Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 14:00   Mesaj No:13

MERVE DEMİR

Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:116
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Araf Suresi Tefsiri

BÜYÜK BULUŞMAYA HAZIRLIK


142- Musa ile otuz geceliğine sözleştik, buna on gece daha ekledik, böylece Rabbinin belirlediği buluşma süresi kırk geceye ulaştı. Musa kardeşi Harun'a dedi ki; "Soydaşlarım arasında benim yerimi tut, kötülükleri düzelt, bozguncuların yoluna girme. "

Hz. Musa ile kavmi arasında geçen bu sahne sona eriyor ve peşinden sekizinci sahne geliyor. Bu sahne, Hz. Musa'nın yüce olan Rabbi ile buluşmaya hazırlandığı sahnedir. Bu dünya hayatında yüce ilahının huzurundaki büyük buluşmasına hazırlık yaptığı sahnedir. Bu, muazzam buluşma öncesinde kardeşi Harun'a vasiyetlerde bulunduğu sahnedir.
Hz. Musa'nın gönderilişindeki görevinin birinci aşaması böylece sona ermiş oluyor. İsrailoğulları'nı zillet, horlama, cezalandırılma, Firavun ve yandaşlarından gördükleri işkence hayatından kurtuluş aşaması son buluyor. Onları zillet ve zulmün yurdundan çıkarıp alabildiğince özgür çöllere, oradan kutsal yurda doğru yola koyma merhalesi bitiyor. Fakat bu sırada İsrailoğulları, bu yüce göreve; Allah'ın dini için yeryüzünde hilafet görevini üstlenebilecek bir hazırlığa henüz sahip değillerdi. Daha önce İsrailoğulları'nın, sırf putlara tapan bir topluluk görmekle, nasıl şirke ve putperestliğe içlerinde bir eğilim duyduklarını, Hz. Musa'nın getirdiği tevhid akidesinden nasıl kuşkuya düştüklerini ve bu tevhidi çizgi üzerinde ancak çok kısa bir süre yürüyebildiklerini görmüştük. Bu topluluğun eğitilmesi ve yöneldikleri büyük göreve hazırlanmaları için detaylarına varıncaya kadar her şeyi ortaya koyan bir peygamberlik müessesesine ihtiyaç vardı. İşte bu detaylı risalet misyonu için yüce Allah, kendi kullarından biri olan Musa ile buluşmayı vadediyor. Bu buluşma sırasında direktiflerini ona ulaştıracağını bildiriyordu. Bu sözleşme, Hz. Musa'nın kendisi için bir hazırlıktı. Hz. Musa, bu günlerde o büyük görevi üstlenmek için hazırlanacak ve bu görevi üstlenmek için kendisini konsantre edecekti.
Bu hazırlık dönemi otuz gündü. Sonra buna on gün daha ilave edildi. Böylece hazırlık devresi kırk güne çıktı. Bu kırk gün boyunca Hz. Musa, kendisine söz verilen buluşmaya hazırlanıyordu. Bu süre zarfında göklerin direktiflerinde kendisinden geçmesi için, dünyanın meşgalelerinden uzaklaşıyordu. Yüce yaratıcının rahmetiyle donanmak, ruhunu temizlemek, aydınlatmak ve şeffaflaştırmak, kendisini bekleyen görevi üstlenmek ve kendisine söz verilen risalet misyonunu kaldırabilmek amacı ile azmini bilmek için insanlardan uzak bir hayat yaşıyordu.
Hz. Musa, kavminden ayrılıp bir kenara çekilmeden, itilafa girmeden önce, kardeşi Harun'a şu şekilde vasiyet ediyordu.
Musa kardeşi Harun'a dedi ki; "Soydaşlarım arasında benim yerimi tut, kötülükleri düzelt, bozguncuların yoluna girme."
Hz. Musa, Harun'un kendisi gibi yüce Allah tarafından gönderilen bir peygamber olduğunu bildiği halde, bu şekilde ona nasihat ediyor. Çünkü müslüman, müslümana nasihat eder ve nasihat müslümanın müslüman üzerindeki hakkı ve görevidir. Hz. Musa kendi kavmi olan İsrailoğulları'nın karakterini bildiğinden dolayı, bu sorumluluğun ağırlığını takdir ediyor. Hz. Harun da, bu nasihatı güzel karşılıyor ve nefsine ağır gelmiyordu. Çünkü nasihat, ancak kötü ruhlu insanlara ağır gelebilir. Zira nasihat, onların yapmak istedikleri birtakım şeyleri sınırlandırır. Bir de kendisini büyük göstermeye çalışan basit ruhlu insanların nefsine, nasihat ağır gelir. Çünkü bunlar, nasihat ile kendilerinin değer kaybına uğradıklarını zannederler. Asıl küçük odur ki, kendisine destek olmak amacıyla uzatılan eli, büyük olduğunu ispatlamak amacıyla geri çevirir!
Bu otuz gün ve buna on günün daha ilave edilmesi kıssasına gelince; Bu konuda İbn-i Kesir tefsirinde diyor ki: "Yüce Allah, Musa'ya otuz gün vaadettiğini belirtiyor. Tefsir bilginleri derler ki, Hz. Musa bu süre boyunca gündüzleri oruç tutmuş ve o günleri bitirmişti. Belirlenen süre tamamlanınca bir ağacın yaprağıyla dişlerini temizlemişti. Yüce Allah da bunun üzerine, on gün daha ilave edip, kırka tamamlanmasını emretmişti.

KARŞILIKLI KONUŞMA

Sonra dokuzuncu sahne geliyor. Bu yüce Allah'ın peygamberi Musa'ya ayırdığı eşsiz bir sahnedir. Yüce Allah ile kullarından biri arasında gerçekleşen doğrudan hitap sahnesidir bu. Geçici, sınırlı, atomun ezeli ve ebedi varlık ile vasıtasız olarak ilişki kurduğu, daha yeryüzünde iken beşer varlığının ebedi yaratıcı ile karşılaşma ve ondan direktif alma gücünü kendisinde gördüğü sahnedir. Biz bu olayın nasıl gerçekleştiğini bilmiyoruz. Biz yüce Allah'ın kulu Musa ile nasıl konuştuğunu bilmiyoruz. Yine Hz. Musa'nın hangi duygularla, hangi organlarla ve hangi vasıtalarla Allah'ın sözlerini algıladığını bilemiyoruz. Biz beşer olarak bu realiteyi, gerçek anlamıyla düşünebilme imkânına sahip değiliz. Çünkü biz düşüncelerimizde, bize verilen sınırlı kavrayış gücüyle yetinmek ve sınırlı olan realiteye dayalı deneyimlerle kanaat etmek zorundayız. Bununla beraber biz, Allah'ın benliğimize yerleştirdiği latif sırlarla bu parlak ve yüce ufukları gözleyebilir ve bu konuda huzura kavuşabiliriz. İşte bu gözlem ve huzurun sınırında durur, bu temiz havayı bunlar nasıl aldı? sorusuyla bozmak istemeyiz. Biz sınırlı ve yakın kavrayış yeteneğimizle, onu tasavvur etmeye çalışmak isteriz!



143- Musa belirlediğimiz vakitte gelip de Rabbi O'nunla konuşunca "Ey Rabbim, kendini göster de seni gözlerimle göreyim " dedi. Allah O'na "Sen beni göremezsin, ama şu dağa bak, eğer o yerinde kalırsa beni görebileceksin " dedi.

Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti, Musa da bayılarak yere düştü. Ayılınca "Sen her türlü noksanlıktan uzaksın, tevbe edip sana yönelelim, ben müminlerin ilkiyim " dedi.

144- Allah dedi ki; "Ey Musa, mesajlarımla ve aracısız konuşmamla sana diğer insanlar üzerinde seçkin bir konum bağışladım. Sana verdiklerimi al ve şükredenlerden ol. "


145- Bu levhalarda, Musa'ya her konuya ilişkin öğüt, her konuda ayrıntılı açıklama yazdık. "Bunlara sımsıkı sarıl ve soydaşlarına da onlara en güzel biçimde uymalarını emret. Yoldan çıkmışların yurtlarının ne hale geldiğini yakında size göstereceğim.


