Durumu: Medine No : 5587 Üyelik T.:
05 Aralık 2008 Arkadaşları:14 Cinsiyet: Memleket:İstanbul Yaş:35 Mesaj:
2.537 Konular:
2038 Beğenildi:116 Beğendi:0 Takdirleri:270 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Cvp: Fizilalil Kuran Araf Suresi Tefsiri İşte hiçbir şekilde karşı konulmayan Allah'ın cezasından ve asla farkına varılmayacak olan Allah`ın tuzağından, sürekli olarak korkulmasını aşılayan ayetlerden anlamamız gereken budur. Çünkü yüce Allah bizi kararsızlığa çağırmaz, yalnızca uyanık olmaya çağırır. Bizi endişeye sürüklemez, sadece duyarlı olmamızı ister. Hayatı durdurmak istemez. Fakat onu umursamazlıktan ve azgınlıktan korumayı öngörür. Kur'an-ı Kerim'in metodu bunun yanında değişmekte olan ruhların ve kalplerin gelişmelerini, değişik milletlerin ve toplulukların gelişme aşamalarını ele alır ve onları uygun bir zaman diliminde, uygun bir tedavi şekliyle tedavi eder. Buna bağlı olarak insanın, yeryüzünün güçlerinden ve hayatın cilvelerinden korktuğu sıralarda Allah'ın himayesindeki güvenden, emniyetten ve huzurdan bir yudum verilir ona. Yeryüzünün güçlerine ve hayatın aldatıcı nimetlerine dayanmaya başladığında ise, ona bir yudum korku, sakınma ve Allah'ın cezasını bekleme duygusu verir. Ve şüphesiz Allah yarattıklarını en iyi bilendir. Yüce hikmet sahibidir ve her şeyden haberi olandır. Kur'an-ı Kerim'in ifade tarzı yürürlükteki yasayı belirledikten ve insanın vicdanına onca kuvvetli temaslara dokunduktan sonra, hitabını Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- yöneltiyor. Bütün bu kasabaların sınanmasına ilişkin evrensel sonucu kendisine açıklıyor. Bu sınanma ile ortaya çıkan küfrün yapısına, imanın yapısına, sonra bu milletlerde ortaya çıkan insanın genel karakterlerine ilişkin gerçeklere dikkatini çekiyor: 101- "İşte şu ülkeler var ya, hani sana onlara ilişkin bazı tarihi olayları anlatıyoruz. Bunlara peygamberleri açık belgeler, mucizeler getirmişlerdi. Fakat mucizelerden önce yalanladılar! Mesajlara inanmaları sözkonusu olmadı. İşte Allah kafirlerin kalplerini böyle mühürler. " 102- "Onların çoğunda söze bağlılık diye bir şey bulamadık, tersine çoğunu yoldan çıkmış bulduk. " İşte bunlar Allah'ın bildirdiği kıssalardır. Peygamberimiz de -salât ve selâm üzerine olsun- onları bilmiyordu. Bunlar ancak Allah'ın ona vahyetmesi ve öğretmesi ile öğrendiği tarihi olaylardı." "Onlara peygamberleri açık belgeler, mucizeler getirmişlerdi." Ne var ki, belgeler, mucizeler onlara fayda vermedi. Belgelerden sonra da daha önce yalanladıkları gibi yalanladılar. Açık belgelerin kendilerine gösterilmediği sırada yalanladıklarına belgeleri gördükten sonra da inanmadılar. Zaten açık belgeler yalanlayıcıları, inanmaya ve imana iletmez! Çünkü onların iman etmelerini engelleyen sebep, delil yetersizliği değildir. Onları imandan alıkoyan asıl neden, açık bir kalbe, keskin bir duyarlılığa ve doğru yola yönelme arzusuna sahip olmalarıydı. Onların hoşgörü ile karşılayan, gerçeğe doğru devinen ve onu kabullenme arzusunda olan diri bir fıtrattan mahrum olmalarıdır. Her şeye rağmen onlar, kalplerini doğru yolun imajlarına ve imanın belgelerine yöneltemediklerinden, yüce Allah onların kalplerini mühürledi. Vicdanlarına kilit vurdu. Bundan böyle onlar ilâhi mesajı almaya, gerçeğe, doğru atılımda bulunmaya ve onu kabullenmeye yanaşmayacaklardı. "İşte Allah kâfirlerin kalplerini böyle mühürler..." İşte bu deneyimler insanın şu baskın karakterlerini de ortaya koydu. "Onların çoğunda söze bağlılık diye bir şey bulamadık, tersine çoğunu yoldan çıkmış bulduk." Burada işaret edilen söze, taahhüde gelince; bu, yüce Allah'ın insanların fıtratlarından almış olduğu söz olabilir. Nitekim surenin sonlarında buna değinilmiştir: "Hani Rabbin, Ademoğulları'ndan, onların bellerinden soylarını dışarı aldı ve: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diyerek kendilerini birbirlerine şahit tutmuştu da onlar da "Evet şahidiz" demişlerdi." (A'raf 172) Bu verilen söz, İsrailoğulları'nın peygamberlere iman eden ilk nesillerinin Allah'a vermiş oldukları söz de olabilir. Öncekilerin verdikleri bu söze sonrakiler bağlı kalmamış ve ondan sapmışlardı. Nitekim bütün cahiliyelerde meydana gelen