Durumu: Medine No : 5587 Üyelik T.:
05 Aralık 2008 Arkadaşları:14 Cinsiyet: Memleket:İstanbul Yaş:35 Mesaj:
2.537 Konular:
2038 Beğenildi:116 Beğendi:0 Takdirleri:270 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Cvp: Fizilalil Kuran Araf Suresi Tefsiri Eğer Allah dileseydi, kendisine verdiği ayetlerin bilgisiyle onu yükseltirdi. Ne var ki, yüce Allah bunu istememiştir. Çünkü ayetleri bilen bu adam, dünya hayatının rahatını tercih etmiş, ayetlere değil de arzu ve isteklerine uymuştur." Bu, Allah'ın kendi bilgisinden bir miktarını verdiği halde, bu bilgiden yararlanmayan, iman yolu üzerinde doğru bir istikamete yönelmeyen, horlanmış bir biçimde şeytanın peşine düşmek ve sonuçta şekil değiştirerek hayvanların mertebesine inmek için Allah'ın nimetinden sıyrılan herkesi kapsamına alan bir örnektir! Sonra ardı arkası kesilmeyen köpek solumaları nedir acaba? Kur'an'ın arzettiği manzaranın tasvir gücünden ve haberin vurgularından da anlaşıldığı gibi, bu solumalar dünya hayatının geçici güzellikleri peşinde koşarken yaşanan solumalardır... İşte dünyanın bu geçici zevklerine takılanlar, Allah'ın kendilerine verdiği ayetlerden sıyrılmak isteyenlerdir. Dünya malının peşine düşen bu insanlara öğüt verilse de verilmese de, onlar bu solumalarından vazgeçmeyecekler ve onlar sürekli olarak bu hal üzere devam edip gidecekler. Dünya hayatı her yerde, her zaman ve her toplumda bu örneği sürekli olarak gözlerimizin önüne getirir. Hatta birçok zaman geçmesine rağmen insanın gözleri hangi bilgine takılsa, onun durumunun da aynı olduğunu görür. Allah'ın ayetlerinden sıyrılmayan, dünya hayatının rahatına dalmayan, arzu ve isteklerin peşinde sürüklenmeyen, şeytanın boyunduruğuna razı olmayan, egemenliği ellerinde bulunduranların sahip oldukları dünya malının peşinden habire solumayan, Allah'ın kendilerini koruduğu çok az bir kesim hariç! Bu varlığı ve meydana gelişi hiçbir zaman kopukluğa uğramayan bir örnektir. Belli bir kuşakta meydana gelen bir olayla asla sınırlı değildir! Yüce Allah, Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- bu örneği Allah'ın ayetlerinin kendilerine gönderildiği kavmine okumasını istiyordu ki, onlarda bu ayetler kendilerine verildikten sonra ondan sıyrılmasınlar. Sonrakiler için de ders olsunlar. Ardarda gelen nesiller tarafından okunsunlar. Allah'ın ilminden bir şey öğrenenler bu çirkin akıbete uğramaktan sakınsınlar, Ardı arkası kesilmeyen bir soluyuş içine girmesinler. Hiçbir düşmanın düşmanına dahi reva görmediği biçimde kendi kendilerine zulüm etmesinler. Çünkü bu uğursuz akıbet ile kendi kendilerinden başka kimseye zulmetmiş olmazlar! Günümüzde bu tip alimlerden öylelerini gördük ki, Allah korusun kendi kendilerine zulmetmek için büyük bir ihtirasla ortaya atılıyorlar veya cehennem çukurundaki yerlerini kendileriyle beraber yarış halindekilerden birinin almasından korkan adamın hali gibi, bu işe dört elle sarılıyorlar! Cehennem'deki bu yerini garantiye almak için her sabah biraz daha ilerliyorlar! Bu dünya hayatının sonuna kadar bitmek tükenmek nedir bilmeyen salyalı solumaları ile bu emellerinin peşinde koşup duruyorlar! Allah'ım sen bizleri koru! Ayaklarımızı kaydırma! Üzerimize sabır yağdır! Ve müslüman olarak canımızı al! İMAN VE HAYAT DÜZENİ Bu ilahi haberin ve bu haberi bildiren Kur'an'ın ifade tarzı üzerinde bir başka açıdan durmak istiyoruz. Bu örnek sahibini şehevi arzu ve isteklerin ağırlığından korumayan, dünya hayatının ağırlığından ve cazibesinden onu kurtarmayan, heva ve hevesine uymaktan şeytana bağlanmaktan, onun yolunu izlemekten, bu heva-heves yolları ile onun peşinde sürüklenmekten alıkoymayan bilginin örneğidir. İşte ilim insanı korumadığından dolayı, Kur'an'ın yolu, müslüman nefisleri ve islâmi hayatı oluşturmak için kendisine has bir metod izler. Bu metod, ilmi sırf bilmek şeklinde ele almaz. Aksine, ilmi vicdan aleminde ve pratik hayatta hedefini gerçekleştirmek için hareketli, itici ve sıcak bir inanç sistemi olarak ele alır. Kur'an'ın hayat sistemi akideyi, ilmi araştırmalar şeklinde hazırlanmış bir "teori" olarak ele almaz. Böyle bir inanç sistemi sırf bilgiden ibarettir. Vicdan dünyasında ve hayat alanında etkili olamaz. Bu kuru bir ilimdir. Sahibini keyfi arzularının peşine düşmekten korumaz, Şehevi arzuların baskısından hiçbir şeyi hafifletmez. Şeytanı da kovmaz. Aksine onun yolunu açar ve insanı ona köle haline getirir! Aynı şekilde Kur'an'ın hayat yolu bu dini, "İslâm Nizamı", "İslâm Fıkhı", "İslâm İktisadı", "Tabiat Bilimleri", "Psikolojik Bilimler" alanında yapılan etüdler şeklinde sunmuyor. Bu dini kültürel etüdlerin hiçbiri şeklinde takdim etmiyor! Kur'an'ın hayat sistemi dini, itici, harekete geçirici, diriltici, yükseltici bir inanç sistemi şeklinde sunuyor. Kalbe ve akla yerleştikten sonra pratik uygulamasını gerçekleştirmek için harekete iten bir güç kaynağı olarak görür akideyi. Bu akide ölü kalpleri diriltiyor, canlandırıyor, harekete geçiriyor ve