146- Dünyadaki haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden uzak düşüreceğim. Onlar görecekleri hiçbir ayete inanmazlar, eğer doğru yolu görseler de o yola girmezler, fakat sapık yolu görünce hemen ona koyulurlar. Bunun sebebi onların ayetlerimizi yalanlamaları, umursamamalarıdır.


147- Ayetlerimizi ve ahiret karşılaşmasını, hesaplaşmasını yalanlayanların tüm amelleri boşa gitmiştir. Görecekleri ceza işlediklerinin karşılığından başka bir şey mi olacak ki.

Biz bu eşsiz olayı hayalimizde, ruhlarımızda ve bünyemizde bütünüyle canlandırmaya muhtacız. Olayı bütünüyle canlandırabilmeliyiz ki, onu düşünmeye çalışabilelim ve Hz. Musa'nın bu sıradaki duygularına bir ölçüde biz de vakıf olabilelim:
"Musa belirlediğimiz vakitte gelip de Rabbi O'nunla konuşunca, `Ey Rabbim, kendini göster de seni gözlerimle göreyim' dedi."
Bu, Hz. Musa'nın yüce Allah'ın sözlerini algıladığı, ruhen arzu ettiği manzaraya duyduğu aşk ve heyecanın doruk noktaya çıktığı sırada düştüğü gafletin bir ifadesidir. O, bu atmosferde kendisinin kim olduğunu unuttuğu gibi, ne olduğunu da unutmuş bulunmaktadır. Bu, yeryüzünde insanın elde edemeyeceği, güç yetiremeyeceği bir şeyi istemektedir. O, arzunun zorluklarına, umudun etkilerine, sevginin heyecanına, görmenin isteğine katlanmadan, "Büyük Görüşmeyi" arzu etmektedir. Nitekim şu kesin apaçık söz, onu anında uyarır:
"Allah O'na "Sen beni göremezsin..."
Sonra onun yüce ve ulu olan ilahı, ona merhamet ediyor, kendisini neden göremeyeceğini bildiriyor: Çünkü onun, buna gücü yetmez.
"Ama şu dağa bak, eğer o yerinde kalırsa beni görebileceksin" dedi.
Elbette ki dağ daha dayanıklı ve sağlamdır. Dayanıklılığı ve sağlamlığıyla dağ, elbette ki insanın bünyesinden daha az bir etkilenme ve karşılık verme yeteneğine sahiptir. Öyleyse bu ne demekti?
"Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti."
Peki bu tecelli nasıl olmuştu? Biz onu anlatamayız ve onu kavrayamayız da. Biz bu tecelliyi, bizi Allah'a ulaştıran, ruhlarımızı şeffaflaştırıp aydınlatan ve onu bütünüyle ana kaynağa yönelten, bize verilen ince duyguyla ancak izleyebiliriz. Soyut sözcüklere geline, bu konuda onlar bir şeyi aktarma gücüne sahip değildir. İşte bu nedenle biz de bu tecelliyi sözlerle tasvir etmeye, anlatmaya çalışmıyoruz. Ve ben şahsen bu konuda, tefsir niteliğini taşıyan bütün rivayetlerin bir tarafa itilmesi gerektiği kanısındayım. Çünkü bu konuda Hz. Peygamberden herhangi bir rivayet yoktur. Kur'an-ı Kerim de bu konuda herhangi bir açıklama yapmış değildir.
"Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti."
Dağın katılıkları eridi yerle bir oldu, düzlük haline geldi. İşte o anda Musa, durumun dehşetini kavradı ve bu dehşet, onun zayıf olan beşeri yapısına sirayet etti.
"Musa da bayılarak yere düştü."
Bayılıverdi birden, şuurunu kaybetti.
"Ayılınca."
Kendisine gelince, gücünün sınırlılığını kavrayınca, bu sorusu ile haddini aştığını anladı.
"Sen her türlü noksanlıktan uzaksın."
Ya Rabbi, sen gözle görülebilecek, duygularla kavranabilecek bir varlık olmaktan münezzehsin, yücesin, dedi.
"Tevbe edip sana yöneldim..."
Görmeye ilişkin sorum ile haddimi aştığımdan dolayı sana sığındım, dedi.
"Ben müminlerin ilkiyim" dedi.
Peygamberler sürekli olarak ilâhlarının ululuğuna, yüceliğine ve kendilerine gönderdiği vahye ilk iman eden kimselerdir. Onların ilâhlarını bunu açıklamalarında onlara emreder. Nitekim Kur'an-ı Kerim değişik yerlerde peygamberlerin bu açıklamalarını vermektedir.
Hz. Musa, müjdeyi, peygamber seçilmesi müjdesini aldığında, Allah'ın rahmetini bir kere daha idrak ediyor. Bu müjde ile beraber o, kurtuluştan sonra kavmine peygamber olmakla görevlendiriliyor. Aslında Musa'nın Firavun ve tayfasına bir peygamber olarak görevlendirilmesinin amacı da, bu kurtuluştan başka bir şey değildi.
-Allah dedi ki; "Ey Musa, mesajlarımla ve aracısız konuşmamla sana diğer insanlar üzerinde seçkin bir konum bağışladım. Sana verdiklerimi al ve şükredenlerden ol."
Yüce Allah'ın Hz. Musa'ya söylediği:
"Seni diğer insanlar üzerinde seçkin bir konum bağışladım" sözünden anlıyoruz ki, Allah'ın Musa'yı üstün kıldığı insanlar, onun zamanındaki insanlardı. İşte bu işaretin hükmü ile, bu üstün kılmanın insanların bir nesline üstün kılma olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Hz. Musa'dan önce de peygamberler vardı, sonra da. Yüce Allah ile konuşan başka bir peygamber yoktur. Yüce Allah'ın, Musa'ya kendisine verdiğini almasını, nimetlerine ve peygamber olarak seçilmesine karşılık olarak şükretmesini emretmesi ise, Allah'ın nimetlerinin nasıl karşılanacağını belirten direktifler ve yönlendirmeler niteliğindedir. Peygamberler -salât ve selâm üzerlerine olsun- insanların önderleridir, insanlar onları örnek alırlar. Allah'ın kendilerine verdiklerini; insanlar, nimetin arttırılması, kalbin düzelmesi, şımarmadan uzaklaşılması ve Allah ile bir bağın kurulması amacı ile kabul etmeli ve şükretmelidirler.
Daha sonra ayeti kerimeler bu risaletin içeriğini ve Musa'ya nasıl verildiğini açıklıyor:
"Bu levhalarda, Musa'ya her konuya ilişkin öğüt, her konu ayrıntılı açıklama yazdık.
Hz. Musa'ya verilen bu levhalar konusunda değişik rivayetler ve müfessirler tarafından ileri sürülen farklı görüşler vardır. Bazıları bu levhaları detaylı biçimde anlatmaktadır. Biz bu tür açıklamaların, yahudi kaynaklarından tefsirlere aktarılan israiliyat kaynaklı olduğunu sanıyoruz. Biz bu konuların hiçbirinde, Peygamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun- gelen bir gerçekle karşılaşmıyoruz. Onun için bu konuda, Kur'an'ın metninde verilen bilgiyle yetiniyor ve sınırları aşmıyoruz.
Rivayetlerde sözkonusu edilen bu vasıflar, levhaların değerini ne azaltıyor, ne de arttırıyor. Bunlar nasıl bir şeydi ve nasıl yazıldı, soruları ise bizi ilgilendirmez. Çünkü bu konuda sağlıklı bir bilgi bize verilmemiştir. Aslında önemli olan, bu levhalarda risalet ve risaletin amacı konularıyla ilgili her şeyin var olmasıdır. Uzun bir müddet Allah'ın dininden uzaklaşmış ve zillet tarafından karakteri değiştirilmiş bu ümmetin düzeltilmesi için gereken her çeşit açıklama, yasa ve direktif bu levhalarda bulunuyordu.
"Bunlara sımsıkı sarıl ve soydaşlarına da onlara en güzel biçimde uymalarını emret."
Hz. Musa'nın bu levhaları sıkıca, kuvvetlice tutmasını ve kendi kavmine, bu levhalardaki zor yükümlülüklere kendileri için en iyi ve durumlarını düzeltecek tek çare olmaları nedeniyle yapışmaları gerektiğini bildiren yüce ilâhi emir risalet ve hilafetle ilgili yükümlülüklerin sıkıca, ciddiyetle yerine getirilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Yüce ilâhi emirlerin bu konudaki üslubu, zorunlu olarak zillet ve uzun bir süreyi kapsayan kopukluğun bozduğu İsrailoğulları'nın karakterine karşı nasıl tavır alınacağını gösterdiği gibi, her milletin kendisine gönderilen inanç sistemini nasıl karşılaması gerektiğini de ortaya koymaktadır.
