Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 14:01   Mesaj No:14

MERVE DEMİR

Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:116
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Araf Suresi Tefsiri

Tarih kesin bildiriyor ki; İsrailoğulları, bu peygambere ve onun getirdiği dine karşı en fazla zarar veren topluluktur. Öncelikle yahudiler ve bunun hemen ardından Haçlılar. Bunların peygamberimize, onun dinine ve bu dine bağlı olanlara karşı başlattıkları savaş, oyunları ve tuzakları ile en iğrenç, en çirkin ve en alçakça bir savaştır. Ve onlar bu savaşta ısrar etmiş ve onu sürdürmüşlerdir. Halâ da ısrar ediyor ve onu sürdürüyorlar!
Ehl-i Kitab'ın islâma ve müslümanlara karşı giriştikleri savaşlarla ilgili olarak yalnız Kur'an-ı Kerim'in anlattıklarına başvuranlar, onların bu dine karşı nasıl alçakça bir inadla direndiklerini, ona karşı ne denli geniş çaplı savaşlara giriştiklerini göreceklerdir. Bakara, Al-i İmran, Nisa ve Maide surelerinde bu savaşlara ilişkin birtakım açıklamalar yapılmıştı.
Öte yandan, islâmın Medine'de ortaya çıkmasından ve orada bir devlet kurulmasından günümüze kadarki tarih çizgisine bir göz atanlar da Ehl-i Kitab'ın bu dine karşı nasıl inatçı bir ısrara ve nasıl onu yok etmek ihtirasına sahip olduklarını görebileceklerdir!
Siyonizm ve Haçlılar bu asırda tarih boyunca kullandıkları savaş, oyun ve hile çeşitlerinin kat kat fazlasını kullandılar. Onlar bu zaman diliminde bile, bu dini kökten yok etmenin planlarını yapmakta ve onunla girişecekleri son ve kesin savaşın tezgâhını kurmaktadırlar. Bu savaş için daha önceki asırlarda denedikleri bütün yöntemleri kullandıkları gibi, bu asırda icad ettiklerini de onlara ilave edip hepsinden bir bütün elde etmektedirler!
Onlar bu planlarını kurarken, kendilerinin müslüman olduklarını söyleyen birtakım insanlar, apaçık bir gaflet içinde; ateizm ve materyalizm akımlarına karşı müslümanlarla diğer din mensuplarının dayanışma içine girmeleri için müslümanlara çağrıda bulunmaktadırlar! O diğer dinlerin mensupları kendilerini islâma nisbet edenleri her yerde kesmekte, onlara karşı bütün çirkinliğiyle Haçlı savaşlarını, İspanya'daki engizisyon mahkemelerini hatırlatan bir şekilde diğer dinlerin mensuplarıyla devam ettirmektedirler. Bu diğer dinlerin mensupları Asya ve Afrika'daki sömürgelerinde bu savaşı ellerindeki imkânlarla bizzat kendileri sürdürmektedirler. Bağımsızlığına (!) kavuşan ülkelerde ise kendilerinin kurdurdukları ve destekledikleri uydu devletler aracılığıyla bu savaşlarını devam ettirmektedirler ki; islâm, yerini lâik birtakım inanç ve görüşlere terketsin! "Bilimsel" (!) olmak bahanesiyle gaybe inanmaya, insanların tam bir başıboşluk içinde birbirleriyle ilişkide bulunması için ahlâkı evrimleştirerek (!) hayvani bir ahlâka dönüştüren, aynı şekilde islâm fıkhını da "evrimleştiren" ve bu evrimleştirmeyi daha geniş boyutlara ulaştırma amacıyla Fıkıh için oryantalistlerin çalışmalarına dayalı kongreler düzenleyen böylece faizi, kadın ve erkeğin tahrik edici beraberliğini ve diğer islâmi yasakları silip süpürmeye çalışan bir dinsizleşmedir! ..
Bu Ehl-i Kitab'ın, islâm dinine karşı giriştikleri barbarca ve amansız savaştır. Halbuki Ehl-i Kitap çok eskiden beri islâm ile ve O'nun peygamberiyle müjdelenmişlerdi. Ne var ki, onlar bu dini çirkin ve alçak bir inatla karşılamışlardı!
SON MESAJ

Ayetlerin akış seyri devam ederken, kıssanın yeni bir sahnesine geçilmeden bir ön bildiri üzerine bir nebze duruluyor. Burada hitap, bizim peygamberimize (ümmi peygambere) daha önceki vaadinin gereği olarak mesajını bütün insanlara duyurmayı üstleniyor:


158- De ki; "Ey insanlar, ben Allah'ın hepinize gönderilmiş elçisiyim. O ki, göklerin ve yerin egemenliği tekelindedir, O kendisinden başka ilâh yoktur, diriltir ve öldürür. Geliniz Allah'a ve O'nun o okuma yazması olmayan (ümmi) peygamberine, Allah'a ve O'nun sözlerine inanan Peygamberine inanınız, O'na uyunuz ki, doğru yolu bulasınız. "
Bu insanlara iletilen son mesajdır. Doğal olarak da evrensel bir çağrıdır. Bir ulusa, coğrafi bir bölgeye ve insanların herhangi bir kısmına mahsus değildir. Bu risaletten önceki tüm peygamberlikler, yeryüzünün belli bir bölgesine, belli bir zaman diliminde -iki peygamber arasındaki zaman- belli bir ulusa gönderilmiştir. Böylece beşeriyet, bu ilâhi mesajların doğrultusunda sınırlı bir gelişme göstermiştir. Arka arkaya gelen her peygamberlik, beşeriyetin gelişmesine uygun düşecek şekilde hukukta birtakım değişiklikler ve düzeltmeler yapmıştır. Nihayet son peygamberlik gönderilmiştir. Bu peygamberliğin ana ilkeleri mükemmeldir, uygulanmaya müsaittir. Detaylara ilişkin yenilikleri kapsamına alabilecek yapıdadır. Bütün insanlık için gelmiştir. Çünkü ondan sonra dünyanın neresinde olursa olsun hiçbir ulusa ve hiçbir kuşağa herhangi bir peygamberlik mesajı gelecek değildir. Bu peygamberlik bütün insanlarda hiçbir değişiklik göstermeyen insanın fıtratına uygun biçimde gelmiştir. İşte bu nedenle sözkonusu peygamberlik fıtratı Allah'ın elinden çıktığı gibi, tertemiz kalan ve Allah'ın direktifleri dışında hiçbir şeyden etkilenmeyen ümmi peygambere verilmiştir. Peygamberin bu temiz fıtratı yeryüzünün direktifleri ve insanların düşünceleriyle lekelenmemiştir ki, fıtratın mesajını tüm insanların fıtratına sunabilsin: "De ki "Ey insanlar, ben Allah'ın hepinize gönderilmiş elçisiyim."
Peygamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun- kendi mesajını tüm insanlara yöneltmesini isteyen bu ayet, Mekke'de indirilen bir surede yer alan bir ayettir. Bu ayet Ehl-i Kitab'ın yalancılarını hedef almaktadır. Ehl-i Kitab'ın bu yalancı kesimine göre Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- Mekke'de iken peygamberliğinin Mekkeliler'in dışındakilere varıncaya kadar genişleyeceğini aklından bile geçirmiyordu. Ehl-i Kitap, şartların Hz. Peygamber'e hazırladığı başarılarından sonra mesajının Kureyş'i aşacağını, tüm Araplar'ı ve Ehl-i Kitab'ı kapsayacağını bütün Arap Yarımadası'nı kuşattıktan sonra onun dışına taşacağını düşünmeye başlamıştır!.. Evet bu yaklaşım apaçık bir iftiradır ve Ehl-i Kitab'ın islâma ve müslümanlara karşı giriştikleri ve halâ sürdürdükleri savaşın bir uzantısından başka bir şey değildir!
Aslında Ehl-i Kitab'ın islâma ve müslümanlara karşı bütün enerjilerini kullanmaları, islâma ve müslümanlara karşı sürdürülen savaşın saldırı birliklerini oluşturan "oryantalistlerin" bu tür yalanları düzmeleri o kadar önemli belâ değildir. Asıl önemli belâ, kendilerine müslüman adını veren apaçık bir gaflet içindeki pekçok kimsenin dinleri ve peygamberleri aleyhine onca iftira düzen, sistemleriyle savaş halinde bulunan ve iftiracılardan üstadlar edinmeleri, bizzat islâm konusunda onlardan bilgi almaları, islâm dininin tarihi ve gerçekleri konusunda onların yazdıklarını delil olarak kullanmalarıdır! Ne yazık ki, bu derin gaflet içindeki insanlar kendilerini, bu çalışmaları ile "Aydın" (!) sanmaktadırlar.
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- kendi peygamberliğini bütün insanlara açıklamasına ilişkin yükümlülüğünden sonra, tekrar Kur'an'ın akış seyrine dönüyoruz. Ve geri kalan yükümlülüğünün insanlara her çeşit eksiklikten münezzeh olan gerçek ilâhlarını tanıtma yükümlülüğü olduğunu görüyoruz:
"O ki, göklerin ve yerin egemenliği tekelindedir, kendisinden başka ilâh yoktur, diriltir ve öldürür."
Bizim Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bu evrenin tümüne hakim olan Allah tarafından bütün insanlara gönderilmiştir. Zaten insanlar da bu evrenin bir parçasıdırlar. Yüce Allah tek başına uluhiyet sıfatına sahiptir. İnsanların tamamı O'nun kullarıdır. Yüce Allah'ın kudreti ve ilâhlığı, öldüren ve dirilten olmasıyla ortaya çıkmaktadır.
Yüce Allah bütün varlıklara egemendir. Yalnız başına tüm yaratıkların ilâhıdır. Tüm insanların hayatına ve ölümüne sahiptir. İnsanların dinine bağlanmaları gereken tek varlık Allah'tır. Zaten Allah'ın dininin, O'nun peygamberi insanlara ulaştırmaktadır. Öyleyse peygamberin insanlara bildirileri onlara gerçek ilâhlarını tanıtmaktır. İşte insanların Allah'a kulluk yapmaları ve peygamberine itaat etmeleri bu ana bilgiye dayanacaktır:
"Geliniz Allah'a ve O'nun o okuma-yazmasız (ümmi) peygamberine, Allah'a ve O'nun sözlerine inanan Peygamberine inanınız, O'na uyunuz ki, doğru yolu bulasınız."
Bu değerlendirmede yer alan son çağrı, üzerinde biraz durulması gereken önemli birkaç uyarıya yer vermektedir:
1- Bu emir her şeyden önce, Allah'a ve peygamberine iman etmeye yer veriyor. Allah'tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed'in O'nun peygamberi olduğuna tanıklık etmenin anlamı da budur. Sadece her iki ifadenin kalıpları değişiktir. Bu öz olmadan, ne imandan, ne de islâmdan sözedilebilir. Burada, Allah'a imandan önce yüce Allah'ın sıfatları ayette belirtilmiştir. Buna göre O: -"Ola ki, göklerin ve yerin egemenliği tekelindedir, kendisinden başka ilâh yoktur, diriltir ve öldürür"-'dur. Demek ki, burada kendisine iman edilmesi istenen Allah, bu gerçek sıfatlara sahip olan Allah'tır. Ayrıca bütün insanlara gönderilen peygamberin mesajı da daha önce açıklanmıştır.
2- İkinci olarak, bu ümmi Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- Allah'a ve O'nun sözlerine inandığına yer vermektedir. Bu apaçık bir realite olmasına rağmen, bu noktaya dikkat çekilmesinin kendine göre bir yeri ve önemi vardır. Zira davet yapılmadan önce, davetçinin davet ettiği mesajın gerçek olduğuna inanması, çağrısının kendi içinde netleşmiş olması ve ona kesin kanaat getirmesi gerekmektedir. Bu nedenle tüm insanlara gönderilen peygamberin vasıfları: "Allah'a ve O'nun sözlerine iman eden" biri şeklinde belirlenmektedir. İşte Peygamberin insanları çağırdığı mesaj da bundan başka bir şey değildir.
3- Son olârak Peygamberin benimsemeye çağırdığı imanın gereklerine dikkat çekmektedir. Buna göre imanın gereği, peygamberin emrettiği ve hüküm olarak belirlediği şeylere bağlılık göstermektir. Peygamberin izlediği yolu ve yaptığı işleri sahiplenmek ve O'nu izlemektir. Yüce Allah'ın şu sözü bunu ortaya koymaktadır:
"Ona uyunuz ki, doğru yolu bulasınız" Öyleyse, insanların hidayete kavuşmalarının tek yolu, Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerini çağırdığı yola bizzat girmeleri ve bu yolda O'na uymalarıdır. İmanın hemen ardından pratik bağlılığın adı olan islâm gelmediği müddetçe, yalnız kalp ile O'na iman etmek yetmez.
Gerçekten bu din, yeri geldikçe kendi karakterini ve gerçekliğini apaçık olarak ortaya koymaktadır. islâm, vicdanlarda hapsedilen kuru bir inançtan ibaret değildir. Aynı şekilde islâm, zaman zaman getirilen sembolik ibadetler ve ayinlerle de sınırlandırılamaz. İslâm, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- yüce Rabbinden açıkladığı bildirimlere, yasalara ve izlediği yola tam anlamı ile bağlılık göstermektedir. Peygamber, insan:arın yalnız Allah'a ve Peygamberine iman etmelerini istememiştir. Aynı şekilde onların sırf ibadete ilişkin sembolik ayinlere yönelmelerini de söylememiştir. Peygamberin yaptığı, sözleri ve eylemleri ile Allah'ın yasasını insanlara bildirmektir. Peygamberin insanlara bildirdiği ilâhi yasaların tümüne bağlanmadan, hidayete kavuşmak mümkün değildir. İşte Allah'ın dini budur. Ve bu dinin "O'na uyunuz ki, doğru yolu bulasınız" ayetinde belirtilen şeklinden başka bir şekli yoktur. Allah'a ve Peygamberine iman emrinden sonra bu bağlılık gelir. Şayet bu din, sırf inanç sistemiyle bitmiş olsaydı, "Allah'a ve Peygamberine inanın" emri yeterli olurdu!
Sonra kıssanın seyri, İsrailoğulları'nın seçkin yetmiş kişisini saran titremeden itibaren devam ediyor. Burada kıssa Hz. Musa'nın dualarından ve niyazlarından sonra onların ne olduğuna değinmiyor. Yalnız biz kıssanın başka surelerde geçen varyantlarından, yüce Allah'ın onları bu bayağılıktan sonra kendilerine getirdiği ve onların iman etmiş olarak İsrailoğulları arasına döndüklerini anlıyoruz.
Kıssanın akış seyri, yeni bir bölüme geçmeden önce Musa peygamberin kavmine ilişkin bir gerçeğe yer veriyor. Buna göre onların hepsi sapıklığa düşmüş değildi!



