Durumu: Medine No : 5587 Üyelik T.:
05 Aralık 2008 Arkadaşları:14 Cinsiyet: Memleket:İstanbul Yaş:35 Mesaj:
2.537 Konular:
2038 Beğenildi:116 Beğendi:0 Takdirleri:270 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Cvp: Fizilalil Kuran Araf Suresi Tefsiri İnsanların dini ve itaati tek olan Allah'a has kılmadıkları ve Allah'ın hakkı olan otoriteyi onların hakkı kabul ederek, kimi insanları Allah'dan başka rabler sayan cahiliye ve tağutların dinine dönen kimse -Allah ona iyilik verdikten, doğru yolu ona gösterdikten, onu gerçeğe yönelttikten ve kullara kulluktan kurtardıktan sonra- bu dine dönen kimse, Allah ve dinine karşı yalan şahidlik etmiş olur. Bu şahidlik, Allah'ın dininde iyi bir yan bulamadığı için onu terkettiği ve dinine döndüğü veya tağutun dininin varlık hakkı bulunduğu, otoritesinin meşru olduğu ve onun varlığının Allah'a iman ile tezat oluşturmayacağı anlamına gelir. O, Allah'a iman ettikten sonra ona döner ve onu kabul eder... Bu şahadet, hidayeti bilmeyenin ve islâm bayrağını yüklenmemiş olanın şahadetinden daha tehlikeli bir şahitliktir. Tuğyan bayrağını kabullenme şahidliği. Hayatta Allah'ın otoritesinin gasbedilmesinden daha ötede bir tuğyan (azgınlık) şekli yoktur. İşte Şuayb, tağutun, kendisi ve onunla birlikte inananları Allah'ın kurtardığı dine tekrar çevirme tehdidini, böyle tiksindirici bulmaktadır. "Bir daha sizin dininize dönmemiz sözkonusu değildir. Bir daha ona dönmemiz kesinlikle tavrımız değil ve bu asla mümkün olamaz... Şuayb, tağutun, otoritelerinden çıktıklarını ve ortaksız olarak biricik Allah'ın dinine girdiklerini ilân eden müslüman toplum ile karşılaştıkları her yerde savurduğu tehdid karşısında bu cevabı vermektedir. Tağutun dininden çıkarak, tek olan Allah'ın dinine girmenin getirdiği yükümlülükler -tüm güçlüğüne ve zorluğuna rağmen- tağutun dinine girmenin tehlikelerinden daha az ve daha önemsizdir. Tağutun dinine girmenin getirdiği zorluklar, aşırıdır- hayattaki doygunluk, makam ve rızık bakımından sağladığı güven ve refah ne kadar fazla olursa olsun bu yükümlülükler, aşırı derecede ağır, yavaş ve devamlı sürerler ve insanın bizzat insanlığına yüklenmiştir. Bu insanlık, insanın insana kul olması durumunda sözkonusu olamaz. Hangi kulluk, insanın, başka insanlar tarafından belirlenmiş kanunlara boyun eğmesinden daha pespaye olabilir? İnsanın gönlünün, başka insanların iradesine, istek veya gazabına bağlı olmasından daha fena hangi kulluk vardır? İnsanın geleceğinin, kendisi gibi bir insanın arzu, istek ve ihtirasına bağlı olmasından daha kötü hangi kulluk olabilir? İnsanın, başka bir insanın dilediği yöne doğru gitmesi için yular veya boyunduruk takınmasından daha onur kırıcı ne olabilir? Mesele, bu soyut kavramların sınırında da durmuyor... İnsan düşüyor, düşüyor, sonunda -tağutun hükmü altında- hiçbir kanunun korumadığı ve hiçbir engelin himaye etmediği "mal güvenliğini" yitiriyor. Yanısıra, tağutun dilediği düşünce, fikir, anlayış, ahlâk, gelenek ve adetler ile eğittiği çocuklarının güvenliğini de kaybediyorlar. Daha ötesi bizzat kendi ruhlarına ve yaşamlarına hükmetmekte, onları arzusu uğruna kurban etmekte, kendi şan ve şerefi uğruna kafatasları ve iskeletlerinden abideler dikmektedir. Sonunda ırz güvenliğini de yitiriyorlar. Çünkü, bir baba kızının namusunu, gerek -tarih boyunca örnekleri pek çok gerçekleştiği gibi- tecavüz yoluyla olsun, gerekse, herhangi bir ülkü altında şehvetlere sunulmasını veya herhangi bir perde arkasına gizlenen fuhuş ve düşkünlüğe düşmesini sağlayan anlayış ve düşünceleri edindirme yoluyla olsun, tağutun istediği düşkünlüklerden koruyamaz... Kendisinin ve çocuklarının malını, namusunu ve hayatını Allah'ın dışında, tağutların hükmü altında koruyacağını düşünen kimse, kuruntu içerisinde yaşamaktadır ya da gerçekleri algılama hissini yitirmiştir!Tağuta kulluk, can, mal ve namusa büyük yükler yüklemektedir... Allah'a kulluğun yükümlülükleri ise, Allah'ın terazisinde ölçülmesinden öte, bu yaşamın ölçüleri ile değerlendirildiğinde bile daha kârlı ve daha sağlamdır. Seyyid Ebu A'la el-Mevdudi `İslâmi Hareketin Ahlâki Temelleri' adlı kitabında şöyle demektedir: "İnsanlığın, ilerlemesini veya düşüşünü belirleyen faktörlerin, güç kaynaklarını kontrol eden ve toplumun işlerini yönlendirenlerin rolüne ve tabiatına büyük oranda bağlı olduğunu küçük bir çabayla dahi farketmek zor değildir. Bir örnek verirsek: Tren, sürücüsünün istediği yönde hareket eder. Yolcular ona tabidir. Onlar tren ne yöne giderse, o yöne gitmek zorundadırlar. Eğer onlar başka bir yöne gitmek isterlerse, ya treni ya da sürücüyü değiştirmek zorundadırlar. Bu temsili örnekteki gibi, insan medeniyetinin yönü güç ve kudret merkezlerini kontrol edenler tarafından belirlenir.Yöneticiler, bütün kaynakları kontrol ettikleri, iktidarın dizginlerini ellerinde tuttukları ve insan düşünce ve davranışlarını şekillendirip kalıba sokacak araçlara sahip oldukları için insanoğlunun bunların arkasından gitmeye çok zor direnç gösterebileceği açıktır. Bu yöneticiler tek tek kişileri olduğu kadar sosyal sistemleri ve ahlâkî değerleri de etkileyebilecek güce sahiptirler. Eğer iktidar ve idare Allah'tan korkan kimselere verilirse, toplum doğru yolda yürür ve hatta toplumun kötülük odakları dahi belirli kurallara tabi olmak zorunda kalırlar. İyilik hakim olur, kötülerin bütünüyle kökü kazınmasa da fonksiyonları tamamen sınırlandırılır. Tersine, eğer yönetim Allah'tan yüz çevirenlerin eline geçerse, toplumun hayat tarzı Allah'a isyana, insanın insanı sömürüsüne ve ahlâkî dejenerasyona ve kültürel kokuşmaya sürüklenir. Böylelikle bu olay, bilim ve sanatı, ekonomi politiği, kültürü, ahlâk ve davranışları, kanun ve adaleti etkileyerek fikirlerde ve ideallerde genel bir çürümeye yolaçar. İslâm, her şeyin üstünde, insanların kendilerini tamamen Allah'ın hakikatine adamalarını ve yalnızca O'na hizmet ve ibadet etmelerini arzu eder. Yanısıra islâm, Allah'ın kanununun insanlar tarafından uygulanan kanun olmasını ister. Aynı zamanda islâm, adaletsizliğin kökünün kazınmasını, Allah'ın gazabına uğramış kötülüklerin süpürülüp atılmasını, faziletler ve sosyal değerlerin Allah rızası ile beslenmesini taleb eder.Toplumda iktidar ve yönetim, yoldan sapmış inançsız yöneticilerin ellerinde olduğu sürece bu amaçtan idrak edilemez ve islâmın bağlıları şu elit yöneticilerin keyfi destek ve himayesinde sürdürülen ibadet seremonileri ile yetinirler. Bu sebepten dolayı Allah rızasını arzu edenlerin ilk görevi bu gaye için hayatlarını ve mallarını boşa harcamaksızın örgütlü bir mücadeleye başlamaktır.