Akide konusu yüce Allah'ın katında çok önemli bir meseledir. Bu evrenin ölçülerine göre de gayet önemlidir. Allah'ın ona hükmeden kaderidir. Akide konusu, "insan" tarihinde ve onun bu yeryüzünde ve ahiret yurdundaki hayatında son derece önemlidir. Yüce Allah'ın birliği ve insanların yalnız Allah'ın ilâhlığına kulluk yapması konusunda akidenin belirlediği metod, insanın yaşam tarzını bütünüyle değiştiren bir metoddur. Bu metod, insanın hayatını cahiliyedeki yaşam tarzından apayrı bir şekilde düzenler. Zira cahiliye sistemi, yüce Allah'ın ilâhlığından başka ilâhlıkları esas almaktadır. Burada akideden kaynaklanan Allah'ın metodundan başka bir metod, hayatın tamamına hükmetmektedir.
Hem Allah katında, hem evrenin değerlerinde, hem de hayatın yapısında ve "insan" tarihinde bu kadar önemli olan bir meseleye elbette sımsıkı sarılmak gerekecek, insanın içinde onun bir ciddiyeti, açıklığı ve kesinliği bulunacaktır. Böyle bir meselenin, gayet yumuşak, kaypak ve müsamaha ile ele alınması doğru olmaz. Sonra bu konu ortaya koyduğu ağır yükümlülükler bir tarafa, bizzat kendisi önemli bir meseledir. Karakteri itibarıyla yumuşaklığı, kaypaklığı ve müsamahayı kaldıramaz. Meseleyi bu tür ciddi olmayan duygularla algılamaya çalışanlara izin vermez.
Doğal olarak biz bu yaklaşımla meselenin zor kullanarak, baskı yaparak, komplekse kapılarak ve içine kapanarak çözülmesi gerektiğini söylemek istemiyoruz. Böyle bir uygulama, Allah'ın dininin karakteri ile bağdaşmaz. Biz burada konunun ciddiyetini, önemini, kesinliğini ve açıklığını ortaya koymaya çalışıyoruz. Bunlar ise ayrı vasıflar, başka duygulardır. Bunun zor kullanmakla, baskıyla, komplekse kapılmakla ve içine kapanmakla hiçbir ilgisi yoktur.
Özellikle İsrailoğulları'nın karakteri, Mısır'daki uzun süreli kölelik ve zillet hayatı ile bozulduktan sonra, bu tür direktiflere daha çok muhtaçtı. Onun içindir ki, İsrailoğulları'nın doğru yoldan sapmış, koflaşmış, yılgınlığa kapılmış ve kaypaklaşmış karakterini dürüstlük, ciddiyet, açıklık ve özgürlük üzerine eğitmek amacını güden bütün emirler; kesin bir ifade ile pekiştirilmiş bir tonla gönderilmiştir.
İsrailoğulları gibi uzun süreli olarak zillet ve kölelik hayatını yaşayan, dikta rejimlerine boyun eğen, zalim idarelere kölelik yapan ve bunun sonucunda kaypaklık ve düzenbazlığı huy haline getiren, zorluklarla karşılaşmamak için işin kolayına kaçan her toplumun karakteri de İsrailoğulları'nın karakteri gibidir. Aynı şey günümüzde yaşayan birçok insan topluluğu için de geçerlidir. Bu topluluklar akidenin yükümlülüklerinden kurtulmak için akidenin kendisinden kaçmakta, kalabalığa uymaktadırlar. Zira kalabalığa uymak, onlara fazla bir yükümlülük yüklememektedir!
Yüce Allah, bu ilâhi emre sımsıkı sarılmalarının karşılığı olarak Hz. Musa'ya ve kavmine, Allah'ın dininden sapanların yurdunu kendilerine miras olarak devretmeyi ve yeryüzünde onları hakım kılmayı vaadediyor:
"Yoldan çıkmışların yurtlarının ne hale geldiğini yakında size göstereceğim."
Doğruya en yakın görüş bu ifade ile, o sırada puta tapıcıların ellerine düşmüş olan kutsal topraklara işaret edildiğidir. Ve bu, aynı zamanda onların oraya gireceklerine dair bir müjde niteliğindeydi. Ne var ki, İsrailoğulları, Hz. Musa -selâm ve selâm üzerine olsun- döneminde eğitim aşamaları tamamlanmadığından ve karakterleri henüz düzelmediğinden, oraya girmemişler ve bu kutsal yurdun önünde durarak peygamberlerine şöyle demişlerdi:
"Dediler ki, "Ya Musa, orada zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya kesinlikle girmeyiz. Eğer çıkarlarsa o zaman oraya gireriz." (Maide: 22)
Ayrıca içlerinde bulunan ve Allah'tan korkan iki mümin şahsiyetin, onların kutsal yurda girmeleri ve bu göreve atılmaları konusundaki ısrarları karşısında, tıpkı sahibine çifte atan hayvan gibi korkakların utanmazlığını sergileyen bir tavırla, Hz. Musa'ya cevap vermişlerdi:
"Dediler ki; "Ey Musa, onlar orada olduğu sürece, biz oraya kesinlikle girmeyiz. Git sen Rabbin ile savaş, biz burada kalıyoruz. (Maide: 24)
Bu ifade İsrailoğulları'nın zayıflamış, parçalanmış, kaypaklaşmış karakterini gerçekten güzel tasvir etmektedir. Hz. Musa'ya gönderilen inanç sistemi ve hukuk düzeni işte bu karakterleri tedavi ediyordu. Bu yüce ilâhi emir, Musa'nın getirdiği akide ve şeriata sımsıkı sarılmasını öngördüğü gibi, kavmine bu yasaların ağır yükümlülükleri altına girmelerini söylemeyi de emrediyordu.
Bu sahne ve konuşmanın sonunda yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanların, yüce Allah'ın ayetlerinden ve direktiflerinden yüz çevirenlerin sonlarına ilişkin bir açıklama yer alıyor. Sözkonusu açıklama, bu tip insanların karakterini en ince boyutlarına varıncaya kadar ortaya koyuyor, insan karakterlerini tiplerini ve ruhsal portrelerini Kur'an'ın eşsiz tasvir gücünün güzelliği ve üstünlüğü ile gözler önüne seriyor:
-Dünyada haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden uzak düşüreceğim. Onlar görecekleri hiçbir ayete inanmazlar, eğer doğru yolu görseler de o yola girmezler, fakat sapık yolu görünce hemen ona koyulurlar. Bunun sebebi, onların ayetlerimizi yalanlamaları, umursamamalarıdır.
-Ayetlerimizi ve ahiret karşılaşmasını, hesaplaşmasını yalanlayanların tüm amelleri boşa gitmiştir. Görecekleri ceza, işlediklerinin karşılığından başka bir şey mi olacak ki?
Yüce Allah, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanlar, ne kadar delil gösterilse de inanmayacak olanlar, doğru yolu gördükleri halde, onu yol edinmeyenler, sapık yolu görür görmez hemen o yola koyulanlar hakkındaki dileğini açıklıyor... Allah onları kendi ayetlerinden yüz çevirtecektir. Dolayısı ile onlardan ne yararlanabilecekler, ne de onları kabul edebileceklerdir. Gözler önüne serili bulunan kâinat kitabındaki ayetlerini ve peygamberlerine gönderdiği kitaplarındaki ayetlerini, onlara açmayacaktır. Zira onlar, yüce Allah'ın ayetlerini yalanlamışlar ve onları bilerek dikkate almamışlardır.
Kur'an'ın sözleri ile tasvir edilen bu insan tipi, yavaş yavaş zihnimizde canlanmakta ve biz onları çehreleriyle, hareketleriyle görür gibi olmaktayız!
"Dünyada haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden uzak düşüreceğim.
