Durumu: Medine No : 5587 Üyelik T.:
05 Aralık 2008 Arkadaşları:14 Cinsiyet: Memleket:İstanbul Yaş:35 Mesaj:
2.537 Konular:
2038 Beğenildi:116 Beğendi:0 Takdirleri:270 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Cvp: Fizilalil Kuran Araf Suresi Tefsiri 117- "Biz de Musa'ya `Elindeki değneği yere at " diye vahyettik, değnek onların bütün göz boyayıcılıklarını yutuverdi. " 118- "Böylece gerçek ortaya çıktı ve onların bütün marifetleri boşa çıktı." 119- "Orada yenilgiye uğradılar ve burunları (onurları) kırılıverdi. " Aslında büyü kendi kendisine şişen, gözleri boyayan, kalplere dehşet salan ve pek çok kimseye kendisinin üstün olduğunu, her şeyi süpürüp götüreceğini ve yok edeceğini zihinlerde canlandıran boş bir çabadır! İşte batıl adı verilen bu boş çabalar doğru yolu gösteren ve kendisine güveni olan gerçekle karşılaşınca birden bire balon gibi iniverir, bir kirpi gibi büzülür, kuru yaprağın ateşi gibi sönüverir! Öyleyse gerçek daha ağır basar, kuralları değişmez, kökleri derindedir... Ve burada Kur'an'ın ifadesi niteliklere göndermelerde bulunuyor, gerçeği ağırlığı olan bir realite olarak canlandırıyor: "Böylece gerçek ortaya çıktı." Sağlamlaştı ve yerini buldu... gerçeğin dışında şeyler ise, dağılıp gittiler, silindiler... "Ve onların bütün marifetleri boşa çıktı." Gözleri kamaştıran yükselişten, parlayıştan sonra batıl mağlûp oldu. Batıl yolunda olanlar da... Sefil oldular. Herkese rezil oldular. Büzülüp kaldılar: "Orada yenilgiye uğradılar. Ve burunları (onurları) kırılıverdi." Fakat ansızın karşılaşılan bu olay henüz sonuçlanmamışken sahnede hiç beklenmeyen bir başka olaya, büyük bir olaya yer veriliyordu: HAKKIN ÜSTÜNLÜĞÜ 120- "Bütün büyücüler secdeye kapandılar. " 121- "Tüm varlıkların Rabbine inandık " dediler. 122- "Musa ile Harun'un Rabbine. " İşte bu hakkın (gerçeğin) vicdanlardaki üstünlüğü, duygulardaki parlaklığı, aydınlığıdır. Hakkı, aydınlığı ve kesin imanı kabul etmeye hazır kalplere Hakkın bir dokunuşudur. Büyücüler yaptıkları sanatın içyüzünü ve hangi boyutlara kadar varabileceğini diğer insanlardan daha iyi biliyorlardı. Hz. Musa tarafından ortaya konan gerçeğin, bir insan ve büyü eseri mi yoksa insanın ve büyünün sınırlarını aşan bir güçten mi kaynaklandığı en iyi kavrayabilecek insanlarda yine büyücülerdi! Yaptığı sanatını bilen bir bilgin, kendi alanıyla ilgili bir gerçek ile yüzyüze geldiğinde, insanlar için O'na teslim olmaya en hazırlıklı kimsedir. Çünkü bu gerçeği en iyi kavrayabilecek yine o insandır. Bu sanatla ilgili bilgileri yüzeysel meseleleri aşmayanlardan çok ilerdedir. İşte bu nedenle büyücüler önceki meydan okuyuşlarından kesin bir teslimiyete dönüş yapıyorlar. Çünkü onlar kendi içlerinde bu teslimiyetin kesin delilini buluyorlar... Ne var ki, azgın zorbalar, aydınlığın insanların kalplerine nasıl aktığını, imanın verdiği mutluluğun onlarla nasıl kaynaştığını, kesin inancın verdiği sıcaklığın bu kalplere nasıl dokunduğunu kavrayamazlar. Onlar uzun süre insanları kendilerine köle ettiklerinden, ruhlar üzerinde etki sahibi olduklarını, kalpleri değiştirebileceklerini sanırlar. Halbuki kalpler Allah'ın iki parmağı arasındadırlar. Onları dilediği şekilde çevirir... İşte bu nedenle Firavun kalpleri etkisi altına alışını kavrayamadığı, gönüller üzerindeki izlerini süremediği, vicdanların boyutları üzerindeki pencerelere nasıl ulaştığını öğrenemediği bu ansızın gelen imanla birden irkilmişti... Sonra tahtını temelden sarsan bu büyük olay o'nu birden titretmişti. Bu önemli olay tapınakların kâhinlerinden oluşan büyücülerin alemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine ansızın teslim oluşlarıydı. Halbuki bunlar, daha önce Musa ve Harun'un alemlerin Rabbine yaptığı çağrıyı geçersiz göstermek için toplatılmışlardı!.. Taht ve otorite azgınların (ve diktatörlerin) hayatında her şeydir. Onlar kendi otoritelerini korumak için, gözlerini kırpmadan her türlü cinayeti işleyebilirler: FİRAVUN'UN ÇIĞLIĞI 123- "Firavun onlara dedi ki; "Ben izin vermeden O'na inandınız, öyle mi? Bu, bu kentin halkını buradan çıkarabilmek için daha önceden burada tekrarladığınız bir komplodur, ama yakında başınıza neler geleceğini öğreneceksiniz!" 