İktidar ve yönetimi iyi kimselere vermenin önemi o kadar büyüktür ki, bu mücadeleyi ihmal eden kişinin Allah'ı hoşnut edecek hiçbir şeyi kalmaz. Kur'an ve sünnetin, ilâhi iradeye boyun eğmeye ve onun emir ve yasaklarını öğrenip uymaya dayalı bir toplum oluşturmanın gerekliliği ne kadar vurgulandığını düşünün -bu o kadar mühimdir ki, eğer bir kişi böyle bir cemaate karşı isyan ederse- Allah'ın birliğine inansa ve ibadetlerini yerine getirse bile- ona karşı savaşmak bütün müslümanlara farzdır.Bunun nedeni, islâmın asıl amacı olan ilâhi nizama dayalı bir sistemi kurmak ve korumak, iyilik sahiplerinin ortak örgütlü güce sahip olmalarını gerektirmesidir; cemaatin birliğini zayıflatmaya kalkışan kişi böyle bir suçun müsebbibidir ki, Allah'ın birliğini tastik etmesi ve ibadetlerini yerine getirmesi onu cezadan kurtarmaz. Tekrar düşünün. Kur'an neden cihada ondan kaçınanları münafıklığa mahkûm edecek derecede önem veriyor? Çünkü cihad, ilâhi nizamı kurmaya yönelik çabanın bir diğer adıdır; bu yüzden Kur'an onun imanın bir göstergesi olduğunu ilân etmektedir. Başka bir deyişle, kalplerinde imanı olan insanlar şeytani bir sistemle yönetilmeye ne tahammül edebilirler, ne de islâmı hakim kılmak için sağlıklarını ve hatta hayatlarını vermekten çekinirler. Böyle durumlarda zayıflık gösterenlerin imanlarının gerçekliği hakkında şüphe doğar.Bu tesbitler meseleyi bütün boyutlarıyla ortaya koymasa da bu kadarlık açıklamam şunu göstermeye yeterlidir. İslâm açısından iyilik sahiplerinin yönetimi oluşturmasının merkezi ve temel bir önemi vardır. Bu dine inanmış olanlar sadece hayatlarının dış görünüşünü şekillendirmeye çalışmakla vazifelerini yapamazlar. Onların inançlarının doğası, yönetimi inançsız ve kokuşmuş kişilerden zorla alarak, Allah'ın rızasına uygun şekilde dünya işlerini idare edebilecekleri hayat biçimini kurmak ve yerleştirmek üzere hak yolda olanlara vermeyi gerektirir. Bu sonuca en yüksek seviyede kollektif çaba olmaksızın ulaşılamayacağı için, yeryüzünde Allah'ın hakimiyetini kurma amacına yönelmiş Allah'dan korkan bir cemaatin olması şarttır.İslâm insanları, otoriteyi onu gasbeden insanların elinden alıp, bütünüyle Allah'a teslim etmeye çağırdığı zaman, aslında onları kula kulluk boyunduruğundan kurtarıp, insanlıklarını korumaya çağırmış oluyor. Yanısıra ruhlarını ve mallarını tağutların ve zevklerinin yönlendirdiği isteklere göre yönlendirmekten kurtarmaya çağırıyor... Onlara, -kendi bayrağı altında- her türlü fedakârlığa katlanarak, tağutla mücadeleye koyulma sorumluluğunu yüklüyor. Fakat, onları daha düşkün ve daha küçültücü olduğu gibi, daha ağır ve daha uzun olan fedakârlıktan da kurtarıyor... İşte bu sayede, onları nimete ve kurtuluşa çağırıyor...Bu sebeple Şuayb (selâm üzerine olsun) şöyle haykırıyor. "Allah bizi sizin dininizden kurtardıktan sonra tekrar ona dönersek Allah'a yalan yere iftira atmış oluruz. Bir daha sizin dininize dönmemiz sözkonusu değildir." Fakat Şuayb, kavminden büyüklük taslayan tağutlaşmış insanlara karşı başını dik tuttuğu ve sesini yükselttiği oranda, her şeyi ilmi ile kuşatan yüce Rabbi huzurunda boyun eğiyor ve teslim oluyor. Takdiri karşısında hiçbir şekilde direnmiyor ve karışmıyor. Yöntemini ve yönlendirilmesini O'na bırakıyor. Boyun eğişini ve teslimiyetini ilan ediyor: Rabbimiz Allah dilemedikçe... Rabbimizin bilgisi her şeyi kapsamına almıştır... Kendisinin ve onu destekleyen müslümanların geleceğe ilişkin tüm işlerini Rabbi olan Allah'a bırakıyor... O, sadece tağutların kendi dinlerine geri dönme önerisini reddedebilir, kendisinin ve yanındaki müminlerin dönmeme kararını bildirebilir, prensip olarak kendi somut hoşnutsuzluğuna ilân edebilir... Fakat, kendisi ve müminler hakkındaki Allah'ın dileği karşısında hiçbir şey yapamaz... İş, bu dileğe bağlıdır. O ve beraberinde bulunan müminler, bilemez, Rabbleri ise her şeyi bilir. İlmine ve dileğine boyun eğilir ve teslim olunur. İşte, Allah dostlarının Allah'a karşı tavrı budur. Tavır, işlerini O'na bağlamaktır. Bunun ardından dileğine ve takdirine karşı koymazlar. Dilediği ve takdir ettiği herhangi bir şeye karşı hoşnutsuzluk göstermezler.Burada Şuayb, kavminin tağutlarının tehdid ve uyarılarına aldırmıyor ve tam bir güven ile dostuna yöneliyor, kendisi ile kavmi arasını hak ile ayırması için yakarıyor.Sırf Allah'a dayanırız biz, Ey Rabbimiz, soydaşlarımız ile aramızdaki anlaşmazlığı sen hak uyarınca çözüme bağla. Çünkü anlaşmazlıkları en iyi çözüme bağlayan sensin! Burada muhteşem bir sahne karşısındayız. Allah'ın dostu ve peygamberinin nefsine `ilâhlık' gerçeğinin yansıması sahnesini.O, kuvvetin kaynağını ve güvenli sığınağı anlıyor. Rabbinin iman ile isyan arasında hak ile hükmedeceğini biliyor. Kendisine ve müminlere kaçınmaları mümkün olmayan bir gereklilik olarak mücadeleye koyulmada yalnızca Rabbine güveniyor. Zafer ve başarı da ancak Rabbindendir. Bu sırada kavminin kâfir önderleri müminlere dönüyorlar, dinlerinde fitneye düşürmek amacıyla onları tehdid ediyor ve korkutuyorlar. Soydaşlarının ileri gelenleri "Eğer Şuayb'a uyarsanız, kesinlikle hüsrana uğrar mahvolursunuz" dediler. Mücadelenin niteliği değişmeksizin sürekli aynı kalıyor. Tağutlar davetten alıkoymak için önce davetçiye yöneliyor. O, imanına sarılıp, Rabbine, güvenince, tebliğ emanetini yerine getirmeye ve sürdürmeye ısrarlı olunca, tağutun çeşitli yollarla yaptığı tehditlere aldırmayınca, ona uyanlara yöneliyorlar ve onları önce tehdit ve uyarılarla sonra da işkence ve şiddetle dinlerinden döndürmeye çalışıyorlar... Onlar batıllarını destekliyecek hiçbir delile sahip değiller. Ellerinde yalnızca işkence ve tehdit yöntemleri var. Cehaletleri ile gönülleri ikna olanağına sahip değiller. -Özellikle daha önce hakkı tanıyan, bilen kimseler, yalanlara kanarak batılın küçültücülüğü gerï dönmezler- Fakat onlar, dini sırf Allah'a has kılan, otoriteyi sadece O'nun hakkı sayan ve inancında ısrarlı olan kimselere