Allah'ın kullarından hiçbiri asla haklı olarak yeryüzünde büyülük taslayamaz. Çünkü büyüklük yalnız Allah'ın sıfatıdır. Allah, büyüklükte hiçbir ortak kabul etmez. Ne zaman olursâ olsun, yeryüzünde bir insanın büyüklük taslaması, haksız yere büyüklük taslamaktan başka bir şey olamaz! Büyüklük taslamanın en çirkin şekli de yeryüzünde Allah'ın kullarına karşı ilâhlık hakkını iddia etmektir. Bu hakkı Allah'ın direktiflerini gözönünde bulundurmaksızın insanlara hukuk belirlemekle kendinde görmektedir. İşte büyüklük taslamanın her çeşidi, büyüklük taslamadan kaynaklanmaktadır. Bu, bütün kötülüklerin anasıdır, başlıca kaynağıdır. Geri kalan boyutları da buradan gelmektedir:
"Onlar görecekleri hiçbir ayete inanmazlar, eğer doğru yolu görseler de o yola girmezler, fakat sapık yolu görünce hemen ona koyulurlar."
Bu, doğru yolu gördüğü yerde ondan uzaklaşan, sapıklık yolunu gördüğünde ise ona entegre olmaya meyleden ve ondan geri duramayan bir karakter tipidir. İşte ifadenin canlandırmaya çalıştığı ve onu büyüklük taslayan bir tip olarak damgaladığı çehre de budur. Bu tip, ilâhi iradenin, Allah'ın ayetlerini yalanlamaları ve onları bilerek ciddiye almamaları yüzünden, sonsuza dek bu ayetlerden yararlanma yeteneğini ellerinden almakla cezalandırdığı bir tiptir!
Bugün de bu nitelikleri, bu çevreleri ve bu işaretleri taşıyan insanlara rahatlıkla rastlanmaktadır. Bu tip insanlar doğru yoldan kaçmakla, hiçbir çaba harcamadan, hiç düşünmeden ve hiç hesabını kitabını yapmadan sapıklık yoluna uymaktadırlar! Bu tip insanlar doğru yolu görmemek için gözlerini kapamakta ve ondan uzaklaşmaktadırlar. Sapıklık yoluna içleri açılmakta ve ona uymaktadırlar! Ve bunlar aynı zamanda Allah'ın ayetlerinden sıyrılmakta, onları görmemekte ve düşünmemektedirler! Onların duyu organları ayetlerin uyarılarını ve mesajlarını algılayamaz hale gelmektedir!
Allah'ın yüceliğine bak! Kur'an'ın eşsiz ifade gücünde, bu tip insanlar çarçabuk canlanmaya başlar. Öyle ki, okuyucunun bu tasvir karşısında hemen: Evet, evet, ben bu insan tipini tanıyorum... Bu ayetler falandan söz ediyor! Bu sözlerle tasvir edilip kastedilen odur mutlaka, diyesi geliyor!
Yüce Allah, bu tip insanları hem dünyada, hem de ahirette yıkıma sürükleyen böyle alçaltıcı bir ceza vermekle, elbette ki zulmetmiş olmaz. Tam tersine, Allah'ın ayetlerini yalanlayan ve onları kasıtlı olarak ciddiye almayan, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayan, her gördüğü yerde doğru yoldan uzaklaşan, işaret alır almaz sapıklık yoluna koşan bu tipe en uygun ceza budur. Çünkü o, sırf kendi karakteri yüzünden cezalandırılmıştır. Kendisinin işlediği yolla felâkete sürüklenmiştir.
"Bunun sebebi onların ayetlerimizi yalanlamaları, umursamamalarıdır."
-Ayetlerimizi ve ahiret karşılaşmasını, hesaplaşmasını yalanlayanların tüm amelleri boşa gitmiştir. Görecekleri ceza işlediklerinin karşılığından başka bir şey mi olacak ki?
Amellerin boşa gidişine ilişkin ayeti kerimenin metninde geçen "hubut" kavramı, "Habatatin-Nakatu" deyiminden alınmıştır. Hayvan zehirli bir ot yediğinde, önce karnı şişer, sonra da ölürse, böyle deniyordu. Bu nitelik àynı zamanda, Allah'ın ayetlerini ve ahiretteki buluşmayı yalanlayanların işlediği boş hareketin karakteri ile de bağdaşmaktadır. Böyle saçma bir iş yapan kişi, insanların onu güçlü ve büyük zannetmesine yolaçacak tarzda şişmekte, kabarmakta, daha sonra zehirli otu yemiş hayvanın öldüğü gibi ölmektedir!
Ayrıca bu ceza, Allah'ın ayetlerini ve ahiretteki buluşmayı yalanlayanların amellerini boşa çıkarması ve yok etmesi açısından da gerçekten doğru olan bir cezadır. Yalnız sözkonusu olan, bu amelleri nasıl yok etmektedir?
İnanç sistemi açısından bu kesin sonuca aykırı düşen olaylar, ne olursa olsun, biz Allah'ın azabının varlığına ve buna ilişkin haberlerin doğru olduğuna inanıyoruz. Nerede olursa olsun bir kişi, Allah'ın ayetlerini ve ahiret buluşmasını inkâr ettiğinde, bütün yaptıkları boşa gider, yok olur. Sonuçta helâk olur ve kaybolup gider.
Teorik açından biz, insanın hayatındaki sebepleri apaçık olarak görüyoruz. İnsanın gözleri önüne serilmiş olan kâinatın sayfalarına serpiştirilen Allah'ın ayetlerini veya peygamberlik misyonu ile birlikte gönderilen ayetlerini (mucizelerini) veyahut peygamberlerin insanlara ulaştırdığı ayetlerini yalan sayanlar ve buna bağlı olarak, ahiret gününde Allah'la buluşmayı inkâr edenler, evet bu tür fıtratı bozulmuş yaratıklar, iman ve teslimiyet sahibi olan bu evrenin ve evrende geçerli olan ilâhi yasaların çizgisinden sapan anormal bir ruhi yapıya sahip tiplerdir. Onları bu kâinata bağlayan hiçbir bağ yoktur. Bunlar varoluşun amacı ve hedefine ilişkin sağlıklı bir hareketle tüm bağlarını koparan kimselerdir. Böyle fıtratı bozulmuş ve evrenle ilişkileri kesilmiş yaratıkların bütün çabaları boşa giden, zayi olan çabalardır. İsterse görünüşte bu çabaların başarıya ulaştığı, sonuç. verdiği kabul edilsin, farketmez. Çünkü bu tür çabalar, bu varlığın bünyesinde köklü ve engin biçimde yer eden nedenlerden kaynaklanmamaktadır. Bütün bu evrenin kendisine yöneldiği büyük hedefe yönelmemektedir. Onların durumu ana kaynağı kuruyan bir pınar gibidir. Er veya geç bir gün, o da kuruyacak ve yok olacaktır.
Bu imanî değerler ile insanlık tarihinin seyri arasında sağlam bağı görmeyenler, bu değerleri kabul etmeyenlerin sonlarına ilişkin Allah'ın kaderinden habersiz olanlar, evet işte bunlar, yüce Allah'ın kendilerine ilişkin dilemesinde açıkladığı kimselerdir. Îşte Allah'ın ayetlerini göremeyecek ve yasalarını düşünüp değerlendiremeyecekler onlardır. Allah'ın kaderi onları çepeçevre kuşatmışken, onlar bundan habersizdirler.
Bu imanî değerlerden habersiz olan birtakım kimseler, başarıya ulaştığını
ve sonuca vardığını görüp aldananlar, kısa süreli geçici şeylere aldananlardır. Bunlar zehirli bir bitki yiyen hayvanın şişmesine aldananlardır. Bunlar o şişmanlığın semizlik, gürbüzlük, sağlık ve yağ olduğunu sanmaktadırlar. Halbuki bu hayvan, az sonra alabildiğine şişecek ve yok olup gidecektir!
Tarihte daha önce yaşamış olan milletler bu konuda canlı örneklerdir. Fakat onlardan ibret almıyorlar. Yüce Allah'ın bir saniye geri kalmayan sürekli işleyen yasalarını, asla duraklamayan sürekli biçimde akıp giden Allah'ın kaderini göremiyorlar. Halbuki Allah, onları ta ötelerinden kuşatmıştır.
Hz. Musa (salât ve selâm üzerine olsun) yüce Allah'ın huzurunda iken; gözlerinin onu görmekten aciz düştüğünü,ruhu tarafından algılandığı halde, düşüncelerinin hayrete düştüğü o eşsiz makamda iken... Musa'nın kavmi kendisinden sonra davadan vazgeçiyor, geriye dönüş yapıyor. Hayat izi taşımayan, yalnız böğürmesi bulunan bir buzağıya yöneliyorlar. Allah'ı bırakıp ona tapmaya başlıyorlar!