de budur. Bu sistemlerde insanlar yavaş yavaş hedeften saparlar. İmanın gerektirdiği taahhüdün dışına çıkarlar, cahiliyeye dönerler. Burada, sözkonusu edilen taahhüt, bunların hangisi olursa olsun anlaşılıyor ki, insanların geneli sözlerine bağlı kalmaz ve verdikleri taahhüde bağlılık göstermez. Onlar her an değişen heva-hevese, uyarlar. Onların yapısı, karakteri, verilen sözün yükümlülüklerine sabredemez ve onların doğrultusunda yoluna devam edemez. "Tersine onların çoğunu yoldan çıkmış bulduk." Onlar Allah'ın dininden ve önceden Allah'a verdikleri sözün dışına çıkarlar. İşte dönekliğin, sözünde durmamanın, arzu ve isteklere uymanın ürünü budur... Kim kendisine Allah'a verdiği söz doğrultusunda bir çeki düzen vermez, O'nun gösterdiği yolda dosdoğru yürümez, O'nun hidayetiyle kendine doğru bir istikamet çizmezse, önünde yollar çatallaşacak, yoldan ayrılacak ve hedefinden sapacaktır... İşte önceki kasabaların halkı da aynen böyle olmuştur. Eninde sonunda böyle bir akıbete uğramışlardır. Gelecek bölüm, Hz. Musa ile Firavun ve kurmayları arasında geçen kıssanın bir kısmını içermektedir. Burada Hz. Musa'nın onları alemlerin Rabbi olan Allah'a çağırmasından başlanmakta ve hepsinin denizde boğulması bölümüne kadar gelinmektedir. Bu iki aşama arasında büyücülerle mücadelesine, hakkın batıla galip gelmesine, büyücülerin aynı zamanda Musa ve Harun'un da Rabbi olan alemlerin Rabbi Allah'a iman etmelerine, Firavun'un, iman etmeleri üzerine onlara karşı cezalandırma, işkence etme ve öldürme tehdidinde bulunmasına, büyücülerin kalplerine yerleşen hakkın, Firavun'un savurduğu bu tehdide üstün gelmesine, gönüllerinde yer eden akidenin (inanç sisteminin) hayata yaşama sevgisine üstün gelmesine de yer verilmektedir. Bunun ardından Mısırlılar'ın cezalandırılmasına geçilmektedir. Yüce Allah'ın Firavun'un ve ileri gelen destekçilerini kıtlıkla, ürünlerin azalmasıyla denemesine yer verilmektedir. Sonra, tufana, çekirge sürüsüne tahıl güvesine, kurbağa sürülerine ve kana hedef olmalarına değiniliyor. Onlar bu belaların herbiri sırasında Hz. Musa'ya koşuyorlar, ondan yardım diliyorlar. Azabı kaldırması için Rabbine niyazda bulunmasını istiyorlar. Ne var ki, yüce Allah, herbirini kaldırdığında, hemen eski hallerine dönüyorlar ve kendilerine ne kadar mucize gösterirse göstersin, O'na iman etmeyeceklerini açıkça söylüyorlar. Sonuçta Allah'ın cezasına müstehak oluyorlar. Allah'ın ayetlerini yalanlamalarının, kullarını sınamasının hikmetinden habersiz olmalarının cezası olarak denizde boğulmalarından söz ediliyor. Yüce Allah'ın yürürlükteki değişmez yasasının bir gereği olarak, mesajını yalanlayan milletleri ölüm ve yok oluşla cezalandırmadan önce, onları darlık ve bollukla denediğinden dolayı gaflet içinde bulunmalarının cezası olarak boğduruldukları ifade ediliyor. Sonra halifeliğin, sabretmelerini, şiddet, sıkıntı sınavını geçen ve ardından bollukla denenecek olan Hz. Musa'nın kavmine verilmesinden bahsediliyor. İşte biz kıssanın bu bölümünü bir derste, Hz. Musa'nın bundan sonra kavmiyle beraber geçen hayatından söz eden bölümünü de başka bir derste ele almayı uygun gördük. Çünkü her iki dersin karakteri farklı, sahası birbirinden tamamen ayrıdır. Kıssanın bu bölümü, olayın baştan sona kadar neden burada anlatıldığını dile getiren özet bir açıklama ile başlıyor. "Sonra bu peygamberlerin arkasından Musa'yı ayetlerimiz ile Firavun'a ve yakın adamlarına gönderdik, fakat onlar ayetlerimize karşı zalimce bir tutum takındılar. Gör bakalım, bozguncuların sonu nice oldu?" Ayeti kerime kıssanın bu bağlamda ele alınış amacını açıklıyor... Amaç bozguncuların akıbetlerine bakıp ibret almaktır. Amacı açıklayan bu özetten sonra, amaca yönelik olayın halkalarını detaylı olarak sunmaya ve onları daha geniş biçimde tasvir etmeye geçiyor. Kıssa canlı sahneler halinde geçip gidiyor: Hareketle ve karşılıklı diyalogla dalgalanıyor. Tepkilerle ve işaretlerle dolup taşıyor. Olayın dile getirilmesi bağlamında ibret verici direktiflere yer veriliyor. "Alemlerin Rabbi"ne çağrıda bulunma ile Allah'ın kullarına musallat olan ve Allah'ın dışında ilâhlık taslamaya çalışan azgınların, zalimlerin arasındaki savaşın yapısını ortaya koyuyor. Bu arada açıkça ilân edildiğinde, zalimlerin azgınların otoritesinden korkulmadığında, tehditlere ve şiddetli cezalandırmaya ilişkin savunmalara aldırış edilmediğinde, akidenin parlaklığı ve üstünlüğü de ortaya çıkacağına işaret ediliyor. 