Durumu: Medine No : 5587 Üyelik T.:
05 Aralık 2008 Arkadaşları:14 Cinsiyet: Memleket:İstanbul Yaş:35 Mesaj:
2.537 Konular:
2038 Beğenildi:116 Beğendi:0 Takdirleri:270 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Cvp: Fizilalil Kuran Araf Suresi Tefsiri "Allah'a korku ve umut içinde dua edin." Kızması ve cezalandırmasından korkarak, hoşnutluğunu ve mükâfatını umarak. "Hiç kuşkusuz Allah'ın rahmeti iyi işler yapanlara yakındır." Peygamberimizin ihsanı tanımlarken buyurduğu gibi, sanki onu görüyormuşcasına Allah'a kulluk ederler, ki onlar O'nu görmese de, O onları görmektedir... Başka bir keresinde Kur'an bir kez daha, insanlığın gönlüne seslenerek, zaten göz önünde bulunan şu evren kitabının bir sayfasını daha açıyor. Fakat gönüller bu manzaraları gaflet ve dalgınlıkla seyretmekte, seslenişlerine kulak vermemekte ve uyarılarına aldırmamaktadır... Yukarıdaki ayette Allah'ın rahmetinin hatırlatılması üzerine açılan bu sayfa, sağanak yağan yağmuru, yeşeren bitkileri, ölüm ve mahvoluştan sonra yeniden dirilişi, Allah'ın rahmetinin birer örnekleri olarak sunmaktadır: 57- O ki, rüzgârları rahmetinin önünde müjdeleyici olarak gönderir. Bu rüzgârlar yüklü bulutu havada yükseltince onu ölü bir yöreye gönderir, onun aracılığı ile oraya su indiririz, arkasından bunun aracılığı ile her türlü yerden bitiririz. İşte ölüleri de böyle yerden çıkarırız. Ola ki düşünür, ders alırsınız. Bunlar, bir ilâhın varlığının evrendeki izleridir. Bir yapıcılık, otorite, öntasarı ve takdirin izleri... Tüm bunlar, insanların kendisinden başka ilâh benimsememesi gereken Allah'ın yapıp etmeleridir. O, kullara olan rahmetinin ortaya çıkış yolları olarak bunları belirleyen, rızkı veren yaratıcıdır. Rüzgâr herzaman esmekte, her an bulutları taşımakta, bulutlardan her an yağmur yağmakta... Fakat tüm bunlar, -gerçekte de olduğu gibi- Allah'ın etkin yapıcılığına bağlanmaktadır. Şu anda da Kur'an bunu -sanki gözle görüyormuşcasına- canlı bir sahne olarak resmedip sunmaktadır. O, rüzgârları rahmetinin muştuları olarak gönderendir. Rüzgârlar; Allah'ın bu evrene koyduğu belirli tabiat kanunlarına göre eserler. (Evren kendini yaratacak, arkasından, üzerinde egemen olan bu kanunları koyacak yetenekte değildir.) Fakat islâm düşüncesi, evrende meydana gelen her bir olayın –onlar Allah'ın belirlediği tabiat kanunlarına göre oluşsalar da- onu realiteler dünyasına çıkaran kendine has bir takdir ile -tabiat kanunlarına uygun olarak- meydana geldiği inancına dayanır. İşin başlangıcından beri ilâhi sünnete göre işlemesi ile bu sünnete uygun olan olaylardan herbir tekil olayın, Allah'ın takdirine bağlı olarak meydana geldiğini de söylemek tutarsız bir iddia değildir. -Evrendeki ilâhi kanunlara uygun olarak- bulutların hareketleri, işte bu olaylardan biridir. O da, kendisine özel bir takdire uygun olarak meydana gelir. Rüzgârlar da bulutları, Allah'ın evrende koyduğu kanunlara uygun olarak taşırlar. Fakat, o olaya özel bir takdir olduktan sonra. Allah bulutları ölü bir beldeye, çöle veya çorak bir araziye sürükler... Ondan yağmur yağdırır. Ve yerden her türlü ürünü çıkartır. -Bunu da bu olaya has takdiri ile yapar.- Tüm bunlar, evrenin ve yaşamın tabiatına uygun olarak koyduğu kanunlara göre gerçekleşir. Bu yanıyla islâm düşüncesi, evrende olan herhangi bir olayda tesadüf ve rasgeleliği yok saymaktadır. Onun ortaya çıkışından ve oluşmasından, onda oluşan her bir harekete, değişmeye ve dönüşmeye varana değin... Yanısıra, onu bir alet yerine koyan mekanik evren düşüncesini de, cebriyeciliği (determinizm) de reddetmektedir. Bu felsefeye göre, evrenin yaratıcısı ve ona hareket kanunlarını koyan evreni kendi haline bırakmış, o da körü körüne bu kanunlara uygun olarak cebrï determinist mekanik hareketi sürdürmektedir! İslâm düşüncesi ise, yaratılışın Allah'ın istek ve takdiri ile olduğunu kabul etmekte; ayrıca sağlam tabiat kanunları ile yürürlükte olan ilâhi sünneti de tesbit etmektedir. Fakat bunların birbiri ile paralel işlemlerini bir takdire bağlamıştır, her olay tabiat kanunlarına göre olur ve her defasında bu olayda ilâhi sünnet işler. Olayı başlatan ve ilâhi sünneti işleten takdir, sabit tabiat kanunları ve ilâhi kanunların ötesinde, Allah'ın iradesine göre oluşmaktadır. Bu düşünce, dinamiktir. Zihinden donukluğu, mekanik, determinist inancın yarattığı donukluğu siler atar... Zihni daima kontrole ve uyanıklığa çağırır... Allah'ın kanununa uygun her bir olay oluştuğunda ve