DÖNEKLER

Kur'an-ı Kerim'in akışı, bizi ansızın dokuzuncu sahneden onuncu sahneye atıveriyor. Bu, geniş duaları, arzuları, niyazları ve sözleri ile gayet üstün, apaydınlık yüce bir atmosferden, saplantıları, hurafeleri, döneklikleri ve kaypaklıkları ile alabildiğine düşük ve alçak bir atmosfere yapılan korkunç bir geçiştir:



148- Soydaşları, Musa'nın ardından, ziynet eşyalarından yapılmış, böğürme sesi verebilen bir buzağı heykelini ilâh edindiler. Oysa görmüyorlar mıydı ki, O onlarla ne konuşabiliyor ve ne de kendilerine bir yol gösterebiliyor? Onlar bu heykeli ilâh edinerek, zalimlerden oldular.


149- Fakat başları ellerinin arasında düştüğünde (yaptıklarına pişman olduklarında), sapıtmış olduklarını gördüklerinde "Eğer Rabbimiz bize acımaz, bizi bağışlamaz ise, kesinlikle hüsrana uğrayanlardan, mahvolanlardan oluruz" dediler.

İşte İsrailoğulları'nın karakteri budur. Doğru yolda bir adım atar atmaz, hemencecik yoldan sapıveren, düşünce ve inanç sistemi alanında; henüz somut görme alanının dışına taşmayan, düzeltme ve yönlendirmeye ilişkin direktiflerin boşluğundan yararlanıp gerisin geriye dönüş yapan bir karakter.
İsrailoğulları daha önce, sırf kendi putları etrafında toplanıp onlara kulluk yapan puta tapıcı bir topluluk gördüklerinde,peygamberlerine başvurmuş ve kendilerine onlarınki gibi bir ilâh yapmasını istemişlerdi! Yalnız peygamberleri onların bu düşüncesine karşı çıkmış ve bu tekliflerini sert biçimde reddetmişti. Kendi başlarına kaldıklarında, ceset kavramının da ifade ettiği gibi hayat izi taşımayan altından ceset halindeki bir buzağıyı gördüklerinde... Evet bu ceset halindeki buzağıyı gördüklerinde, ona uçarcasına koşmuşlardı. Taha suresindeki kıssanın detaylarında göreceğimiz gibi bu buzağıyı onlara, Samira'dan biri olan Samiri yapmış ve onu öküzlerin böğürmesine benzer bir ses çıkarabilecek bir şekilde kahba dökmüştü. Samiri onlara, "İşte bu sizin ve Musa'nın kendisiyle sözleştiği, buluşmaya gittiği ilâhtır. Musa onunla olan randevusunu unutmuştur" dediğinde, putun üzerine üşüştüler. Hz. Musa'nın kavminin bilmediği son on günün arttırılması da bu işe bir ölçüde zemin hazırlamış olabilir. Otuz gün geçip de Musa geri dönmeyince, Samiri onlara, "Musa ilâhına verdiği randevuyu unuttu. Onun ilâhı budur!" dedi. İsrailoğulları bu sırada, peygamberlerinin daha önce kendilerine yaptığı nasihatı hatırlamadılar. Halbuki Musa onlara, gözle görülmeyen alemlerin Rabbi olan Allah'tan başkasına tapmamalarını öğütlemişti. Sonra kendilerinden birinin yaptığı bu buzağının niteliği ve gerçekliği üzerinde de düşünmediler! Aslında bu, İsrailoğulları'nın temsil ettiği beşeriyet için gerçekten aşağılık bir tablodur. Kur'an-ı Kerim bu tabloyu Mekke'de putlara tapan müşriklere arzederken bile, hayretle karşılıyor!
"Oysa görmüyorlar mıydı ki, o onlarla ne konuşabiliyor ve ne de kendilerine bir yol gösterebiliyor? Onlar bu heykeli ilâh edinerek zalimlerden oldular."
İnsanın bizzat elleriyle yaptığı bir yaratığa tapandan, daha zalim kim olabilir? Halbuki onları da, onların yaptıklarını da yaratan Allah'tır!
Onların buzağıya taptığı sırada Hz. Harun -salât ve selâm üzerine olsunda onların arasındaydı, fakat onların bu çirkin sapıklığa düşmelerine engel olamadı. Yine onların içinde, akıllı bazı kimseler de vardı. Yalnız bunlar da, ceset halindeki buzağıya doğru atılan sapık kitlelerin dizginlerine hakim olamadılar. Özellikle buzağının İsrail'in asıl ilâhı konumundaki altından yapılması da bu işin cazibesini arttırıyordu!
Neticede heyecanlar dindi. Gerçekler gün yüzüne çıktı. Beyinsizlik ortaya çıktı. Sapıklık aydınlık kazandı, pişmanlık ve gerçekleri kabul etmenin sırası geldi:
-Fakat başları ellerinin arasında düştüğünde (yaptıklarına pişman olduklarında), sapıtmış olduklarını gördüklerinde "Eğer Rabbimiz bize acımaz, bizi bağışlamaz ise kesinlikle hüsrana uğrayanlardan, mahvolanlardan oluruz" dediler.
Herhangi bir konuda tezgâhlanan oyun sonuç vermeyince, "elleri böğründe kaldı" denir. İsrailoğulları'nın bu dönüşle, olup biten ve engelleyemeyecekleri bir konuma düştüklerini anladıklarında, elleri böğürlerinde kaldı. Ve şöyle söylediler:
"Eğer Rabbimiz bize acımaz, bizi bağışlamaz ise, kesinlikle hüsrana uğrayanlardan, mahvolanlardan oluruz" dediler.
Bu söz, o zamana kadar onların içinde bozulmamış bazı duygular, yeteneğin kalıntıları bulunduğunu göstermektedir. Yani onların kalpleri, onları en iyi bilen Allah'ın belirttiği gibi taş gibi veya daha sert biçimde katılaşmamıştı! Sapıklık içine yuvarlandıkları kendilerine açıklandığı zaman, pişman oldular. Yaptıklarının cezasından kurtulmanın tek çaresi olarak, Allah'ın rahmetinin ve bağışlamasının kendilerine ulaşması olduğunu anladılar. Bu da, onların fıtratlarında halâ düzelme yeteneği kalıntısının kaldığını gösteren güzel bir işarettir.

HZ. MUSA'NIN DÖNÜŞÜ

Tüm bunlar olurken Hz. Musa -salât ve selâm üzerine olsun- yüce Rabbinin huzurunda, O'na niyazda bulunuyor ve O'nunla konuşuyordu. Kavminin kendisinden sonra neler yaptığını bilmiyordu. Rabbinin bildirdikleri dışında hiçbir şeyden haberi yoktu... İşte burada onbirinci sahnenin perdesi açılıyor:



150- Musa kızgın ve üzgün olarak soydaşlarının yanına dönünce "Benim arkamdan yokluğumda ne kötü işler yapmışsınız? Yoksa Rabbinizin hükmünü öne almaya mı kalkıştınız?" dedi, levhaları yere attı ve kardeşinin başını tutup kendine doğru çekti. Kardeşi ise, "Ey anamoğlu, soydaşlarım beni saymadılar, horladılar, neredeyse beni öldüreceklerdi, beni düşmanları güldürecek biçimde hırpalama, zalimlerle bir tutma" dedi.