SEÇKİN YAHUDİLER


159- Musa'nın soydaşlarından insanları hakka ileten ve hakka uygun, adil hükümler veren bir grup vardı.

Hz. Musa döneminde onlar böyle idiler. Musa'dan sonra da aynı şekilde doğru yolu izleyen ve adalet ile hükmeden bir kesim vardır. Bu kesimden olan bir grup, ellerinde bulunan Tevrat'tan Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine olsun gönderileceğini öğrendikleri için, son olarak gönderilen ümmi peygamberin mesajını kabul ve teslimiyet ile karşılamıştır. Bu iman edenlerin başında değerli sahabi Abdullah b. Selam (Allah ondan razı olsun) gelmektedir. Abdullah b. Selam çağdışı bulunan yahudilerle mücadele ediyor, ellerindeki Tevrat'ın ümmi peygambere ilişkin haberlerini ve islâmın yasaları tarafından doğrulanan Tevrat'ın yasalarını delil olarak kendilerine takdim ediyordu.
Bu gerçeği de belirttikten sonra, İsrailoğulları'nın seçkin adamlarını saran sarsıntı olayından itibaren, kıssanın geri kalan olaylarına geçiyor:


160- Biz İsrailoğulları'nı oymaklar halinde oniki gruba ayırdık. Soydaşları Musa'dan su isteyince, kendisine "Değneğinle şu taşa vur" diye vahyettik. Bunun üzerine o taştan oniki tane pınar fışkırdı, her grubun hangi pınardan su içeceği belirlenmişti.

Ayrıca üzerlerine buluttan gölgelik çektik, kendilerine kudret helvası ve bıldırcın eti gönderdik; "Size bağışladığımız helâl yiyeceklerden istediğinizi yiyiniz"dedik. Onlar emirlerimizi çiğnemekle bize değil, kendilerine zulmediyorlardı.
Küfre düşmüş ve buzağıya tapmış olan İsrailoğulları, Allah'ın kendilerine gösterdiği şekilde günahlarının kefaretini ödedikten ve tevbe ettikten sonra, Allah'ın rahmeti Musa'yı ve kavmini tekrar kuşatmış ve tevbelerini kabul etmişti. Önce seçkin olan grup Allah'ı apaçık görmek istemiş, bunun üzerine kendilerini sarsıntı yakalamış sonra yüce Allah, Hz. Musa'nın duasını kabul etmiş ve onlar tekrar kendilerine gelmişlerdi. Yüce Allah'ın bu rahmeti İsrailoğulları'nı büyük topluluklar halinde oniki ümmete -yani büyük cemaate- ayrılmasında da gözlemlenebilmektedir. İsrailoğulları'nın her cemaati İsrail'in -yani Yakup peygamberin- bir torununa dayanıyordu. Bunlar kabile halinde kendi soylarını muhafaza etmiş oymaklardı.
"Biz İsrailoğulları'nı oymaklar halinde oniki gruba ayırdık."
Her bir cemaate su içecekleri pınarın belirlenip gösterilmesi, birbirlerinin haklarına tecavüz etmemeleri içindi ve bu Allah'ın rahmetinin eseriydi. "Soydaşları Musa'dan su isteyince, kendisine "Değneğinle şu taşa vur" diye vahyettik. Bunun üzerine o taştan oniki tane pınar fışkırdı, her grubun hangi pınardan su içeceği belirlenmişti."
Çölün yakıcı güneşinden korunmaları için bulutların onlara gölge yapması, kır ballarının bir çeşidi olan Menni'yi eti ve yağı bol bıldırcın kuşu olan Selva'yı göndermesi, içeceklerini garanti altına aldıktan sonra yiyeceklerini kolaylıkla garanti etmesi de Allah'ın rahmetinin tezahürüdür.
"Ayrıca üzerlerine buluttan gölgelik çektik, kendilerine kudret helvası ve bıldırcın eti gönderdik."
Tüm bu yiyeceklerin onlara helâl kılınması da Allah'ın bir rahmetiydi. O zaman henüz günahları yüzünden kendilerine hiçbir şey haram kılınmış da değildi.
"Size bağışladığımız helal yiyeceklerden istediğinizi yiyiniz" dedik.
Bu nimetlerin hepsinde Allah'ın rahmeti açıktı. Ne var ki, İsrailoğulları'nın bu karakteri halâ düzelmiş değildi. Hidayet ve dürüstlüğe karşı isyankâr bir ruha sahiptiler. Onların böyle bir ruha sahip oldukları bu ayetin son bölümünden rahatlıkla anlaşılmaktadır: Hz. Musa'nın, asasını kayaya vurmasıyla pınarların fışkırmasını, yakıcı çölde bulutların onlara gölge yapmasını, Menn ve Selva'dan oluşan seçkin yemeklerin kendilerine verilmesini ayeti kerime, onlara, bunlar gibi bütün nimetleri ve olağanüstü olayları hatırlattıktan sonra şu ifadelerle sona eriyor:
"Onlar emirlerimizi çiğnemekle bize değil, kendilerine zulmediyorlardı.
Ayetlerin akış seyri ilerde, onların Allah'ın emirlerine karşı gelmek ve O'nun yolunda kaypaklık yapmakla nasıl kendilerine zulmettiklerine örnekler verecektir. Onlar bu kaypaklıkları ve Allah'ın emirlerine karşı gelişleri ile yüce Allah'a zulmetmiş olamazlardı. Çünkü yüce Allah onlara ve bütün cihana muhtaç değildir. Onların ve bütün varlıkların Allah'a isyan üzere birleşmeleri, Allah'ın mülkünden hiçbir şeyi eksiltmez. Aynı şekilde onların ve bütün varlıkların Allah'a bağlılık üzerinde birleşmeleri, Allah'ın mülkünde hiçbir şeyi arttırmaz. Onlar günah ve döneklikle hem bu dünyada, hem de ahiret gününde yalnız kendilerine zarar veriyor, kendilerine yazık ediyorlardı.

