Zira Allah'ın rahmet ve lütfu son derece geniştir. O'nun, imdada yetişivermesi, her an için sözkonusu olabilir:

[SIZE=2]

87- "Ey oğullarım, gidiniz Hz. Yusuf'u ve kardeşini arayınız, Allah'ın lütfundan ümit kesmeyiniz. Çünkü Allah'ın lütfundan, sadece kafirler ümitsiz olur. "

Allah'la bağlantısı ne kadar güçlü bir kalptir bu!
"Ey oğullarım, gidiniz Yusuf'u ve kardeşini arayınız."
Bu noktada tüm gücünüzü kullanarak, bıkmadan, yılmadan, aramaktan usanmaksızın arayınız. Allah'ın rahmetinden, lütfundan, imdadınıza yetişeceğinden ümit kesmeksizin arayınız! Ayetin orijinalinde, Allah'ın lütfundan söz edilirken "lütuf", "ravh" sözcüğüyle ifade ediliyor. "Ravh", birçok inceliği ve anlamı kapsayan bir sözcüktür. Dolayısıyla bu sözcük, ruhları kuşatıveren Allah'ın rahmetinin ve lütfunun serinliğiyle, en boğucu keder ve üzüntülerden bile kurtulup iyice dinlenebilmeyi de çağrıştırmaktadır.
"Çünkü Allah'ın lütfundan, sadece kâfirler ümitsiz olur.."
Allah'a yürekten bağlanmış mü'minlere gelince... Onlar, Allah'ın rahmet ve lütfunun serinliğini yaşarlar. İçlerinde, Allah'ın rahmet ve lütfunun tatlı mı tatlı püfür püfür estiğini hissederler. Kendileri büyük kederler içinde bile olsalar, iyice sıkıntıya bile düşseler, Allah'ın rahmet ve lütfundan asla ümitlerini kesmezler. Mü'min en şiddetli sıkıntılar, en çaresiz dertler içinde bile bulunsa, kendisini sürekli, imanının gölgesi altındaki serinlik, Rabbiyle bağının verdiği bir cana yakınlık, O'na güvenmesinden doğan bir iç huzur içerisinde hisseder...

GERÇEK ORTAYA ÇIKIYOR

Hz. Yusuf'un kardeşleri, üçüncü kez yine Mısır'dalar. Açlıktan perişan olmuş, parasız pulsuz durumdalar. Ellerindeki son birkaç işe yaramaz eşyayı da vererek, bunun karşılığında biraz zahire alabilmek üzere Mısır'a gelmişlerdir. Bu defa ki konuşmalarına baktığımızda, daha öncekilerden bütünüyle farklı bir biçimde, artık bitip tükendiklerini sezinliyoruz. Günlerdir yollarda olmanın beraberinde getirdiği perişanlık ve açlıktan yakınmaktadırlar:

88- Yakub'un oğulları, Yusuf'un yanına girdiklerinde dediler ki; `Ey vezir, biz ve ailemiz sıkıntıya düştük, yanımızda düşük değerli bir bedel getirdik, fakat sen erzağımızı eksiltmeden ver, bize bağışta bulun. Çünkü Allah hayırseverleri ödüllendirir... "

Onların bu denli sıkıntıya düştüklerini, bitip tükendiklerini, acınacak hale geldiklerini gören Hz. Yusuf, artık Mısır başveziri rolünü oynamayı sürdürememekte ve onlara gerçek kimliğini açmaktadır. Zaten onlar, gerekli dersi de almış durumdadırlar. Onların akıllarının ucundan bile geçmeyecek olan o büyük sürprizi yapmanın tam zamanıdır artık. Gerçek kimliğini nazik bir biçimde açıklarken, onlara sadece kendilerinin bildiği ve gerçek anlamda sadece Allah'ın vâkıf olabildiği ta geçmişteki bir olayı hatırlattı:

89- Hz. Yusuf kardeşlerine; `Cahillik döneminde Yusuf'a ve kardeşine neler yaptığınızı hatırlıyor musunuz'? dedi. "