ilerletiyor. İnsanın fıtratındaki alıcı-verici cihazları uyarıyor. İnsanı Allah'a verdiği ilk söze döndürüyor. İnsanın hedeflerini ve değerlerini yüceltiyor. Artık çamurun cazibesi onu üzerine bindirmiyor ve onu asla dünya malına bağlamıyor. Kur'an'ın hayat yolu, bu akideyi teori ve düşünce için bir metod olarak takdim ediyor. Bu insanların düşüncelerinden apayrı ve tamamen farklı bir metodtur. Çünkü bu metod insanları, arzu ve isteklerin oyuncağı ve bedenlerin ağırlığı ve şeytanın aldatmaları altında oluşturdukları metodların kusurlarından, yanlışlıklarından, sapıklıklarından kurtarmak için gönderilmiştir! Kur'an'ın hayat yolu, bu akideyi gerçeğin bir ölçüsü olarak sunuyor. İnsanların akıllarını ve duygularını bununla bir sisteme bağlıyor. İnsanların yönelişlerini, hareketlerini ve düşüncelerini bununla kontrol ediyor ve ölçüye vuruyor. Artık buna göre, bu ölçünün kabul ettiği şeyler doğrudur. Onları sürdürmek gerekir. Yine bu ölçünün reddettiği şeyler yanlıştır. Onlardan vazgeçmek gerekir. Kur'an'ın hayat yolu, bu akideyi bir hareket metodu olarak takdim eder. Bu metod, insanları kendi programına ve kendi ölçülerine göre adını adım yücelerin yücesine doğru yükseltir, ilerletir. Realiteye dayalı bu hareket esnasında insanların hayat sistemini ve hukuklarının temellerini, iktisadlarının, sosyal yapılarının ve siyasetlerinin ilkelerini belirler. Bu ilkelere göre şekillenmiş akılları ile kanuni ve fıkhi yasalarını tesbit eder. Fizik ve psikolojik bilimlerine bu ölçülere göre biçim verir. Realiteye dayalı pratik hayatları neyi gerektiriyorsa onları düzene koyar. Onlar, detaylara ilişkin kanunları ve hükümleri belirlerken içlerinde akidenin sıcaklığını ve itici gücünü, şeriatın ciddiyetini ve realitesini, hayatın gerçek ihtiyaçlarını ve direktiflerini derinden hisseder! İşte Kur'an'ın hayat yolu, müslüman nefisleri ve islami hayatı bu metod ile şekillendiriyor. Sırf etüd etme amacına yönelik teorik araştırmalara gelince bu ilim, sahibini yeryüzünün ağırlıklarından arzu ve isteklerin itici gücünden ve şeytanın aldatmasından koruyamaz. Beşer hayatı için yararlı bir şey takdim edemez! (En'am Suresinin girişine bkz.) Burada ayetin akış seyri, bu manzarada tasvir edilen örnek üzerinde bir değerlendirmede bulunmak için kısaca duruyor. Allah'ın kendisine ayetlerini verdiği halde, onlardan sıyrılan adamın hareketi üzerine hidayetin Allah'ın hidayeti olduğunu, Allah'ın kendisini hidayete ilettiği kimsenin gerçekten hidayet üzere bulunduğunu, Allah'ın saptırdığı kimsenin ise hüsrana uğradığını ve hiçbir şey kazanmadığını belirtiyor. 178- "Allah kimi doğru yola iletirse o doğru yolda olur, kimleri saptırırsa işte onlar, hüsrana uğrayanlardır." Yüce Allah aşağıdaki ayetlerde belirttiği gibi doğru yolu bulmak için çalışanları hidayete erdirir: "Bizim uğrumuzda çaba sarfedenleri biz, elbette yollarımıza iletiriz." (Ankebut Suresi, 65) "Bir millet kendi durumunu değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez." ( Ra'd Suresi, 11) "Nefse ve onu şekillendirene, ona kötülüğünü ve korunmasını ilham edene andolsun ki; nefsini temizleyen kurtulmuş, onu kirletip örten ziyana uğramıştır." (Şems Suresi, 7-10) ' Aynı şekilde kendisi için sapıklık yolunu seçen, doğru yolun delillerinden ve imanın direktiflerinden yüz çeviren, kalbini, kulaklarını ve gözlerini onlara karşı kapayanları da yüce Allah sapıklığa iter. Ayetlerin devamında bu noktaya ışık tutan bir ayet vardır: "Andolsun ki, birçok cini ve insanı cehennemlik olarak yarattık. Onların kalpleri vardır, fakat anlamazlar, gözleri var, fakat görmezler, kulakları var, fakat işitmezler. Onlar hayvanlar gibidirler, hatta hayvanlardan da daha sapıktırlar. Onlar gaflet içindedirler." (A'raf Suresi, 179) Ayrıca: "Onların kalplerinde hastalık vardır, Allah da bu hastalıklarını arttırmıştır." (Bakara Suresi, 10) "Allah kâfirleri ve zalimleri ne bağışlayacak, ne de doğru yola iletecektir. Onların iletilecekleri tek yol cehennem yoludur. Orada ebedi olarak kalacaklardır..." (Nisa Suresi, 168-169) ayetleri de bununla ilgilidir. Hidayet ve sapıklığa değinen bütün ayetleri göz önünde bulundurup bunların anlamları arasındaki ahenge dikkat edersek, önümüzde tek bir yol netleşir. Hiç şüphesiz önümüzde netleşen bu yol, hem islâmı fırkaların kelâmcıları, hem hristiyan teolojisi, hem de bir dizi felsefi akımlar tarafından genel olarak kaza ve kader konusunda körükledikleri tartışma ortamından tamamen uzaktır. Yüce Allah'ın insan denen varlığın kaderini sürüklenmeyi dilemesi, yüce Allah'ın bu insanı hem hidayeti hem de sapıklığı kabul edebilecek iki yönlü bir yetenek üzere yaratmasıdır. Bununla beraber insanın fıtratına, tek olan ilâhlık gerçeğini kavrayabilme ve ona yönelebilme yeteneği yerleştirmiştir. Sapıklığı ve hidayeti birbirinden ayırıcı nitelikteki aklı ona vermiştir. Buna ilave olarak bozulduğunda fıtratını uyarmak, saptığında aklına doğru yolu göstermek için, apaçık delillerle