103- "Sonra bu peygamberlerin arkasından Musa'yı ayetlerimiz ile Firavun'a ve yakın adamlarına gönderdik, fakat onlar ayetlerimize karşı zalimce bir tutum takındılar. Gör bakalım, bozguncuların sonu nice oldu? Bu kasabalardan, bu kasabaların ve ilâhi mesajları yalan sayan ahalisinden sonra Musa'ya peygamberlik gelmişti... Kur'an°ın ifade tarzı, kıssayı Firavun'un ve kurmaylarının peygamberliği nasıl karşıladıklarını açıklayan bölümle başlatıyor. Sonra onların peygamberliği neden böyle karşıladığını belirten özet bir açıklama geliyor. Ve hemen onların vardıkları acı akıbete işaret ediliyor. Onlar bu ayetlere, mucizelere zalimce davranmışlardır. Yani onları red ve inkâr etmişlerdir. Kur'an'ın ifade biçimi "zulüm" ve "fasıklık" kavramlarını "küfür" ve "şirk" yerine kullanmaktadır. İşte burada da bu kavramlar Kur'an'da kullanıldığı şekilde kullanılmıştır. Çünkü gerek şirk, gerekse küfür zulmün en iğrenç şeklidir. Aynı şekilde fasıklığın da en kötü biçimidir. İnkâr edenler veya ilâhlık gerçeğine, tevhid gerçeğine (ilâhları bir'e indirgeme gerçeğine) zalimce bir tutum izlemektedirler. Hem de kendilerini dünya ve ahirette uçuruma yuvarlatmakla, kendilerine haksızlık etmektedirler. Ayrıca insanları bir tek Allah'a kulluktan uzaklaştırıp dizilerle azgın zorbalara, değişik değişik ilâhlara kul yapmakla, insanlara da zulüm etmektedirler. Hiç şüphesiz, bundan öte büyük zulüm olamaz. Bu nedenle küfür aynı zamanda zulümdür de. Kur'an-ı Kerim'in de ifade ettiği gibi, "Kâfirler zalimlerin kendileridir." Aynı şekilde inkâr edenler veya Allah'a ortak koşanlar dinin emirlerini çiğnemiş (fasıklık yapmış) olurlar. Allah'ın yolundan, O'nun dosdoğru caddesinden çıkmış, Allah'a götürmeyen ancak cehenneme ileten yollara girmiş olurlar! Firavun ve kurmayları da Allah'ın ayetlerine, mucizelerine zalimce karşı koymuşlardır. Yani onları red ve inkâr etmişlerdir. "Gör bakalım, bozguncuların sonu nice oldu!" Onların uğradıkları akıbet kıssanın seyri içinde yakında gelecektir. Şimdi biz burada, "kâfirler" veya "zalimler" kavramlarının eş anlamlısı olan "bozguncular" kavramı üzerinde biraz duralım. Onlar Allah'ın ayetlerine zulmettiler. Yani onları red ve inkâr ettiler. Gör bakalım bu "bozguncuların" akıbeti ne oldu! Onlar bozguncudurlar. Çünkü "zulmetmişler" yani "red ve inkâr" etmişlerdir... Zira küfür, bozgunculuğun en iğrenç şeklidir. Bozmanın en tiksindirici biçimidir. Hayatın (insanlığın) doğru bir istikamete yönelmesi ve düzelmesi ancak tek bir Allah'a iman ve tek bir Allah'a kulluk esasına dayanması halinde mümkün olur. İnsanların hayatında kulluk sadece Allah'a yapılmadığı zaman, yeryüzü bozguna uğrar. Yalnız başına Allah'a kulluğun anlamı insanların, hem ibadetlerinde, hem de boyun eğişlerinde O'na yönelmeleridir. Yalnız O'nun hukuk sistemine, yasalarına boyun eğmeleridir. insanların sürekli değişen arzu ve isteklerine ve insanların basit ihtiraslarına boyun eğmekten hayatlarını kurtarmalarıdır! Allah'ın dışında insanların hayatlarına hükmeden değişik birtakım ilâhların ortaya çıkmasıyla insanların sosyal hayatları bozguna uğradığı gibi, düşünceleri de bozguna uğrar. İnsanların inanç sistemi, ibadet ve şeriat (hukuk) olarak yalnız Allah'a kulluk yaptıkları dönemlerin dışında yeryüzü asla rahat yüzü görmemiş, düzelmemiş, insanların hayatı da sağlıklı, düzenli bir sisteme kavuşmamıştır! "İnsanlar" tek bir Allah'a kul olmanın gölgesi dışında hiçbir zaman özgürlük havasını teneffüs edememişlerdir! .. İşte bu nedenle yüce Allah, Firavun ve kurmayları için buyuruyor ki; "Gör bakalım, bozguncuların sonu nice oldu!" İnsanları kendisinin çıkardığı kanunlara, şeriata (hukuka) boyun eğdiren ve Allah'ın şeriatını kaldırıp atan her merkezi otorite, (her zorba, her diktatör) yeryüzünde bozgunculuk çıkaran ve insanların yararı için çalışmayan "bozguncular"dan birisidir. Kıssanın böyle bir giriş ile başlaması Kur'an'ın kıssaların sunuşunda kullandığı kendine özgü metodudur. Surenin diğer olayları bağlamında kullanılması gereken en uygun metod da budur. Bu yöntem surenin etrafında dönüp dolaştığı ana eksene (temel konuya) de uygun düşmektedir. Çünkü bu metod, ta baştan acı sonu hemen gözler önüne sermektedir. Böylece konuyu ele almasının ana hedefini belirlemektedir. Bu özet açıklamadan sonra detaylara inmektedir. Böylece olayların sonuna kadar nasıl seyrettiklerini görmemiz daha da kolaylaşmaktadır. Hz. Musa ile Firavun ve kurmayları arasında neler geçmişti? 