YAHUDİ KAYPAKLIĞI

Şimdi İsrailoğulları'nın yüce Allah'ın bu rahmetini nasıl karşıladıklarına ve bu uzun yol boyunca kaypak adımlarla nasıl yol aldıklarına bakalım."



161- Hani onlara denmişti ki; "Şu kasabada oturunuz, orada ne isterseniz yiyiniz, kasabanın kapısından girerken, başlarınızı eğerek `Bağışla bizi' deyiniz ki, günahlarınızı affedelim ve iyilik edenlerin mükâfatını arttıralım. "


162- Fakat yahudilerin zalimleri o sözü kendilerine söylenmeyen başka bir sözle değiştirdiler. Biz de zalimliklerinden ötürü o zalimlere gökten ağır bir azap indirdik.

Yüce Allah, buzağıya taptıktan sonrada onları bağışlamıştı. Dağdaki titremeden sonra da. Onlara bu nimetlerin hepsini bahşetmişti. Sonra işte onları, kendi karakterleri yolun istikametinden saptırıyor! İşte onlar, emre karşı geliyor ve sözü değiştiriyorlar! İşte onlar, belli bir kasabaya -yani büyük bir şehire girmekle emredildikleri ve o kasabanın bütün nimetleri kendilerine helâl kılındığı halde, bu şehire girerken okumaları gereken duayı ve oraya kapıdan girerken eğilerek girmeleri, zafer ve üstünlük anında yüce Allah'ın huzurunda eğilmenin bir ifadesi olarak oranın kapısından içeri girerken secdeye kapanmaları istendiğinde, onlardan bir grup kendilerine bildirilen duanın şeklini ve şehre girmeleri sırasında emredildikleri tavrı değiştiriyorlar. Niçin? Gönüllerini doğru yoldan saptıran, saptırıcı arzulara uydukları için Kur'an-ı Kerim, İsrailoğulları'ndan girmeleri istenen bu şehrin adını vermez. Zira bu şehrin adı kıssaya ayrı bir anlam katmayacaktır. İsrailoğulları'nın şehre girme anında emredildiği tutumu Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Mekke'nin fethi sırasında bizzat sergilemiş, bineğinin sırtında bayı yere eğerek şehre girmiştir. Yüce Allah, İsrailoğulları'nın emre itaat etmelerine karşılık onların günahlarını bağışlamaya ve iyilik edenlerin iyiliklerini arttırmaya söz vermiştir:
"Fakat yahudilerin zalimleri o sözü kendilerine söylenmeyen başka bir sözle değiştirdiler.
İşte bu sırada yüce Allah, onların üzerine gökten azabı gönderiyor. Bir süre önce kendisinden Menn ve Selva'nın gönderildiği ve orada bulutların İsrailoğulları'na gölge yaptığı gökten!..
"Biz de zalimliklerinden ötürü o zalimlere gökten ağır bir azap indirdik."
İşte böylece İsrailoğulları'ndan bir kesimin zulümleri -yani küfürleri- kendilerine zulüm etmeye dönüşmüştü. Zira onların bu zulümleri, Allah'ın azabını başlarına getirmişti.
Kur'an-ı Kerim bu sefer de kendilerine gönderilen azabın türünü açıklamıyor. Zira kıssanın hedefi, bu azabın türünü belirtmeden de gerçekleşiyor. Bu kıssadan amaç, Allah'ın emirlerine karşı gelmenin sonunu açıklamak, uyarı fonksiyonunu yerine getirmek ve karşı çıkanların asla kurtulamayacakları adil cezanın kesin olduğunu ortaya koymaktadır.
İsrailoğulları bir kere daha karşı çıkıyorlar ve günah işliyorlar. Fakat onlar bu defa ilâhi emre açıkça karşı koymuyorlar. Birtakım düzenbazlıklarla hükümlerini metinlere el atıyor ve onlardan sıyrılmak istiyorlar! Sınavdan geçiriliyorlar. Fakat ona karşı sabredemiyorlar. Zira imtihanlara karşı sabretmek, arzuların ve isteklerin üstesinden gelebilecek sağlam bir karaktere sahip olmayı gerektirir:



163- Onlara deniz kıyısındaki kasabanın halkının yaptığını sor. Hani onlar cumartesi yasağını çiğniyorlardı. Çünkü cumartesi yasağına uydukları gün onlara akın akın balık geliyordu, fakat cumartesi yasağını çiğnedikleri gün onlara hiç balık gelmiyordu. Öteden beri fasık oldukları için, biz onları böylece sınavdan geçiriyorduk.


164- Hani o kasabalılardan bir grup "Allah'a yokedeceği ya da ağır bir azaba çarptıracağı bir topluma ne diye öğüt veriyorsunuz " dedi de öğüt verenler "Rabbinize karşı haklı bir mazeretimiz olsun ve ola ki kötülükten sakınırlar" dediler.


165- Onlar kendilerine yapılan hatırlatmaları unutunca kötülükten sakındıranları kurtardık ve zalimleri, yoldan çıkmışlıkları yüzünden ağır bir azaba uğrattık.


166- Sakındırıldıkları kötülüğü ısrarla ve küstahça işlemeye devam edince kendilerine "birer aşağılık maymun olunuz " dedik.


167- Hani Rabbin açıkça bildirdi ki, işkencelerin en ağırını tattıracak zorbaları kıyamet gününe kadar yahudilerin başlarına musallat edecektir. Hiç kuşkusuz Rabbi çabuk cezalandırandır ve yine O, hiç kuşkusuz bağışlayıcı ve merhametlidir.