karşı işkence olanaklarına sahiptirler.Fakat Allah'ın yürürlükteki yasası... İşte, hak ve batıl somut olarak belirince ve tam bir kamplaşma ile birbirine karşı iki cephe olunca, geciktirilmeyen ilâhi yasa hükmünü uygular... Öyle de oldu. Bu arada, ani bir yer sarsıntısına tutuldular da oldukları yerde yığılıp kalıverdiler.Sarsıntı ve yerinde yığılıp kalma, tehdid saldırının, işkence baskının cezasıdır. Ayetler, onların "Eğer Şuayb'a uyarsanız, kesinlikle hüsrana uğran, mahvolursunuz" şeklindeki sözlerini reddediyor... Bu sözü müminleri kötü sonla tehdid eden ve uyaranlar söylemiştir. Fakat ayetlerde -apaçık bir şekilde- kötü sonda Şuayb'a uyanların bir hissesi bulunmadığı, onun yalnızca diğer soydaşlarının payı olduğu belirtiliyor. Şuayb'ı yalanlayanlar sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular. Şuayb'ı yalanlayanlar asıl hüsrana uğrayanlar, asıl mahvolanlar oldular. İşte biz onları bir anda, kasabalarında bir canlılık belirtisi göstermeksizin hareketsiz yığılıp kalmış halde görüyoruz. Sanki onlar bu kenti hiç kurmamışlar ve sanki orada hiçbir iz bırakmamışlar gibi! İlâhi irade onların da sayfasını dürüyor. Soydaşları olan peygamberlerinden ayrılık ve gruplaşmaları, ihmal ve susturmaları nedeniyle. Sonra yollarının onun yolundan ayrılması, amaçlarının farklılaşması nedeniyle. Sonuçta acıklı sonlarına ve helâk olanlar arasına katılmalarına acımayarak...Bunun üzerine Şuayb onlara sırt çevirdi ve "Ey soydaşlarım, size Rabblerinin mesajlarını ilettim, öğüt verdim. Şimdi kâfir bir topluma nasıl acıyabilirim?" dedi. Çünkü o bir dinden, onlar başka bir dindendir. O bir ümmet, onlar farklı bir ümmettir. Akrabalık ve soy bağı ise, bu dinde bir değer taşımaz, Allah'ın mizanında bir ağırlığı olmaz. Geriye yalnızca bu dinin bağı kalıyor. İnsanlar arasındaki bağ (ilişki) ancak Allah'ın sağlam ipidir. . 9. CÜZ BAŞLANGICI Dokuzuncu cüz iki bölümden meydana gelmektedir. Birincisi: Kur'an-ı Kerim'in Mekke döneminde inen ve bu cüzün dörtte üçünü oluşturan "A'raf suresinin devamıdır. İkincisi: Medine döneminde inen ve bu cüzün geriye kalan dörtte birini oluşturan "Enfal suresi"nin birinci çeyreğidir. Biz burada Kur'an surelerinin tanıtılması hususunda izlediğimiz metoda uygun olarak birinci bölümün kısa bir özetini vermekle yetineceğiz. İkinci bölümün tanıtılmasını ise, Enfal suresinin girişinde yapmak üzere şimdilik erteleyeceğiz...Sekizinci cüzde A'raf suresinin daha önce sunmaya çalıştığımız birinci bölümünün özetinde, Hz. Adem'den sonraki peygamberlerin, peygamberliklerin ve milletlerin kıssalarına yer verilmişti. Orada iman kafilesini oluşturan Hz. Nuh, Hud, Salih, Lût ve Şuayb peygamberlerin kıssalarını, bu peygamberlerin kavimlerinden iman edenlerin kurtuluşlarını ve onları yalanlayanların acı akıbetlerini açıklamaya çalışmıştık. Şimdi bu cüz, Şuayb peygamberin -selâm üzerine olsun- kıssasının geri kalan ikinci bölümü sekizinci cüz'ün sonuna almayı ve kıssayı orada tamamlamayı daha uygun görmüştük.Bundan sonra surenin akışı kendi metoduna uygun olarak bu kıssaların değerlendirilmesi için bir nebze duruyor. İşte bu değerlendirme sırasında yüce Allah'ın yalanlayıcılara ilişkin kaderinin aşamalarını açıklıyor. Yüce Allah'ın onları, ola ki; kalpleri yumuşar ve uyanır, Allah'a sığınırlar ve O'na niyazda bulunurlar diye sıkıntılarla ve belalarla denediğini anlatıyor. Eğer onların kalpleri buna rağmen uyanmaz, açılmaz ve sınanmadan yararlanmayacak olursa, bu sefer yüce Allah'ın onları sınavların en çetini ile deneyeceğini açıklıyor. Böylece Allah'ın kaderlerinden daha da gafil kalmalarına, hayatı sırf oyun ve eğlenceden ibaret sanmalarına zemin hazırladığını belirtiyor. İşte bu sırada Allah'ın azabı onları ansızın yakalayıveriyor: "Peygamber gönderdiğimiz her ülkenin halkını, ola ki, bize yalvarırlar diye, mutlaka sıkıntılara ve belâlara uğrattık. Sonra kötü günleri iyi günlerle değiştirdik de sayıca çoğaldılar ve "Atalarımız da hem sıkıntılı, hem de sevinçli günler geçirmişlerdi!" dediler. Bunun üzerine onları hiç ummadıkları bir sırada ansızın yakalayıverdik." Sure bu bağlamda imanı değerler ile, yüce Allah'ın insanları cezalandırma yasaları arasındaki bağı ele alıyor. Bu yasalar ile bu değerler arasında Allah'ın takdirinin aşamalarında hiçbir ayrılık, hiçbir kopukluk yoktur. Ne var ki, evrendeki bu yasalar ile imanî değerler arasındaki bu bağı gafil insanlar göremezler. Zira bu bağın etkileri yakın vadede göze ilişmemektedir. Fakat bunlar uzun vadede mutlaka gerçekleşmektedir: "Eğer o ülkelerin halkı iman edip kötülüklerden sakınsaydı, göğün ve yerin bereket kapılarını yüzlerine açardık. Fakat yalanladılar, biz de onları işlediklerinin cezasına çarptırdık." Bu değerlendirmenin ardından yüce Allah'ın yalanlayıcılara ilişkin kaderinin ve yasasının aşamaları ve bunların insan hayatındaki imanî değerlerlerle ilgisini açıklıyor. Bunlar kalpleri tir tir titreten tehdit dokunuşlarıdır, yalanlayıcıların akıbetlerine gafilleri uyandıracak biçimde dikkat çeken direktiflerdir: "Acaba o ülkelerin halkı geceleyin uyurken başına azabımızın gelmeyeceğinden emin midir? Acaba o ülkenin halkı, kuşluk vakti eğlenirken azabımızın başlarına gelmeyeceğinden emin midir? Onlar Allah'ın tuzağına yakalanmayacağından emin midir? Oysa hüsrana uğrayan toplum dışında hiç kimse kendini Allah'ın tuzağından emin sayamaz. Üzerinde yaşadıkları toprakları eski yerlilerinden miras alanlar, istesek kendilerini günahları yüzünden musibetlere çarptırabileceğimizi, kalplerini mühürleyebileceğimizi ve kulaklarının işitemez olabileceğini, bu tarihi sürecin ışığında halâ kavrayamadılar mı?" Bu değerlendirme Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- yöneltilen bir direktifle sona eriyor. Bu kıssalardan çıkarılan sonuçlara, daha önce yalanlayan kavimlerin durumlarına, onların gerçek hallerine Allah'ın ilâhlığını ve birliğini kabul etmelerine rağmen Allah'a verdikleri sözü ve taahhüdü unutmalarına, fıtratlarını bozduklarından ve kalpleri gafil olduğundan dolayı peygamberlerinin getirdikleri ayetlerin, belgelerin ve harikaların kendilerine etki etmediğine değinilmiştir: "İşte bu ülkeler var ya, hani sana onlara ilişkin bazı tarihi olayları anlatıyoruz. Bunlara peygamberleri açık belgeler, mucizeler