hareket, Allah'ın kanununa uygun olarak sonuçlandığında, bu zihin Allah'ın kaderinin yerine geldiğini görerek ve işi yapanın, Allah'ın eli olduğunu anlayarak titrer. Allah'ı büyükler, anar ve hareketlerini buna göre ayarlar. Mekanik, determinist bir tavırla gafil olmaz ve Allah'ın kudretini unutmaz! Bu düşünce gönüllere hayat verir, her yeni şeyde yaratıcının fonksiyonunu görerek, her an, her bir harekette ve her olayda hazır olan yaratıcıyı sabah-akşam, gece-gündüz tesbih ederek hep birlikte bunu düşünen akılları coşturur. Böylece Kur'an'ın bu ayetlerinde, Allah'ın irade ve takdiriyle bu dünyada meydana gelen yaratılış ile yine Allah'ın irade ve takdirinden kaynaklanacak olan ahiretteki diriliş arasında -canlıların bu ilk yaratılışındaki yöntem tarzında bir bağ kurmaktır. "İşte ölüleri de böyle yerden çıkarırız. Ola ki, düşünür, ders alırsınız." Farklı şekil, tür ve görüntüde de olsa hayat mucizesinin tabiatı aynıdır... Yukarıdaki ayetten bu sonuç çıkmaktadır... Nasıl ki Allah yeryüzünde ölüden diri çıkarmaktadır... Son aşamada da aynı şekilde ölüden diri çıkaracaktır. Bu yeryüzüne farklı hayat, şekil ve kılıflarıyla yaşamı bahşeden irade, ölülere hayat verecek olan iradenin de kendisidir. Bu dünyada ölüden diriyi çıkaran takdir, bir kere daha ölüden diriyi çıkarmayı takdir edecek olan ile aynıdır... "Ola ki, düşünür, ders alırsınız." İnsanlar, bu apaçık gerçeği unutuyorlar, sapıklık ve vehimlere dalıyorlar! Kur'an, evrenin uçsuz bucaksız enginliği ve varlıkların gizemi arasındaki bu gezintiyi temiz ve kirli kalplerle ilgili bir örnek vererek bitiriyor. Bunu da, diğer manzaralarla, tabiat ve gerçeklerle uyum içerisinde olmasına dikkat ederek, sahnenin havasına uygun yapıyor. 58- Verimli yöre, Allah'ın izni ile, ürünü cömertçe verir. Kıraç yöre ise cılız ürün verir. Biz şükredenler için ayetlerimizi böyle farklı açılardan açıklarız. Temiz kalp, yüce Kur'an ve peygamber hadisinde, bir tek toprağa, verimli araziye benzetiliyor. Kirli kalp ise, çorak toprağa, kıraç araziye benzetiliyor. Her ikisi... kalp ve toprak... ürün bitirir ve meyve verir. Kalbin ürünü, niyetler ve duygular, reaksiyonlar, kabullenmeler, irade ve tavır belirlemelerdir. Ameller ve pratik hayattaki sonuçları, ancak bunların peşisıra gelir. Toprağın ürünü ise, yemesi, rengi, tadı ve türü farklı ekin ve meyvedir... "Verimli yöre, Allah'ın izni ile, ürünü cömertçe verir." Güzel, verimli, gevşek ve tarıma elverişli... "Kıraç yöre ise cılız ürün verir." Çabalama, cefa, zorluk ve güçlük... Hidayet, ayetler, öğüt ve nasihatler, kalbe suyun verimli toprağa indiği gibi iner. Kalp eğer bir tek arazi gibi temiz ise, bunları süzüp emer, zenginleştirir ve iyilikler üretir. Eğer kıraç toprak ve araziler gibi kötü ve pis ise, bunları kulak ardı edip, katılaşır, kötülük, bozgunculuk, zarar ve hoşnutsuzluk üretir. Çorak arazi gibi, diken ve kıtlık bitirir! "Biz şükredenler için ayetlerimizi böyle farklı açılardan açıklarız." Şükür, temiz kalpten çıkar: Güzelce kabul ettiğine ve hoşça karşılık verdiğine delildir. Kabulleri ve algılamaları güzel olan bu şükredenlere ayetler, ayrıntılı biçimde sunulur. Onlar bunlarla faydalanırlar, düzelirler ve düzeltirler. Şükür, bu surede -uyarma ve hatırlatma gibi- bahsi pek çok tekrarlanan özelliklerdendir. Daha önce bu deyime rastladığımız gibi, ilerde de onunla karşılaşacağız... O da uyarma ve hatırlatma gibi, bu surenin belirgin ve tekrarlanan ifadelerinden biridir. İSLÂM TARİHİ VE İMAN KERVANI Biz, iman kervanıyla birlikteyiz... İşte sembolleri... İşte önderleri... Ve işte yol işaretleri... İman kervanı, bu dünya gezegenindeki uzun yolculuğunda insanlıkla böyle karşılaşıyor... Şeytanları, kinini dindirmek, tehdidini yerine getirmek ve bu arzuları yöneterek insanoğlunu cehenneme sürüklemek için yönlendirdiği arzularının etkisi altında yolu her kaydedişinde, Allah'ın dosdoğru yolundan her sapışında, doğru yönden her ayrılışında karşılaşıyor. Bu yüce kervan, insanlığı hidayet ile karşılayınca yolunu aydınlatıyor, cennet kokusu ile tütsülüyor, onu zehirlenme tehlikesinden ve kovulmuş şeytanın, eski düşmanının kışkırtmalarından sakındırıyor. Bu, canlı bir sahne... Uzun yol boyunca, yaşam planındaki derin çatışmanın sahnesi... İnsanlık tarihi karmakarışık olaylar içerisinde geçmiştir... Bu yaratığın tabiatı karmaşık ve çift yönlüdür, Tabiatında, Allah'ın gücü ve takdiri ile birbirinden pek uzak iki unsur birleştirilmiştir... a- Yaratılış hammaddesini