124- "Andolsun ki, sağlı-sollu birer el ve ayağınızı kesecek ve arkasından tümünüzü asacağım. " İşte böyle... "Ben size izin vermeden O'na inandınız öyle mi?" Sanki hakkı kabul etmek için, kalplerinin harekete geçmesi için ondan izin almak zorundalarmış gibi. Halbuki kendilerinin bile kalpleri üzerinde bir otoritesi yoktu... Veya kendilerinin daha üzerinde hiçbir etkinlikleri bulunmayan vicdanlarının harekete geçmesi için O'ndan izin almak mecburiyetindelermiş gibi... Yahut da kendilerinin bile giriş ve çıkış kapılarına sahip olmadıkları ruhlarının aydınlanması için o'ndan emir almakla yükümlüymüşler gibi... Veyahut da benliklerinin derinliklerinde yeşeren kesin inancı geri tepmek, öz fıtratından kopup gelen imanı bastırmak, kesin inancın boyutlarından fışkırıp gelen aydınlığın üstünü kapatmak zorundalarmış gibi! Fakat o azgın bir zorbaydı. Barbar, bilgisiz, duygusuzdu. Aynı zamanda katı ve kaba sözlü, kendini beğenmiş ve üstünlük taslayan biriydi! Sonra bu sarsılmakta olan tahtın, sallanmakta olan otoritenin elden kaçırılması endişesiyle. atılmış bir çığlıktır: "Bu, bu kentin halkını buradan çıkarabilmek için daha önceden burada tasarladığınız bir komplodur." Başka bir ayeti kerimede deniyor ki: "Musa, size büyüyü öğretmiş olan büyüğünüzdür." Burada mesele bütün boyutları ile ortadadır. Hz. Musa'nın "Alemlerin Rabbine" yaptığı çağrıdır... Ve rahatsız eden de korkutan da yine bu çağrıdır. Alemlerin Rabbine çağrı ile birlikte azgınların, zorbaların hakimiyeti ve hükümranlığı devam edemez ve yerinde kalamaz. Onların idareleri Allah'ın şeriatını yürürlükten kaldırmak suretiyle Allah'ın insanlara ilâhlık yapmasına son verme, kendilerini dilediklerini insanlar için hüküm haline getiren ve hüküm olarak çıkardıkları kanunlara insanları kul yapan Allah dışında ilâhlar konumunda görme ilkesine dayanır!.. Bunlar asla biraraya gelmeyecek olan iki yoldur... Veya hiçbir zaman birleşmeyecek olan iki dindir. Veyahut, bunlar birleşmeleri mümkün olmayan iki ilâhtır... Firavun bu gerçeği biliyordu, Firavun'un kurmayları da bunu biliyorlardı... Onlar daha önce Hz. Musa'nın ve Hz. Harun'un alemlerin Rabbine, çağrıda bulunmalarından dehşete kapılmışlardı... Şimdi elbette ki daha fazla endişeleneceklerdi. Çünkü şimdi büyücüler secdeye kapanmışlardı. "Biz alemlerin Rabbine inandık. Musa ve Harun'un Rabbine" demişlerdi. Halbuki bu büyücüler Firavun'u ilâh olarak kabul eden ve din adına O'nun insanlara hakim olmasına zemin hazırlayan putperest dinin (inancın) kâhinlerinden seçilmişlerdi! İşte bu nedenle Firavun onlara korkunç ve barbar tehdidi şu şekilde savurmuştu: "Andolsun ki, sağlı-sollu birer el ve ayağınızı kesecek ve arkasından tümünüzü astıracağım." Kuşkusuz hakkı delillerle, belgelerle engellemeye güçleri yetmeyen zorbaların azgınların elindeki en etkili silah işkencedir, sindirmedir, gözden düşürmektir. Apaçık gerçeğe karşı batılın en önemli teçhizatı bunlardır. Şu kadar var ki, insanın benliğine iman gerçeği yerleştiğinde, insan bütün yeryüzü güçlerini aşar, zorbaların zulümlerini basit görür, böyle bir insan benliğinde inanç sistemi hayata, üstün bir değer kazandırır, zaten geçici olan hayatı önemsemez, sürekli ve değişmez ebedi hayatı tercih eder. Böyle bir benlik sahibi olan insan ne alacağını, ne vereceğini, neyin eline geçeceğini, neyin cebinden çıkacağını, ne kadar zarar ne kadar kâr edeceğini, yol boyunca hangi zorluklarla, dikenlerle ve fedakârlıklarla karşı karşıya geleceğini hesaplamaz. Çünkü yol boyunca önünü aydınlatan parlak ve açık ufuk, işte oradadır! Dolayısıyla yolda hiçbir şeye dönüp bakmaz! MÜSLÜMAN OLARAK CANIMIZI AL 125- "Büyücüler de dediler ki, "Biz zaten Rabbimize döneceğiz." 126- "Sen ancak Rabbimizin ayetleri bize gelince onlara inandık diye bizden öç alıyorsun. `Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve müslüman olarak al canımızı. " İşte korku ve sarsılma nedir bilmeyen, Allah'tan başkasına karşı eğilmek, boyun eğmek nedir bilmeyen iman budur. Gönül huzuru içinde insanı sonuca götüren ve sonuca atlanmaya razı eden, Rabbine döneceğine kesin kanaat getirten ve huzur içinde O'na dönmesini sağlayan iman budur işte. "Büyücüler de dediler ki: "Biz zaten Rabbimize döneceğiz." Kendisi ile zorbalar ve azgınlar arasındaki mücadelenin özelliklerini kavrayan ve bu savaşın bütün samimiyetiyle bir inanç savaşı olduğunu bilen asla yağcılık yapmaz. Asla manevralara girişmez... İnancını terketmedikten sonra kendisini tanımayacak olan bir düşmandan barış ve bağışlanma umuduna kapılmaz. Çünkü bu, düşmanın kendisiyle savaşmasının, sürtüşmesinin temeli akideye dayanmaktadır: "Sen ancak Rabbimizin ayetleri bize gelince onlara inandık diye bizden öç alıyorsun." Savaşta kime ve hangi tarafa yöneleceğini kavrayan insan kendi düşmanından barış ve güven talep etmez. Onun tek arzusu imtihan anlarından Rabbinden sabır dilemesi ve islâm dini üzerine ölmesini arzu etmesidir. "Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve müslüman olarak al canımızı." İman karşısında, bilinçli hareket karşısında ve gönül huzuru karşısında zorbalık, diktatörlük aciz kalır. Görünüşte olarak insanları kendilerine boyun eğdiren, onlara egemen olan ve dolayısıyla kalplere de hakim olduğunu sanan zorbalar, kesin karar sahibi kalpler karşısında aciz düşerler! İnsanların bedenlerine hakim oldukları gibi, onların gönülleri üzerinde de hakim olduklarını sanan diktatörler, iman sahibi kalplere mağlûp olurlar! Fakat bir de bakarlar ki onlar kendilerine baş kaldırmışlardır. Çünkü kalplerin tasarrufu Allah'ın elindedir. Allah'tan başkası onlara hakim olamaz... Kalpler Allah'ın elindedir. Allah'dan başkası onlara hakim olamaz... Kalpler Allah'ın himayesini arzuladıktan sonra zorbalar ne yapabilirler? Kalpler Allah'a bağlandıktan sonra diktatörler nasıl engel olabilirler? Kalpler otoritenin sahip olduklarına rağbet etmeyince, ondan yüz çevirince, otorite onlara ne yapabilir ki? Bu, insanlık tarihinde gerçekten önemli olan kesin tavırlardan biridir. Firavun ve kurmayları ile daha önceden büyücü olan müminler arasında gerçekleşen bu olay, gerçekten tarihte ciddi bir olaydır. İnancın hayata galip gelmesi, azimli iradenin bütün acılara üstün gelmesi ve "insanın", "şeytana" galebe çalması açısından insanlık tarihinde gerçekten önemli bir olaydır! Ayrıca bu gerçek özgürlüğün doğuşunun ïlânı olması nedeniyle de insanlık tarihinde önemli bir olaydır. Zaten özgürlük akideyle zorbaların, zulümlerine, diktatörlerin diktasına karşı üstün gelmekten başka nedir ki? Bedenleri ve boyunları egemenliği altına alan, fakat kalpleri ve ruhları kendisine boyun eğdirmekten aciz kalan kaba kuvveti basite indirgemekten başka nedir ki özgürlük! Ne zaman ki, kaba kuvvet kalpleri kendisine boyun eğmekten aciz düşerse, işte bu kalplerde gerçek özgürlük o zaman doğmaya başlar. Bu olay insanlık tarihinde materyalizmin iflas ettiğini ortaya koyan kesin bir realitedir! Az önce başardıkları takdirde Firavun'dan ücret isteyen, idari mekanizmaya yakın olmaya arzu eden bu bir avuçluk insan topluluğu kendisini Firavun'un üstünde gören, tehditleri ve cezalandırmaları küçümseyen, cezalandırmayı ve asılmayı mükafatını Allah'tan dileyerek, direnerek karşılayan topluluğa dönüşmüştür. Madde dünyasında, onların etrafını kuşatan eşyada ve hayatlarında hiçbir şey değişmemiştir. Meydana gelen olay, kendi başına hareket eden gezegeni koca bir sistem içine sokan, başıboş bir atom tanesini sabit bir eksen etrafında toplayan, fani olan bireyi ezeli ve ebedi olan güce (kuvvete) bağlayan gizli bir dokunuştur... İbreyi değiştiren bir dokunuş meydana geldi. Böylece insanın kalbi kudretin temaslarından etkilendi, vicdanı hidayetin seslerini işitir hale geldi. Basireti aydınlığın parıltılarını algılayacak düzeye geldi. Maddi realitede herhangi bir değişimi beklemeyen bizzat kendisi maddi realiteyi değiş. tiren realiteler dünyasında insanı hayal bile edemediği ufuklara ulaştıran dokunuş meydana geldi! Tehdit gelip geçer... Cezalandırmaya ilişkin savrulan sözler yok olup gider... İman yine yoluna devam eder. Sağa-sola bakmaz. Tereddüte kapılmaz. Geri dönmez! İşte bu sırada Kur'an-ı Kerim'in anlatım üslubu sahneyi kapatıyor ve bundan fazla bilgi vermiyor. Zaten burada sahnenin parlaklığı zirveye ulaşıyor ve amacına varmış oluyor. İşte bu esnada Kur'an'ın sunuş metodundaki sanat güzelliği kıssanın sunuluşundaki manevi hedefle bütünleşiyor. Bu, Kur'an'ın inanmış vicdanlara sanatın güzelliği diliyle tam bir ahenk içinde hitab etmesidir. Böyle bir ahenge Kur'an'dan başka bir ifade tarzında rastlamak mümkün değildir. FİRAVUNLAR VE İNANANLAR Fakat biz bu Fî Zılâl kitabında bu etkili ve üstün manzara karşısında kısa bir süre daha durmak istiyoruz... 1- Başta Firavun ve kurmaylarının büyücülerin alemlerin Rabbine, Musa'nın ve Harun'un Rabbine iman etmelerinin kendi devlet düzenleri ve saltanatlarına karşı büyük bir tehlikeyi oluşturduğunu kavramaları üzerinde durmayız... fakat biz bu konuyu daha önce ele almıştık... Şimdi bu gerçeğe bir kere daha parmak basıyor ve onu vurguluyoruz... Bir tek kalpte, bir tek ülkede ve bir tek devlet düzeninde Allah'ın alemlerin Rabbi oluşu ile insanların pratik hayatlarındaki otoritenin kullardan birinin elinde olması insanlara kendisinin çıkardığı kanunlar ve yasalarla hükmetmesi asla birleşemez... Çünkü bu ayrı bir dindir, o ayrı bir din!.. 2- İkinci olarak büyücülerin, kalplerinde imanın nuru parladıktan ve düşüncelerinde tam bir netlik meydana getirdikten sonra, kendileri ile Firavun ve kurmayları arasındaki savaşın inanç