151- Musa dedi ki; "Ey Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetinin kapsamına al, sen merhametlilerin en merhametlisisin. "

Musa peygamber büyük bir öfke ile kavmine dönmüştü. Sözlerinde ve hareketlerinde bu öfkenin tepkileri görülüyordu. Kavmine söylediği şu sözlerinde, bu öfke rahatlıkla gözlemlenebiliyordu:
"Benim arkamdan yokluğumda ne kötü işler yapmışsınız? Yoksa Rabbinizin hükmünü öne almaya mı kalkıştınız? dedi."
Kardeşi Harun'un saçından tutup çekmesi ve ona karşı sert davranması da Hz. Musa'nın öfkesini ortaya koyan hareketlerdendir:
"Kardeşinin başını tutup kendine doğru çekti."
Burada Hz. Musa -salât ve selâm üzerine olsun- kızmakta haklıydı. Çünkü beklenmedik acı bir olayla, köklü bir değişiklikle karşılaşmıştı.
"Benim arkamdan yokluğumda ne kötü işler yapmışsınız?
Ben sizden ayrılıp gittiğimde hidayet üzere bulunuyordunuz. Benden sonra sapıklığa düştünüz. Ben sizden ayrıldığım zaman Allah'a tapıyordunuz. Benden sonra, sadece bir böğürmesi bulunan ceset halindeki buzağıya taptınız!
"Yoksa Rabbinizin hükmünü öne almaya mı kalkıştınız?"
Yani siz Rabbinizin hükmünü ve cezasını acele istediniz! Şöyle de olabilir: Siz Allah'ın sözünde ve buluşma vaadinde acele ettiniz!
"Levhaları yere attı ve kardeşinin başını tutup kendine doğru çekti."
Hz. Musa'nın bu hareketi, sert tepkisinin ifadesidir. Bu levhalar onun yüce Rabbinin sözlerini taşıyorlardı. Musa peygamberin öfkesi, aklını başından almadığı müddetçe, onları asla atacak değildi. Kardeşinin saçından tutup çekmesi de bu sert tepkisinin bir ifadesiydi. Musa peygamberin kardeşi ise, temiz kalpli iyi bir insan olan Harun'du.
Tam bu sırada Hz. Harun, öfkesini dindirmek amacıyla Musa'nın gönlünde kardeşliğin şefkat duygularını harekete geçirmeye ve kendi konumunun tabiatını ona göstermeye çalışıyor. İsrailoğulları'na öğüt vermede ve onları doğru yola getirmeye çalışmada kusur etmediğini anlatmaya çalışıyor:
"Kardeşi ise, "Ey anamoğlu, soydaşlarım beni saymadılar, horladılar, nerdeyse beni öldüreceklerdi."
İşte burada biz, İsrailoğulları'nın altın buzağıya ne denli bir coşku ve heyecanla yöneldiklerini kavrayabiliyoruz. Bu öyle bir coşku ve heyecandır ki, Hz. Harun onların bu dönüş ve düşüşlerine engel olmak istediğinde, onun canına kıymayı bile göze almışlardı.
"Annemin oğlu"... Bu ince ruhlu çağrı ile ve bu şefkate dayalı kardeşlik bağı ile ona sesleniyor:
"Soydaşlarım beni saymadılar, horladılar,neredeyse beni öldüreceklerdi."
Konumunu gerçek biçimde tasvir eden bu açıklama ile,
"Beni düşmanları güldürecek biçimde hırpalama."
Bu ifade, Harun peygamberin yardımcı olan ve destek veren kardeşlik vicdanını harekete geçirmek için başvurduğu başka bir yöntemdir. Hz. Harun, Musa'nın kendisiyle matrak geçecek düşmanların yanında böyle davranmamasını hatırlatıyor!
"Zalimlerle bir tutma."
Beni sapıklığa düşen ve gerçek ilâhlarını reddeden bir toplulukla bir tutma. Ben onlarla beraber sapıklığa düşmedim. inkâra kalkışmadım. Ben onlardan uzağım!
İşte bu nezaket ve açıklama karşısında Musa peygamberin öfkesi yatışıyor. Bu esnada yüce Rabbine yöneliyor. Kendisini ve kardeşini bağışlaması için Rabbine yalvarıyor. Merhamet sahiplerinin en merhametlisinden rahmet diliyor:
"Musa dedi ki; "Ey Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla bizi rahmetinin kapsamına al, sen merhametlilerin en merhametlisisin.'
İşte bu sırada her şeyin dizginini elinde bulunduran yüce Allah'ın kesin hükmü geliyor! Yüce Allah'ın sözleri, Kur'an'ın ifade tarzında çoğu zaman tekrar edildiği gibi, yüce Allah'ın kulu Musa'nın sözlerine bitişik olarak veriliyor:



152- Buzağıyı ilâh edinenler ise kesinlikle Rabblerinin öfkesine ve dünya hayatında alçaklığa uğrayacaklardır. Biz Allah hakkında asılsız iddialar ileri sürenleri, işte böyle cezalandırırız.


153- Çeşitli kötülükler işledikten sonra, arkasından tevbe edip, iman edenlere gelince, kuşku yok ki, Rabbi o aşamadan sonra bağışlayıcı ve merhametlidir.

Bu ayeti kerimeler, bir hükmün yanında verilen bir sözü de ifade ediyorlar. Buzağıya tapanlar Allah'ın gazabına uğrayacak ve dünya hayatında zillete düşeceklerdir... Bunun yanında sürekli geçerli olan bir kurala yer veriliyor: Önce kötülük yapıp sonra dönüş yapanları yüce Allah, rahmeti ile bağışlayacaktır. Öyleyse yüce Allah, buzağıya tapanların sağlıklı biçimde dönüş yapamayacaklarını, eninde sonunda tevbenin kuralı dışına çıkacaklarını biliyordu. Zaten öyle de oldu. İsrailoğulları sürekli olarak hatadan hataya sürüklenmiş, yüce Allah da onları ardarda, defalarca hoşgörü ile karşılamıştır. Bu tutumlarından vazgeçmeyen İsrailoğulları, neticede Allah'ın sürekli gazabına ve sonsuz lanetine uğramışlardır:
"Biz Allah hakkında asılsız iddialar ileri sürenleri, işte böyle cezalandırırız."
Kıyamet gününe kadar bütün iftiracıları böyle cezalandırırız. Allah'a iftira suçunun işlendiği her zaman, bu ceza da devreye girecektir. İster bu iftiracılar İsrailoğulları'ndan olsun, isterse başka topluluklardan olsun, farketmez!
Hiç kuşkusuz, Allah'ın verdiği söz doğrudur. Buzağıya tapanlar Allah'ın gazabına ve zillete uğradılar. Yüce Allah'ın onlara ilişkin son cezası, kendilerine kıyamete kadar baskı ve zulüm edecek birilerini göndermesidir. Eğer tarihin herhangi bir döneminde yahudilerin yeryüzünde azgınlık yaptıkları, Ümmilere veya Talmut'taki ifadesiyle Cuim'e nüfuzları ile egemen oldukları, kapital dizginini ellerinde bulundurdukları, basın yayın (propaganda ve reklam) organlarını ellerine geçirdikleri, tüm istediklerini yerine getiren hakim sistemleri ve idare mekanizmalarını kurdukları, Allah'ın bazı kullarını ezdikleri ve onları barbar bir yöntemle evlerinden, yurtlarından dışarı attıkları, sapık olan devletlerin buna rağmen onları destekledikleri ve yanlarında yer aldıkları...
Eğer günümüzde yahudilerin daha sayılamayacak birçok alanda egemenlik kurdukları gözlemleniyorsa, bu realite, yüce Allah'ın onlara ilişkin bu sözüne ve onların aleyhine yazdığı bu hükmüne aykırı düşmez. Yahudiler bu sıfatları ve hareketleri ile insanların kalplerinde intikam duygularını çöreklemektedirler. Onlar kendilerini yokedecek beşeriyetin kin ve öfkesini stok etmektedirler. Yahudilerin, örneğin Filistin halkına üstünlük sağlamaları, karşılarında yer alan insanların artık sağlıklı bir dine sahip bulunmamaları ve müslüman olmamaları ile açıklanabilir. Filistin'deki halklar darmadağın olmuşlar, ırkçı ulusal bayraklar peşine düşmüşlerdir. İslâmi olan bir inanç sisteminin bayrağı altında birleşmiyorlar! İşte onlar bu yüzden hayal kırıklığına uğruyor ve başarısız oluyorlar. Yine bu yüzden İsrail, onları yenmeye devam ediyor. Yalnız bu hal böyle sürmeyecek! Bu, biricik silahın, eşsiz sistemin ve tek olan bayrağın boşluğundan yararlanmasıdır İsrail'in. Filistinliler bu eşsiz silahla, binsene boyunca hep üstün geldiler. Tekrar onları galibiyete götürecek yol da budur. Onlar bu olmadan her zaman mağlûb olacaklardır! Bu yıkım dönemi, yahudiliğin ve hristiyanlığın islâm ümmetinin bünyesine enjekte ettiği zehirlerin etkisiyle meydana gelen bir sarhoşluk devresidir! Yahudiler "islâm" olan bu memleketlerde kurdukları siyasal kurumlarla ve devletlerle bu sarhoşluğu sürdürmeye çalışmaktadır. Fakat bunların hepsi, asla böyle devam etmeyecektir. Bu sarhoşluk devresinden kurtuluş için, bir uyanış hareketi başlayacaktır. Bu müslümanlardan sonra gelen müslümanlar, önceki müslümanların silahının hakkını vereceklerdir... Kimbilir belki de bir gün bütün insanlık yahudilerin zulmüne karşı bir direnişe geçecektir! Böylece yüce Allah'ın onları bekleyen cezası da gerçekleşmiş olacak ve Allah'ın alınlarına yazdığı zillet de gelip kendilerini bulacaktır. Eğer insanların tamamı uyanmaz-direnmezse, müslümanların takipçileri direnişe geçeceklerdir... Bu bize göre kesin bir olgudur...
Bu, sahnenin ortasında buzağıya tapanların ve Allah'a iftira edenlerin sonlarının ne olduğuna ilişkin bir değerlendirme için kısa bir kesittir. Sonra ayetlerin akışı aynı tonda ilerliyor ve sahne tamamlanıyor:



154- Musa'nın öfkesi yatışınca attığı levhaları yerden aldı. Bu levhalarda Rabblerinden korkanlar için doğru yolu gösteren, rahmet niteliğinde yazılar vardı.

Kur'an-ı Kerim'in ifade tarzı öfkeyi canlı bir varlık gibi somutlaştırıyor. Bu öfke Musa üzerine çullanan ve onu harekete iten canlı bir varlık gibi tasvir ediliyor. Bu canlı varlık, ondan "el çekip" onu kendi haline terkettiğinde, Musa kendine geliyor. Öfkesinin dürtüsü ve kendisine hakim olması nedeniyle attığı levhaları tekrar alıyor... Sonra ayeti kerime, bu levhalarda Rabblerinden korkan . ve O'ndan sakınanlar için bir hidayet ve rahmet bulunduğunu, onların kalplerini doğru yola ilettiğini, onunla rahmete kavuştuklarını bir kere daha belirtiyor. Zaten hidayetin kendisi rahmettir. Nuru bulunmayan sapık kalpten daha bedbahtı yoktur. Hidayete ermeyen ve kesin inanca kavuşmayan başıboş ve şaşkın ruhtan daha bedbahtı düşünülemez. Allah'ın korkusu ve heybeti kalpleri hidayete açar, onları gafletten uyarır, kabul etmeye ve doğru yola hazırlar. İşte bu kalpleri yaratan Allah, bu gerçeği ifade ediyor. Kalpleri, kalplerin yaratıcısından daha iyi bilen kim olabilir?

ALLAH İLE BULUŞMA

Ayetlerin akışı kıssayı anlatmaya devam ederken bir de bakıyoruz ki, yepyeni bir sahne ile karşı karşıyayız. Bu, on ikinci sahnedir. Musa ve onun kavminden seçilmiş yetmiş kişinin Musa'nın Rabbi ile buluşma sahnesidir.



155- Musa belirlediğimiz buluşma için soydaşlarından yetmiş kişi seçti. Bunlar bir sarsıntıya tutulunca Musa dedi ki; "Ey Rabbim, eğer dileseydin onları da beni de daha önce yokederdin. Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından dolayı bizi yok eder misin? Bu senin bir sınavından başka bir şey değildir. Bu sınav aracılığı ile dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim dostumuz, efendimizsin. O halde bizi bağışla, bize merhamet et, sen bağışlayıcıların en hayırlısısın. "


156- Bize bu dünyada da ahirette de iyi olanı yaz. Biz sana yöneldik. " Allah dedi ki, "Azabıma dilediğimi çarptırırım. Fakat rahmetim her şeyi kapsamına almıştır. Onu günahlardan sakınanlara, zekâtı verenlere ve ayetlerimize inananlara yazacağım. "


157- "Onlar adını ellerindeki Tevrat'ta ve İncil'de yazılı buldukları şu okuma-yazmasız (ümmi) Peygamber'e uyarlar. O onlara iyiliği emreder, kötülüğü yasaklar, temiz şeyleri helâl eder, murdar şeyleri haram kılar, omuzlarındaki ağır yükümlülükleri boyunlarındaki zincirleri kaldırır. "