getirmişti. Fakat mucizelerden sonra yalanladıkları mesajlara inanmaları sözkonusu olmadı. İşte Allah kâfirlerin kalplerini böyle mühürler. Onların çoğunda söze bağlılık diye bir şey bulamadık, tersine çoğunu yoldan çıkmış bulduk." Hz. Nuh'un, Hud'un, Salih'in, Lût'un ve Şuayb peygamberin (Allah'ın selâmı hepsinin üzerine olsun) kavimlerinin akıbetlerine değinen kısa açıklamadan sonra, Hz. Musa'nın kıssasına geçiliyor. Musa'nın önce Firavun ve kurmayları ile, sonra kavmi olan İsrailoğulları ile ilgili kıssasına bu surede geniş yer veriliyor. Zaten bütün Kur'an sureleri içinde, Hz. Musa'nın kıssasına en geniş yer verilen sure de budur. Kur'an-ı Kerimin pek çok yerinde İsrailoğulları kıssasının bazı bölümleri yer almıştır. Ayrıca Kur'an'ın diğer bazı yerlerinde kısa kısa işaretlerle de bu konuya temas edilmiştir. Nitekim bütün milletlerin ïçerisinde en çok İsrailoğulları kıssasına yer verilmiştir. Bu milletin kıssasına bunca geniş yer verilmesi herhalde daha önce Fî Zılâl-il Kur'an'da belirttiğimiz hikmetle açıklanabilir. Bu konudaki açıklamamıza burada da yer vermek istiyoruz: Bu hikmetin bir yönü, yahudilerin Medine ve tüm Arap Yarımadası'nda islâm davetine karşı düşmanlık, tuzak ve savaşta öncü olmalarıdır. İlk günden itibaren müslüman topluma karşı savaş ilân ettiler. Medine'de münafıklığı ve münafıkları himaye ettiler ve hem bu inanç sistemine hem de müslümanlara karşı her vesile ile tuzak kurdular. Müşrikleri vaadlerle müslüman cemaate karşı teşvik ettiler ve onlara karşı ortak komplolar kurdular. İnanç ve liderlik çevresinde şüphe, tereddüt ve tahrifler oluşturmaya yöneldikleri gibi, müslüman toplumun saflarında harb, hile ve casusluğa da kalkıştılar. Tüm bunları, apaçık ilân edilmiş bir harpte yüzyüze savaşmadan yapıyorlardı. Onların düşmanlıklarının öğrenilebilmesi için, tabiatlarının, tarihlerinin, mücadele yöntemlerinin ve kalkıştıkları hareketlerin gerçeğinin ne olduğunun bilinmesi ve müslüman topluma gösterilmesi gerekiyordu. Allah, onların geçmişlerinde Allah'ın kılavuzluğuna karşı düşmanlık gösterdikleri gibi, bütün tarihleri boyunca bu ümmete de düşman olacaklarını bilmektedir. Bu gerekçe ile bu ümmete, onların tüm durumları ve her türlü düşmanlık yöntemlerini uygun gördü.Bu hikmetin diğer bir yönü de yahudilerin, Allah'ın son dini gelmeden önce, başka bir dinin mensupları olmalarıdır. İslâm'dan önceki tarihleri, tarihin uzun bir dönemini kaplamaktadır. İnançlarından sapmalar olmuş, Allah'a yaptıkları "sözleşme"yi pek çok kez bozmuşlardı. Bu sapma ve bu sözde durmamaların etkisi; ahlâk ve geleneklerine yerleştiği gibi, hayatlarına da yansımıştır. Geçmiş bütün peygamberlerin ve ilâhî inanç birikiminin varisleri olan müslüman ümmetin; bu kavmin tarihini, bu tarihin dönemlerini, bu yolun kaygan yerlerini ve yahudilerin yaşamlarında ve ahlâklarında somutlaşan tehlikeleri öğrenmesi gerekmektedir. İnanç ve hayat alanındaki bu tecrübeleri de tecrübelerine eklemesi, asırlar boyu süren bu sözleşmelerden faydalanması ve yoldaki tuzaklara düşmemesi, şeytanın müdahalelerine kapılmaması ve inançdaki sapmalara ve sürçmelere kapılmaması için, bu tecrübelerin kılavuzluğuna gerek duymaktadır. Yahudilerin tecrübeleri uzun dönemler boyunca çeşitli sahneler arzediyor. Allah, ümmetlerin üzerinden uzun zaman geçtiğinde, kalplerinin katılaştığını ve nesillerin saptığını, müslüman ümmetin de tarihlerinin kıyamete dek süreceğini ve yahudilerin hayatlarında örnekleri olan dönemlerin müslümanların başına da gelebileceğini bilmektedir. Bu yüzden bu ümmetin nesiller boyu gelecek, imamlarının, önderlerinin ve davetçilerinin önüne diğer milletlerin başına gelen akıbetlerden örnekler koymakta ve teşhis ettikten sonra problemlerini nasıl çözeceklerini bunlardan öğrenmelerini sağlamaktadır. Şöyle ki, hidayet ve doğruluğa başkaldırmak isteyen kalplerin en şiddetlisi, doğruyu bilip de ondan sapan kalptir. Hem bu gerçekten habersiz kalpler, daveti kabule daha yakındır. Çünkü bu kalpler, kendilerini coşturan yeni bir davetle karşılaştıklarında, üzerinde ciddiyetle dururlar ve fıtratlarına seslenen bu yeni davete hemen kulak verirler. Kendilerine daha önce de seslenilmiş kalpler ise, ikinci seslenişi ciddiye almazlar, onunla sarsılmazlar, büyüklük ve önemini hissetmezler. Bu yüzden daha fazla gayrete ve uzun boylu sabıra gerek vardır. Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- ve İsrailoğulları'nın kıssasına, nüzul sırasına göre değil de surelerin Kur'an'daki dizilişine göre yazılan Fî Zil âl-il Kur'an'da daha önce Bakara, Ali İmran, Nisa, Maide ve En'am suresinde yer verilmişti. Şu var ki, surelerin iniş sıralarını esas alırsak, Mekke'de inmiş olan A'raf suresinin, bu kıssaya ilişkin bölümleri Medine'de inmiş bulunan surelerdeki bölümlerden önce gelmiş olacaktır. Zaten bu husus konunun buradaki ifade şekli ile oradaki ifade şeklinden rahatlıkla anlaşılmaktadır Nitekim burada mevzu anlatılırken, kıssa ve hikâye üslûbu esasına göre sunuluyor. Medine'de inen surelerde ise, konu İsrailoğulları'nı karşısına alarak, tarihlerinde yer alan olayları, gerçekleri ve oralarda takındıkları tutumları onlara hatırlatma şeklinde sunuluyor.İsrailoğulları'nın kıssası gerek Mekke'de, gerekse Medine'de inmiş bulunan Kur'an'ın bütünü içinde otuzdan fazla yerde geçmektedir. Kıssanın detaylı biçimde ele alınışı ise, on değişik yerde ve on surede yer almaktadır ki, bunlardan altısı özellikle daha ayrıntılıdır. İşte A'raf suresinde yer alan bu bölüm, detaylı olarak kıssayı ele alan altı yerden ilkidir. Hem de en geniş kapsamlı olanıdır. Ne var ki, burada ele alınan bölümler Taha suresinde yer alan bölümlerden daha az sayıdadır. Burada kıssa Firavun ve kurmaylarının, peygamberlik misyonunu nasıl karşıladıklarını anlatarak başlıyor. Halbuki Taha suresindeki kıssa, Tur Dağı tarafından Hz. Musa'ya gelen çağrı ile başlıyor. Kasas suresinde ise İsrailoğulları'nın baskı dönemini yaşadığı sırada Hz. Musa'nın doğuşu halkasından söze giriliyor. Kıssanın sunuluşu, Kur'an'ın bütün kıssaları sunuş metoduna bağlı olarak surenin hedefleri ve havasıyla tam bir uyum içinde; Firavun ve kurmaylarının peygamberlerini yalanlamalarının akıbetine dikkatleri yöneltmekle başlıyor. Daha işin başında bütün dikkatler bu nokta üzerine