savaşı olduğunu ve Firavun'un kendilerinden sırf alemlerin Rabbine iman etmelerinden dolayı öç almaya kalktığını kavramış olmaları üzerinde bir nebze durmalıyız. İşte bu niteliklere sahip bir iman Firavun'un tahtını ve saltanatını tehdit eder. Firavun'un otoritesinden, saltanatından başka ve aynı anlamdaki bir ifade ile Firavun'un ilâhlığından destek alan makamlarını, mevkilerini ve otoritelerini tehdit altında bırakır. Puta tapıcı toplumun bütün değerlerinin hepsini tehdit etmeye baslar. Savaşın bu özellik ve karakterini böylece kavramak, yalnız Allah'ın ilâhlığına çağırmaya kalkmanın, bunun için ortaya çıkan herkes için zorunludur. İşte tek başına savaşın karakterini bu şekilde kavrayış, önceleri büyücü olan o müminlerin Allah'a davet yolunda karşılaştıkları bütün engellemeleri basit görmelerini sağlamıştır. 3- Üçüncü olarak inanç sisteminin hayata karşı galip gelişi, azim ve iradenin tüm acılara üstün gelişi "insanın "şeytana" karşı zafer kazanması ile ilgili ilginç ve parlak manzara üzerinde durmalıyız... Gerçekten çok etkili ve üstün bir sahnedir.. Biz bu konuda söz söylemekten, onu tasvir etmekten aciz olduğumuzu kabul ediyor ve onu Kur'ana Kerim'in tasvir ettiği biçimde bırakmayı daha uygun görüyoruz. DİKTATÖRLERİN TUZAKLARI Şimdi tekrar Kur'an-ı Kerim'in kıssasına dönüyoruz. Burada Kur'an-ı Kerim'in anlatım tarzı dördüncü bir sahnenin perdesini açıyor. Bu komplolar, gizli olarak bakışma, fısıldaşma ve teşvik etme sahnesidir. İman ile zulüm arasındaki savaşta mağlûbiyet ve hüsrandan sonraki sahnedir. Firavun'un kavminden ileri gelen topluluğun Hz. Musa'nın ve onunla birlikte iman edenlerin bu sınavdan başarı ile çıkmalarına tahammül edemeyenlerin sahnesi. Halbuki Hz. Musa'ya iman edenler ancak küçük bir topluluktu. Bunlar da Firavun'un ve ileri gelen kurmaylarının başlarına getireceği belaların korkularına rağmen iman etmişlerdir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de bu konuya başka bir yerde değinilmiştir. Birden Firavun'un kurmayları kötülük ve günah şebekesi için biraraya geliyorlar. Firavun'u, Hz. Musa'ya ve onunla birlikte olanlara karşı kışkırtmaya çalışıyorlar. Bu konuda gevşek, davranmasının kötü sonuçlar doğuracağı, elindeki kuvvetin ve hakimiyetin kayıp olacağı konusunda endişelere kapılmasını körüklüyorlar. Alemlerin Rabbi olarak Allah'ın kabul edilmesini öngören bu yeni akidenin yaygınlık kazanmasıyla hükümdarlığının elinden alınacağını ifade ediyorlar. Ve bir de bakıyorsunuz ki Firavun köpürmüş, kükremiş tehditler savuruyor. Etrafına korku savuruyor. Elindeki büyük kuvvetle, kendisine dayandığı maddi güç ile övünüyor! 127- "Soydaşlarının ileri gelenleri Firavun'a dediler ki, "Musa ile soydaşlarını toplumda kargaşalık çıkarsınlar, seni ve ilâhlarını boşlukta bıraksınlar diye mi bırakacaksın? Firavun dedi ki; Hayır onların erkeklerini öldürecek, kadınlarını sağ bırakacağız. Onları ezici baskımız altında tutacağız.'" Firavun bu evrenin yaratıcısı ve idaresini elinde bulunduran ilâh anlamıyla veya evrensel sebepler dünyasında bir güç sahibi olduğu iddiasıyla ortaya çıkmıyordu! O sadece kendisine boyun eğen milletine karşı ilâhlık iddia ediyordu! Kendi kanunları ve yasasıyla bu millete hakim olması, kendi emri ve iradesiyle işlerin idare edilmesi, hükümlerin ona göre verilmesi anlamıyla bir ilâhlık iddia ediyordu. Zaten bu kanunu ve yasasıyla hükmeden, emri ve iradesiyle işleri idare eden, hukuku yasağı yönlendiren her iktidarın iddiasıdır. İşte ilâhlığın sözlük ve realiteye dayalı anlamı da budur. Aynı şekilde insanlar Mısır'da Firavun'a ibadet etmiyorlardı. Ona ibadet niteliği taşıyan birtakım hareketler sunmuyorlardı. Çünkü onların bu tür hareketlerini kendisine takdim ettikleri başka ilâhları vardı. Firavun'un da kendisine ibadet ettiği birtakım ilâhları bulunuyordu. Nitekim Firavun'un ileri gelen soydaşları tarafından kullanılan "Seni ve ilâhlarını boşlukta bıraksınlar diye mi?" cümlesinden bu gerçek açıkça anlaşılmaktadır. Bu ayrıca Firavun tarafından idare edilen Mısır tarihinden de rahatlıkla tespit edilebilecek bir realitedir. Demek ki, onların Firavun'a ibadet etmeleri, onların Firavun'un her istediğine boyun eğmeleri, hiçbir şeyde ona karşı gelmemeleri ve onun yasalarını çiğnememeleri anlamında bir ibadetti... İşte ibadetin sözlük, pratik ve literatürdeki anlamı da zaten budur. Nerede olursa olsun, insanlar herhangi bir insandan yasalar alıp ona itaat ederlerse, ona ibadet etmiş olurlar. Bu aynı zamanda Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- yüce Allah'ın yahudiler ve hristiyanlara ilişkin "Onlar hahamlarını ve papazlarını Allah'tan başka ilâhlar edindiler..." (Tevbe: 31) ayetine getirdiği yorumla da uyum arzetmektedir. Adiy bin Hatem bu ayetin okunduğu sırada müslüman olmak için Resulullah'ın huzuruna gelen bir hristiyandı. Ayeti duyduğunda, "Ey Allah'ın peygamberi, onlar hahamlarına ve papazlarına tapmıyorlardı" demişti. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Evet, ama, onlara tapınıyorlardı; onlar haram olan şeyleri helâl kılıyor, helâl olan şeyleri de haram kılıyorlar, onlar da bunu kabul ediyor ve kendilerine tabi oluyorlardı. İşte bu onların hahamlara ve pâpazlara ibadeti demekti" buyurdu. (Tirmizi) Firavun'un kendi kavmine "Ben sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyorum" (Kasas 38) sözüne gelince; Bu sözü Kur'an-ı Kerim'in şu ifadesi açıklamaktadır. Firavun diyor ki; "Ey milletim, Mısır hükümdarlığı ve memleketinde akan bu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz yahut, ben zavallı neredeyse konuşamayan bu kimseden daha üstün değil miyim? Ona altın bilezikler verilmeli veya yanında ona yardım edecek melekler gelmeli değil miydi? (Zuhruf: 51-53) Açıktır ki, Firavun burada kendisinin hakimiyeti altında bulunan saltanat ve kralların takınmış oldukları altın bilezikler ile Hz. Musa'nın saltanat ve ziynet eşyasından mahrum oluşu arasında bir karşılaştırma yapmaktadır! Onun "Ben sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyorum" sözü ile ifade etmek istediği onların üzerinde egemen olan ve dilediği gibi hüküm vermesine imkân sağlayan saltanatı ve halkın onun sözlerine kesin bir şekilde boyun eğmesidir. Bu anlamdaki bir hakimiyet, bir egemenlik ise sözlük anlamından da anlaşıldığı gibi ilâhlık anlamına gelir! Bu ayrıca realite olarak da ilâhlıktır. Çünkü ilâh insanlara hüküm belirleyen, yasa koyan ve hükümleri insanlara uygulanan kimsedir! İster kendisinin ilâh olduğunu söylesin, isterse söylemesin farketmez! İşte bu açıklamanın ışığı altında Firavun'un ileri gelen adamlarının sözlerinin anlamlarını daha rahat anlayabiliriz: "Musa ile soydaşlarının toplum da kargaşalık çıkarsınlar, seni ve ilâhlarını boşlukta bıraksınlar diye mi serbest bırakacaksın." Onların bakış açılarına göre yeryüzünde fesat çıkarmak insanları Allah'ın ilâhlığını kabul etmeye çağırmaktır. Çünkü böyle bir çağrı Firavun'un devlet düzenini ve yönetim mekanizmasını doğrudan iptal etmek anlamına gelir. Çünkü bu sistem Firavun'un kendi hakimiyeti ilkesine dayanır. Başka bir ifadeyle Firavun'un kendi kavmine ilâhlık etmesi esasına dayanır. Dolayısıyla onların anlayışında böyle bir hareket yeryüzünde fesat çıkarmaktır. Devlet düzenini değiştirmek insanın insana kulluğu ilkesine dayanan mevcut yönetim şeklini değiştirmeye çalışmaktır. Bu yönetim şekline tamamen aykırı olan bir sistem kurmaya ilâhlığın insana değil, Allah'a ait olduğu ilkesine dayalı bir düzen inşa etmeye çalışmaktır. İşte bu nedenle onlar Hz. Musa'nın ve kavminin Firavun'u ve ilâhlarını terketmesiyle yeryüzünde fesat çıkarma arasında bir bağ kurmuşlardır. Firavun'un ve kavminin taptığı ilâhları bırakmayı bozgunculuk ol,arak görmüşlerdir. Hiç şüphesiz Firavun kendi otoritesini ve hakimiyetini bu ilâhlara ibadet edilen dinden alıyor, onlardan destek alıyordu. Çünkü o bu ilâhların sevgili oğlu olduğunu ileri sürüyordu! Aslında bu doğrudan ilâhların oğlu olma anlamına gelmiyordu! Çünkü insanlar Firavun'un hem annesinin hem de babasının birer insan olduğunu biliyorlardı. Firavun'un tanrıların oğlu oluşu sembolikti ve o gücünü, otoritesini ve hakimiyeti buradan alıyordu. Hz. Musa ve onunla birlikte olanlar alemlerin Rabbine ibadet ettiklerinde Mısırlılar'ın tapmış oldukları bu ilâhları bıraktıklarında Firavun'un otoritesini ve gücünü dayandırdığı temel kaynak yerle bir edilmiş olurdu. Kendisine boyun eğen milletine karşı manevi desteğini yitirmiş olurdu. Çünkü bu millet de Firavun'a ancak Allah'ın gerçek dininden saptığından dolayı itaat ediyor, bağlı kalıyordu. Nitekim Cenab-ı Allah buyuruyor ki; "Firavun kavmini korkuttu. Onlar da bunun üzerine kendisine itaat ettiler. Gerçekten de onlar fasık bir topluluktur." İşte tarihin gerçek yorumu budur. Eğer Firavun'un kavmi Allah'ın dininden ayrılmış (fasık olmuş) olmasaydı Firavun onları emri altına alamaz ve kendisine boyun eğdiremezdi. Allah'a iman eden birini tağut asla kendisine boyun eğdiremez. Onların kendisine itaat etmesini sağlayamaz. Çünkü imanlı insan bu emrin Allah'ın yasasından kaynaklanmadığını bilmektedir. İşte bu nedenle Hz. Musa'nın "Alemlerin Rabbi"ne çağrıda bulunması, büyücülerin bu dine