104- "Musa dedi ki; "Ey Firavun, ben tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. " 105- "bana Allah hakkında sadece doğruyu söylemek yaraşır. Size Rabbinizden açık bir belge, bir mucize getirdim, İsrailoğulları'nı benimle gönder. (Serbest bırak.)" 106- "Firavun: Eğer doğru söylüyorsan ve getirdiğin bir mucize varsa onu göster bakalım, dedi. " 107- "bunun üzerine Musa, elindeki değneği yere attı, değnek o anda sahici bir yılan oluverdi. 108- "Ve elini yeninin altından çıkardı, bakanlar onun ak bir parıltı saçtığını gördüler. " 109- "Firavun'un ileri gelen soydaşları dediler ki, "Bu adam bilgili bir büyücüdür. " 110- "Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Peki ne buyurursunuz?" 111- "Onu kardeşi ile birlikte oyala ve bütün kentlere adam toplayacak elçiler gönder. " 112- "Bütün bilgili büyücüleri sana getirsinler. " Hak ile batıl, iman ile küfür arasında gerçekleşen ilk karşılaşma sahnesidir... "Alemlerin Rabbine" çağrı ile, alemlerin Rabbi dışında ilâhlık taslayan ve ilâhlık hakkını bizzat kendisi kullanan azgın otorite arasındaki ilk karşılaşma sahnesidir! "Musa dedi ki; "Ey Firavun, ben tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Bana Allah hakkında sadece doğruyu söylemek yaraşır. Size Rabbinizden açık bir belge bir mucize getirdim. İsrailoğulları'nı benimle birlikte gönder. (Serbest bırak) Hz. Musa "Ey Firavun" diye hitap ediyor ona. Gerçek efendinin kim olduğunu bilmeyenler gibi, "Efendim" diye hitab etmiyor! Edebini ve şerefini takınarak onu meşhur olan ünvanıyla hitab ediyor. Hitab ediyor ki, kendi görevinin gerçek yüzünü ona açıklasın. Ayrıca varlık dünyasındaki gerçeklerin en önemlisini ona anlatsın: "Ben tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim." Hz. Musa da -selâm üzerine olsun- kendisinden önceki diğer peygamberlerin hepsi gibi bu gerçeğe, tüm alemlerin Rabbi olan bir tek Allah'ın ilâhlığı gerçeğine, tek bir ilâhlık ve kapsamlı bir kulluk gerçeğine çağırmak için gelmişti. Yoksa mesele "Dinler Tarihi Uzmanlarının" ve onların iddialarını kabul edenlerin bilinçsiz bir şekilde karanlıklara dalarak vardıkları hükümlerle, "Bütün dinlerin" (inanç sistemlerinin) tekamül ettiğini" söylemeleri, tüm peygamberlerin Allah'tan aldıkları dinleri bu meselenin dışında tutmamaları gibi değildir!.. Bu iddianın tam tersine, bütün peygamberlerin kendisine çağırdıkları inanç sistemi (akide) tek ve değişmez bir akidedir... Bütün varlıklar için tek bir ilâhlığı öngörür. Peygamberlerin dinlerinde ilâhlık gerçeğinin, önce çok ilâhlı, sonra bu ilâhların ikiye indirilmesi, sonuçta bu ilâhların bire indirgenmesi diye bir tekamülü sözkonusu değildir. İnsanların ilâhi akideden saptıktan sonraki durumlarında ortaya çıkan, insanlar tarafından ortaya konan cahiliyenin inanç sistemlerine gelince, burada sayısız bilinçsizliklerden söz edilebilir. İnsanlık bu cahiliye sistemlerinde değişik totemler, ruhlar ve ilâhlar arasında bocalayıp durmuş, gün olmuş güneşe tapmış, gün olmuş düalist bir ilâh inancına kapılmış, yine günü geldiğinde putperestliğin tortuları ile karışık bir tevhid (birleme) inancına yönelmiştir. Daha bir dizi cahiliye inanç sistemlerinin etkisinde kalmıştır. Pek tabii olarak bütün varlıklar için tek bir ilâh inancını öngören ve hepsi de gerçek tevhid inancına çağıran ilâhi inanç sistemleri ile, Allah'ın gerçek dininden sapan bu bilinçsiz ve şuursuz yaklaşımları birbirine karıştırmak doğru olmaz. İşte Hz. Musa'da Firavun'a ve kurmaylarına, kendisinden önceki ve sonraki tüm peygamberlerin cahiliyenin bozuk inanç sistemlerine karşı koyduğu bu bir tek gerçekle karşı koymuştur. Hz. Musa Firavun'a karşı bu gerçekle karşı koyarken, bunun Firavun'a, Firavun'un