peygamberler göndermiştir. Şu kadar var ki, tüm bunlardan sonra insanın kendisi ile yaratıldığı hem hidayet hem sapıklık niteliğine sahip olan bu iki yönlülük, bu iki yetenek, Allah'ın dilemesine uygun biçimde işler. Aynı şekilde yüce Allah'ın dilemesi O'nun takdirine hükmeder. Buna bağlı olarak doğru yola ulaşmak isteyen ve bu yolda çaba sarfedenleri hidayete erdirir. Kendilerine verilen akıllarını, peygamberin mesajlarına serpiştirilen hidayete iletici ayetleri kavramayan, görme ve işitme cihazlarının aktif bir biçimde kullanmayanları da sapıklığa iter, saptırır. Her halukârda Allah'ın dilediği olur, ondan başkası olmaz. Meydana gelen her olay, O'nun takdiri ile olur. Başkasının kuvveti ile değil. İşlerin bu şekilde düzenlenmesi Allah'ın böyle olmasını dilemiş olmasındandır. Allah'ın takdiri bir şeyin olmasını gerektirmedikçe, hiçbir şey olmaz. Buna göre varlık aleminde, işlerin kendisine uygun olarak meydana geldiği başka bir irade yoktur. Olayları meydana getiren Allah'ın takdirinden başka bir kuvvet yoktur ortada. İşte bu gerçeğin çerçevesinde insan kendi isteğine göre hareket eder. Doğru yola ulaşması veya sapıklığa düşmesi de bu çerçevede meydana gelir. İşte Kur'an-ı Kerim'in bütün ayetlerini karşılaştırarak ve onların arasındaki ahengi göz önünde bulundurarak elde edilen islâmi düşünce budur. Pek tabii olarak bu düşünceye varabilmek için, ayetleri ayrı ayrı ekollerin ve akımların isteklerine uygun biçimde ele almamalı, onların bir kısmını diğer bir kısmına karşı delil olarak ileri sürmemeli ve onları çarpıştırma yolu bırakılmamalıdır. Şimdi incelediğimiz ayeti kerimede deniyor ki: "Allah, kimi doğru yola iletirse o doğru yolda olur, kimleri saptırırsa, işte onlar hüsrana uğrayanlardır." Bu ayete ve Allah'ın az önce açıkladığımız yasasına göre,.hidayete erdirdiği kimse gerçekten hidayete kesin bir şekilde erişmiş, yolu bilen, yol üzerinde yürüyen ve ahiret gününde kurtuluşa eren biri olmuştur. Allah'ın yine bu yasalara göre saptırdığı kimse de hüsrana uğramıştır. Her şeyi kaybetmiştir. Hiçbir şey kazanmamıştır. Ne kadar mala, mülke sahip olsa da, ne kadar imkân elde etse de bunların hepsi boşa gidecek veya bunların hepsi boştur! Bu sapık yola giren adamın, özünü kaybetmiş olması açısından meseleye baktığımızda da durumun böyle olduğunu görürüz. Kendi kendisini kaybeden adam ne elde edebilir, neyi kazanabilir! KADER 179- "Andolsun ki, birçok cini ve insanı cehennemlik olarak yarattık. , Onların kalpleri var. Fakat anlamazlar, gözleri var, fakat görmezler, kulakları var, fakat işitmezler. Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta hayvanlardan da sapıktırlar. Onlar gaflet içindedirler. " Çoğu cehennem için yaratılan insanların ve cinlerin bu dünyaya gönderilmelerinin hikmeti nedir? Nasılsa cehennemlik olan bu yaratıkların fonksiyonu nedir? Burada iki yaklaşım sözkonusu edilebilir: Birinci yaklaşım: Allah'ın ezeli olan ilminde, bu yaratıkların cehenneme gidecekleri biliniyordu. Yalnız bu bilgi onların yaşadıkları pratik hayatta cehennemi hakedecek eylemler yapmalarının açığa çıkmasını zorunlu kılmaz. Yüce Allah'ın ilmi alabildiğine geniş kapsamlıdır. Her şeyi kuşatmış durumdadır. Herhangi bir zaman ve kulların sonradan yaratılan dünyasında kendisinden sonra eylemin gerçekleştiği hiçbir harekete bağlı değildir. İkinci yaklaşım: Hiçbir zamana ve kulların sonradan yaratılan dünyasında meydana gelen herhangi bir harekete bağlı olmayan bu ezeli ilim, insanların cehenneme gitmelerine müstehak olacak biçimde sapmalarına neden olan itici güçlerden biri değildir. Cehenneme gitmelerinin asıl nedeni kendileridir. Nitekim ayette deniyor ki: "Onların kalpleri var, fakat anlamazlar; gözleri var, fakat görmezler; kulakları var, fakat işitmezler." Onlar kendilerine verilmiş bulunan kalplerini, peygamberlerin misyonlarında hazır bulunan ve açık tutulan kalplerin aydınlanmış sağduyularını kavrayabilecekleri delillerine açmış değillerdir. Allah'ın bu evrendeki ayetlerini görmek için gözlerini açmamışlardır. Yüce Allah'ın okunan ayetlerini dinlemek için onlara kulak vermemişlerdir. Onlar kendilerine verilmiş bulunan bu cihazları boş vermişler ve onları gereği gibi kullanmamışlardı. Gaflet içinde ve düşünmeden yaşayıp gitmişlerdir. "Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta hayvanlardan da daha sapıktırlar. Onlar gaflet içindedirler." Bunlar etraflarını kuşatan Allah'ın evrendeki ve hayattaki ayetlerini umursamamışlardır. Kendilerinin ve başkalarının başından geçen olaylardan habersiz yaşamışlar ve bu olaylardaki Allah'ın elini görmemişlerdir. İşte bunlar hayvan gibidirler. Hatta onlardan da daha sapıktırlar. Çünkü hayvanların doğuştan gelen yol gösterici içgüdüleri vardır. Cinler ve insanlar ise, anlayışlı bir kalple, görebilen bir gözle ve derleyebilen bir kulak ile donatılmışlardır. Onlar gereği kavramak için kalplerini, gözlerini ve kulaklarını açmadıklarından, hayatın önünden aldırmadan geçip kalplerini