"O'na inananlar, O'nu tutanlar, O'nu destekleyenler, O'nunla birlikte indirilen nur'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır. "
Bu buluşmanın nedenine ilişkin çelişkili rivayetler vardır. Belki de düştükleri küfür ve hatadan kurtulmaları için İsrailoğulları'nın tevbe etmeleri ve Allah'tan bağışlanma talebinde bulunmaları gerektiğini açıklıyorlar. Bakara suresindeki açıklamaya göre, İsrailoğulları'nın bu küfürden kurtuluş kefareti, onların birbirlerini öldürmeleri şeklinde gerçekleşti. Buna göre, itaat eden, isyan edeni öldürecekti. Zaten Allah onları bu işten el çektirinceye kadar birbirlerini öldürmüşler ve bu kefaretleri kabul de edilmişti. Bu yetmiş kişi, İsrailoğulları'nın ileri gelenlerinden ve seçkinlerindendi. Veya bunlar, onları her bakımdan temsil edebilecek seçkin bir topluluktu.
"Musa belirlediğimiz buluşma için soydaşlarından yetmiş kişi seçti." ayetinin ifade biçimi, bu hayatı seçim yapmada tüm İsrailoğulları'nın temsilcisi olarak gösteriyor.
Bununla birlikte bu seçkinlerin yaptığı neydi? Kendilerini bir titreme tutmuş ve bayılmışlardı. Çünkü onlar, başka bir surede belirtildiği gibi Musa'nın levhalarla getirdiği farzları tasdik etmek için Allah'ı apaçık görmeyi taleb etmişlerdi. (Sözü edilen titremenin nedeni burada belirtilmemiştir. Bakara suresinde (55-56) kıssanın ilgili yerinde şöyle deniyordu: "Hani Ey Musa, biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana kesinlikle iman etmeyiz, dediniz de hemen arkasından bakıp dururken sizi yıldırım çarptı. Sonra şükredesiniz diye sizi öldükten sonra yeniden dirilttik." Öyle anlaşılıyor ki, bu iki yerde sözü edilen olay aynıdır. Her biri israiloğulları'nın Musa ile beraber geçen tarihinde aynı olaylar değildir.) Bu istek, İsrailoğulları'nın hem iyilerinin hem de kötülerinin karakterini ortaya koyan bir belgedir. Onların iyileri ve kötüleri bu açıdan çok farklı değillerdir. İşin daha tuhaf olanı ise, onların tevbe ve bağışlanmayı dileme makamında iken, böyle bir istekte bulunmalarıdır!
Musa peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- gelince, o Rabbine yöneliyor, O'ndan meded umuyor, rahmet ve mağfiret diliyor, O'nun kudretini tanıdığını ve boyun eğdiğini açıklıyor:
"Bunlar bir sarsıntıya tutulunca Musa dedi ki, "Ey Rabbim, eğer dileseydin, onları da beni de daha önce yok ederdin."
Bu baştan sona, sonsuz kudrete kesin teslim oluşun ifadesidir. Musa peygamber Rabbine niyazda bulunurken, bu kesin teslimiyetini de O'na takdim ediyor. Öfkesini topluluğun üzerinden kaldırmasını, şu anda onları denemeden geçirmemesini ve içlerindeki beyinsizler yüzünden onları helâk etmemesini niyaz ediyor:
"Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından dolayı bizi yok eder misin?"
Burada rica, soru şeklinde ifade ediliyor. Bu da onların helâk edilmemesi arzusunun şiddetini ortaya koyuyor. Yani şöyle demek istiyor: Allah'ını içimizdeki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helâk etmen senin rahmetine yakışmaz.
"Bu senin bir sınavından başka bir şey değildir. Bu sınav aracılığı ile dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletirsin."
Böylece Hz. Musa meydana gelen olayın esprisini kavradığını açıklıyor. Bunun bir sınama ve deneme olduğunu biliyor. O Rabbinin dilemesinden ve yaptığı işten gafil değildir! Zaten bütün sınamalarda esas olan budur. Sınamanın karakterini kavrayan ve onu Rabbinin bir sınaması, bir imtihanı olarak görenleri yüce Allah, bu sınama ile sağlıklı ve bilinçli bir biçimde hidayete erdirir. Bu gerçeği kavramayanları, ondan habersiz halde hareket edenleri ve bu sınamadan sapık olarak çıkanları da yüce Allah sapıklığa iter. İşte Hz. Musa -selâm üzerine olsun- bu sınavı geçmek için Allah'ın desteğini istemeyi ve bu ilkeyi giriş olarak dile getiriyor:
"Sen bizim dostumuz, efendimizsin."
Bu sınavı başarı ile geçebilmemiz, senin rahmet ve bağışlamana ulaşabilmemiz için yardımını ve desteğini eksik etme.
"O halde bizi bağışla, bize merhamet et, sen bağışlayıcıların en hayırlısısın."
"Bize bu dünyada da ahirette de iyi olanı yaz. Biz sana yöneldik."
Sana döndük, senin himayene sığındık. Senin desteğini taleb ediyoruz.
Böylece Musa peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- Allah'a kesin teslimiyeti ve sınanmasının hikmetini dile getirmeye, rahmet ve bağışlanmayı taleb etmeye giriş yapıyor ve sözlerini her şeyin Allah'a döneceğini ve O'nun kapısına sığınacağını açıklayarak bağlıyor. Böylelikle onun bu duası, salih olan kulların cömert olan yüce Rabblerine karşı takınmaları gereken edebin bir numunesi olmuştur. Duanın nasıl başlayacağı ve nasıl biteceğine ilişkin edebin de bir örneği niteliğindedir.
Hemen ardından cevap yetişiyor:
"Allah dedi ki; "Azabıma dilediğimi çarptırırım. Fakat rahmetim her şeyi kapsamına almıştır."
Bu ifade isteyerek yasayı koyan ve onu isteğe bağlı olarak uygulayan ilâhi iradenin özgürlüğünü ortaya koyuyor. Bununla beraber ilâhi irade, bu yasaları hak ve adalet ölçülerine göre ve seçim esasına dayalı biçimde uygulamaya koyuyor. Çünkü adalet, Allah'ın yüce olan sıfatlarından biridir. Allah'ın iradesiyle ortaya konan hiçbir şeyden uzak kalmaz.
Çünkü O, böyle dilemiştir. Buna göre azabı hak edenlere dokunur ve bununla Allah'ın iradesi yürürlüğe girmiş olur. Rahmetine gelince o her şeyi kuşatmıştır. Allah'ın rahmeti de yine Allah katında rahmete müstehak görülenlere ulaşır. Ve bununla Allah'ın iradesi yürürlüğe girmiş olur. Yüce Allah'ın iradesi hiçbir zaman rastgele ve başıboş olarak seyretmez. Azabı da rahmeti de koyduğu yasalara göre gerçekleşir. Allah rastgele iş yapmaktan, münezzeh ve yücedir.
Yüce Allah bu ana ilkeyi belirledikten sonra, peygamberi olan Musa'ya gelecekle ilgili gaybın bir yönünü gösteriyor. Cenab-ı Allah her şeyi kuşatan rahmetini kendilerine bahşedeceği son milletin haberini Musa'ya bildiriyor. Hem de Allah'ın rahmetinin, Allah'ın yarattığı şu koca evrenden daha geniş olduğunu ve insanın bu rahmetin genişliğini kavrayamayacağını gösteren ifadeler... Bu öyle bir rahmettir ki, enginliğini Allah'tan başkası idrak edemez!
Onu günahlardan, sakınanlara, zekâtı verenlere ve ayetlerimize inananlara yazacağım."
"Onlar adını ellerindeki Tevrat'ta ve İncil'de yazılı buldukları şu okuma yazmasız (ümmi) Peygamber'e uyarlar. O onlara iyiliği emreder, kötülüğü yasaklar, temiz şeyleri helâl eder, murdar şeyleri haram kılar, omuzlarındaki ağır yükümlülükleri, boyunlarındaki zincirleri kaldırır."
O'na inananlar, O'nu tutanlar, O'nu destekleyenler, O'nunla birlikte indirilen ışığa (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır."
Bu büyük bir haberdir. Peygamberleri olan Hz. Musa ve Hz. İsa'nın İsrailoğulları'na Hz. Muhammed'in peygamberliğine ilişkin haberleri daha önceden getirdiklerini gösteren bir belgedir. Bu peygamberin gönderilişi, sıfatları, ümmetinin özellikleri, peygamberliğinin sistemine ilişkin kesin haberleri, peygamberleri onlara getirmiştir. Geleceği bildirilen bu peygamber, "ümmi bir peygamberdi." İyiliği yaygınlaştırmaya, kötülüğü engellemeye çalışacaktı. Temiz şeyleri helâl kılacak, pis şeyleri haram sayacaktı. İsrailoğulları'ndan kendisine iman edenlerin omuzlarındaki ağır yükü ve zincirleri kaldıracaktı. Yüce Allah'ın İsrailoğulları'na günahları yüzünden yüklediği yükümlülükleri kendisine inandıkları zaman, bu ümmi peygamber iptal edecekti. Peygamberin izcilerine gelince, bunlar Rabblerinden korkan, mallarının zekâtını veren ve Allah'ın ayetlerine iman edenlerdi. Onlar, bu ümmi peygambere iman edenlerin, hürmet edip saygı gösterenlerin, yardımcı olup destek çıkanların, onunla beraber ona ve yol gösterici Nur'a tabi olanların kurtuluşa erenlerin ta kendileri olduğunu daha önceden öğrenmişlerdi.
Peygamberleri Hz. Musa -salât ve selâm üzerine olsun- aracılığı ile İsrailoğulları'na ulaştırılan bu ön bildirim ile yüce Allah, dininin geleceğini, bu dinin sancaktarını, bu dine uyanların yolunu ve rahmetinin nerede olduğunu aydınlatmış oluyordu. Öyle ise, daha önceki dinlere bağlananların kesin haberlerle kendilerine ulaştırılan bu ön uyarıya rağmen hiçbir mazeretleri kalmamıştı.
Kendisi kavminin seçkin yetmiş kişisi ile birlikte Rabbinin huzurunda iken Musa'ya -selâm üzerine olsun- alemlerin Rabbi tarafından verilen bu kesin haber, aynı zamanda İsrailoğulları'nın bu ümmi peygamberi ve onun getirdiği dini karşılamada ne büyük bir cinayet işlediklerini de ortaya koymaktadır. Ayrıca bu haber, müminlerin kurtuluşunu müjdelemek ile, İsrailoğulları'nın yüklerini hafifletmekte ve kolaylaştırmaktadır!
Bu bilgiye ve belgeye rağmen işlenen bir suçtur!
Alıntı ile Cevapla