oluşturan çamur. b- Ve bu çamuru insana dönüştüren Allah'ın ruhundan bir nefes. Tabiidir ki, bu varlığın tarihi, tamamen içiçe girmiş ve son derece karışık etkenlerle oluşacaktır. Yukarda Adem kıssasından bahsettiğimiz gibi, bu tabiatıyla insan, fiziki ve fizik ötesi alemler ile etkileşim içerisindedir... İlâhi hakikat ile etkileşim içerisindedir. Takdiri ve isteği ile, kudreti ve hükümranlığı ile, rahmeti ve bağışları ile... Yüce alem ve melekler ile etkileşim içerisindedir... Yanısıra iblis ve taraftarları ile ilişki içerisindedir... Bu alem ve onda bulunan Allah'ın yasaları ve tabiat kanunları ile etkileşimdedir... Türdeşleri ile etkileşim içerisindedir... Fizik ve fizik ötesi alem ile bu tabiatı ve onlarla uyum içerisinde olan ve çatışan yetenekleri ile bu alem ve fizik ötesi alem etkileşim içerisindedir... İnsanlık tarihi, bu ilişki ve irtibatlar okyanusunda oluşur... Tabiatındaki kuvvet ve zayıflıktan, takva ve hidayetten. Fizik ve fizik ötesi alem ile ilişkilerinden. Evrendeki somut unsurlar ve soyut güçler ile etkileşiminden... Sonuçta Allah'ın kudreti ile olan tek yanlı etkileşiminden. İşte insanlık tarihi, tüm bunlardan oluşur... Ve bu içiçe girmiş etkilerin ışığı altında yorumlanabilir: İnsanlık tarihini, ekonomik veya siyasi yönden yorumlayanlar; biyolojik ya da psikolojik yönden yorumlayanların yanısıra, düşünce süreci açısından yorumlayanlar da vardır. Tüm bu kişiler, bu ilişkiler yumağının ve insanı etkileyen diğer etkilerin sadece bir türüne bakmaktadırlar ve insanın tarihini bu etkiler ile ilişkisine göre yorumlamaktadırlar. Fakat islâmın tarih yorumu, bu okyanusta derinleşmekte, onu kapsamakta ve bu bakış açısıyla insanlık tarihine yaklaşmaktadır. Şimdi biz, bu okyanustan seçilmiş gerçekçi sahneler karşısındayız... İnsanın türeyişi sahnesini görmüştük. İlk andan itibaren bu yaratığı etkileyen, bütün alemler, varlıklar ve unsurlar -gizlisiyle, açığıyla- bu sahnede biraraya getirilmişti. Bu yaratığın temel yeteneklerini görmüştük... Ona yüce alemde yapılan onurlandırmayı, meleklerin secdesini seyretmiştik. Daha sonra onun zaafını ve bundan yararlanarak düşmanının onu nasıl yönlendirdiğini de seyrettik. Yeryüzüne atılışını ve onun unsurları ve tabiat kanunları ile etkileşim içerisine girmesini de görmüştük... Yine gördük ki, insan Rabbine iman ederken, günahlarına bağış dilerken ve yaşamındaki ilk deneyiminden de ders alarak ne şeytana, ne de arzularına uymayacağını, sadece Rabbinden gelen emirlere uyacağına dair hilafet ahdini verirken bu yeryüzüne inmiştir... Sonra yıllar geçti, okyanustaki dalgalar arasında bocaladı, yaratılışında ve varlığındaki değişik ve karmaşık faktörlerin tesirleri altında kaldı. Vücuduna ve vicdanına tesirlerde bulundu. İşte biz bu dersin daha ilk başlarında, bu karmaşık etkenlerin insanı nasıl cahiliyeye sürüklediğini göreceğiz! O, unutkandı... Unuttu da. O, zayıftı... Zaafa da düştü... Şeytan, ona üstün gelebilirdi. Geldi de... İnsanın bir kez daha kurtuluşu gerekli! O, yeryüzüne, hidayete ermiş, tevbe etmiş ve Allah'ı birlemiş biri olarak inmişti... Fakat şimdi biz burada daha ilk başta onu sapkın iftiracı ve müşrik biri olarak buluyoruz! Okyanustaki şiddetli dalgalar arasına atılmıştır. Fakat burada onun bir kılavuzu vardır... Buradaki kılavuzu olan peygamberlik misyonu onu Rabbine yöneltmektedir. Rabbinin bir rahmeti olarak, tek başına bırakılmamıştır! Biz bu surenin girişinde, bayraktarlığını Allah'ın, Nuh, Hud, Salih, Lût, Şuayb, Musa ve Muhammed -selâm üzerlerine olsun- gibi keremli rasullerinin yaptığı iman kervanı ile karşılaşıyoruz. Bu keremli önderlerin -Allah'ın yardımı ve öğretisiyle- insanlık kervanını, şeytanın sürüklediği uçurumdan kurtarmak ve her zaman hakka karşı olan müstekbir insan şeytanlardan korumak için nasıl uğraştıklarına şahid oluyoruz. Yanısıra hidayet ile sapıklık, hak ile batıl, keremli peygamberler ile şeytanlaşmış cin ve insanlar arasında çatışma noktalarını görüyoruz... Her aşamanın sonunda, korkutma ve uyarma, ardından müminlerin kurtuluşu ve yalanlayanların cezalandırılma sahnelerini seyrediyoruz. Kur'an'daki kıssalar, her zaman bu tarihi sırayı izlemezler. Fakat, bu surede bu tarihi sıra izlenmektedir. Çünkü burada, ilk yaratılışından bu yana insanlık kervanının yolculuğu gösterilmektedir. Yanısıra, şeytanın, sonuçta cehenneme düşmesini sağlamak için tüm insanları helaka sürüklemesi karşısında insanlığın doğru yolu bulmasına (hidayetine) ve yoldaki işaretleri