onun asıl anlamını ve amacını kavramak için kullanmadıklarından, gözleri hayatın manzaralarını ve gerçeklerini görmediğinden, kulakları hayatın duygularını ve mesajlarını derleyip toplamadığından, değerlendirmediğinden... Evet bu durumda onlar, sadece yönlendirici fıtratlarından kaynaklanan içgüdüleri ile başbaşa bırakılan hayvanlardan daha sapıktırlar! Sonra da onlar cehennemin yakıtı olurlar! Allah'ın takdiri, dilemesine uygun olarak onları cehenneme sürükler. Zira Allah'ın dilemesi, onları bu yeteneklere uygun biçimde yaratmış ve onların ceza yasasını bu şekilde belirlemiştir. Dolayısıyla onlar Allah'ın ezeli ilminde olduğu gibi varoldukları zamandan itibaren cehennemin yakıtı olurlar! Kâinattaki Tevhid anlaşmasına ilişkin manzara arzedildikten ve bu anlaşmadan Allah'ın kendisine verdiği ayetlerden yüz çevirip sapan adam bir örnek olarak sunulduktan sonra, islâm çağrısına Allah'a ortak koşarak karşılık veren müşriklerin tutumları ile somutlaşan sapıklara aldırmayı öngören yönlendirmeye yer veriliyor. Bunlar Allah'ın isimlerinde ilhada kalkışan ve onları tahrif eden, Allah'ın isimlerini sahte tanrılara yakıştıran bir topluluktur: 180- "En güzel isimler Allah'ınkilerdir. O'na o isimler ile dua ediniz. O'nun isimleri konusunda eğriliğe sapanları sapıklıkları ile başbaşa bırakınız. Onlar yaptıklarının cezasını ilerde çekeceklerdir. " Ayeti kerimenin metninde geçen "İlhad" kavramı sapmak veya tahrif etmek anlamına gelir. Arap Yarımadası'nda yaşayan müşrikler Allah'ın güzel isimlerini tahrif etmişler ve onları sahte ilâhlarına yakıştırmışlardı. "Allah" ismini değiştirerek bu ismi "Lat"a vermişlerdi. "Aziz" ismini değiştirip onu "Uzza"ya takmışlardı. Ayeti kerime bu isimlerin yalnız Allah'a ait olduğunu belirtmektedir. Ve yalnız müminlerin hiçbir tahrife ve sapmaya yer vermeden bunlarla kendisine çağırmalarını, bu konuda sapmış ve saptırılmış bulunanları kendi hallerine bırakmalarını, onlara aldırmamalarını, onların içinde bulundukları sapıklığa iltifat etmemelerini emretmektedir. Çünkü onların işleri Allah'a havale edilmiştir. Bu hareketlerinden dolayı kendilerini bekleyen cezaya mutlaka çarptırılacaklardır.. Aman Allah'ım, bu ne korkunç bir tehdit... Allah'ın isimlerinden eğriliğe sapanların kendi hallerine bırakılmasına ilişkin bu emir, sırf bu tarihi olayla ve Allah'ın isimlerini lafzı olarak değiştirip onları sahte ilâhlara yakıştırmakla sınırlı değildir. Bu emir bütün şekilleriyle her türlü yanlış adlandırmayı kapsamına alır. Uluhiyet gerçeği konusundaki düşüncelerinde, ilhada kalkışan, yani tahrif eden veya sapan herkesi kapsamına alır. Allah'ın çocuğu olduğunu iddia edenler, Allah'ın dilemesinin evrendeki tabiat kanunlarına bağlı olduğunu ileri sürenler, yüce Allah hiçbir şeye benzemediği halde O'nun işlerinin insanların işlerine benzer şekilde meydana geldiğini ileri sürenler, yüce Allah'ın gökte yani evrenin düzenini idarede, insanları ahirette hesaba çekmede ilâh olduğunu kabul edip, O'nun yeryüzünde, yani insanların hayatlarında yasa koyamayacağını, hayatla ilgili konularda insanların ancak kendi akıllarıyla, deneyimleriyle ve menfaatleriyle bağdaşacak şekilde uygun gördüklerini yasa olarak belirleyeceklerini, bu konularda insanların kendi kendilerinin ilâhları olduklarını veya bir kısmının diğer bir kısmının ilâhları konumunda bulunduğunu söyleyenler ve buna (dilleriyle ifade etmeseler de pratikleriyle) şahitlik yapanlar!.. Evet bunların hepsi, Allah'ın sıfatları ve ilâhlığının özellikleri konularında birer sapmadır. Buların hepsini aynı çerçevede görmek gerekir. Müslümanlar ise, bunların hepsinden yüz çevirmek ve onlara aldırmamakla yükümlüdürler. Bu sapık yakıştırmalara kalkışanlara gelince, onlar zaten yaptıklarına karşılık olarak Allah'ın cezasıyla tehdit edilmiş bulunmaktadırlar! KARŞIT GRUPLAR Kur'an-ı Kerim'in akış seyri insanların bir kısmını oluşturan cehennemin yakıtı olan ve şu ayette: "Onların kalpleri var, fakat anlamazlar; gözleri var, fakat görmezler; kulakları var, fakat işitmezler"... sözü edilen kesimi açıkladıktan sonra, insan gruplarını açıklamaya geçiyor. İnsanların bir grubu bunlardır. Bir grup da, Allah'ın isimlerinde eğriliğe sapanlar ve onları tahrif edenlerdir. Sonra insanların içinden hakka sarılan, insanları gerçeğe çağıran, hak ile hükmeden ve ondan sapmayan bir kesim de vardır. Bunların tam karşısında yer alan, gerçeği inkâr eden ve Allah'ın ayetlerini yalan sayan bir grup da bulunmaktadır. Kur'an-ı Kerim birinci grubun varlıklarını kabul eder ve onların varlığını kuşku götürmeyen değişmez bir realite olarak gösterir. Bunlar, sapıklar hakdan saptıklarında, insanlar gerçeği yalan saydıklarında hakkın bekçiliğini yapanlar ve ona bağlılıkta direnen kimselerdir. Diğerlerine gelince, Kur'an onların korkunç akıbetlerini açığa çıkarıyor ve Allah'ın onlara karşı çok çetin bir tuzak hazırladığını belirtiyor: 181- "Yarattığımız insanlar içinde başkalarını hakka ileten ve hakka