90- Kardeşleri "Yoksa sen Yusuf musun?" dediler. O da dedi ki; "Evet, ben Yusuf'um, bu da kardeşimdir. Allah bize lütufta bulundu. Kuşku yok ki, kim kötülükten sakınır ve sabrederse, Allah iyilik edenleri asla ödülsüz bırakmaz. "

Kulaklarında çın çın çınladı bu ses. "Evet, tanıdıkları birinin sesiydi bu! Evet, onun yüzü olmalıydı bu yüz! Ama o ana dek, onu hep Mısır başveziri diye düşündüklerinden, bu yüzü böylesine dikkatle incelememiş olmalıydılar. İşte nazik bir biçimde kendi kimliğini de açıklıyordu nitekim. Gözlerinin önünde ta geçmişte yaşanmış bir olayın anısı canlandı:
"Kardeşleri; `Yoksa sen Yusuf musun?' dediler."
Ne diyorsun?! Sen o Yusuf musun?! Yürekleri, kulakları, kısacası tepeden tırnağa etkilenmiş bir biçimde, o küçük Yusuf'a ait hayalı, büyüyüp kocaman bir adam haline geliverdiğini gördüler...
"O da dedi ki; `Evet, ben Yusuf'um, bu da kardeşimdir. Allah bize lütufta bulundu: Kuşku yok ki, kim kötülükten kaçınır ve sabrederse, Allah iyilik edenleri asla ödülsüz bırakmaz'.."
Tam bir sürprizdi bu! Hem de hiç beklenmedik bir sürpriz! Kendisine ve kardeşine karşı bir cahillik ederek yaptıkları işi güzellikle ve sadece hatırlatmakla yetiniveren Hz. Yusuf'un yaptığı bir sürpriz! Hz. Yusuf, onlara başka hiçbir şey dememişti. Sadece bunların kendisine ve kardeşine Allah'ın bir lütfu olduğunu; bu lütfun da sakınarak iyilik etmenin, sabrın ve Allah'ın adaletinin bir sonucu olduğunu belirtmekle yetinmişti.
Bu durumda ister istemez, bir zamanlar Hz. Yusuf'a yaptıkları geldi gözlerinin önüne. Onlar kötülük etmişlerdi, O ise kendilerine iyilikte bulunuyordu. Onlar bir cahillik etmişlerdi, O ise kendilerine son derece yumuşak davranıyordu. Onlar insanlık onuruna yakışmayacak bir iş yapmışlardı, O ise kendilerine karşı onurluca davranıyordu. Bu durumda o anda, ister istemez tüm bunların ezikliği ve utangaçlığını duyuyorlardı:

[SIZE=2]

91- Kardeşleri; "Vallahi, Allah seni bize üstün kıldı, biz hep suçlu idik dediler...

Yanlışlıklarını açıkça söyleyerek, günah işlemiş olduklarını kabul ediyorlar. Derece, nezaket, sakınma ve iyilik etme gibi konularda Allah'ın Hz. Yusuf u kendilerinden üstün kıldığını gördüklerini açıkça söylüyorlar. Buna karşılık Hz. Yusuf da onlara kucak açarak, onları bağışlayarak, içine düştükleri utanılası konuma son veriyor. Değerli bir insanın göstereceği bir erdemdir bu! Daha önce darlık sınanmasından alnının akıyla çıkmış olan Hz. Yusuf, böylece bollukla sınanmasını da başarıyla atlatıyor. Kuşkusuz ki O, iyilik eden kimselerdendi.

92- Yusuf dedi ki; "Bugün size kınama yok, Allah günahlarınızı bağışlar, O merhametlilerin en merhametlisidir. "

Size kusur bulmuyorum, sizi kınamıyorum! Bu mesele benim için bitmiştir. Bu meseleyi ben kendi adıma bütünüyle unutuyorum. Allah, sizlerin günahlarınızı bağışlasın. O ki merhametlilerin en merhametlisidir. Ardından söz, başka bir konuya geliyor. Sıra, üzüntüsünden gözleri ağarmış babasına geliyor. Hz. Yusuf bir an önce, babasına müjdeyi yetiştirebilmek, onu görebilmek, onun yüreğindeki hüznü dindirebilmek, hastalıktan bedeninin çektiği acılara son verebilmek, artık görmez olan gözlerini yeniden sağlığına kavuşturabilmek için yanıp tutuşmaktadır. Bu sebeple de kardeşlerine şöyle diyor:

93- "Şimdi şu benim gömleğimi götürüp yüzüne sürün de gözleri açılsın. Sonra bütün ailenizle birlikte bana geliniz. "

Hz. Yusuf, gömleğine sinmiş kokusunun, babasının körelmiş gözlerini tekrar sağlığına kavuşturabileceğini nereden bilmişti? Bu, Allah'ın kendisine öğrettiği bilgilerdendir. Pek çok durumda, şok etkisi yaratabilecek bir sürpriz, olağanüstü şeylerin gerçekleşmesine neden olur... Hem Hz. Yusuf da Hz. Yakub da birer peygamber olduklarına göre, böylesi bir mucizenin gerçekleşmesi de son derece normal değil midir?

SÜRPRİZLER ZİNCİRİ

Kıssanın bu bölümünde sürpriz üstüne sürprizle karşılaşıyoruz. Bu heyecanlı sahneler Hz. Yusuf'un küçük bir çocukken görmüş olduğu rüyanın yorumlanmasına dek sürecek...

94- Kervan yola çıkınca, babaları yanındakilere; "Eğer bana bunak demeyecekseniz, söyleyeyim ki, burnuma Yusuf'un kokusu geliyor" dedi...

Hz. Yusuf'un kokusu! Her şey akla gelebilir, ama böyle bir şey asla! Aradan geçen onca uzun bir zamandan sonra Hz. Yusuf'un halâ hayatta olabileceği kimin aklından geçer ki! Durum böyle olduğu halde, artık gözleri bile görmeyen bu yaşlı adam Hz. Yusuf'un kokusunu alıyor!
Ne diyor? Bu ihtiyar da iyice sapıttı demeyecekseniz doğrusu ben, Yusuf'un kokusunu alıyorum. "Eğer bana bunak demeyecekseniz", dediğime inanacaksanız, size bir şey söyleyeyim mi, ta uzaklardan Yusuf'un kokusu geliyor burnuma!
Kervan yola çıkar çıkmaz Hz. Yakub, Hz. Yusuf'un kokusunu nasıl olmuş da alabilmiştir? Ayrıca, kervanın bu ayette sözü edilen anlamıyla yola çıkış noktası neresidir? Kimi tefsirciler, kervanın yola çıkış noktasının Mısır olduğu; Hz. Yakub'un da Hz. Yusuf'un kokusunu bu denli uzak bir mesafeden aldığı görüşündedir. Ancak meselenin gerçekten böyle olduğuna ilişkin bir gösterge yoktur. Kim bilir? "Kervan yola çıkınca" derken belki de, Kenan diyarındaki ana yolların kesiştiği nokta ve de kafilenin bu noktadan Hz. Yakub'un biraz ötedeki mahallesine doğru yola çıkması kastedilmektedir.
Burada, bir peygamber durumundaki Hz. Yakub'un ve yine bir peygamber durumundaki Hz. Yusuf'un pekalâ gösterebilecekleri bir mucizeyi reddetmeye çalıştığımız düşünülmesin. Bizim yaptığımız, Kur'an'daki bu ayetin içerdiği anlamın ya da kesin bir kanıtın ötesine geçmemeye çabalamaktan ibarettir. Nitekim burada sözünü ettiğimiz mesafenin ne kadar olduğu konusunda, kesinkes doğru kabul edilen bir hadis bulunmamaktadır. Ayrıca kimi müfessirlerin bu mesafe konusunda ileri sürdükleri görüşün doğru olduğuna ilişkin de ayetin orijinalinde en ufak bir işaret yoktur!
Ancak Hz. Yakub'un çevresindeki kimseler, onun kadar üstün bir dereceye ulaşamamış olduklarından, onun duyduğunu belirttiği Hz. Yusuf'un kokusunu da alamamaktadırlar:

95- Yanındakiler, Hz. Yakub'a; "Vallahi, sen halâ o eski şaşkınlığının pençesindesin" dediler..