tamamen kaybederek her sapıtışında onun kurtuluşuna çalışan bu iman kervanı anlatılmaktadır. Ayetlere geçmeden önce, burada özetlediğimiz prensipler (yol işaretleri) bütününe bakarak, hayratengiz ve bütüncül manzara karşısında biraz duralım: İnsanlık, yolun daha başında hidayete ermişti, Allah'a inanıyor ve O'nu bir kabul ediyordu. Sonra gerek insanın bizzat yapısındaki çatışan etkiler sebebiyle ve gerekse etkileşim içerisinde bulunduğu unsur ve etkiler nedeniyle, şirk, sapıklık ve cahillik tarafına saptı... Bu arada peygamberler, onlar sapmadan ve şirke düşmeden önce sahip oldukları hakikati getirdiler. Helâk olan mahvoldu ve kurtulan hayat buldu. Yaşayanlar Tevhid'i imanın gerçekliğini kabul edenlerdi. Onlar kendilerinin tek bir ilahının olduğunu biliyorlar ve bütün varlıklarıyla bu biricik ilaha teslim oluyorlardı. Onlar peygamberlerinin kendilerine `Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilahınız yoktur" şeklindeki çağrısını dinliyorlardı. İşte bu, Allah'ın dininin bütünüyle üzerine temellendiği ve tarih boyunca tüm peygamberlerin izlediği tevhid gerçeğidir... Bütün peygamberler, şeytanın saptırdığı ve Allah'a -cahiliye türlerine göre değişen- başka ilâhları şirk koşan, unutan ve yolu yitiren toplumlara, hak ile batıl arasındaki mücadelenin temelini oluşturan ve Allah'ın sayesinde yalanlayanları sorguya çektiği ve kabullenenleri kurtuluşa erdirdiği bu kelimeyi getirmişlerdir. Kur'an dillerinin farklılığına rağmen, tüm peygamberlerin sözettiği ilkeleri aynı gösteriyor, söyledikleri şeylerin hikâyesini ve içeriğini tek bir ayette şöyle ifade ediyor: `Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur' İşte bu, -tarih boyunca- ilâhi inançdaki anlam -hatta lafız- birliğinin göstergesidir! Bu ifade, gerçek inancın söylemindeki inceliği inanç birliğinin somut bir tasvirini yapmaktadır. Tüm bunlar, inanç tarihini anlatırken Kur'an'ın izlediği metodu göstermektedir... Bu göstergenin ışığı altında, Kur'an metodu ile dinler tarihinin metodu arasındaki fark ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bu anlatım, bütün Peygamberlerin Allah katından getirdiği temel inanç kavramında herhangi bir aşama ve gelişmenin olmadığını da belirtmektedir. İnançlarda gelişme aşamalardan söz edenler ve ilâhi inancı da bu gelişme ve sürece katanlar Allah'ın buyruğundan farklı bir şey söylemektedirler. -Yüce Kur'an'da gördüğümüz gibi- Bu inanç daima tek bir gerçeği getirmiştir ve onu ifadelendiren sözler aynıyla hikâye edilmiştir. `Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur.' Bütün peygamberlerin kendisine çağırdığı bu ilâh, `alemlerin rabbi' olan ve büyük günde insanları sorguya çekecek olan Allah'dır. Bu noktada, Allah katından gelen peygamberler ne bir kabile, ne bir millet, ne de bir soyun Rabbine çağırmıştır. Allah katından gelen bu peygamberler iki veya daha çok ilâha da çağırmamışlardır... Yine bir toteme veya yıldızlara, ruhlara ya da putlara kulluğu da çağırmadılar. Dinler tarihi bilginlerinin ileri sürdükleri gibi, bu dünyadan başka bir alemin olmadığı düşüncesine dayalı bir din Allah katından gelmiş değildir. Bu araştırmacılar, sözkonusu değişik cahiliye inançlarını gözden geçirirler, sonra da bu asılsız inançların o dönemde yaşayan insanların tanıdıkları tek dini oluşturduklarını başka hak bir dinin bulunmadığını ileri sürerler. Ardarda gelen her peygamber, pak Tevhid'i, alemlerin Rabbinin rabb kabul edilmesini ve din günündeki hesaba çekilme inançlarını getirmiştir. Fakat her peygamberden sonra hortlayan cahiliyete ilaveten insanın bizzat yaratılışındaki ve ona etki eden unsurlardaki karmaşıklık, içiçe girmiş etkilerin tesiri inanç çizgisinde sapmalar oluşmaktadır... Bu sapmalar, cahiliye inançlarından çeşitli şekillerde ortaya çıkıyor.. İşte dinler tarihi bilginleri bunları araştırırlar ve sonra da bir süreç içersinde, aşama aşama geliştiğini ileri sürerler. Her neyse bu, Allah'ın sözü ve uyulmaya en layık olandır. Özellikle islâm inancını inceleme veya onu savunma amacıyla bu konudan sözedenler için. Bu Kur'an'a inanmayanlar ise, zaten oldukları gibiler. Allah doğrudan söz eder ve hükmedenlerin en hayırlısıdır... Her peygamber -tümüne selâm olsun- daha önceki peygamberlerin kendilerini bıraktığı Allah'ın birliği inancından sapan kavmine gelmiştir... İlk insanlar -Adem ve Havva'nın inançlarında olduğu gibi- Alemlerin Rabbi olan Allah'ı birleyerek dünyaya gelmişlerdir. Sonra yukarda belirttiğimiz etkenler