Burada Kur'an-ı Kerim'in anlatım tarzı; İsrailoğulları'nın geçmişini anlatma yöntemini bırakıyor. Medine'de Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun karşı koyan, yahudi tortularına yönelen bir' üsluba geçiyor. Surenin buradan 171. ayetine kadar ki bölümü Medine'de inmiştir ki, orada bulunan yahudilere karşı koysun. Mekke'de indirilen bu surenin şurasına ilave edilmiştir ki İsrailoğulları'nın peygamberleri olan Musa ile beraber geçen kıssasını tamamlasın.
Yüce Allah, Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- yahudilerin kendi atalarının tarihinde bildikleri bu olayı, onlara sormasını istiyor. Onlar birbirine bağlı nesiller olduklarından yüce Allah, onları bu tarihleriyle muhatap tutuyor. onların çok eskiden işledikleri günahlarını hatırlatıyor. Onlardan bir kesimin daha dünyada iken hayvan şekline büründüklerini, bütün bir millet olarak sonsuz bir zillete ve Allah'ın gazabına uğradıklarını sözkonusu ediyor... Onlardan yalnız ümmi peygambere uyanların bu cezanın dışında tutulduğunu, bu kesimin üzerinden ağır yüklerin ve zincirlerin kaldırıldığını ifade ediyor.
Kur'an-ı Kerim deniz sahilindeki kasabanın adını vermiyor. Çünkü oranın neresi olduğunu, muhatap olanlar biliyor! Olayın kendisine gelince bu, kahramanları deniz sahilindeki bir şehirde ikamet eden İsrailoğulları'ndan bir cemaattir. Daha önceleri İsrailoğulları, ibadet için tatil günü kabul edecekleri, dünya işleri ile uğraşmayıp, kendilerini ibadete verecekleri bir istirahat günü belirlemesini istemişlerdi. İstek üzerine kendilerine cumartesi günü tayin edilmişti... Bundan sonra yüce Allah onları eğitmek, kışkırtıcı, ayartıcı arzu ve isteklerin baskılarına karşı iradelerini nasıl güçlendireceklerini, bu aldatıcı arzu ve istekleri ile verdikleri söz çatıştığında nasıl harekete geçeceklerini hatırlatmak amacıyla denemiştir. Böyle bir deneme içinde yaşadıkları uzun zillet süreci boyunca şahsiyetleri ve karakterleri bozulan İsrailoğulları için bir sınama lâzımdı. Zillet ve kölelikten sonra onur ve sebata hazırlanmaları için her şeyden önce iradenin özgür olması gerekiyordu. Ayrıca böyle bir sınama, Allah'ın mesajını yüklenen ve yeryüzünde emanetine ehliyet kazanan herkes için zorunludur. İradenin denenmesi ve nefsi ayartmanın üstesinden gelinmesi daha önce Hz. Adem ve Havva'nın geçirildiği ilk sınav olmuştur. Onlar bu sınavda direnememiş, ölümsüzlük ağacı ve eskimeyen mülk şeklindeki şeytanın aldatmasına yenik düşmüşlerdi. Sonra bu sınav, yüce Allah'ın yeryüzünde hilafet görevine izin vermesinden önce bütün cemaatlerin kendisinden geçirilmesi gereken bir sınav olarak önemini korumaktaydı. Sınama şekli değişebilir yalnız sınamanın içeriği değişmezdi!
İsrailoğulları'ndan bir grup, bu sefer de Allah'ın kendilerine zorunlu kıldığı sınava daha önceki sebeplerden; fasıklık ve sapıklık yüzünden direnemedi. Cumartesi günleri deniz kıyısında balıklar onların gözleri önünde kaynaşıyorlardı. Rahat tutulabilecek, kolay avlanabilecek biçimde geziyorlardı. Kendi kendilerine yükledikleri Cumartesi yasağı yüzünden bu balıkları kaçırıyor ve onlara dokunmuyorlardı! Cumartesi günü geçtiğinde, normal avlanma günleri geldiğinde ise, balıkları, avlamanın yasak olduğu gün gibi çok yakın ve apaçık göremiyorlardı!.. İşte bu, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerine hatırlatması emredilen şeydi. Peygamberin o zaman ne yaptıklarını, ne ile karşılaştıklarını onlara hatırlatması isteniyordu:
-Onlara deniz kıyısındaki kasabanın halkının yaptığını sor. Hani onlar Cumartesi yasağını çiğniyorlardı. Çünkü Cumartesi yasağına uydukları gün, onlara akın akın balık geliyordu, fakat Cumartesi yasağını çiğnedikleri gün onlara hiç balık gelmiyordu. Öteden beri fasık oldukları için biz onları böylece sınavdan geçiriyorduk.
Peki bu nasıl gerçekleşti? Balıklar onlarla bu şekilde yüzyüze geliyor ve onları bu şekilde peşlerinde dolaştırıyor, onlarla oyun oynuyorlardı?.. Bu, Allah'ın dilediğinde gerçekleşen, olağanüstü bir olaydır. İşin gerçeğini kavramayanlar, Allah'ın iradesinin "Tabiat kanunları" adını verdikleri yasaların dışına çıkmasını kabul etmiyorlar! İslâm düşüncesinde ve realitede mesele hiç de öyle değildir.. Çünkü bu evreni yaratan Allah'tır. Bu evrenin bağımlı kalacağı kanunları özgür iradesiyle ortaya koyan da O'dur. Fakat Allah'ın iradesi bu yasalara bağımlı değildir. Allah'ın iradesi, doğa kanunları dışında hiçbir şeye gücü yetmeyen bir irade değildir. Daha önce özgür olduğu gibi bu kanunlardan sonra da özgürlüğü devam etmektedir. İşte, bu, bu olguyu bilmeyenlerin yenilgiye düştüğü bir noktadır... Eğer yüce Allah'ın lâyık olan kullarına rahmeti ve hikmeti bu kanunların değişmemesini gerektirmişse bu demek değildir ki, Allah'ın iradesi bu kanunlarla sınırlıdır, onların içine hapsedilmiştir. Her ne zaman hikmet gereği bu değişmez kanunlara aykırı işlerden biri gelecekse, özgür olan Allah'ın iradesi, bu işi özgür bir şekilde gerçekleştirir. Sonra bu değişmez kanunların her seferinde harekete geçirilişi, bu sefere mahsus Allah'ın özel kaderi ile meydana gelir. Bu değişmez kanunlar da Allah'ın kaderinin hiçbir etkisi yokmuş gibi otomatik olarak hareket etmez. Bununla beraber yüce Allah, bir başkasını uygulamaya koymadığı müddetçe bu evrensel yasalar değişmeden devam eder. İster değişmez yasaların işleyişinde olsun, ister diğerlerinin işleyişinde olsun meydana gelen her şey ancak yüce Allah'ın takdiri ile gerçekleşmektedir. Yüce Allah'ın kaderinde değişmez yasalar ile olağanüstü olaylar birdir. Bilmeyenlerin sandığı gibi evrenin düzeninde otomatikman işleyen tek bir olay yoktur. Şimdi onlar son asrın ikinci çeyreğinde bu realiteyi kavramaya başlamışlardır. (Daha geniş bilgi için En'am suresinin 156. ayetinin tefsirine bkz.)