çekiliyor: "Sonra bu peygamberlerin arkasından Musa'yı ayetlerimiz ile Firavun'a ve yakın adamlarına gönderdik, fakat onlar ayetlerimize karşı zalimce bir tutum takındılar. Gör bakalım, bozguncuların sonu nice oldu?" Sonra kıssanın bölümleri ve sahneleri ardarda sıralanıyor. Öncelikle Firavun ve kurmaylarıyla mücadele sahnesine yer veriliyor. Sonra da İsrailoğulları'nın dönekliği, kaypaklığı ve sapıklığını ortaya koyan sahneler geliyor. Biz ilerde kıssayı detaylı olarak sunacağımıza göre burada sadece kıssanın en belirgin hatlarını ve genel olan mesajlarını vermekle yetineceğiz: 1- Hz. Musa -selâm üzerine olsun- Firavun'a ve kurmaylarına, alemlerin Rabbi tarafından gönderilen bir peygamber olduğunu dile getirmekle karşı koyuyor: "Musa dedi ki; Ey Firavun, hem tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Bana Allah hakkında sadece doğruyu söylemek yaraşır. Size Rabbinizden açık bir belge, bir mucize getirdim. İsrailoğulları'nı benimle birlikte salıver." Ayrıca bu davanın kendisine ait olmadığı, alemlerin Rabbi tarafından gönderildiği gerçeği, Hz. Musa ile Firavun'un büyücüleri arasında geçen mücadele, büyücülerin mağlûp düştüklerinde iman etmelerinde de ortaya çıkıyor. Çünkü onlar da alemlerin Rabbine iman ediyorlar: "Bütün büyücüler secdeye kapandılar. Tüm varlıkların Rabbine inandık dediler. Musa ile Harun'un Rabbine." Aynı gerçek Firavun büyücüleri korkunç ceza ile tehdit ettiğinde de gün yüzüne çıkıyor. Çünkü onlar Rabblerine yöneliyorlar. Hayatlarında, ölümlerinde, dirilişlerinde ve bütün işlerinde Rabblerine döneceklerini ilan ediyorlar: "Büyücüler dediler ki; biz zaten Rabbimize döneceğiz. Sırf Rabbimizin ayetleri bize gelince onlara inandık diye bizden öç alıyorsun. Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve müslüman olarak al canımızı."Hz. Musa -selâm üzerine olsun- kendi kavmine gerçek Rabblerini öğretirken, pek çok yerde kullandığı sözlerle de bu gerçeği dile getirmektedir. Buna bağlı olarak Firavun, İsrailoğulları'na yaptığı zulmü tekrar yürürlüğe koyacağını ve erkeklerini öldürüp kadınlarını sağ bırakacağını söylediğinde, "Musa soydaşlarına dedi ki; "Allah'tan yardım isteyiniz ve sabrediniz. Yeryüzü Allah'ındır. Orayı dilediği kullarının hizmetine verir. Mutlu sonuç, günahlardan sakınanlarındır. Soydaşları dediler ki; sen gelmeden önce de geldikten sonra da işkence çektik. Musa dedi ki; Umulur ki, Allah düşmanlarınızı yok eder ve sizleri onların yerine getirir de nasıl hareket edeceğinize bakar." Hz. Musa onları denizden geçirdikten sonra, kendi putlarına tapan bir topluluğa rastladıklarında, bu kavmin ilâhları gibi kendilerine de bir ilâh yapmalarını istedikleri zaman Musa'nın onlara verdiği cevapta da bu gerçek dile getiriliyor: "Musa da onlara: Siz gerçekten cahil bir toplumsunuz. Bunların uydukları sapık din yok olmaya mahkûmdur, işledikleri ameller de geçersizdir. Dedi ki, Allah sizi bütün varlıklara üstün kılmışken ben size Allah dışında bir ilâh mı arayayım?" İşte kıssada yer alan bu Kur'an ayetleri, Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun getirdiği dinin gerçek yüzünü ve bu gerçeğin ortaya koyduğu itikadi düşüncenin gerçek mahiyetini kesin biçimde belirlemektedir. Bu, aynı zamanda islâm dininin ve bütün peygamberlik misyonlarında yeralan ilâhi dinin içerdiği sağlıklı düşüncedir. Bu ayeti kerimeler aynı şekilde Batılı Dinler Tarihi araştırmacılarının bu konuda ileri sürdükleri teorilerin ve kehanetlerin asılsız olduklarını ortaya çıkartmakta ve onların metodlarına ve tesbitlerine bağlı olarak dinlerin tekamül ettiklerini kabul edenlerin tutarsızlığını da ortaya koymaktadır. Yine bu ayeti kerimeler, Hz. Musa'nın kendilerine peygamber olarak gönderilmesinden sonra bile tarih boyunca sapıklıktan ayrılmayan İsrailoğulları'nın çeşitli çehrelerinin ve dönek karekterlerinin yapısını tesbit etmektedir. İşte bu sapıklıkları ve döneklikleri onların; "Ey Musa, onların nasıl ilâhları varsa, bize de öyle bir ilâh yap" demelerinden, Hz. Musa'nın Rabbine verdiği söze bağlı olarak Tur'a çıktığında hemen buzağıya tapmalarından, Allah'ı apaçık olarak görmek istemelerinden, yoksa iman etmeyeceklerini söylemelerinden rahatlıkla ortaya çıkmaktadır. Şu kadar var ki, bu sapıklıklar Hz. Musa'nın Rabbinden alıp getirdiği inanç sisteminin gerçek yüzünü göstermiyordu. Bunlar ancak o inanç sisteminden sapmalardır. Buna bağlı olarak inanç sisteminden sapanların inançları, nasıl akidenin kendisine mal edilebilir. Bu sapık inançlar zamanla "Tevhid'e tek ilâh inancına doğru gelişme gösterdi", "tekamül etti" denilebilir mi? 2- Hz. Musa'nın Firavun'a ve kurmaylarına karşı koyması, ilâhi dinlerin tümü ile bütün cahiliye sistemleri arasındaki mücadelenin gerçek yüzünü de ortaya koymaktadır. Sapıklık ve kötülük önderi olan zorbaların zalimlerin bu dine nasıl baktıklarını, bu dinin varlığını kendileri için nasıl büyük bir tehlike olarak gördüklerini açıklamaktadır. Ayrıca müminlerin kendileri ile bu zalim ve zorbalar arasındaki savaşın gerçek yüzünü nasıl anladıklarını da ortaya koymaktadır! Sırf Hz. Musa'nın Firavun'a: "Ey Firavun, ben tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Bana Allah hakkında sadece doğruyu söylemek yaraşır. Size Rabbinizden açık bir belge, bir mucize getirdim. İsrailoğulları'nı benimle birlikte salıver" demiş olması bile; "Tüm alemlerin Rabbine' yapılan bu çağrının içeriğini açıklığa kavuşturmaktadır. Aslında bu ifade, bütün alemlerin Rabbine kul olduklarını ortaya koymakla hakimiyeti, egemenliği, bütünüyle Allah'a vermiş olmakdır! İşte bu realiteden hareketle Hz. Musa, İsrailoğulları'nı kendisiyle birlikte salmasını, serbest bırakılmalarını istemiştir. Madem ki, yüce Allah bütün alemlerin Rabbidir öyleyse, O'nun kullarından biri olan zorba ve diktatör Firavun'un, onları kendisine kul etme hakkı ve yetkisi yoktur. Çünkü insanların hepsi yalnızca alemlerin Rabbinin kullarıdır. Bu, ilâhlığın bütünü ile yüce Allah'a verilmesi demektir. Çünkü egemenlik, yüce Allah'ın, tüm varlıkların bir kesimini oluşturan insanların ilâhı olduğunun bir göstergesidir. Ve Allah'ın tüm varlıklara egemenliği, bütün insanların yalnız O'na boyun eğmesiyle gerçekleşir, ortaya çıkar. İnsanlar yalnız Allah'a boyun eğmedikleri, sadece bu ilâhlığa başka bir ifadeyle bu egemenliğe ibadet etmedikleri, ona bağlanmadıkları müddetçe, Allah'ın ilâhlığını kabul etmiş olamazlar. Yoksa, Allah'ın şeriatı ile kendilerine hükmetmeyen başka birinin egemenliğine, hakimiyetine boyun eğdiklerinde Allah'ın ilâhlığını inkâr etmiş olurlar. Firavun ve kurmayları da "Alemlerin Rabbine" çağırmanın tehlikesini anlamışlardı. İlâhlığı (Rububiyeti) tek'e indirgemenin tehlikesini anlamışlardı. İlâhlığı (Rububiyeti) tek'e indirgemenin, gerek Firavun'un ve gerekse ona bel bağlayanların bütün yetki ve otoritelerinin ellerinden alınması anlamına geldiğini kavramışlardı. Bu nedenle sözkonusu tehlikeyi, Musa'nın kendilerini yurtlarından çıkarmak istediği şeklinde ifade etmişlerdi: "Firavun'un ileri gelen soydaşları dediler ki; bu adam bilgili bir büyücüdür. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Peki ne buyurursunuz?" "soydaşlarının ileri gelenleri, Firavun'a dediler ki; Musa ile soydaşlarını toplumda kargaşalık çıkarsınlar, seni ve ilâhlarını boşlukta bıraksınlar diye mi serbest bırakacaksın?" Onlar bu sözleriyle, alemlerin Rabbine davet etmenin bir tek anlamı olduğunu, bunun da egemenlik ve hakimiyetin kulların, zorbaların ellerinden çekip alınması ve onların gerçek sahibi olan Allah'a verilmesi olduğunu dile getirmek istiyorlardı. Egemenliğin Allah'a verilmesi olduğunu dile getirmek istiyorlardı. Egemenliğin Allah'a verilmesi ise, onlara göre yeryüzünü bozguna vermek demektir! Veya bugünkü cahiliye kanunlarında belirtildiği gibi bu tür çağrılar, "devlet düzenini değiştirmeye ve kurulu rejimi devirmeye çalışmak" anlamına geliyordu! Dilleriyle söylemeseler bile, Allah'ın egemenlik ve hakimiyet hakkını yani ilâhlığını gasbeden ve O'nun özelliklerini kendilerine yakıştıran modern cahiliye zorbalarının ve diktatörlerinin bakış açısına göre, alemlerin Rabbine çağrı yapmak devlet düzenini değiştirmeye çalışmak demektir. Zira bütün cahiliye sistemlerinde devlet düzeni, kulların birinin ilâhlığı diğer insanların da ona kulluk yapması ilkesine dayanır. Bunun yanında alemlerin Rabbine çağrı yapmak, ilâhlık hakkının kulların yaratıcısına verilmesini istemek anlamına gelir. İşte bu nedenle Firavun da, gerçek karşısında apışıp kaldığında, hemen alemlerin Rabbine iman ettiklerini açıklayan ve bu ilan ile O'na kul olmayı ve boyunduruğu altına girmeyi reddeden büyücülere aynı şeyleri söylemişti. Onların memleket balkını yurdundan çıkarmak için tuzak kurduklarını ileri sürmüştü. Onları cezanın ve işkencenin en büyüğü ile tehdit etmişti. "Firavun onlara dedi ki; Ben izin vermeden O'na inandınız, öyle mi? Bu, bu kentin halkını buradan çıkarabilmek için daha' önceden burada tasarladığınız bir komplodur, ama yakında başınıza neler geleceğini öğreneceksiniz." Andolsun ki, sağlı-sollu birer el ve ayağınızı kesecek ve arkasından tümünüzü asacağım!" Öte yandan alemlerin Rabbine iman eden, yalnız Allah'a teslim olan, ilâhlığı ve ilâhlık özelliklerini gasbeden zorbanın sahte kulluğunu tanımadıklarını ilân eden büyücüler de kendileri ile zorba ve zalim statüko arasındaki savaşın gerçek mahiyetini biliyorlardı. Bu inanç sistemine (akideye) dayalı bir savaştı. Zira bu inanç sistemi, taraftarlarının sadece alemlerin Rabbine ibadet edeceklerini ilân etmeleriyle, hattâ sırf "Alemlerin Rabbi Allah'tır" diye ilân etmeleriyle zorbaların sultasını ve otoritesini sarsıyor, tehdit ediyordu! İşte bu nedenle büyücüler, Firavun'un kendilerini töhmet altında tutması ve: "Bu sizin ülke halkını yurtlarından dışarı çıkarmak için tezgâhladığınız bir oyundur" demesi üzerine; "Sen ancak Rabbimizin ayetleri bize gelince onlara inandık diye bizden öc alıyorsun." Sonra kendisine iman ettikleri Rabblerine sığındılar ve: "Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve müslüman olarak al canımızı" diyerek O'ndan başkasına kulluk yapmayı ve O'ndan başkasına tapmayı reddettiler. Bugün de gerçek anlamı ile ilâhlığın alemlerin Rabbine ait olduğunu ilân edenler modern cahiliye sistemleri tarafından aynı şekilde itham edilmekte ve devletin düzenini değiştirmeye çalışmakla suçlanmaktadırlar! Onlar bütün içtenlikleriyle gerçek anlamda Allah'a teslim olduklarında, yüce Allah da onların kalplerine bu kesin tutumu bir Furkan olarak yerleştirdi. 3- Hz. Musa'nın Firavun'a ve kurmaylarına karşı ileri sürdüğü mucizelerden... Yüce Allah'ın onları felâketlerle, kıtlıklarla ve ürünleri azaltmakla cezalandırmasından.. Aşağıdaki ayetlerde belirtildiği gibi yüce Allah'ın onları yok etmesine kadar, onların bütün bu mucizelere ve musibetlere inatla, kurnazlıkla ve ısrarla sonuna kadar direnmelerinden... Evet bütün bunlardan zorbaların, zalimlerin hak ve gerçek karşısında batılda ne kadar direttikleri "Alemlerin Rabbine" yapılan çağrıya karşı ne ölçüde direndikleri ortaya çıkmaktadır. Çünkü onlar kesinlikle biliyorlar ki, bu çağrının bizzat kendisi onlara karşı bir savaştır. Çünkü bu çağrı temelde onların varlıklarını, meşruluklarını kabul etmez, reddetmeyi öngörür! "Andolsun ki, biz Firavunoğulları'nı, ola ki akılları başlarına gelir diye, yıllarca süren kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık. Onlar bir iyilikle karşılaşınca: "Bu kendimizden kaynaklanıyor", derler. Fakat eğer başlarına. bir kötülük gelecek olursa, bunu Musa ile arkadaşlarının uğursuzluğuna yorarlar. Oysa onların kaderlerini belirleme yetkisi sırf Allah'ın tekelindedir. Fakat çoğu bunu bilmiyor. Musa'ya, `Bizi büyülemek üzere ne kadar mucize gösterirsen göster, sana kesinlikle inanmayacağız' dediler. Biz de onlara, ayrı ayrı birer mucize olarak su baskını, çekirge sürüsü, zararlı böcek salgını, kurbağalar ve kan gönderdik. Yine de burun kıvırarak günahkâr bir toplum oldular. Azab başlarına çökünce, `Ey Musa, sana verdiği peygamberlik payesine dayanarak bizim için Rabbine dua et. Eğer bu azabı başımızdan savarsak, andolsun ki, sana inanacak ve İsrailoğulları'nı seninle birlikte göndereceğiz' dediler. Fakat o azabı günün birinde dolduracakları belirli bir sürenin sonuna kadar başlarından savar savmaz hemen sözlerinden dönüverdiler. Sonunda onlardan öç aldık; ayetlerimizi yalanladıkları, onları umursamadıkları için kendilerini denizde boğduk." Bunların hepsinden beşeri otoritelere dayalı sistemlerin gerçek karşısında ne