sebebiyle sapıttılar. Sonunda Nuh (selâm ona olsun) geldi ve onları bir kez daha alemlerin Rabbini birlemeye çağırdı. Sonra tufan oldu ve yalanlayanlar mahvoldu, inananlar kurtuldu. Böylece yeryüzü -Nuh'un öğrettiği şekilde- alemlerin Rabbini birleyen bu muvahidler ve çocukları tarafından imar edildi. Bu durum, daha öncekilerin sapıttığı gibi, tekrar cahiliyeye dönmelerine kadar sürüp gitti. Daha sonra Hud geldi ve yalanlayanlar şiddetli bir fırtına ile mahvoldular... Sonra bu hikaye böylece tekrar tekrar yaşandı. Bu peygamberlerden her biri, kendi toplumuna gönderilmiş ve `Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur' demişlerdi... Her peygamber kendi toplumuna kendilerinden olması ve soydaşlarının hidayetine arzulu bulunması sebebiyle, hem sorumluluğun ağırlığını ve hem de cahiliyede kalmaları halinde dünya ve ahirette karşılaşacakları kötü sonuçlarını hatırlatarak `Ben size güvenilir bïr öğütçüyüm' diyordu. Her defasında bu gerçek söze karşı kavmin ileri gelenleri ve müstekbirlerinden oluşan önderleri karşı duruyor ve alemlerin Rabbi olan Allah'a teslimiyetten kaçınıyorlardı. -bütün peygamberlerin ve Allah'ın gönderdiği bütün dinlerin dayandığı temel prensip olan- dini ve tapınmayı tek Allah'a ait kabul etmeyi reddediyorlardı. Bu noktada bütün peygamberler tağutun yüzüne karşı gerçeği haykırıyorlardı. Sonra kavim inanç temeline dayalı, birbirinden farklı iki topluluğa bölünüyordu. böylece sadece inanç bağları toplumu belirliyordu. Ne milli bağlar, ne de ailevi bağlar ortada kalıyordu. Tek bir toplum, birdenbire aralarında ne akrabalık bağı, ne de bir ilişki olan birbirinden ayrı iki toplum haline geliyor. İşte o zaman fetih gerçekleşiyor. Allah hidayete eren toplum ile sapıtan toplumun arasında hüküm veriyor, yalancı müstekbirleri cezalandırıyor ve boyun eğen müslümanları kurtarıyor. Allah'ın yasası, toplumun inanç temeline göre iki farklı toplum haline gelmeden, inanç sahipleri kulluklarının sırf Allah'a olduğunu açıklamadan imanlarını tağutun suratına haykırmadan, toplumlarıyla farklılıklarını ilân etmeden önce, ne zafer ne de ayırd edici bir özellik olabilir. Tüm bunlar Allah'a olan çağrı tarihine tanıklık etmektedir. Her peygamberlik misyonu aynı konu üzerinde yoğunlaşmaktadır, tüm insanların alemlerin Rabbi olan biricik Rabblerine kulluk etmeleri. Bu kulluk biricik Allah'a has gerçektir. Ki insanlığın yaşamında onsuz doğru bir şeyin olamayacağı temel kuraldır. Kur'an, bütün peygamberler arasında ortak olan bu temel prensibi belirttikten sonra, diğer ayrılıkların ayrıntıları hakkında pek az bilgi vermektedir. Çünkü -temel inanç prensibi ortaya konduktan sonra- her türlü ayrıntı dindir ve ancak bu prensibe dayanır, bunun dışına çıkamaz. Kur'an metodunun onunla belirginleşmesi ve iman kervanının anlatılması esnasında -bütün Kur'an içersinde- sadece onun hatırlatılması, bu prensibin Allah'ın terazisinde ağırlıklı önemini gösterir. -En'am süresi girişinde söylediğimiz gibi- Bu prensibin, Kur'an'ın Mekke'de inen surelerinin temel konusu olduğunu hatırlatıyoruz. Kur'an'ın Medine'de inen sureleri de bu konuya değinmektedir. Bu dinin bir "özü", bir de bu özü anlatma "yöntemi" vardır. Bu dinin "yöntemi"ne önem, ne de zorluklar açısından dinin "özü"nden daha aşağı değildir. Bizim görevimiz, bu dinin getirdiği temel özü öğrenmek olduğu gibi, bu özü ortaya koyma yöntemine de bağlı kalmak olmalıdır. Bu yöntemde, ilâhın biricik olduğu gerçeği belirgin, tekrar tekrar ve kuvvetle vurgulanıyor. İşte bundan dolayıdır ki, bu suredeki kıssalarda yer alan temel prensip, kuvvetle, tekrar tekrar, belirgin olarak ve özellikle ortaya konuyor. Bu kıssalar, insan ruhunda imanın tabiatı ile küfrün tabiatını tasvir ediyorlar. İmana yatkın kalpler ile küfre teşne kalplere ısrarla örnekler veriyor. Bütün peygamberlere iman edenlerin kalbinde asla Allah'a teslimiyet ve Rasulüne boyun eğme noktasında herhangi bir büyüklenme yer almaz. Allah'ın, onları sakındırmak ve tebliğ etmek için aralarından birini seçmesini de şaşılası bir olay kabul etmezler. Bütün Rasulleri inkâr edenleri ise, günahla kibirlenen kimselerdir. Yaratma ve emretme yetkisinin tek sahibi Allah'ın hakkı olduğunu kabul ederek, ellerindeki gasbedilmiş otoriteden vazgeçmeyi ve aralarından birini dinlemeyi gururlarına yediremezler. Bunlar toplumları arasında, hakimler, aristokratlar, şöhretliler ve otorite sahiplerinden oluşan, kavmin ileri gelenleri (melesi)dirler... Bu noktada