kurmaylarına, devletine ve idare mekanizmasına karşı bir inkılâb (devrim) anlamına geldiğini biliyordu. Çünkü Allah'ın tüm varlıkların Rabbi, ilâhı olması; her şeyden önce Allah'ın emri ve şeriatına dayanmadan insanlar üzerinde otorite kuran bütün idare mekanizmalarının meşruluğunu iptal etme anlamına geliyordu. Allah'a dayanmadan, kendisinin emirlerine ve yasalarına insanların boyun eğmelerini istemek suretiyle insanları kendisine kul yapan bütün gayri meşru yönetimlerin (tağut) bertaraf edilmesi demektir bu. İşte Hz. Musa, tüm varlıkların Rabbinin bir elçisi olması sıfatıyla, onları bu dehşet verici gerçek ile yüzyüze getirmişti. Çünkü o, kendisini peygamber olarak gönderen Allah hakkındaki şu söze bağlı ve sadık olarak hareket ediyordu: "Bana Allah hakkında sadece doğruyu söylemek yaraşır." Allah gerçeğini bilen, O'nun yüceliğini takdir eden ve O'nun yüce gerçekliğini vicdanının derinliklerinde duyan peygamber, elbette ki Allah hakkında doğrudan başka bir şey söylemezdi. "Size Rabbinizden açık bir belge, bir mucize getirdim." Bu belge, bu mucize benim: "Ben bütün varlıkların Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim" sözümün doğru olduğunu göstermektedir. İşte Hz. Musa, bu büyük gerçeğin, tüm varlıkları kapsayan ilâhlık gerçeğinin adına Firavun'un kendisiyle birlikte İsrailoğulları'nı salıvermesini istemiştir... İsrailoğulları yalnız Allah'ın kullarıydı. Dolayısıyla Firavun'un onları kendisine kul yapmaya hakkı yoktu! Çünkü insan iki efendiye birden hizmet veremez. İki ilâha birden kulluk yapamaz. Allah'a kul olan bir insanın aynı zamanda başkasına da kul olması mümkün değildir. Firavun İsrailoğulları'nı kendi keyfi istediği için kul yapmıştı. Bu nedenle Hz. Musa, tüm varlıkların Rabbinin Allah olduğunu ilân etmişti. Bu gerçeğin ilân edilmesi, Firavun'un İsrailoğulları'nı kendisine kul olarak kullanmasının meşruyetini çürütür! Allah'ın tüm varlıkların Rabbi olduğunu ilân etmek, aynı zamanda insanın özgürlüğünü ilân etmek anlamına gelmektedir. İnsanın Allah'tan başkasına boyun eğmekten, itaat etmekten, bağlanmaktan ve kulluk yapmaktan kurtulması demektir. İnsanların yaslarından, insanların arzu ve isteklerinden, insanların geleneklerinden ve insanların egemenliğinden özgür hale gelmeleri anlamına gelir. Allah'ın tüm varlıkların Rabbi olduğunu ilân etmek, tüm varlıklardan birinin dahi Allah'tan başkasına boyun eğmesiyle bağdaşmaz. Bir kişinin kendisi tarafından belirlenen bir yasa (hukuk) ile insanlara hakimiyet kurmasıyla biraraya gelmez. Kendilerinin müslüman olduklarını sandıkları halde, insan yapısı yasalar sistemine yani Allah'ın ilâhlığı dışında başka bir ilâhlığa boyun eğenler bir an dahi olsa eğer müslüman olduklarını zannediyorlarsa, yanılıyorlar! Egemenlik yetkisi Allah'tan başkasının elinde bulunduğu ve kanunları Allah'ın şeriatından başkası olduğu halde onlar, bir an dahi Allah'ın dininde olamazlar. Bu durumda onlar, ancak egemenlik yetkisini kullanan hakimiyet sahibinin dininde, kralın dininde olabilirler, Allah'ın dininde değil! İşte bu nedenle Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- Firavun'dan İsrailoğulları'nın kendisiyle birlikte serbest bırakılmasını isterken bu gerçeğe dayanması emredilmişti: "Ey Firavun! Ben tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim... "Öyleyse İsrailoğulları'nı benimle birlikte gönder. (Serbest bırak)... Bunların biri giriş diğeri sonuçtur... Bunlar birbirine bağlıdır. Asla ayrılmazlar... Firavun ve kurmayları da bu ilânın (manifestonun) Allah'ın tüm alemlerin Rabbi olduğunun ilân edilmesinin anlamından habersiz değillerdi. Bu ilânın içerik bakımından Firavun'un hakimiyetini yıkmayı, idare mekanizmasını değiştirmeyi, bu mekanizmanın meşruiyetini reddetmeyi, düşmanlığını ve azgınlığını ortaya koymayı kapsamına aldığı onların da gözlerinden kaçmıyordu. Yalnız Firavun ve kurmaylarının önünde bir fırsat daha vardı. Onlar Hz. Musa'yı elinde alemlerin Rabbi tarafından gönderildiğine dair hiçbir delil, hiçbir belge bulunmayan bir yalancı konumunda gösterebilirlerdi! "Firavun "Eğer doğru söylüyorsan ve getirdiğin bir mucize varsa onu göster bakalım" dedi. Firavun'un bu isteği şu amaca yönelikti: Eğer alemlerin