Her neyse bu olay gerçekleşmişti. İsrailoğulları'ndan deniz sahilindeki kasaba halkının başına böyle bir olay gelmişti. O sırada onlardan bir kesimin arzu ve istekleri bu aldatıcı olay karşısında harekete geçmiş, azimleri kırılmış, Rabblerine verdikleri söz ve yaptıkları antlaşmayı unutmuşlar, Cumartesi günü avlanmak için yahudilerin kendi metodlarına uygun bir biçimde hilelere başvurmaya başlamışlardır! İnsanın kalbi kaypaklaşıp, takvası azaldığında; sırf hükümleri kalıbına uydurulmak ve hükümlerden kaçıp anlamlarından kurtulmak istendiğinde hileler o kadar çoğalır ki, değme gitsin! Bu durumda kanunu, hükümler koruyamadığı gibi, silâhlı güçler de koruyamaz. Kanunu koruyacak olan, ancak Allah korkusu ve heybetinin içinde yer ettiği takva dolu kalplerdir. Ancak bu kalpler kanunu korur ve muhafaza eder. İnsanların hilelerine maruz kalan bir kanunu korumak mümkün değildir! Bir kanun maddi güçlerle ve polis kuvvetleri ile korunamaz. Devlet ne kadar diktacı bir rejime dayansa da herkesi kontrol edecek, kanunları uygulamasını ve korumasını sağlayacak bir bekçi koyamaz. İnsanların kalplerinde Allah korkusu ve O'nun gizli-açık gözetlemesi olmadan kanunları korumak imkân dışıdır.
İşte Allah'tan korkan kalplerin bekçiliğine dayanmayan düzenler ve sistemler, bu yüzden başarısızlığa uğramaktadırlar. Allah'ın otoritesine yer vermeyen teoriler ve görüşler bu sebepten iflâs etmektedir. İşte devletin kanunları koruması ve uygulaması için ileri sürdüğü beşeri mekanizmaların başarısız olmasının nedeni budur. Olayları yüzeysel olarak izleyen ve kontrol eden emniyet mekanizması bu nedenle aciz düşmektedir!
Aynen bunun gibi deniz sahilindeki kasabanın ahalisinden bir kesim, avlanmaları yasak olan Cumartesi gününde avlanmanın bir yolunu bulmuşlardı. Rivayete göre, onlar bu plânları gereği olarak Cumartesi günü balıkların önüne setler çekiyor ve onların çıkış noktalarını kapatıyorlardı. Pazar günü olunca erkenden onları toplamaya gidiyorlardı. Ve onlar buna rağmen, Cumartesi günü avlanmadıklarını söylüyorlardı. Çünkü Cumartesi günü balıklar setlerin berisinde kalıyor ve avlanmıyorlardı!
İsrailoğulları'ndan bir kesim de onların böylece Allah'ı kandırmaya kalkıştıklarını görüyor ve bu oyunlara başvuran isyancı kesimi uyarmaya çalışıyordu. Onların bu yaptıkları oyunları reddediyorlardı!
Üçünçü grup ise, iyiliği emretmeye ve kötülüğü önlemeye çalışanlara şöyle diyordu: Allah onları helâk edip cezalandırdıktan sonra sizin bu uyarılarınızın ne yararı olacaktır? Zaten onlar vazgeçmeyeceklerdir?
"Hani o kasabalılardan bir grup "Allah'ın yok edeceği ya da ağır bir azaba çarptıracağı bir topluma ne diye öğüt veriyorsunuz" dedi."
Onlar Allah'ın haram kıldıklarını çiğnemekle Allah'ın ağır cezasına çarptırıldıktan sonra, onlara öğüt vermenin hiçbir yararı yoktur. Bu öğüt onların tavırlarını da değiştirmeyecektir!
Öğüt verenler "Rabbinize karşı haklı bir mazeretimiz olsun ve ola ki kötülükten sakınırlar" dediler.
Bu bizim yaptığımız Allah'ın yapmamızı istediği bir görevdir. İyiliği emretmek, kötülüğü engellemek, Allah'ın haram kıldıklarını işlemekten caydırmak görevi. Biz böylece mazeretimizi Allah'a iletmiş oluruz ve yüce Allah da görevimizi yaptığımızı açıkça görmüş olur. Ayrıca bu isyankâr kalplere öğüdün fayda vermesi ve orada takva bilincini harekete geçirmesi de mümkündür.
Böylece kasaba halkı, üç gruba veya üç ümmete ayrılıyor. İslâmi terminolojide ümmet, belirli bir inanç sistemine boyun eğen, belirli bir düşünce sistemine gönül veren ve bir tek komuta merkezinden idare edilen insan topluluğudur. Yoksa klâsik ya da modern cahiliye terminolojisinde olduğu gibi, yeryüzünün herhangi bir bölgesinde yerleşen ve bir devlet tarafından idare edilen insan topluluğu demek değildir. İslâm böyle bir ümmet anlayışını tanımaz. Böyle bir anlayış ancak klasik veya modern cahiliyenin bir kavramı olabilir! ( "Ümmet" kavramı, "Medyen suyunun başına geldiğinde insanlardan bir grubun hayvanlarını suladığını gördü." (Kasas, 2,3) ayetindeki gibi insanlardan herhangi bir grup anlamına gelir. Bazan da liderlik ve önderlik anlamına gelir. Nitekim ayeti kerimede: "İbrahim Allah'a itaat eden, O'nu birleyen bir ümmet (her iyiliği kendinde toplayan bir önder) idi." (Nahl, 120) Ayet, burada O'nun tek başına belirli bir grup olduğunu içermektedir. Fakat bu ümmet kavramının islâmi literatürdeki anlamına etki etmez. islâmi ümmet, belirli inanç sistemi ve belirli düşüncesi olan insan topluluğu demektir.")
"Ümmet" kavramı, "Medyen suyunun başına geldiğinde insanlardan bir grubun hayvanlarını suladığını gördü." (Kasas, 2,3) ayetindeki gibi insanlardan herhangi bir grup anlamına gelir. Bazan da liderlik ve önderlik anlamına gelir. Nitekim ayeti kerimede: "İbrahim Allah'a itaat eden, O'nu birleyen bir ümmet (her iyiliği kendinde toplayan bir önder) idi." (Nahl, 120) Ayet, burada O'nun tek başına belirli bir grup olduğunu içermektedir. Fakat bu ümmet kavramının islâmi literatürdeki anlamına etki etmez. İslâmi ümmet, belirli inanç sistemi ve belirli düşüncesi olan insan topluluğu demektir."
Böylece bu kasabanın halkı, bu dar anlamda üç ümmete ayrılmış oldu. Bu ümmetlerden biri isyankâr ve düzenbaz bir ümmetti. Bir ümmet de karşı koyuşu, yönlendirmesi ve öğütleri ile isyankârlığa ve düzenbazlığa karşı aktif bir tavır takınmıştı. Bir ümmet de kötüleri kötülüklerle başbaşa bırakmış, pasif bir tavır yolunu seçmiş, kötülüğe karşı aktif bir eyleme girişmemişti. Bunlar birbirinden ayrı düşünce ve hareket metotlarıdır. Ve bu düşünce ve hareket ayrılığı onları üç ayrı ümmet haline getirmiştir.