biz, bu dinin temel meselesini de öğreniyoruz... O, otorite ve hakimiyet meselesidir... Bu ileri gelenler (mele), peygamberler `Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur.' Ve `Ben ancak alemlerin Rabbinin bir elçisiyim' diye söylediklerinde, bunun ne anlama geldiğini daima hissediyorlardı.. İlâhın bir oluşu ve Rabblığın kapsayıcılığının anlamının, ellerindeki gasbedilmiş otoritenin geri alınması ve asıl sahibine, alemlerin Rabbi olan Allah'a iade edilmesi olduğunu anlıyorlardı. İşte mahvoluncaya değin bu uğurda direnip durdukları bundandır! Arkalarından gelenlerin faydalanamaması ve helâk yoluna koyulurcasına otorite arzusu ruhlarına işlemişti. Sonunda da bu yol onları cehenneme götürdü. -Kıssalarda anlatıldığı gibi- yalanlayanların sonu hakkında, değişmez ilâhi yasa işledi: Allah'ın ayetlerini unutma ve yolundan sapma. Allah'ın, peygamberi vasıtasıyla gafilleri uyarması. Kulluğu sırf Allah'a has kılmaya ve alemlerin Rabbine boyun eğmeye karşı kibirlenme. Bolluk sebebiyle gafil olma, korkutmaya karşı alaycı bir tavır takınma ve azabın çabuklaştırılmasını isteme... Azgınlık, tehdid ve müminlere işkence... Müminlerin sabretmesi ve inanç temelli kamplaşma... Sonra tarih boyunca olagelen Allah'ın yasasına uygun olarak (azabın) tekrar gelişinin hızlanması! Son olarak şunu da belirtelim: Batıla dalanlar, gerçeğin varlığına bile tahammül edemezler. Hatta gerçek, -aralarındaki meseleyi Allah`ın hükmüne ve zaferine bırakarak- batıldan ayrı yaşamayı istese bile. Batıl onun bu konumunu dahi kabullenemez. Aksine gerçeği takip eder, saldırır ve kovarlar. Şuayb (selâm ona olsun) toplumuna şöyle demişti: `Eğer içinizden bir grup benim aracılığım ile gönderilen mesaja inanırken, diğer bir grup buna inanmamış ise, Allah'ın aramızda hüküm vereceği güne kadar sabrediniz, O hüküm verenlerin en iyisidir.' Fakat onlar bu durumu kabul etmediler. Ne hakkın yaşamasını, ne de tağutların otoritesinden çıkarak, tek Allah'ın dinini kabul eden bir toplumun varlığını kabullenebilirler. O'nun kendini beğenmiş soydaşları dediler ki: `Ya seni ve seninle birlikte inananları kentimizden süreriz, ya da dinimize dönersiniz." Şuayb tağutların bu tekliflerini reddederek, gerçeği haykırdı ve onlara dedi ki: `İstemesek de mi? Allah bizi sizin dininizden kurtardıktan sonra tekrar ona dönersek Allah'a yalan yere iftira etmiş oluruz.' Şuayb (selâm ona olsun) Allah'a çağıranların, tağutlara karşı tavır almasının farz olduğunu bildiği için böyle yapmıştır. Çünkü onlardan kaçınmanın bir yararı yoktur. Tağutlar onları, dinlerini tamamen terk etmedikçe ve Allah onları kurtardığı halde tekrar tağutların dinine dönmedikçe rahat bırakmazlar. Onların sırf, kalplerini tağutlara kulluktan arındırmaları ve sadece Allah'a kulluğu benimsemeleri sonucu, Allah onları kurtarmıştır. Savaşa dalmaktan, zorluklarına katlanmaktan, kesin inanç kamplaşmasından sonra Allah'ın zaferini beklemekten ve Şuayb ile beraber `Sırf Allah'a dayanırız biz. Ey Rabbimiz, soydaşlarımız ile aramızdaki anlaşmazlığı sen hak uyarınca çözüme bağla. Çünkü anlaşmazlıkları en iyi çözüme bağlayan sensin' demekten başka çıkar yol yoktu... İşte bundan sonra tarih boyunca olduğu gibi, bir kez daha Allah'ın yasağı harekete geçecektir. Kur'an kıssaları konusunda, bu ana hatları belirtmekle yetiniyoruz, böylece ayetleri ayrıntıları ile incelemeye geçebilelim. Aşağıdaki bölümde Allah'ın şerefli peygamberlerinin yürüdüğü iman kervanının bütün evrende bulunan iman kervanından söz edilmektedir. -Rabbiniz Allah'dır, o gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş'a kuruldu. O gündüzü sürekli kovalayan geceyi gündüzün üzerine örter. Güneş, ay ve yıldızlar O'nun buyruğuna başeğmişlerdir. İyi bilin ki, yaratma ve yönlendirme O'nun tekelindedir. Alemlerin Rabbi olan Allah yücelerin yücesidir. (A'raf 54) Gökleri ve yeri yaratan, sonra Arş'a kurulan, geceyi sürekli gündüzü kovalamaya sürükleyen, güneş, ay ve yıldızları buyruğuna baş eğdiren, yaratma ve yönlendirme tekelinde olan bu ilâhın dinine girmek. işte yalnızca bu ilâhın dinini din edinmek, tüm peygamberlerin çağırdığı ve tüm insanların kendisine çağrıldığı temel prensiptir. Her bir şeytan Allah yolu boyunca oturur ve ondan saptırmaya, çeşitli şekilleriyle ortaya çıkan cahiliyeye döndürmeye çalışır. Fakat tümü de Rabblik konusunda Allah'dan başkasını O'na ortak koşma lekesiyle damgalıdırlar. Kur'an yöntemi, bu evrenin Allah'a kulluğu ile insanın, içinde yaşadığı