iman etmeleri, Musa'nın soydaşlarından bir grubunda ona iman edip alemlerin Rabbine kul olmayı benimsemeleri Firavun'un devlet düzeni için bütün bütün bir tehdit oluşturmaktaydı... Aynı şekilde kulların kulluğuna dayalı bütün devlet düzenleri için yalnız Allah'ın ilâhlığına veya Allah'tan başka ilâh olmadığına şahitlik etmeye çağırmak çok ciddi bir tehdit niteliği kazanmaktadır! Yeter ki, bu olgulara islâmın öngördüğü şekilde bakılsın, insanların kendisiyle islâma girdiği anlamları kasdedilsin. Bu zamanda yaygınlık kazanan ciddiyetsiz ve basit anlamları ile ele alınmasın! İşte bu nedenle bu birkaç kelime Firavun'u galeyana getirmiş ve bütün devlet düzenini sarsabilecek ciddi bir tehlike ile karşı karşıya bulunduğunu hissetmesine neden olmuştur. Buradan hareketle barbarca ve vahşice tavır koymasına bu tavrını ilân etmesine sebep olmuştur. "Firavun dedi ki, "Hayır onların erkeklerini öldürecek, kadınlarını sağ bırakacağız. Onları ezici baskımız altında tutacağız." İsrailoğulları Hz. Musa'nın doğduğu sıralarda Firavun ve kurmaylarının bu tür vahşi ve barbar işkencelerine, zulümlerine uğramışlar ve önceden bunlara göğüs germişlerdi. Nitekim yüce Allah Kasas suresinde buyuruyor ki, "Gerçekten de Firavun yeryüzünde üstünlük tasladı. Ve halkı bölük bölük yaptı. Onlardan bir bölüğü zayıf bıraktı. Çocuklarını kesiyor, kadınlarını diri bırakıyordu. Gerçekten de o bozgunculardandı. (Kasas 39) Bu her yerde ve her zaman görülen zulmün, zorbalığın kendisidir. Zulmün bugünkü yöntemleri ve metodları ile yüzlerce, binlerce yıl önceki yöntemleri ve metodları arasında hiçbir fark yoktur! Kur'an-ı Kerim'in anlatım üslubu Firavun ve kurmaylarını kendi komploları ile başbaşa bırakıyor. Bu komploların ve tehditlerin perdesini de indiriyor. Kıssanın beşinci perdesini açıyor. Bu sahneden anlıyoruz ki, Firavun, bu tehditlerini birbir uygulamaya koymuştur. Bu sahnede Hz. Musa -selâm üzerine olsun- bir peygamber olarak kavmi ile birlikte yer alıyor. Hz. Musa bir peygamberin kalbi ve diliyle onlara hitap ediyor. Yüce Allah'ın gerçekliği, yasalar ve kaderine ilişkin doğru bilgisiyle onlara yöneliyor. Büyük bir ihtimalle deneneceklerini, belalara karşı direnmelerini, dayanmalarını bu musibetlere karşı Allah'tan yardım dilemelerini öğütlüyor. Ayrıca evren realitesinin gerçek yüzünü onlara öğretiyor. Buna göre yeryüzü Allah'ındır. Onu dilediği kullarının emrine verir. İşin sonunda başarı elde edecek, kazanacak olanlar, Allah'tan korkanlar ve ondan başka hiç kimseden. korkmayanlardır. İsrailoğulları Hz. Musa'ya kendilerinin başİarına gelen bu belâların, bu işkencenin kendisi gelmeden önce de kendisi geldikten sonra da gelmeye devam ettiğini bu zulmün ne bir sonunun ne de bitmesinin hiçbir işaretine rastlamadıklarını şikayet ettiklerinde! Hz. Musa Rabbinin düşmanlarını yokedeceğini, bu konuda umutlu olduğunu, kendilerini halifelik emaneti konusunda denemek amacıyla yeryüzüne hakim kılacağını açıkça ilân etmiştir: 128- "Musa soydaşlarına dedi ki; "Allah'tan yardım isteyiniz ve sabrediniz. Yeryüzü Allah'ındır. Orayı dilediği kullarına miras kılar. Mutlu sonuç, günahlardan sakınanlarındır. " 129- "Soydaşları dediler ki; "Sen gelmezden önce de geldikten sonra da işkence çektik. Musa dedi ki, "Umulur ki, Allah düşmanınızı yok eder ve sizleri onların yerine geçirir de nasıl hareket edeceğinize bakar. " İşte bu "peygamberin" ilâhlık gerçeğine ilişkin bakış açısıdır. Ve bu gerçeğin onun kalbinde parlamasıdır. Evren gerçeğinin ve evrende işleyen güçlerin gerçeğine bakış açısıdır. İlâhi yasaların (sünnetullah) gerçeğine ve direnen, sabreden insanların bu yasaya nasıl baktığını ortaya koymaktadır. Hiç şüphesiz ki, alemlerin Rabbine çağıran dava erlerinin bir tek sığınağı vardır, bu gerçekten güvenli ve sağlam bir sığınaktır. Bir tek dostları vardır. Bu dost gerçekten dayanıklı ve kuvvetlidir. Dava erlerinin Allah'ın hikmeti ve ilmiyle belirlediği zamana, dostun zafere, desteğe izin verdiği ana kadar sabretmeleri, direnmeleri gerekir. Acele etmemeleri lazımdır. Çünkü onlar gaybı göremezler ve kendileri için neyin daha iyi olduğunu bilemezler. Kuşkusuz yeryüzü Allah'ındır. Firavun da soydaşları da geçici birer konuktan başka bir şey değillerdir. Allah yeryüzünü, yasasına ve hikmetine uygun biçimde, dilediği kullarının emrine verir. Alemlerin Rabbine davet edenler eşyanın, olayların dış yüzeylerine takılmasınlar. Zorbaların, azgınların yeryüzüne sağlam biçimde yerleştiklerini, orada sökülüp atılmayacaklarını sanmasınlar. Çünkü onları yeryüzünden söküp atmaya karar verecek olan yeryüzünün sahibi