Ne nasihat, ne öğüt fayda vermeyip şaşkınlar azgınlıklarını sürdürünce Allah'ın hükmü onlara hak oldu ve sakındırdığı şey gerçekleşti. Buna bağlı olarak kötülüğü engellemeye çalışan ümmet felâketten kurtuldu. İsyankâr olan ümmeti, ilerde açıklanacağı gibi ağır ceza yakalayıverdi. Üçüncü gruba veya ümmete gelince, ayeti kerime buna ilişkin hiçbir haber vermiyor. Belki de bu, cezaya çarptırılmasalar da onlara önem verilmediği için böyledir. Çünkü onlar aktif anlamda bir karşı koymaya yanaşmamışlar. Yalnız pasif anlamda reddetme sınırları ile yetinmişlerdir. Dolayısıyla cezaya çarptırılmasalar da ciddiye alınmamayı hakettiler:
-Onlar kendilerine yapılan hatırlatmaları unutunca kötülükten sakındırılanları kurtardık ve zalimleri, yoldan çıkmışlıkları yüzünden ağır bir azaba uğrattık.
-Sakındırıldıkları kötülüğü ısrarla ve küstahça işlemeye devam edince kendilerine "Birer aşağılık maymun olunuz" dedik.
Çetin yani ağır ceza, hilelere başvuran isyankâr grubu günaha alabildiğine daldığından yakalayıvermişti. Kur'an-ı Kerim, bu tür günahları küfür olarak kabul eder. Bazan bunu zulüm, bazan da fasıklıkla ifade eder. Nitekim genel olarak Kur'an-ı Kerim'in ifade tarzı şirk ve küfrü; fasıklık ve zalimlik şeklinde dile getirmektedir. Kur'an'ın bu kavramlara yüklediği anlam, sonraları gelişen fıkhi kavramların anlamlarından farklıdır. Yani Kur'an'ın bu kavramlarla ifade etmek istediği şey ile sonraları gelişen fıkhi kavramların ifade ettiği şey aynı değildir. İsyankâr ümmete verilen bu ağır ceza, onların insan şeklinden çıkarılıp maymunlar şekline dönüştürülmesiydi. Onlar bu önemli özelliklerini, arzu ve isteklere egemen olan iradelerini kaybettikleri de insanlıklarından kendileri vazgeçmiş, "insani" özelliklerinden soyunmaları ile "hayvanlar" alemine doğru geriye gitmişlerdi. Bu geriye dönüş ve alçalış, hayvanlarınkine benzer bir hayatı kendileri istediklerinden dolayı olmuştur ve böylece hayvanlaştırılmışlardır! Peki onlar nasıl maymun oldular? Maymun olduktan sonraki durumları ne oldu? Türü dışına çıkan her şekil değiştiren varlık gibi, nesilleri tükendi mi? Yoksa soyları maymun olarak mı devam etti? Buna benzer birçok soruya ilişkin pek çok tefsir rivayetleri vardır... Yalnız bunların hepsi için Kur'an-ı Kerim'de ayrıntılı bilgiye rastlanmaz. Peygamberimizden de -salât ve selâm üzerine olsun bu konuda hiçbir rivayet gelmiş değildir. Öyleyse buna ilişkin spekülasyona dalmamız gereksizdir.
Döndürme ve değişmenin kendisiyle meydana geldiği gibi başta yaratma ve oluşturmanın da kendisiyle meydana geldiği Allah'ın sözü; yani, "OI" sözü burada da gerçekleşmiştir.
"Kendilerine "Birer aşağılık maymun olunuz" dedik.
Onlar da bayağı maymunlar oldular. Yüce Allah'ın yaratmaya ilişkin "Ol" emri nasıl meydana gelmişse, hiç kimse tarafından asla karşı konulmayan Allah'ın hükmü nasıl yürürlüğe girmişse, bu olay da öyle olmuştur.
Ardı arkası gelmeyen günahlardan bir süre sonra onların bu tutumları tüm yahudilerin sonsuza dek lânetlenmelerine yolaçtı. İlahi iradenin onlar hakkındaki asla karşı konulmayı engellenemeyen fermanı çıktı. Pek tabii olarak onların, Ümmi Peygamber'e iman edenleri ve onun izinde gidenleri bu hükmün dışında tutulmuştu:
-Hani Rabbin açıkça bildirdi ki, işkencelerin en ağırını tattıracak zorbaları kıyamet gününe kadar yahudilerin başlarına musallat edecektir. Hiç kuşkusuz Rabbi çabuk cezalandırandır ve yine O, hiç kuşkusuz bağışlayıcı ve merhametlidir.
Bu çıktığı andan itibaren gerçekleşen ve sonsuza kadar geçerli olan bir izindir. Buna bağlı olarak yüce Allah, çeşitli zaman dilimlerinde yahudileri en fena şekilde cezalandıracak kimseler göndermiştir. Onlar ne zaman toparlanmış, palazlanmış, yeryüzünde azgınlığa ve isyankârlığa kalkmışlarsa, yüce Allah, bu zalim, bedbaht, dönek ve isyankâr yahudilere ağır bir darbe indirecek kullarından bir grubu göndermiştir. Çünkü bunlar, bir günahtan ancak başka bir günaha girmek için vazgeçerler. Bir sapıklıktan ancak diğer bir sapıklığa saplanmak amacıyla dönüş yapabilirler.
Bazan bu lânetin durakladığı, yahudilerin üstünlük kazandıkları ve yükseldikleri gözlemlenebilir! Ne var ki, tarihin gelip-geçici devrelerinden başka bir şey değildir bu. Gelecek devrede Allah'ın, bunların başına kimi musallat edeceğini ve kıyamete kadar onların başlarına nelerin geleceğini kimse bilemez.
Yüce Allah kıyamete kadar sürecek olan bu emrini ilân etmiştir. Nitekim yüce Allah, Kur'an'ında Peygamberine de bunu haber vermiştir. Yüce Allah bu emrini, kendisinin rahmet ve azaba ilişkin sıfatlarını bildirmekle noktalıyor:
"Hiç kuşkusuz Rabbin çabuk cezalandırandır ve yine O, hiç kuşkusuz bağışlayıcı ve merhametlidir."
Yüce Allah, süratli cezalandırma sıfatıyla çarptırılmayı hakedenleri anında yakalayıverir. Nitekim deniz sahilindeki kasaba halkını da bu şekilde yakalayıvermişti. Yine aynı şekilde rahmeti ve bağışlaması ile İsrailoğulları'ndan iyilik yapanların ellerindeki Tevrat ve İncil'de yazılı bulunan sıfatların üzerinde gördükleri Ümmi Peygamber'e bağlananların tevbelerini kabul eder. Allah'ın cezası kin ve intikam duygusuna dayanmaz. Allah'ın cezası hak edenlere verilen en adil cezadır. Bunun ötesinde bağışlama ve rahmet vardır.
Kıssanın seyri tarihin seyrine paralel olarak ilerliyor: Musa'dan ve onun takipçilerinden başlayıp İsrailoğulları'nın birbirinin ardınca gelen resullerini izleyerek peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- ve Medine'deki islâm toplumunun karşısında yer alan yahudilere kadar varıyor.