uygun, adil hükümler veren bir kesim varılır. " 182- Ayetlerimizi yalanlayanları hiç farkına varmayacakları biçimde yavaş yavaş kötü akıbetlerine yaklaştıracağız. " 183- "Onlara mühlet veririm. Çünkü benim tuzağım sağlamdır." Eğer insanların içinde en kötü şartlarda bile, yüce Allah'ın islâmi anlamıyla "Ümmet" diye adlandırdığı bu cemaat olmasaydı, beşeriyet asla onurlandırılmaya hak kazanmazdı. İslâm literatüründe ümmet kavramı bir tek akideye bağlanan, bu akide bağına göre biraraya toplanan ve bu akideye dayalı olarak hareket eden cemaat demektir. İşte sürekli olarak hakka bağlanan ve her zaman ona göre hareket eden bu ümmet, yüce Allah'ın yeryüzündeki emanetinin bekçisidir. Allah'ın insanlardan aldığı sözün şahididir. Bu ümmet aracılığıyla yüce Allah'a verilen sözü inkâr eden sapıklara karşı Allah'ın delili üstün gelmiş olmaktadır. Şimdi de bu ümmetin sıfatları üzerinde biraz durmak istiyoruz: "Başkalarını hakka ileten ve hakka uygun, adil hükümler veren bir kesim vardır." Sayıları ne olursa olsun varlıkları yeryüzünden silinmeyen bu ümmetin sıfatlarından birkaçını şöyle özetleyebiliriz. Onlar hakka çağırırlar, hiçbir zaman hakka hak ile davet etmekten geri durmazlar. Aleyhlerine de olsa hakkı savsaklamazlar. Bildikleri gerçeklerden asla yüz çevirmezler. Onlar yalnızca hak ile başkalarını doğru yola iletirler. Bu haktan ayrılan sapıkların ve bu anlaşmayı inkâr edenlerin üzerinde egemenlik hakları vardır. Onların hakkı tanımaktan ibaret olmayan, bu merhaleyi aşan hak ile hidayete ulaşan, ona çağrıda bulunan ve onun adıyla egemenliği elinde bulunduran aktif bir eylemi vardır. "Hakka uygun, adil bükümler veren." Onlar hakkı tanımayı ve onunla hidayete ermeyi aşarak, bu hakkı insanların hayatlarında gerçekleştirmeye ve onlar arasında hak ile hükmetmeye çalışırlar. Bu hakkı uygulamaktan başka hiçbir şekilde gerçekleştirilmesi mümkün olmayan adaleti uygulamak için çalışırlar... Çünkü bu hak sırf okunan bir bilgi, incelenen bir bilim dalı olsun diye gönderilmediği gibi, kendisi vasıtasıyla doğru yola erişilen ve tanınan kuru bir vaazdan da ibaret değildir! Bu hak ancak insanların bütün işlerine hükmetmek için gelmiştir. İnsanların ibadet niteliği taşıyan eylemlerine-uygulamalarına hükmeder ve onları insanların Rabbleriyle bir bağ kurmalarına vasıta kılar. Toplumun pratik hayatına hükmeder onun sistemini ve kurumlarını kendi ilkelerine ve metoduna göre düzenler. Topluma hükmederken bu şeriattan alınma hukuku ve kanunları ile hükmeder. Toplumun alışkanlıklarına, geleneklerine, ahlâkına ve yaşam tarzına hükmeder. Ve onların hepsini bu hakikatten kaynaklanan sağlıklı düşüncelere uygun biçimde düzene koyar. Onların düşünce, bilim ve kültür metodlarına kısacası hepsine hükmeder ve bunların tümünü kendi ölçülerine göre kontrol altına alır. İşte ancak insan hayatındaki bu yönlerin tümü ile, sözkonusu hakikat varlığını ortaya koymuş olabilir. Ancak bu hakikatin uygulamasıyla gerçekleşebilen adalet yürürlüğe konmuş olur. İşte bu ümmetin hakkı tanıdıktan ve onunla hidayete kavuştuktan hemen sonra yürürlüğe koyduğu da budur. Bu dinin tabiatı apaçıktır, karışıklığa meydan vermez! Sağlamdır, kaypaklığı kabul etmez! Bu dini saptırmaya çalışanlar onun bu apaçık ve sağlam olan karakterini değiştirmede hayli zorluk çekerler. Bu nedenle ona yorulmak bilmeyen çabalar, ardı arkası kesilmeyen saldırılar yöneltirler. Onun istikametini bozmak, karakterini cıvıklaştırmak için her türlü vasıtayı her çeşit cihazı ve bütün deneyimleri kullanırlar. İslami anlamdaki sağlıklı, sağlam ve dinamik uyanış ve diriliş hareketlerini yeryüzünün her yerinde kendilerinin kurmuş oldukları ve destekledikleri rejimler ve devletler aracılığıyla tam bir barbarlık içinde yoketmeye, ezip geçmeye çalışırlar! Ayrıca bu dinin bilginlerinden din adamı olmayı meslek edenleri onun aleyhine ustalıkla kullanırlar. Bunlar Allah'ın hükümlerini tahrif eden, Allah'ın haram kıldıklarını helâl sayan, şeriatın hüküm olarak belirlediğini cıvıklaştırmaya çalışan, fuhuş ve kötülükleri yaygınlaştırmakla kalmayıp, üstelik bunların üzerine dini armalar ve etiketler yapıştıran kimselerdir! Materyalist medeniyetler tarafından aldatılmışları, onların teorilerinin, sistemlerinin etkisine girenleri peşlerinde sürüklüyorlar ki, islâmın da bu teorilere ve bu sistemlere benzediğini onlara kabul ettirebilsinler. Onların sloganlarını alsınlar. Veya onların teorilerini, hukuklarını ve metodlarını kopye edebilsinler! Bunlar hayatın tümüne hükmeden islâmı, miadını doldurmuş tarihi bir olay olarak değerlendiriyorlar. Onun bir daha geri dönemeyeceğine inanıyorlar. Müslümanların duygularını yatıştırmak için de bu mazinin büyüklüğünü takdirle yadederler ki, bu uyuşturucu atmosfer içinde şöyle desinler: Bugün islâmın, bir hukuk ve sistem olarak değil de, müslümanların bireysel hayatlarında bir inanç sistemi ve ibadet biçimi olarak yaşaması zorunludur. İslâma ve müslümanlara geçmişin şerefli tarihi