ve maliki olan Allah'tır. Hiç şüphesiz eninde sonunda zafer takva sahiplerinindir. Zaman uzasın, kısalsın farketmez... Öyleyse alemlerin Rabbine çağıran davetçilerin kalplerine işin sonuna ilişkin hiçbir endişe gelmemelidir. Kâfirlerin yeryüzünde sürekli kalacaklarını, orada diledikleri gibi iş yapacaklarını asla düşünmemelidirler... İşte bu "peygamberin" koca evrendeki gerçeklere bakış açısıdır... Ne var ki; İsrailoğulları yine o İsrailoğulları'dır! "Soydaşları dediler ki, "Sen gelmeden önce de geldikten sonra da işkence çektik." Bunlar derin anlamlara gelen sözlerdir. Bu sözler arkasında yatan burukluğa ışık tutan sözlerdir! Biz senden önce işkence çektik. Senin gelişinle de bir şey değişmedi. Bu zulüm o kadar sürüp gitti ki, sonu da görülür gibi değil! Buna rağmen onurlandırılan peygamber kendi yoluna devam ediyor. Onlara Allah'ı hatırlatıyor. Umutlarını O'na bağlıyor. Düşmanların yok olması, ve kendilerinin yeryüzüne hakim olmaları konusunda onları umutlandırıyor. Bununla beraber halife tayin edilme sınavına karşı onları uyarıyor. "Musa dedi ki; "Umulur ki, Allah düşmanınızı yok eder ve sizleri onların yerine geçirir de nasıl hareket edeceğinize bakar." Hz. Musa bir peygamberin kalbiyle bakıyor ve Allah'ın yasasının (sünnetullah) sabredenlere, direnenlere ve inkâr edenlere söz verdiği biçimde akıp gittiğini görmektedir! Allah'ın bu yasaları aracılığıyla zorbaların ve onların emrinde olanların yok olduğunu, yalnız Allah'tan destek ve yardım dileyen sabredenlerin ise yeryüzünün halifeleri kılındıklarını seyretmektedir. Ve kendi taraftarlarını asıl doğru yola itmeye çalışıyor ki, Allah'ın yasası onları dilediği tarafa çekip götürsün... Yine ta baştan Allah'ın kendilerini halife kılmasının sırf bir sınav olduğunu öğretiyor. Kendilerinin sandıkları gibi, Allah'ın oğulları ve dostları olduklarından, kendilerine ceza veremeyeceğinden dolayı değil. Halife kılınmalarının hiçbir amacı olmayan boş bir hareket olmadığını, hiçbir zamanla sınırlandırılmamış sonsuz bir iktidar olmadığını, bunun sadece sınav amacıyla gerçekleştirilen bir halife tayin etme olacağını bildiriyor. "Sizin nasıl hareket edeceğinize bakar"... Yüce Allah, her şeyin olmadan önce de neyin olacağını bilir. Yalnız Allah'ın yasası ve adaleti gereği olarak insanların hareketleri pratik hayatta görülmeden onları cezalandırmaz. Bu konuda yüce Allah ezeli bilgisinden dolayı kendisince bilinen gayba göre hüküm vermez. KAHREDİLENLER , İşte burada Kur'an'ın anlatım üslûbu Hz. Musa ve kendisiyle birlikte olanları orada bırakıyor ve sahnenin perdelerini kapatıyor. Öbür taraftan altıncı sahnenin perdeleri açılıyor. Bu Firavun ve ailesinin yer aldığı sahnedir. Bu sahnede yüce Allah onları zulümlerinin ve zorbalıklarının karşılığında cezalandırıyor. Hz. Musa'nın kavmine sözünü verdiği olay gerçekleşiyor. Rabbi hakkındaki düşüncesi gerçekleşiyor. Surenin havasını etkileyen ve kıssanın tümü onu doğrulamak amacıyla anlatılan uyarıcı olayı tasdik ediyor. Sahne yumuşak bir halde meseleye giriyor. Fakat yavaş yavaş hızlanan hava zamanla fırtınaya dönüyor. Perdenin indirilişine kısa bir zaman kala fırtına kopuyor. Her şeyi yerle bir ediyor. Her şeyi darmadağın ediyor. Böylece, yeryüzü zorbalardan ve zorbaların yardakçılarından temizleniyor. Olayların seyrinden anlıyoruz ki, İsrailoğulları sabrettiler, direndiler ve güzel sabırlarının mükâfatına kavuştular. Firavun ve ailesi ise kötülük yaptılar. Kötülüklerinin cezası olarak yok edildiler. Allah'ın hem ceza hem mükâfata ilişkin sözü gerçekleşti. Yüce Allah'ın yalanlayıcıları önce sıkıntı ve bollukla denedikten sonra yok etmesine ilişkin yasası gerçekleşti. 130- "Andolsun ki, biz Firavunoğulları'nı ola ki, akılları başlarına gelir diye yıllarca süren kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık. " 131- "Onlar bir iyilikle karşılaşınca "Bu kendimizden kaynaklanıyor" derler. Fakat eğer başlarına bir kötülük gelecek olursa, bunu Musa ile arkadaşlarının uğursuzluğuna yorarlar. Oysa onların kaderlerini belirleme yetkisi sırf Allah'ın tekelindedir, fakat çoğu bunu bilmiyor. 132- "Musa'ya bizi büyülemek üzere ne kadar mucize gösterirsen göster, sana kesinlikle inanmayacağız " dediler. 