Rabbinin ilâhlığına çağıran bu davetçinin iddiasında yalancı olduğu ortaya çıkarsa, iddiası da temelden yıkılır, mesele basit bir şekilde çözüme kavuşurdu. İddia sahibinin elinde hiçbir belge, hiçbir delil olmadığı kesinlik kazanırsa, bu büyük çağrının hiçbir tehlikesi ve önemi kalmazdı. Fakat Hz. Musa cevap veriyor: "Bunun üzerine Musa, elindeki değneğini yere attı, değnek o anda sahici bir yılan oluverdi. Ve elini yeninin altından çıkardı, bakanlar onun ak bir parıltı saçtığını gördüler." Bu sürpriz bir olaydı! Evet adamın elindeki sopa bir ejderha oluvermişti. Hem de kesin bir ejderha!.. "Apaçık" bir ejderha! Bu olay başka bir surede şöyle dile getirilmişti: "Bir de baktılar ki, sopa sağa sola koşuşan bir yılan oluvermiş! (Taha 20) Sonra Hz. Musa, "Adem"e yani esmere çalan bir tene sahipti, işte bu esmer tenli olan elini yeninden çıkarınca, onun hiçbir leke taşımayacak biçimde bembeyaz olduğunu gördüler. Elinin bu beyazlığı bir hastalıktan kaynaklanmıyordu. Bu bir mucizeydi. Onu tekrar yeninin içine soktuğunda eski esmer halini alıyordu! İşte Hz. Musa'nın ileri sürdüğü iddiasının, "Ben tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim" belgeleri ve mucizeleri bunlardı... Fakat Firavun ve kurmayları bu önemli ciddi çağrıya teslim olmak isterler mi? Alemlerin Rabbinin ilâhlığına teslim olmayı arzu ederler mi? Teslim oldukları zaman Firavun'un tahtı, tacı, hakimiyeti ve idare mekanizması hangi temele dayanarak ayakta duracaktı? Firavun'un kavminden seçilen kurmaylar ve onlara onun tarafından verilen makam ve mevkiler neye dayanacaktı? Onun tayini ve idaresi ile işleyen sistemin temeli neye dayandırılacaktı? Allah, `Alemlerin Rabbi' olduğunda bunların hepsi hangi esasa dayandırılarak ayakta durdurabilecekti? Allah'ın kendisi "Alemlerin Rabbi" ise, bu durumda hakimiyet ve egemenlik ancak Allah'ın şeriatını olabilirdi. Allah'ın emirleri dışında başka emirlere itaat edilemezdi. O zaman Firavun'un şeriatı, yasası (hukuku) ve hakimiyeti nereye gidecekti? Çünkü Firavun Allah'ın şeriatına dayanmıyordu ve O'nun emrine sırtını dayamamıştı... Eğer insanların ilâhı Allah olursa, hükmüne, şeriatına ve emirlerine bağlı kalacakları bir başka "Rabbleri, ilâhları" olamazdı. İnsanların ilâhı ancak Firavun olduğu zaman, Firavun'un yasalarına ve emirlerine boyun eğebilirlerdi. Buna göre emirleri ve yasaları ile insanların hayatına hükmedenler aynı zamanda onların ilâhlarıdır. Bu adam kim olursa olsun, insanlar onun dininden olurlar! Hayır! Zorba idareciler böyle kısa yoldan teslim olmazlar. Bu kadar kolay bir şekilde kendi hükümlerinin, hakimiyetlerin temelsiz, otoritelerinin gayri meşru olduğunu kabul etmezler! Gerek Firavun, gerekse kurmayları, Hz. Musa'nın açıkladığı bu korkunç gerçeğin anlamını açıkça ilân ediyorlardı. Yalnız burada da bir kurnazlığa başvurarak olayın geniş kapsamlı anlamını dikkatlerden kaçırmaya çalışıyorlardı. Burada başvurdukları kurnazlık, Hz. Musa'yı bilgili bir büyücü olmakla suçlamalarıdır. Firavun'un ileri gelen soydaşları dediler ki; Bu adam bilgili bir büyücüdür. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Peki ne buyurursunuz?.. Onlar bu gerçeğin açıklanmasıyla ortaya çıkacak korkunç sonucu açıkça ifade ediyorlar. Onlar bununla yurtlarından sürülecekler, hakimiyetleri ellerinden alınacak, idare mekanizmalarının meşrutiyeti iptal edilecek... Veya bugünkü çağdaş ifadeyle söylersek: "Bu, devlet düzenini devirmeye çalışmaktan başka bir şey değildir!" Yeryüzü Allah'ındır. İnsanlar Allah'ın kullarıdır. Herhangi bir ülkede hakimiyet Allah'a verildiğinde Allah'ın yasalarından başka kanunlarla hükmeden zalimler ve zorbalar oradan sürüleceklerdir! Veya insanları kendi şeriatlarına (hükümlerine, yasalarına, kanunlarına, hukuklarına) ve emirlerine boyun eğdirmek suretiyle ilâhlık özelliklerini kendilerine yakıştıranlar, Rabblık ve ilâhlık taslayanlar, o ülkeden sürgün edileceklerdir! İnsanları bu sahte ilâhlara boyun eğdiren, kulluk yapmalarını sağlayan yüksek makam ve mevkilerde, büyük ve önemli görevlerde bu sahte ilâhlar adına çalışan bürokratlar (teknokratlar ve kurmaylar) orayı terketmek zorunda kalacaklardır! İşte Firavun ve kurmayları, Hz. Musa tarafından