MEDİNE YAHUDİLERİ


168- Biz yahudileri yeryüzünde çeşitli gruplara ayrıldık. Kimileri iyi kimselerdir, kimileri öyle değildir. Ola ki doğru yola dönerler diye onları iyilikler ile ve kötülükler ile sınavdan geçirdik.


169- Onların arkasından yerlerine Kitab'a (Tevrat'a) varis olan başka bir kuşak geçti. Bunlar bu alçak dünyanın menfaatini alıyorlar ve "Nasıl olsa affedileceğiz" diyorlar. Kendilerine o menfaatin bir katı daha verilse onu da kaparlar.

Peki Allah hakkında yalnız doğruyu söyleyecekler diye bir kitapta onlardan söz alınmamış mıydı? Bu kitabın içerdiği mesajları okumamışlar mıydı? Günahlardan sakınanlar için ahiret yurdu kesinlikle daha hayırlıdır. Buna akıl erdiremiyor musunuz?

170- Onlar ki, Kitab'a sımsıkı sarılırlar ve namımızı kılar! Hiç kuşkusuz biz iyi amel işleyenlerin mükâfatını kayba uğratmaksızın tam olarak veririz.


171- Hani o dağı (Tur Dağı'nı) başları üzerine çıkarmıştık, onlar dağın üzerlerine düşeceğini sanmışlardı. Bu durumda kendilerine "Size verdiğimiz Kitab'a sımsıkı sarılınız ve içindeki mesajları sürekli aklınızda tutunuz.

Bunlar, İsrailoğulları'nın Musa'dan sonraki kıssasını tamamlama bağlamında gelmiş bulunan Medeni ayetlerin bir devamıdır. Musa'dan sonra yahudiler yeryüzüne dağıldılar. Mezhepleri ve düşünceleri, ekolleri ve davranış biçimleri (meşreb ve meslek) birbirinden ayrı gruplara ayrıldılar. Bu grupların bir kısmı iyi, bir kısmı iyi değildi. Yalnız Allah'ın rahmeti halâ onları muhafaza ediyor, bazan nimetlerle, bazan da sıkıntılarla arka arkaya onları sınavlardan geçiriyordu. Belki tekrar Rabblerine dönerler, olgunluğa kavuşurlar ve doğru yola gelirlerdi:
"Ola ki doğru yola dönerler diye onları iyilikler ile ve kötülükler ile sınavdan geçerdik."
Arka arkaya sınavlardan geçirilmek Allah'ın kullarına bir rahmetidir. Onlar için sürekli bir uyarı niteliğindedir. İnsanı gayrete ve vurdumduymazlığa iten unutkanlığa karşı koruyucu bir önlemdir...
-Onların arkasından yerlerine Kitab'a (Tevrat'a) varis olan başka bir kuşak geçti. Bunlar bu alçak dünyanın menfaatini alıyorlar ve "Nasıl olsa affedileceğiz" diyorlar. Kendilerine o menfaatin bir katı daha verilse onu da kaparlar.
Musa peygamberin peşisıra gelen nesillerden sonraki bu nesillerin ana vasıfları şudur: Onlar, Kitab'ı miras almışlar ve onu incelemişlerdir. Yalnız onun direktifleri doğrultusunda şekillenmiş, kalpleri ve davranış biçimleri de ondan etkilenmemiştir. Nitekim etüdlere tabi tutulan bir kültüre, ezberlenen bir bilgiye dönüşen her inanç sisteminin durumu budur. Bunun yanında onlar, dünya hayatının mallarından birini gördüklerinde, hemen üzerine üşüşmüşlerdir. Sonra da dönmüşler, bu yaptıklarını te'vile kalkışmışlar ve: "Nasıl olsa affedileceğiz" demişlerdir. İşte bu mantıkla onlar, her ne zaman yeni bir dünya malı ile karşılaşmışlarsa yeniden onun üzerine atılmışlardır!
Yüce Allah onların bu tutumlarını olumsuz bir soru ile ortaya koyuyor:
"Peki Allah hakkında yalnız doğruyu söyleyecekler" diye bu Kitap'ta onlardan söz alınmamış mıydı? Bu kitabın içirdiği mesajları okumamışlar mıydı?
Tevrat'ta onlardan söz alınmış değil miydi? Onu te'vil etmemek ve hükümlerini hilelerle saptırmamak, Allah adına gerçeğin dışında hiçbir şeyi söylememek üzere söz vermemişler miydi? Öyleyse nasıl oluyor da, "Nasıl olsa affedileceğiz" deyip dünya hayatının malları üzerine atılıyorlar? Allah adına yalan sözlerle kendilerini temize çıkarıyorlar. O'nun kendilerini bağışlayacağını kesin söylüyorlar: Halbuki onlar, yüce Allah'ın ancak gerçekten tevbe edenleri, fiili olarak günahlardan dönüş yapanları bağışlayacağını biliyorlar. Kendilerinin böyle bir durumları olmadıklarını, dünya hayatının mallarından herhangi biri ile karşılaştıklarında hemen ona sarıldıklarını görüyorlar. Ve onlar bu Kitab'ı inceleyip içindekilerini öğrendikten sonra, böyle bir tavır takınıyorlar!
Evet! Onlar Kitab'ı incelemişler, ancak inceleme kalplerini harekete geçirmediği sürece, hiçbir fayda sağlamaz. Dini incelemiş-öğrenmiş nice bilginler vardır ki, kalpleri ondan tamamen uzaktır. Onların incelemeleri sırf onu te'vil etmek açık bir kapısını bulmak ve hükümlerini saptırmak içindir. Niyetleri, kendilerini dünya hayatının nimetlerine kavuşturabilecek fetvalar çıkarmaya yöneliktir. Dinin karşısındaki en büyük felâket; dini bir bilim dalı olarak incelediği halde, bir inanç sistemi şeklinde ona sahiplenmeyen ve Allah'tan korkup sakınmayan bilginlerden başka nedir ki!
Alıntı ile Cevapla