Halâ Hz. Yusuf'u kaybetmenin şaşkınlığı içerisindesin. Nice zaman önce bilinmezliklere karışıp gitmiş ve artık asla gelmeyecek olan Yusuf'u halâ bekleyip durmaktan aklını bozmuşsun sen!
Ama bu beklenmedik sürpriz gerçekleşecektir. Üstüne üstlük, bununla birlikte bir sürpriz, bir mucize daha yaşanacaktır:

[SIZE=2]

96- Hz. Yakub'un müjdeli haberi taşıyan oğlu gelip de gömleği babasının yüzüne sürünce, gözleri açılıverdi ve oğullarına "ben size Allah hakkında sizin bilmediklerinizi biliyorum demedim mi?" dedi.

Gömlek sürprizi! Bu, Hz. Yusuf'un yaşadığının, yakında ona kavuşacağının kanıtıydı. Ardında ise, Hz. Yakub'un ağarmış gözlerinin yeniden tümüyle sağlığına kavuşuvermesinin yarattığı sürpriz... Bunun üzerine Hz. Yakub hemen Rabbi katından öğrenmiş olduğu, nitekim bu olaydan çok daha önce de oğullarına söylemiş bulunduğu, ancak kimsenin bir şey anlamadığı gerçeği hatırlatıyor:
"Oğullarına; `Ben size Allah hakkında sizin bilmediklerinizi biliyorum demedim mi dedi."

97- Oğulları; `Ey babamız! Bizim adımıza Allah dan günahlarımızı affetmesini dile, biz kesinlikle suçluyuz" dediler.

Ancak Hz. Yakub'un, açıkça söylemese de bu oğullarına karşı kalbinin az da olsa halâ kırgın olduğu anlaşılıyor. Onlara Allah'dan günahlarını affetmesini dileyeceğine ilişkin söz veriyor ama bu işi, içindeki kırgınlık iyice geçtikten, iyice sakinleşip kendine geldikten sonra yapacağını belirtiyor:

98- Hz. Yakub, oğullarına; "Sizin için daha sonra af dileyeceğim. Hiç kuşkusuz Allah affedicidir, merhametlidir" dedi.

Nitekim ayetin orijinaline baktığımızda Hz. Yakub'un, "af dileyeceğim" derken, fiili -Arapça'da uzak gelecek zaman ifade eden- "sevfe" edatıyla kullanarak, bu işi "daha sonra" yapacağını özellikle belirttiğini görüyoruz. Bu olgu, Hz. Yakub'un kalbinin o an için bile halâ sızladığı biçiminde pekalâ yorumlanabilir...

GÖZ YAŞARTICI SAHNELER

Ayetlerde, kıssadaki sürprizlerin aktarılmasına devam ediliyor. Ancak, zamandan ve mekândan bir atlama yapılarak hemen kıssamızın büyüleyici ve göz yaşartıcı nitelikteki son sahnesine geçiliyor:

[SIZE=2]

99- Hz. Yakub ailesi, Hz. Yusuf un yanına vardığında O, ana-babasını bağrına bastı ve "Allah'ın izni ile Mısır'a güven içinde giriniz" dedi.