133- "Biz de onlara, ayrı ayrı birer mucize olarak su baskını, çekirge sürüsü, zararlı böcek salgını, kurbağalar ve kan gönderdik. Yine de burun kıvırarak günahkâr bir toplum oldular. " 134- "Azap başlarına çökünce, "Ey Musa sana verdiği peygamberlik payesine dayanârak, bizim için Rabbine dua et. Eğer bu azabı başımızdan savarsan, andolsun ki, sana inanacak ve İsrailoğulları'nı seninle birlikte göndereceğiz " dediler. " 135- "Fakat o azabı günün birinde dolduracakları belirli bir sürenin sonuna kadar başlarından savar-savmaz hemen sözlerinden dönüverdiler. " 136- "Sonunda onlardan öç aldık. Ayetlerimizi yalanladıkları, onları umursamadıkları için kendilerini denizde boğduk. " 137- "O güne kadar horlanan, ezilen toplumu (yahudileri) bereketlerde donattığımız toprakların doğusuna ve batısına mirasçı kıldık. İsrailoğulları'nın sabırlarına karşılık, Rabbinin onlara verdiği güzel söz gerçekleşti. Firavun'un ve soydaşlarının ortaya koydukları eserleri ve yükselttikleri yapıları yıkıp yok ettik. " Demek ki, Firavun ve kurmayları kendi zorbalıklarına devam ettiler: Firavun cezaya ilişkin sözünü ve tehdidini uyguladı. İsrailoğulları'nın erkeklerini öldürdü, kadınlarını da sağ bıraktı. Hz. Musa ve onunla birlikte olanlar işkenceye katlanmaya devam ettiler. Allah'ın bu musibete bir çıkış yol vereceğini ümit ediyorlardı. Sınava karşı direniyorlar, sabrediyorlardı. İşte o zaman... Tavır ve tutum net olarak ortaya çıktığı zaman... İmanın karşısında küfür, azgınlığın karşısında sabır, yeryüzünün basit kuvveti Allah'a meydan okuduğu an... Evet büyük kudret işe el attı. Zorbalar ile direnenler arasındaki meseleye el koydu. "Andolsun ki, biz Firavunoğulları'nı, ola ki, akılları başlarına gelir diye, yıllarca sürecek kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık." Bu ilk tehlike işaretiydi... Kuraklık ve ürün kıtlığı... Ayeti kerimede geçen "Sinin" kavramı, Arapça'da kuraklık, kıtlık ve zorluk seneleri için kullanılır. Böyle bir olayın Mısır arazisi gibi, verimli, bereketli; bol ürün veren bir yerde meydana gelmesi, daha çok dikkatleri çeker, kalpleri titretir, sarsıntı meydana getirir, uyanmaya ve düşünmeye sevkeder. Ne var ki, zorbalar ve zorbaların Allah'ın dininden saptırarak kendilerine boyun eğdirdikleri, emirlerine itaat ettirdikleri bir kesim insanların düşünmelerini, olayları değerlendirmelerini istemezler. Yerin kuraklığında, ürünlerin azalmasında Allah'ın eli olduğunu görmelerini istemezler. Allah'ın yasalarını, cezaya ve mükâfata ilişkin sözlerini hatırlamalarını istemezler. İmani değerler ile pratik hayatın gerçekleri arasında köklü bir bağ bulunduğunu kabul etmelerini istemezler. Çünkü bu bağ, gayb alemindendir... Halbuki onlar gözle görülen realitenin ötesindeki gerçeği göremeyecek kadar kaba duygulara, cahil kalplere sahiptirler. Bu realiteleri ancak hayvanlar görebilir ve duyabilirler. Ki hayvanlar ancak bu somut gerçekleri görebilir ve de duyabilir! Onlardan başkasını görüp algılayamazlar: Bu zorbalar ve onların yardakçıları gayb aleminden bir şey gördüklerinde Allah'ın özgür iradesine uygun biçimde işleyen yasalarını (sünnetullah) anlayamazlar. Bunları gelip geçici tesadüflerle açıklamaya çalışırlar. Halbuki tesadüfün evrende işleyen yasaları hiçbir ilgisi yoktur. (Komünist Rusya'da ve Komünist blokun hepsinde tarım ürünleri rekoltesi düştüğünde Kuruşçef, "Tabiat bizimle çatışıyor" demekten başka çare bulamamıştı. Halbuki o, "Bilimsel sosyalizm"i iddia ediyor ve "Gaybı" reddediyordu. Aslında bu Allah'ın güçlü elini görmemekten kaynaklanan bir körlüktür. Yoksa irade sahibi "Bu tabiatın" kendi iradesini kullanarak insanla "çatışması" ne demekti!) Aynı şekilde Firavun ailesi de bu uyarıcı ile Allah'ın kullarına merhamet sahibi olduğunu gösteren dokunuşla uyanmamıştır. Allah'ın merhameti kâfirlere ve günahkârlara bile uzanmaktadır. Putperestlik ve putperestliğin saçma inançları onların fıtratını bozmuştu. Bu evrende işlediği gibi, insanların hayatlarına da hükmeden sağlıklı-şaşmaz yasaları kavramı ile onlar arasında bir engel oluşturmuştu. Bu yasaları ancak Allah'a sağlıklı bir şekilde iman eden müminler görebilir ve onları gerçek anlamda kavrayabilirlerdi. Çünkü müminler bu kâinatın boşuna yaratılmadığını, rastgele akıp gitmediğini, bu evrene kesin ve şaşmaz kanunların hükmettiklerini anlamışlardır. İşte gerçek "bilimsel akılcılık" budur. Bu akılcılık "Allah'ın gaybını" inkâr etmez. Çünkü gerçek "bilimsellik' ile, "gaybilik" arasında hiçbir çelişki yoktur. Yine bu akılcılık imanî değerler ile hayatın realiteleri arasında bir bağ bulunduğunu reddetmez. Çünkü bunların hepsinin ardında Allah'ın dilediğini yapan iradesi vardır. Allah'ın iradesi kendi kullarından iman etmelerini ister, yeryüzünde halifelik yapmalarını ister. Yine bu irade kendi hukukunda evrenin yasaları ile uyum sağlayan kanunlar koyar ki, insanlarını kalplerinin hareketi ile yeryüzündeki hareketleri arasında bir ahenk meydana gelsin... |