derece ısrar edecekleri ve "Alemlerin Rabbine yapılan çağrı" karşısında ne denli direnecekleri ortaya çıkıyor. Çünkü onlar bizzat bu çağrının onların varlığının meşruluğunu kabul etmemekle kendilerine karşı savaş açtığını kesin bir şekilde bilmektedirler. Beşeri sistemler "Allah'tan başka ilâh olmadığının" veya "Allah'ın alemlerin Rabbi olduğunun" ilân edilmesine asla izin vermezler. Ancak bu sözler (ve ilkeler) gerçek anlamlarını yitirdiğinde ve hiçbir anlamı olmayan kuru laflara dönüştüğünde onlara izin verebilirler. Buna benzer durumlarda bu sözler onları rahatsız etmez! Çünkü onları ilgilendirmez, (onları hedef almaz)! Ama ne zaman ki insanlardan bir topluluk bu sözlere gerçek anlamları ile sahiplenirse, Allah'ın yasalarına ve sistemine dayanmaksızın hakimiyeti ellerine geçiren ve bu hakimiyet ile insanları kendilerine kul yapan ve onların yalnız Allah'a teslim olmalarına fırsat vermeyen ve böylece ilâhlık özelliklerini kendinde görmüş olan beşeri otorite (tağut), gerçeğe sahip çıkan topluluğun varlığına dayanamaz, onlara tahammül edemez! Nitekim Firavun da Hz. Musa'nın alemlerin Rabbine çağrıda bulunmasına, iman eden büyücülerin, "Biz alemlerin Rabbine iman ettik" diye ilân etmelerine katlanamamış ve dayanamamıştı! Kendisi ve kavminin ileri gelenleri bu çağrıyı, ardarda kendilerine gönderilen ayetlere, arka arkaya gelen kıtlık, felâket, açlık ve musibetlere rağmen reddetmekte ısrar ettiler... Ne var ki, bütün bu felâketler ve musibetler onlara göre, alemlerin Rabbi olan Allah'a teslim olmaktan çok daha kolay ve daha basitti. Çünkü alemlerin Rabbine teslim olmaları, onların bu sahte otoritelerini ve hakimiyetlerin ellerinden alıyor, insanları alemlerin Rabbinden başkasına kul yaptıkları bu sultalarını resmen kaldırıyordu! Ayrıca bu gerçek, yüce Allah'ın ayetlerini yalanlayanlara ilişkin takdirinin aşamalarında... Onların sıkıntı ve zorluklarla... bolluk ve rahatlıkla denenmeleri sırasında da ortaya çıkmaktadır.. Onların işin sonunda üstün kudret sahibi Allah tarafından cezalandırılmaları ve daha önceleri yoksul bırakılan, horlanan müminlerin ise yeryüzüne egemen kılınmasıyla da aynı gerçek gün yüzüne çıkmaktadır. "O güne kadar horlanan, ezilen toplumu (İsrailoğulları'nı) bereketlerle donattığımız toprakların doğusuna ve batısına mirasçı kıldık. İsrailoğulları'nın sabırlarına karşılık, Rabbinin onlara verdiği güzel söz gerçekleşti. Firavun'un ve soydaşlarının ortaya koydukları eserleri ve yükselttikleri yapıları yıkıp yok ettik." 4- Ne var ki, İsrailoğulları'nın o dönek ve çirkin karakterleri yine baskın geldi. Kur'an-ı Kerim'in ifade tarzından rahatlıkla anlaşıldığı gibi, onlar Allah'ın emrinden saptılar, peygamberleri, liderleri, kurtarıcıları olan Hz. Musa'yı aldattılar ve karşı geldiler; nimetlere nankörlük ettiler. Düzelmediler ve nimetlere karşı şükranlarını ifade etmediler. Yüce Allah'ın defalarca onların tevbelerini kabul etmesine, onları bağışlamasına rağmen, yine de bu tutumlarından vazgeçmediler. Ve neticede Allah'ın cezasına müstehak oldular: "Hani Rabbin açıkça bildirdi ki, işkencelerin en ağırını tattıracak zorbaları kıyamet gününe kadar yahudilerin başlarına musallat edecektir. Hiç kuşkusuz Rabbin çabuk cezalandırandır ve yine O, hiç kuşkusuz bağışlayıcı ve merhametlidir." Gerçekten de Allah'ın tehdidi doğru çıkmış, gerçekleşmiştir. Gelecek zaman boyunca da doğru çıkması gerekir. Bu ancak onların tarih boyunca yaşadıkları birtakım dönemlerden ibarettir. Onlar büyüklük taslamaya, bozgunculuk yapmaya, zulmetmeye başladıklarında ve eziyetleri çekilmez duruma geldiğinde, yüce Allah kıyamet gününe kadar azabın en acısını tattıracak kimseleri onların başlarına musallat edecektir! 5- Son olarak da bu sure Mekke'de inmiştir. Bununla beraber yahudilerin (İsrailoğulları'nın) dönekliklerinden, günahkârlıklarından ve aşırı kötü karakterlerinin çoğundan söz edilmektedir. Halbuki gerek yahudi ve gerekse hristiyan müşteşrikler (oryantalistler) Hz. Muhammed'in Medine'de yahudilerin müslüman olmalarından umudunu kestikten sonra ancak Kur'an-ı Kerim'le onlara karşı saldırıya geçtiğini, Mekke'de ve Medine devrinin ilk dönemlerinde onlarla iyi geçindiğini, yahudilere saldırıyı içermeyen bir Kur'an okuduğunu, Araplarla yahudilerin ataları İbrahim peygamberin aynı soyda birleştiğinden söz ederek, onların müslüman olmasını arzu ettiğini, onların islâma girmesinden umudunu kesince böyle bir saldırıya geçtiğini, kendilerince ileri sürüyorlar! Pek tabii ki, yalan söylüyorlar... İşte bu Mekke'de inen bir suredir. Onlar hakkında gerçeği dile getiriyor. `Bu değişmeyen gerçek hususunda Medine'de inen Bakara suresi ile bu surenin ifade ettikleri arasında hiçbir farklılık yoktur. Surenin 163-170. ayetlerinin Medine'de inmiş olması ve yahudilerin başına kıyamete kadar onlara eziyet edecek kimselerin yüce Allah tarafından musallat kılınmasından söz etmeleri nedeniyle gözardı etsek bile, Mekke'de indiklerinden kuşku olmayan bu ayetlerden önceki ve sonraki ayetlere baktığımızda, onların da yahudilerin karakteri hakkında gerçeği dile getirdiklerini görürüz... Burada, onların buzağıya tapmalarından, bir olan Allah'ın adına Mısır'ı terketmelerine rağmen Hz. Musa'dan kendileri için somut bir put niteliğinde bir ilâh yapmasını taleb etmelerinden, Allah'ı apaçık olarak görmedikleri sürece iman etmeyeceklerini söylemeleri üzerine sarsıntının-depremin kendilerini yakalamasından, şehre girerken Allah'ın sözünü değiştirmelerinden söz edilmektedir. Böylece anlaşılıyor ki, bu tür yaklaşımlara sahip olan müsteşrikler, Allah'a ve peygamberine iftira ettikleri gibi, tarihe de iftira atmaktadırlar... İşte bu karaktere sahip müsteşrikler, islâm hakkında yazı yazan birtakım kimseler yazdıkları konularda onları üstad olarak kabul etmekte ve onların yaklaşımlarını esas almaktadır. Kıssanın ana hatlarına ilişkin bu kadar açıklama yeter. Şimdi ayetleri teker teker açıklamaya geçebiliriz. Bu kıssada iman kafilesinden söz edilirken Hz. Musa ve İsrailoğulları'nın kıssasına uzun uzadıya yer verilmesiyle; bir taraftan, Allah'ın mesajını yalanlayanların ilâhi takdir tarafından aşama aşama nasıl izlendiklerini, imani değerler ile insan hayatında yer alan Allah'ın değişmez yasaları arasında ne tür bir bağ bulunduğunu