iftihar kaynağı olarak yeterlidir! Yani bunu böyle kabul etmeliyiz veya bu dinin bir "evrim" geçirmesi beşerin realitesine ayak uydurabilmesi için, bu realiteye bağımlı olması, onların kendisine uygun gördükleri bütün düşüncelere ve kanunlara açık olması zorunludur. Böylece dünyada daha önce islâmi olan rejimlerde, devletlerde zamanla inanç sistemi ve din haline dönüşen birtakım teoriler yürürlüğe koyarlar ki, o eski dinin yerini tutsun! O eski Kur'an'ın yerini tutması için, okunan ve tedkik edilen bir Kur'an indirirler. Yine onlar başka bir yöntem olarak bu dinin karakterini değiştirmeye çalıştıkları gibi, toplumların karakterlerïni de değiştirmeye uğraşırlar ki, bu din, kendisiyle doğru yola gelebilecek elverişli kalplerle karşılaşmasın. Onlar bu son taktikleri gereği olarak toplumları, cinsellik, fuhuş ve kötülüklerin bataklığında boğulan, geçim derdi ile meşgul; peşinde koşmadan, zorlamadan ve alın teri dökmeden geçimini temin edemeyecek konuma düşen grupçuklara dönüştürürler ki, karnını doyurduktan ve cinsel duygularını tatmin ettikten sonra ayrılmasınlar, hidayete kulak vermesinler veya dine yönelmesinler! İşte bu, islâma ve islâmla doğru yola ileten ve onunla adaleti gerçekleştirmek isteyen islâm ümmetine karşı başlatılan korkunç bir savaştır. Hiç çekinilmeden her tür silâhın, haddi hesabı olmayan vasıtaların kullanıldığı bir savaş... Bu savaşta uluslararası süper güçler, karteller, holdingler ve basın-yayın organları bütün güçleriyle çalışmakta, devletlerarası bütün teşkilâtlar ve kurumlar onların emrine sunulmakta ve bu uluslararası dayanışma olmadan bir tek gün ayakta durma şansı olmayan kukla rejimler hep birlikte hareket etmektedirler! Her şeye rağmen, bu dinin apaçık ve sağlam tabiatı halâ bu korkunç savaşa karşı bütün direnci ile ayaktadır. Bu hal üzere bulunan müslüman ümmet de sayısının azlığına ve hazırlığının yetersizliğine rağmen kendisine karşı girişilen barbarca yoketme operasyonlarına karşı dimdik durmaktadır... "Hiç şüphesiz Allah işinde üstün olandır." "Ayetlerimizi yalanlayanları hiç farkına varmayacakları biçimde yavaş yavaş kötü akıbetlerine yaklaştıracağız." "Onlara mühlet veririm. Çünkü benim tuzağım sağlamdır." İşte bu dine sarılan, onun üzerinde buluşan ve onun bağları üzerinde biraraya gelen ümmete karşı düşmanların başlattıkları bu korkunç savaşta, onların gereği gibi hesaba katmadığı asıl kuvvet kaynağı budur... İşte Allah'ın ayetlerini yalan sayanların hesaba katmayı ihmal ettikleri asil kuvvet budur. Onlar asla düşünemiyorlar ki, bu, farkında olmadan Allah'ın onları yavaş yavaş cezaya yaklaştırmasıdır. Bunun belli bir süreye kadar Allah tarafından verilen bir mühlet olduğunu düşünemiyorlar. Onlar Allah'ın tuzağının çetin olduğuna inanmıyorlar! Birbirlerine destek oluyorlar ve yeryüzünde kendi dostlarının gücünü egemen görüyorlar ve en büyük kuvveti unutuyorlar! Bu Allah'ın ayetlerini yalan sayanlara karşı izlediği değişmez yasasıdır... Onları yavaş yavaş felâkete sürüklemek ve kendilerine karşı hazırlanan tuzak ve önlemin içine itmek için onların dizginlerini serbest bırakır böylece de karşı gelmelerine ve zulüm yapmalarına zaman tanır. Burada tuzak kuran kimdir? Karşı konulmaz kuvvet sahibi Cabbar olan Allah'tır. Fakat onlar bundan habersizdirler! Ve mutlaka son zafer, hak ile doğru yola ileten ve onu uygulamakta adaleti gerçekleştiren takva sahiplerinindir. DÜŞÜNEMİYENLER Kur'an-ı Kerim, bu korkunç tehditleri, Mekke'de Allah'ın ayetlerini yalan sayan bir topluma yöneltiyordu. Şu kadar var ki, Kur'an'ın hükümleri sürekli olarak belli bir olayla sınırlı olmaktan tamamen uzaktır. Yüce Allah bu kâfirleri, islâmi anlamda ümmet diye adlandırdığı müslüman cemaate karşı tavırlarından dolayı tehdit etmiş ve onlara zaman tanıdığını, yavaş yavaş onları cezaya ve sağlam tuzağa doğru sürüklediğini bildiriyor. Bu tehditten sonra onları, kalplerini, gözlerini ve kulaklarını kullanmaya çağırıyor. Dolayısıyla onlara, cehennem yakıtı olmamalarını, gafiller arasına girmemelerini söylüyor. Yine onları, kendilerini hakka çağıran ve bu hak ile doğru yola ileten peygamberlerinin hakkında iyice düşünmeye çağırıyor. Yerin ve göklerin işleyen düzenine bakmalarını, bu işleyen görkemli düzen içine serpiştirilen Allah'ın ayetlerini görmeye davet ediyor onları. Zamanın geçtiğini, gizli olan ecel vaktinin gelip çattığını ancak kendilerinin halâ gaflet içinde olduklarını belirterek uyanmalarını istiyor: 184- "Düşünmüyorlar mı ki, arkadaşları Muhammed'in deli olması sözkonusu değildir. O sadece açık bir uyarıcıdır. " 185- "Göklerin ve yerin görkemli mekanizmasını, Allah'ın yaşattığı her şeyi ve ecellerinin gerçekten yaklaşmış olabileceğini düşünmüyorlar mı? Kur'an'dan sonra hangi söze inanacaklar? Kur'an onları dalgınlıklarından kurtarıyor, gafletlerinden uyarıyor, sis tabakası altında kalan fıtratlarını, akıllarını ve duygularını harekete geçiriyor. Kur'an onların beşeri olan bütün bünyelerine hitab ediyor. Bu bünyede yer alan alıcı verici cihazların hepsine yöneliyor. Onları kuru zihinsel bir tartışmaya yöneltmiyor. Onların varlıklarını tutup derinden sarsıyor: "Düşünmüyorlar mı ki, arkadaşları Muhammed'in deli olması sözkonusu değildir. O sadece açık bir uyarıcıdır." Kitleleri aldatmak amacıyla peygamberler için normal insanların kullandığı alışılmış ifadelere uymayan, Kureyş'in ileri gelenleri tarafından peygamberimize karşı başlatılan soğuk savaşta (propaganda) `Muhammed cinlerin etkisine girmiştir' şeklindeki acayip sözleri söylüyorlardı. Kureyş'in ileri gelenleri yalancı olduklarını biliyorlardı! Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- çağrısı hususunda onların gerçeği bildiklerini, bu Kur'an'a kulak vermeme ve ondan en derin biçimde etkilenmeme konusunda kendilerini alamadıklarını belirten pekçok rivayetler vardır. Ahnes b. Şurayk, Ebu Süfyan b. Harb ve Amr b. Hişam'ın (Ebu Cehil) üç gece üstüste gizlice Kur'an dinlemeye gelişlerinin kıssası ve onların bundan ne kadar etkilendikleri bilinmektedir. Peygamberden -salât ve selâm üzerine olsun- insanın bünyesini sarsan Fussilet suresini dinleyip etkileyici tesirleri karşısında sarsılan Utbe b. Rebia'nın olayı da meşhurdur. Kureyş'in Hac mevsimi gelmeden önce Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- ve Peygamberimizle beraber bulunan Kur'an hakkındaki görüşlerini belirlemek için yaptıkları toplantı olayı da bunun gibidir. Velid b. Muğire'nin bu toplantı sonunda en tutarlı görüşün, Kur'an'ın insanı etkileyin bir büyü olduğunu söyleyenlerin görüşü olduğu kararına varması da ilginçtir. Bütün bu rivayetler gösteriyor ki, onlar peygamberliğin gerçek durumundan habersiz değillerdi. Ona karşı büyüklük taslıyorlardı. "Allah'tan başka ilâh yoktur ve Muhammed Allah'ın elçisidir. Onaylanmasının saltanatlarını kökten tehdit ettiğini, insanların Allah'ın dışında başka ilâhlara kul olmalarını engellediğini ve genel olarak islâmın bütün beşeri putları, ilâhları sarstığını gayet iyi biliyorlardı! İşte bu nedenle herkesin karşısında apışıp kaldığı Kur'an'ın insanların alışageldiği sözlerden apayrı ve onların söylediklerinden tamamen farklı üslubunu istismar ediyorlardı. Bu toplumda ve önceki toplumlarda alışagelen şekli yapıyı da sömürmeye çalışıyorlardı. Gaybten haber verme ve cinlerle ilişki kurma ile peygamberlik arasında bir bağ kurma çabası içinde bulunuyorlardı! Birtakım delilerin saçma, tutarsız sözlerini istedikleri şekilde yorumlayan ve onların bu sözlerinin ve işaretlerinin onlara görülmeyen gayb aleminden geldiklerini ileri sürmeye çalışıyorlardı! Müşrikler bu toplantıların tortularını kullanarak Hz. Muhammed'in söylediklerinin cinlerin etkisinde kalmasından kaynaklandığını, bu ilginç ve hayat verici sözleri deli olduğundan dolayı söylediğini kitlelere kabul ettirmeye gayret ediyorlardı! (Bkz. Müddesir suresi tefsiri.) Kur'an-ı Kerim onları daha önceden tanıdıkları ve bildikleri Peygamberimizin mesajı hakkında muhakeme etmeye ve düşünmeye çağırmaktadır. Onlar daha önce onun dürüstlüğüne gölge düşürecek bir açığını tesbit etmiş değillerdi. Onun güvenilir ve doğru sözlü olduğuna kendileri de şahitlik etmişlerdi. Ayrıca onun hikmet sahibi biri olduğuna tanıklık etmişler, onu Haceri Esved'i yerine koyma konusunda çıkan anlaşmazlıkla hakem tayin etmişler, onun hükmünü gönülden benimsemişler ve bu hükümle aralarında patlak vermek üzere bulunan bir fitneden kurtulmuş ve değerli mallarını ona emanet etmişlerdi. Bu mallar Mekke'den hicret edinceye kadar onun yanında kalmış, hicretinden sonra amcasının oğlu Ali (Kerremellahu vechehu) onları sahiplerine iade etmiştir! Kur'an-ı Kerim bütün geçmişi, kendileri tarafından bilinen ve davası apaçık biçimde gözler önünde olan bu peygamberin durumunu güzelce muhakeme etmelerini ve düşünmelerini istemektedir... Bu mu deliydi? Bu mu delilerin sözü, delilerin işiydi?.. Asla!.. "Arkadaşları Muhammed'in bir deliliği yoktur. O sadece apaçık bir uyarıcıdır?" Ne onun aklında ne de sözlerinde hiçbir karışıklık yoktur. O sadece bir uyarıcı, bir açıklayıcı ve bir bildiriciydi. Onun sözleri delilerin sözleriyle karıştırılacak nitelikte değildi. Onun durumu da delilerin durumuna benzemiyordu. Sonra... "Göklerin ve yerin görkemli egemenlik mekanizmasını, Allah'ın yarattığı herşeyi düşünmüyorlar mı?" Bu hayret edilecek olaylarla dolup taşan evren önünde başka bir sarsılıştır. Açık bir kalb ve görebilen bir göz ile bu korkunç ölçüde büyük ve geniş evrene yönelmek, fıtratın sis katmanlarından kurtulması için silkinmesine tek başına yeterli olacaktır. Evrendeki gizli gerçeği, ona tanıklık eden üstün sanatı ve kudret sahibi bir yaratıcısını gösteren icazını kavraması için insanın yeteneklerini ve organizmasını harekete geçirecektir. Yerin ve göklerin sisteminde insanın kalbini ürperten, düşüncesini hayrete düşüren öyle eşya var ki... Allah'ın yarattığı herhangi bir şeye bakan insanın kalbi dehşete kapılır, düşüncesi şaşırıp