evrenle birlikte bir düzene girmeye, kâinatın tamamen teslim olduğu ve emirlerine boyun eğerek hareket ettiği Allah'a teslim olmaya çağrılması arasındaki bağı tekrar tekrar hatırlatıyor. Çünkü bu evrensel gerçeğin hatırlatılması, insan kalbinin yumuşamasına ve teslim olanların kulluk yoluna kendi içinden gelen bir güdüyle yönelmesine yetecektir. Bütün varlık nizamında, tek başına baş kaldıramayacaktır. Şerefli peygamberler, insanlığı uyduruk bir yolcu çağırmıyorlar, onlar sadece tüm kâinatın dayandığı temele, bu evrende bir yol olan temel gerçeğe çağırıyorlar... O, insanın yaratılışında varolan gerçeğin bizzat kendisidir ve arzuları onu bulandırmadığı ve şeytanlar aslıyyetini bu gerçekten uzaklara sürüklemediği sürece, fıtratları da ona çağırmaktadır. İşte bunlar, görüldüğü şekilde surelerdeki ayetlerin birbiri ardınca sıralanışından çıkardığımız dokunuşlardır. HZ. NUH'UN DAVETİ 59- Nuh'u soydaşlarına peygamber olarak gönderdik. Onlara dedi ki" Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktu, sizin hesabınıza büyük günün azabından korkuyorum. 60- Soydaşlarının ileri gelenleri ona `senin açık bir sapıklık içinde olduğunu görüyoruz' dediler. 61-62- Nuh onlara dedi ki, `Ey soydaşlarım, bende bir sapıklık yoktur. Tersine tüm varlıkları Rabbi tarafından gönderilen bir peygamberim. Size Rabbimin mesajlarını iletiyorum, size öğüt veriyorum ve Allah'dan gelen vahiy sayesinde sizin bilmediğinizi biliyorum. ' Burada kıssa, özetle anlatılıyor. Ayrıntıya gerek duyulan Hud veya Nuh suresi gibi Kur'an'ın başka bir yerinde de bu ayrıntı verilmiyor. Burada amaç, az önce sözünü ettiğimiz prensibin tasvirini yapmaktır. İnancın tabiatı, tebliğ yolu, toplumun buna yönelmesinin tabiatı, peygamberlik gerçeği ve korkutmanın gerçekleşmesi...Kur'an kıssalarının yöntemi doğrultusunda, bu prensiplerin bu aşamalara göre gerçekleşeceği bu kıssa, işte bu yüzden anlatılıyor. "Nuh'u soydaşlarına peygamber olarak gönderdik." Allah'ın yasası gereği her peygamber, fıtratı bozulmamış gönülleri birleştirmek ve kolayca anlamaları ve bilmemeleri için kendi kavimlerine ve soydaşlarının lisanı ile gönderilmiştir. Fıtratı bozulanlar bu yasaya hayret ederler. Büyüklenerek kendileri gibi bir insana inanmazlar, çağrısını kabul etmezler ve kendilerine meleklerin tebliğ etmesini isterler! Bu ancak bir bahanedir. Hangi yoldan gelirse gelsin, hidayete tabi olmazlar. "Nuh'u soydaşlarına peygamber olarak gönderdik ve onlara bütün peygamberlerin getirdiği aynı sözler ile seslendi: "Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhımız yoktur." Bu sözler asla değişmemiştir. Bu inancın, onsuz varolamayacağı bir kuralıdır. İnsan yaşamının dayandığı temel direktir. Bu, yön birliği, amaç birliği ve ilişki birliğinin garantisidir. Yine bu, insanın, arzularına kulluk etmekten ve kendisi gibi bir kula tapınmaktan kurtulmasına ve bütün arzularını, ihtiraslarını, korkutmalarını ve vaadlerini aşmasını garanti eder. Allah'ın dini bir hayat sistemidir. Temel prensibi ise, insan yaşamındaki tüm otoritenin Allah'a has kılınmasıdır. İşte bu, sadece Allah'a kulluğun ve insanların O'ndan başka ilahı olmamasının anlamıdır. Otorite inançda, Allah'ın bu evrenin Rabbi olmasında, kudreti ve takdiri ile yaratanı ve yöneteni olmasında somutlaşır. Nitekim Allah'ın insanın Rabbi, yaratanı, kudreti ve takdiri ile yönlendireni olduğu inancında da somutlaşır. Allah'ın dini, insanın pratik hayatında yüce Allah'ın Rabbliğini kabul etme esasında, O'nun şeriatına ve emrine uyma ilkesinde somutlaştığı oranda, ibadet amaçlı davranışların Allah'a yöneltilmesinde de somutlaşır. Bunların her üçü de birbirinden ayrılmaz, parçalanma kabul etmez bir bütündür. Yoksa, sözkonusu olan şirktir ki, bu da Allah ile birlikte bir başkasına kulluk etmek, ya da O'nu tamamen bir yana bırakaràk başka bir varlığa tapınmaktır. Nuh toplumuna bu biricik sözü söyledi ve onu, öğüt veren bir kardeşin kardeşine olan şevkati ve halkın iyiliğini düşünen bir önderin samimiyeti ile yalanlamanın akıbetiyle korkuttu: "Sizin hesabınıza büyük günün azabından korkuyorum." Bu ayetten anlıyoruz ki, Nuh'un dini.. ahiret inancı, büyük günde ceza ve hesap inancı olan... en eski dindir. Nuh bu günde soydaşlarını bekleyen azaptan korkuyor... Böylece Allah'ın metodu ve inanç konularını ortaya koyuşu ile dinler tarihi bilim adamlarının ve Kur'an'ın yönteminden habersiz olarak onları izleyenlerin yöntemleri arasındaki farklılık ortaya çıkıyor. Bu dosdoğru