ortaya koyarken öbür taraftan, imanın tabiatı (yapısı) ile küfrün tabiatını açıklamayı hedef almaktadır. Kıssanın tasvir edilen, somutlaştırılan kahramanlarında ve olaylarında, bu her iki çizgi netleşmektedir. İsrailoğulları'nın bu kıssası, Allah'ın son derece şiddetli azabının apaçık ortada olduğu bir sırada, onlardan alınan söz ve taahhüt ile sona eriyor: "Hani o dağı (Tur Dağı'nı) başları üzerine çıkarmıştık, onlar dağın üzerlerine düşeceğini sanmışlardı. Bu durumda kendilerine, size verdiğimiz Kitab'a sımsıkı sarılınız ve içindeki mesajları sürekli aklınızda tutunuz ki, kötülüklerden sakınabilesiniz, dedik." İşte bu nedenle bu taahhüt ve sözleşme sahnesinden sonra bütün insanların fıtratından alınan söze, taahhüde geçilmektedir: "Hani Rabbin, Ademoğulları'ndan, onların bellerinden soylarını dışarı aldı ve: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diyerek kendilerini birbirlerine şahit tutmuştu da onlar da, `Evet şahidiz' demişlerdi. Allah kıyamet günü şöyle diyemeyesiniz diye bunu böyle yaptı. Bizim bundan haberimiz yoktu.. Ya da şöyle diyemeyesiniz diye, Vaktiyle atalarımız müşrik olmuşlardı, biz onlardan sonra gelen kuşaklardık, bizi eğri yola sapanların yaptıklarından dolayı mı mahvedeceksiniz?" Bu sahneden sonra, bu taahhüd ve sözleşmeden sıyrılmak istediği gibi, Allah'ın ayetlerini apaçık olarak gördükten sonra onlardan, onların verdiği bilgiden sıyrılmak isteyen adamın sahnesine geçmektedir. Bu gerçekten etkili bir sahnedir. Bu sahnede, sözkonusu sıyrılıştan tiksindirici ve onun gözle görünen akıbetinden sakındırıcı etkili dokunuşlar vardır: "Onlara şu adamın olayını anlat: Adama ayetlerimizi sunduk, fakat o onların içinden sıyrılıp çıktı, arkasından onu şeytan peşine taktı da azgınlardan oldu. Eğer dileseydik bu ayetler aracılığı ile onun düzeyini yükseltirdik, fakat o yere saplandı kaldı. Onun durumu üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp hırlayarak soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte ayetlerimizi yalanlayanların durumu budur. Bu hikâyeyi onlara anlat, ola ki, üzerinde düşünürler. Ayetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmeden toplumun durumu ne kötü bir örnektir!" Sonra hidayet ve küfrün tabiatı (yapısı ve özellikleri) açıklanıyor. Buradan küfrün, fıtratın alıcı-verici cihazlarını etkisiz hale getirdiği, Allah'a giden yolu tıkadığı ve kesin bir hüsranla sona erdiği ortaya çıkıyor: "Allah kimi doğru yola iletirse o doğru yolda olur, kimleri saptırırsa işte onlar hüsrana uğrayanlardır. Andolsun ki, birçok cini ve insanı cehennemlik olarak yarattık. Onların kalpleri var, fakat anlamazlar; gözleri var, fakat görmezler; kulakları var, fakat işitmezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta hayvanlardan daha sapıktırlar. Onlar gaflet içindedirler." Bu açıklamadan sonra Mekke'de islâmın mesajını yalanlayarak Allah'ın isimlerinde sapıklığa düşen ve bu isimlerden sahte ilâhlarına isimler türetmeye çalışarak karşı koyan müşriklere dikkat çekiliyor. Allah'ın kendilerine bir süre tanıdığı şeklinde onlara bir tehdit savruluyor. Kendilerini doğru yola çağıran arkadaşları Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- hakkında enine boyuna iyi düşünmeye davet edildikleri halde onlar bir çırpıda karar veriyor ve onun deli olduğunu söyleyerek işin içinden çıkıyorlar! Yerin ve göklerin işleyen harika sistemine bakmalarını, varlığın (kâinatın) sayfalarında yer alan hidayet imajlarını görmeye çalışmalarını istiyor. Onları kendisinden habersiz oldukları halde, kendilerini bekleyen ölümle karşı karşıya getirmeye çalışıyor: "En güzel isimler Allah'ınkilerdir. O'na o isimler ile dua ediniz. O'nun isimleri konusunda eğriliğe sapanları sapıklıkları ile başbaşa bırakınız. Onlar yaptıklarının cezasını ilerde çekeceklerdir. Yarattığımız insanlar içinde başkalarını hakka ileten ve hakka uygun, adil hükümler veren bir kesim vardır. Ayetlerimizi yalanlayanları hiç farkına varmayacakları biçimde yavaş yavaş kötü akıbetlerine yaklaştıracağız. Onlara mühlet veririm. Çünkü benim tuzağım sağlamdır. Düşünmüyorlar mı ki, arkadaşları Muhammed'in deli olması sözkonusu değildir, o sadece açık bir uyarıcıdır. Göklerin ve yerin görkemli egemenlik mekanizmasını, Allah'ın yaşattığı her şeyi ve ecellerinin gerçekten yaklaşmış olabileceğini düşünmüyorlar mı? Kur'an'dan sonra hangi söze inanacàklar? Allah'ın saptırdığı kulu biç kimse doğru yola iletemez. O, sapıkları azgınlıkları içinde debelenmeye bırakır." Yine burada bu müşrikler yalanlamakta oldukları ve zamanını ayırdıkları kıyamet sahnesiyle yüzyüze getiriliyorlar. Bu öyle dehşet verici bir sahnedir ki, onların bu konuyu basite alarak soru haline getirmelerine, küçümseyici, hafife alıcı bir tavırla onu ele almalarına gerçekten denk düşüyor. Bunun yanında peygamberliğin yapısı ve peygamber gerçeği de aydınlık kazanıyor. İlâhlığın gerçekliği ve yalnız Allah'ın ilâhlığın özelliklerine sahip olduğu, buna bağlı olarak gayb bilgisinin ve kıyametin ne zaman kopacağını açıklama yetkisinin sadece Allah'a mahsus olduğu belirtiliyor: "Sana kıyamet anı hakkında sorarlar ne zaman gelip çatacak diye. De ki, onun bilgisi Rabbimin tekelindedir, vakti gelince onu gerçekleştirip açığa çıkaracak olan O'dur, göklerin ve yerin ağırlığını kaldıramayacağı bu olay başınıza ansızın gelecektir. Sanki sen bu konuyu sürekli kurcalıyormuşsun gibi, sana onu soruyorlar. De ki; Onun bilgisi Allah'ın tekelindedir, fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmezler. De ki; Ben kendime Allah'ın dilediğinden başka bir yarar ya da zarar dokunduracak güçte değilim. Eğer görünmeyeni, gaybı bilseydim daha çok iyilik elde ederdim. Ve başıma hiçbir kötülük gelmezdi. Ben sadece müminler toplumuna seslenen bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim." Müşriklerin birtakım gerçeklerle yüzyüze getirildiği bu sahnede, ayrıca şirkin tabiatına (karakteri ve özelliklerine), fıtratın Allah'ın birliğine dair vermiş olduğu sözden, taahhütten sapma serüvenine, bu sapmanın insanın benliğinde nasıl etki bıraktığına dair bir açıklama da yer alıyor. Ve bu sapma tasviri, sanki eski kuşakları Hz. İbrahim'in tertemiz dinine bağlı iken sonraları bu çizgiden sapan müşrik nesillerin sapmasının tasviridir. |