yapılan bu çağrının önemini ve tehlikesini aynı şekilde kavramışlardı. Yeryüzünde egemen olan bütün zalim ve zorbalar da bu çağrıyı aynı şekilde kavrarlar... Nitekim Araplar'dan biri, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- insanları "Allah'tan başka ilâh yoktur. Ve Muhammed, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir" şeklindeki tanıklığa, şehadete çağırdığını duyduğunda, kendi fıtratı ve güzel ifa yeteneğine dayanarak, "Bu kralların hoşuna gitmeyecek bir eylemdir!" demişti. Yine Araplar'dan biri kendi fıtratı ve güzel ifade yeteneğinden hareketle Peygamberimize: "Öyleyse hem Araplar ve hem diğer milletler seninle savaşacaklardır" demişti. İşte bu iki Arap da kendi dillerindeki ifadelerin ne anlama geldiğini biliyorlardı. Bunlar, "Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet etmenin" Arap olsun başka milletlerden olsun Allah'ın emirleri ile hükmetmeyen idari mekanizmalara karşı bir inkılâb (bir devrim) olduğunu anlıyorlardı! Bu Araplar "Allah'tan başka ilâh yoktur" şehadetinin ciddiyetini bütün duyguları ile kavrıyorlardı. Çünkü kendi dillerindeki kavramları çok güzel anlıyorlardı. Hiçbir Arabın, "Allah'tan başka ilâh yoktur" şeklindeki şehadet kavramı ile Allah'ın şeriatından başka hukuk sistemleriyle hükmetmeyi bir tek gönülde birleştirecek, bir tek ülkede bağdaştıracak şekilde anladığından söz etmek mümkün değildir. Allah ile beraber başka ilâhların varlığına izin verilecek şekilde bu ilkeyi kavradığı düşünülemez! Araplar'ın hiçbiri, "Allah'tan başka ilâh yoktur" ilkesini bugün kendilerinin "müslüman" olduklarını iddia edenlerin anladığı gibi anlamıyordu! Çünkü sözkonusu ilkeyi bu şekilde anlamak gerçekten tutarsız, gülünç ve yanlış bir anlayıştır! İşte aynı şekilde Firavun'un kavminden ileri gelen bir topluluk Firavun'la olayı değerlendirirken şöyle demişti: "Bu adam bilgili bir büyücüdür. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Peki ne buyurursunuz?" Ve onlar sonunda şu karara varmışlardı: "Onu kardeşi ile birlikte oyala ve bütün kentlere adam toplayacak elçiler sal; bütün büyücü bilginleri sana getirsinler." Bu sırada Mısır ülkesi, değişik tapınaklarda bulunan kâhinlerle dolup taşıyordu. Kâhinler aynı zamanda büyü işlerini de yapan kimselerdi. Zaten yaklaşık olarak putperest sistemlerin hepsinde din ile büyü birbirine yakındır. Büyü işlerini de bu tür dinlerin kâhinleri ve ilâhların hizmetçileri yaparlardı! İşte bu olayı, bu gerçeği gören "Dinler Tarihi uzmanları" büyüyü, akidenin (inanç sisteminin) gelişme ve tekamül etme aşamalarından biri olarak değerlendirirler. Bu uzmanların ateist olanları ise; büyü nasıl zamanını doldurduysa, dinin de aynı şekilde miadını dolduracağını, bilimin büyüye son verdiği gibi bir gün dine de son vereceğini iddia ederler! Bu uzmanlar bu tür şaşkınlıklarına "Bilim" adını vermektedirler. Gerek Firavun, gerekse kavminin ileri gelenleri Musa'yı belli bir süreye kadar ertelemek, ülkenin dört bir yanına büyücülerin büyüklerini toplayacak elçiler göndermek konusunda fikir birliğine varmışlardı. Böylece kendi anlayışlarına göre, "Musa'nın büyüsüne" aynen onunki gibi bir büyü ile karşılık vermiş olacaklardı. Firavun onca zalimliğine ve bilinen zorbalığına rağmen, bu uygulamasında alemlerin Rabbinin ilâhlığına çağıran davetçilerin çağrısını karşılamada hiçbir haklı temele dayanmayan otoritesiyle, bu yüce mesajın sahiplerini tehdit etmede yirminci asrın azılı zorbalarından daha az zalimlik yapmıştır! (Bu konuda yirminci asrın zalimleri ve zorba yöneticileri Firavun'u çok geride bırakmışlardır!) Kur'an'ın anlatım tarzı Firavun'un ve ileri gelen yardımcılarının şehir şehir büyücüleri nasıl topladıklarına değinmeden es geçiyor. Burada birinci sahnenin perdesini kapatıyor. Hemen ardından ikinci perdeyi açıyor. Bu da Kur'an'ın, kıssaların sunuşunda kullandığı yöntemin üstün özelliklerinden biridir. Böylece anlatılan olaylar, gözle görülen bir realite şeklinde sunuluyor, hikâye şeklinde anlatılan bir olay gibi değil! 