100- Ana-babasını makam koltuğuna oturttu, bu arada hep birlikte

önünde secdeye kapandılar. Bunun üzerine Hz. Yusuf, babasına dedi ki; "Babacığım, bu olay, bir zamanlar gördüğüm rüyanın somut yorumudur, Rabbim o rüyayı gerçeğe dönüştürdü. Ayrıca beni hapisten çıkararak ve şeytanın kışkırtması sonucunda kardeşlerimle aramın açılmasından sonra sizleri çöl ortasından kaldırıp yanıma getirerek bana lütufta bulundu. Hiç kuşkusuz Rabbim dilediklerine karşı lütufkâr davranır. O her şeyi bilen ve her yaptığını yerinde yapandır. "
Aman Allah'ım! Ne kadar güzel bir sahnedir bu! Onca yılların ve nice günlerin ardından, karamsarlıkların ve düş kırıklıklarının ardından, acıların ve sıkıntıların ardından, sınavlara ve belalara maruz bırakılmanın ardından, dayanılmaz özlemlerin, bitmeyen üzüntülerin ve sızım sızım sızlatan dertlerin ardından geliveren ne görkemli bir sahnedir bu!
Hıncahınç heyecan, duygu, sevinç ve gözyaşı dolu bir sahnedir bu!
Bu son sahneyle, ilk sahne arasında da öylesine güzel bir uyum var ki! Başlangıçta bütünüyle bir gayb, geleceğe ilişkin bir bilinmezlik durumundaydı tüm bunlar. Son sahnedeyse bir bakıyoruz, tüm bunlar bizzat yaşanıyor! Ve tüm bunlar yaşanırken bakıyoruz ki, Hz. Yakub yine hiçbir zaman unutmadığı Allah'ını anıyor:
"Hz. Yakub ailesi, Hz. Yusuf'un yanına vardığında O, ana-babasını bağrına bastı ve `Allah'ın izni ile Mısır'a güven içinde giriniz' dedi."


101- Rabbim, sen bana egemenlikten pay verdin, beni olayları (ya da rüyaları) yorumlamaya ilişkin bazı bilgiler ile donattın. Ey göklerin ve yerin yaradanı! Gerek dünyada, gerek ahirette tek dayanağım sensin; canımı müslüman olarak al ve beni iyi kulların arasına kat. "

"Rabbim, sen bana egemenlikten pay verdin.."
Bu anlamda sen beni yönetici kıldın,belirli bir makam ve mevki, mal sahibi yaptın. Bunlar dünya nimetlerinden bana lûtfettiklerindi.
"Beni olayları (ya da rüyaları) yorumlamaya ilişkin bazı bilgiler ile donattın."
Bana olayların nasıl noktalanacağını kestirebilmemi, rüyaları yorumlayabilmemi sağladın. Bu ise, bilgi noktasında bana lûtfettiklerindendi. Tüm bunlar senin nimetlerin, senin lütuflarındı Rabbim! Onları bir bir hatırlıyor, sayıyorum...
"Ey göklerin ve yerin yaradanı!"
Yeri de gökleri de tek bir sözünle yaratıverdin. Bu noktada her şey de senin elindedir. Yer de, gökler de, oralarda yaşayanlar da senin gücüne hiçbir biçimde karşı koyamaz...
"Gerek dünyada, gerek ahirette tek dayanağım sensin.." Tek destekçim, tek yardımcım sensin...
Rabbim, senin lütuflarının, senin gücünün göstergesidir tüm bunlar. Rabbim senden ne yöneticilik, ne sağlık, ne de mal mülk istiyorum! Benim senden istediğim, tüm bunlardan daha kalıcı, daha özenilesi bir şeydir:
"Canımı müslüman olarak al ve beni iyi kulların arasına kat.."
Böylece makam ve mevki de, yöneticilik de, yeniden buluşma sevinci de, ailenin biraraya gelişi de, kardeşlerinin kaynaşması da hepsi geride kalıp gözden kayboluyor. Tüm görüntü sadece son sahneyle kaplanıyor: Bir kul sade bir birey olarak Rabbine el açmış; O'ndan müslümanlığını ölene dek korumasını, canının müslüman olarak alınmasını; ahirette iyi kullar arasına katılmasını dilemektedir.
Hz. Yusuf son sınavda da mutlak başarısının göstergesidir bu!..
Hz. Yusuf kıssasının bitiminin ardından burada kıssanın değerlendirilmesine ilişkin ayetler başlıyor. Sözkonusu değerlendirmelere, giriş bölümünde surenin tanıtma yazısı sırasında da değinmiştik. Bu değerlendirmelerin yanısıra bilinen bugünün ardındaki bilinmeyen gayba, geçmiştekilerin izlerine, yüreklerin en derindeki köşelerine, evrenin sayfalarına ilişkin esin yüklü turlara, değişik değinilere ve çeşitli yaklaşımlara da yer veriliyor. Bunları suredeki sıralarına göre gözden geçirelim. Bu sıralamanın belirli bir amacı olduğunu da vurgulamamız gerekir.
Alıntı ile Cevapla