apaçık saf çağrıyı Nuh'un toplumunda sapık ve yoldan çıkmış kimseler nasıl karşıladılar? "Soydaşlarının ileri gelenleri ona `Senin açık bir sapıklık içinde olduğunu görüyoruz' dediler." Müşrik Araplar'ın Peygamberimize; "Sapıttı, İbrahim'in dininden döndü" demeleri gibi. Sapıklığı üst noktaya varanlar, işte böyle onu sapık sayarak hidayete çağırıyorlar! Hatta yaratılışında bozulma bu dereceye ulaşınca, küstahlık da işte bu dereceye varır! Mihenk ölçüsü, Allah'ın hatasız ve yanılmaz terazisi olmayınca, işte böyle ölçüler değişir, değer hükümleri geçersiz kalır ve arzularıyla hüküm verilir. Allah'ın hidayeti ile doğru yolu bulanlara bugünün cahiliyesi ne diyor? Onlara sapıklar ismini kondurmakta, kendilerinden olup, görüşlerini kabul edenler ve hoşnut olanları, evet hem de, pis su birikintisine, cahiliyenin düşüp yuvarlandığı bataklığın kılavuzu olan kimseleri, hidayeti bulmuş kimseler sayıyorlar. Tenlerini göstermeyen genç kızlara bugünün cahiliyesi ne diyor? Çırılçıplak vücutlara hoş bakmayan gençlere ne diyor? Onların bu yücelik, paklık ve saflıklarına, geri kalmış, donmuş ve şehirleşememiş `mürteci' damgasını vurmaktadırlar. Cahiliye, onların bu yücelik, paklık ve saflıklarını, pis su birikintisi içindeki bataklığa batırmak için, sahip olduğu tüm reklam ve propaganda olanaklarını seferber eder. Cahiliye, ilgileri futbol, film, sinema, televizyon v.b. tutkunluğundan daha yüce olan ve dans ve oyun salonları düşkünü olmayan kimselere ne der? Onlara, içine kapanık, kültür yoksunu `donuk' kişiler adını koyar. Yaşamlarını bu tür şeylerde harcamaları için tüm gayretini sarfeder. Cahiliye aynı cahiliyedir... Sadece şekil ve dönemler değişmiştir! Nuh sapık olmadığını ilan ediyor, çağrısının özünü ve kaynağını onlara açıklıyor. Bu çağrıyı, kendi arzu ve kuruntularından uydurmuş değildir. O yalnızca, alemlerin Rabbi tarafından gönderilen, yanısıra öğüt ve emanet görevini yüklenen ve Allah'dan gelen vahiy sayesinde onların bilmediğini bilen bir elçidir. O Allah'ı içinde buluyor. Onunla ilişki içindedir, onlar ise O'nunla kendileri arasında perde çekmişlerdir. "Nuh onlara dedi ki; `Ey soydaşlarım, bende bir sapıklık yoktur, tersine tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilen bir peygamberim. Size Rabbimin mesajlarını iletiyorum, size öğüt veriyorum ve Allah'dan gelen vahiy sayesinde sizin bilmediklerinizi biliyorum." Burada, surenin akışı içerisindeki bu boşlukta bir an için şunu hissediyoruz. Sanki onlar, Allah'ın kendi aralarından onlar gibi bir insanı elçi seçmesine, onu soydaşlarına göndermesine, bu peygamberlerin ruhunda, böyle seçilmemiş diğer insanların hissedemediği bir ilim hissetmesini hayretle karşılıyorlar. Ayetlerin akışı içerisinde bir anda hissettiğimiz bu ayırıma daha sonraki ayetler deyinmektedir. 63- "Kötülüklerden sakınasınız ve bu sayede merhamete eresiniz diye sizi uyarmak için içinizden biri aracılığı ile Rabbinizden size mesaj gelmiş olması tuhafınıza mı gitti?" Bu seçimde tuhaf olan ne var ki? Asıl bu insan yaratığının tüm işleri tuhaftır. Bütün alemlerle etkileşim içerisindedir. Tabiatında yer alan Allah'ın ruhundan üfürme bileşeni nedeniyle Rabbi ile bağlantı halindedir... Allah aralarındàn bir elçi seçtiği zaman -ki Allah elçiliğini kime vereceğini iyi bilir- yapısına yerleştirilen, Allah ile bağlantı kurabilme ve ondan vahiy alabilme yeteneği sayesinde, bu elçiyi kabullenecektir. İşte, ona insanlığını kazandıran hayretengiz yaratılışlı bu yaratığın yüce konumunun nedeni olan incelikli sır budur. Nuh onlara peygamberliğin amacını açıklıyor. "Kötülüklerden sakınasınız ve bu sayede merhamete eresiniz diye sizi uyarmak için..." Bu sakındırma, sonuçta Allah'ın rahmetine ulaşabilsinler diye kalpteki sakınma duygularını coşturma amacı güdüyor... Bunun arkasında Nuh'un lehine ne bir şahsi çıkar, ne de bir maksat sözkonusu. Sadece bu şerefli ve yüce amaca sahip... Fakat insan fıtratı belirli bir derecede bozulmaya uğrayınca; ne düşünüyor, ne değerlendiriyor, ne de öğüt alıyor. Bu noktada ona artık ne korkutma, ne de hatırlatma bir yarar sağlamayacaktır. 64- "Onu yalanladılar. Bunun üzerine onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık. Ayetlerimizi yalanlayanları ise boğduk. Kuşkusuz onlar kör bir kavim idiler. " Bunların hidayete, saf niyetli öğütlere uyarılara karşı körlüklerini görmüştük... Bu körlükleri nedeniyle yalanladılar... Bu körlükleri nedeniyle ayette anlatılan akıbete uğradılar... |