113- "Firavun'un büyücüleri geldiler, "Eğer biz yenecek olursak, bize bir ödül verilecek, değil miydi? dediler. " 114- Fïravun: "Evet, yakın adamlarım arasına gireceksiniz, dedi. " Bunların hepsi sanatçıdırlar... Kahinliği sanat haline getirdikleri gibi, büyücülüğü de sanat haline getirmişlerdir! Bu her iki sanatın amacı da para kazanmaktır! Hiçbir haklı temele dayanmayan otoriteye ve güç sahibi zorbalara, azgınlara hizmet etmek, dini bir sanat (bir geçim kaynağı) haline getiren din adamlarının başlıca görevlerindendir! Her nerede devlet düzeni Allah'a samimi kulluktan, yalnız yüce Allah'ın hakimiyeti ilkesinden sapar, Allah'ın şeriatı yerine azgın zorbaların otoritesi yürürlüğe girerse, orada zorba idareciler, dini bir geçim vasıtası haline getiren bu tür din adamlarına ihtiyaç duyarlar. Bu konudaki başarılarından dolayı onları ödüllendirirler. Onlarla elele verirler. Bu din adamları da onların otoritelerini (idarelerini, sistemlerini) din adına kabul ederler! Onlar da kendilerine hazinelerinin kapılarını açarlar ve bu din adamlarını (simsarlarını) kendilerine yakın adamları arasına koyarlar! Firavun özellikle bu sanatlarına karşılık ödüllendirileceklerini, emeklerinin karşılıksız kalmayacağını ve büyücüleri kendi yakın adamları arasına alacağını söz vermekle, onların daha fazla aldatmaya çalışmalarını ve ellerinden geleni ardlarına koymamalarını sağlamak istiyor. Ne Firavun, ne de büyücüler halâ sanatkârlığın, maharetin ve saptırmanın burada geçerli olmadığını, burada mucizenin, peygamberliğin, büyücülerin ve zorbaların asla karşı koyamayacağı üstün kudret sahibine dayandığının sözkonusu olduğunu bilmiyorlar! Artık büyücüler ücret üzerinde anlaşmışlar. Firavun'a yakın olmak için boyunları uzanıvermiş ve sağılmaya hazır hale gelmişlerdir... Sonra işte onlar şimdi Hz. Musa'ya -selâm üzerine olsun- yöneliyor ve ona meydan okuyorlar... Fakat sonra Allah'ın onlara ayırdığı ve ummadıkları hayır ve iyilik, beklemedikleri mükafat kendilerinin payına düşüyor: 115- "Büyücüler: "Ya Musa, önce sen mi hünerini ortaya koyacaksın, yoksa biz mi önce hünerimizi ortaya atalım, dediler. " 116- "Musa, "Önce siz atın " dedi. " Büyücüler hünerlerini ortaya atınca, insanların gözlerini büyülediler, onları ürküttüler ve müthiş bir büyü gösterisi gerçekleştirdiler. Bu meydan okuyuş, onların Hz. Musa'yı ilk seçenekten birini tercih etmede serbest bırakmasından açıkça anlaşılıyor. Yine anlaşılıyor ki, onlar kendi büyülerine ve üstün geleceklerine kesin gözüyle bakıyorlardı... Öte yandan Hz. Musa'nın da -selâm üzerine olsun- kendïnden emin bir şekilde hareket ettiği ve onların meydan okuyuşlarını hafife aldığı ortaya çıkıyor. "Musa: "Önce siz atın" dedi." Bu bir tek söz bile, Hz. Musa'nın onların yaptıklarını umursamadığını ortaya koyuyor. Hz. Musa'nın gönlünde gizli olan güveni bütün parlaklığı ile gözler önüne seriyor. Bu, Kur'an-ı Kerim'in, çoğu zaman yaptığı gibi, bir tek kelimeyle olayları aydınlatma metoduna bağlı bir ifade yöntemidir. Yalnız Kur'an'ın anlatım üslûbu Hz. Musa'nın irkildiği şeyle (Bakınız Taha Suresi 67-68) birden dikkatlerimizi olayın üzerine çekiyor. Biz Hz. Musa'nın onların meydan okuyuşlarını hafife alması ve onları umursamaması atmosferindeyken birden kendimizi müthiş bir büyü manzarası karşısında görüyoruz. Bu korku ve dehşet saçan bir manzaradır. "Büyücüler hünerlerini ortaya atınca insanların gözlerini büyülediler, onları ürküttüler ve müthiş bir büyü gösterisi gerçekleştirdiler." Bu büyünün nasıl bir büyü olduğunu,kavramamız için Kur'an'ın onun için: Onların "İnsanların gözlerini" büyülediklerini, onların kalplerini ürperttiklerini "onları ürküttüler" denmiş olması yeterlidir. Zaten "ürküttüler" kavramı tek başına bile olayı canlandıran bir ifadedir. Büyücüler insanların korku duygusunu harekete geçirmek istemişler, onları habire zorlamışlardır. Kur'an'ın Taha suresinde yer alan bir ayetinde Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- kendi içinde bir korku duymasından söz edildiğini bilmemiz de burada meydana gelen olayın gerçek yüzünü hayalimizde canlandırmamız için yeterlidir! (Bakınız Taha Suresi 67-68) Tam bu sırada aniden meydana gelen bir olay, hem Firavun ve kurmaylarının, hem büyücü kâhinlerin hem de büyük meydanda toplanmış halk kitlelerinin dikkatlerini çekiyor. Bu müthiş büyü gösterisini seyreden tüm insanları birden etkisi altına alıyor: |