kalır, aklı bunların hepsinin kaynağını araştırmaya yönelir. Bu yaratıkları gözler önündeki amaçlı sisteme göre yaratan iradeyi incelemeye başlar. Yaratıklar niçin bugünkü şekilde olmuşlardır da haddi hesabı olmayan imkân dahilindeki başka bir şekilde olmamışlardır? Neden imkân dahilinde bulunan başka yollardan birine girmemişlerdir de bu yolda yürümüşlerdir? Neden bu yolda bu istikameti tutturmuşlardır? Onların bu şekilde varlıklarını sürdürmelerini sağlayan kimdir? Eğer bu, tek bir iradeden kaynaklanan sürekli ve planlı bir takdirin direktiflerine göre işleyen aynı yasal sistem değilse, onların tabiatında egemen olan bu vahdetin sırrı nedir? Canlı zerrecikler, hatta canlı hücre insanı hayretten hayrete sevkeden bir mucizedir. Hücrenin varlığı... Bünyesini oluşturan sistem... Hücrenin hareketleri... Her an varlığını korumakla beraber, içerisinde meydana gelen sürekli değişme operasyonları... Kendi neslini sürdürmek için kapsadığı yenilenme vasıtaları. Kendi görevini bilmesi... Nesiller boyunca bu görevini aksatmadan sürdürmesi! İşte bu özelliklere sahip bulunan bu canlı hücreye bakıp inceledikten sonra kimin aklı, hatta fıtratı ve vicdanı bu evrenin bir ilahı olmadığına veya burada Allah'tan başka ilâhların da bulunabileceğine kanaat getirebilir? Hayatın evlilik ve nesil yolu ile varlığını sürdürmesi her kalbe ve her akla tek bir yaratıcının plan ve idaresini haykıran bir tanık durumundadır. Yoksa kim nesiller boyunca bu evliliği mükemmel biçimde karşılayacak ölçüde erkekleri ve kadınları hayatta dengede tutabilir. Neden hayatın herhangi bir döneminde sadece erkekler veya sadece kadınlar dünyaya gelmemektedir? Eğer böyle bir şey meydana gelse insanlığın nesli hemen o nesilde tükeniverir. Öyleyse bütün nesiller boyunca kadın-erkek arasındaki bu dengenin direksiyonunu elinde bulunduran kimdir? Denge yalnız bu canlı olayda değil, yerin ve göklerin her alanında ve bütün olaylarda gözetilmiştir. Bir atomun yapısında bu denge ilkesi gözönünde bulundurulduğu gibi, galaksilerin kuruluşunda da denge ilkesine riayet edilmiştir! Bu denge ilkesi canlılar arasında şaşmaz bir ölçü olduğu gibi, cansız varlıkların arasında da değişmez bir yasadır. Eğer bu denge ilkesi kılpayı kadar sarsılacak olursa, bu evren bir an bile ayakta duramaz! Öyleyse yerdeki ve gökdeki tüm büyük dengelerin dizginini elinde bulunduran kimdir? Bu Kur'an'ın ilk muhatabı olan Arabistan Yarımadası'nın Arapları o zamanki bilimleri bilgileriyle yerde gökde ve Allah'ın yarattığı herşeyde, bu denge ve ahengin boyutlarını tam anlamıyla kavrayacak durumda değillerdi. Şu var ki, insanın fıtratı, bu evrenle engin bir uyum içindedir. İnsanın fıtratı, bu enginliklerde seslerle ifade edilemeyen dilini kullanarak evrenle diyaloğa geçer. Kâinatın etkileyici ve yol gösterici mesajlarını, ilhamlarını alabilmesi için insanın açık bir kalp ve gören bir gözle bu evrene bakması yeterlidir. Nitekim insan, bu varlık aleminin duygularına verdiği mesajları alarak kendi fıtratı ile kendisinin bir ilâhı olduğunu bulmuş ve bu gerçek onun duygularında hiçbir zaman saklı kalmamıştır. Ancak insan bu gerçek ilâhın sıfatlarını belirlemede hataya düşebilmiştir. Neticede peygamberlerle gelen mesajlar onu bu konuda doğru olan görüşe iletmiştir. "Bilimsel Sosyalizm"in taraftarları olan modern inkârcılara-ateistlere gelince, bunlar fıtratları bozulmuş hayvanlaşmış yaratıklardır! Hatta onlar ancak kendi fıtratlarını inkâr ediyorlar. Onlar içlerinden gelen telkinlere karşı direniyorlar, inat ediyorlar. Onlardan birinin feza boşluğuna çıktığında, harika manzarayı ve yerküresinin boşlukta asılı duran manzarasını gördüğünde fıtratı haykırıyor: "Dünyayı bu şekilde boşlukta durduran kimdir?" Fakat yeryüzüne indiğinde ve devletin baskısını hatırladığında: Orada Allah'ı görmediğini söylüyor. Ve yerin ve göklerin cüzi bir bölümü karşısında fıtratının özünden gelen duyguları ve vicdanının derinliklerinden gelen haykırışları gizliyor! Bu Kur'an ile insana hitab eden yüce Allah, insanı yaratan ve onun fıtratını en iyi bilendir. Son olarak onların kalplerine bir ölüm teması ile dokunuyor. Bu ölüm, onlar kendilerinden habersiz oldukları bir sırada bilinmeyen gayb aleminden gelip pek yakında kendilerini yakalayabilir: "Ecellerinin gerçekten yaklaşmış olabileceğini düşünmüyorlar mi?" Onlar ecellerinin yakın olduğunu nerden bileceklerdir? Onlar Allah'ın gaybından habersiz oldukları ve Allah'ın pençesinden kurtulamayacak bir durumda oldukları halde, onları gaflet içinde orada bırakan sebep nedir? Yaklaşmış olma ihtimali de bulunan gizli ecel ile teması gerçekleştiren bu dokunuşlar insanın kalbini derin bir şekilde sarsar! Belki böylece uyanır, gözlerini açar ve görmeye başlar. Bu Kur'an-ı indiren ve bu insanı yaratan yüce Allah, bu dokunuşun hiçbir kalbi gafil bırakmayacağını çok iyi bilmektedir. Yalnız bazı kalpler buna inad edebilecek ve büyüklük taslayabileceklerdir! Bu sözden daha etkili bir şekilde kalpleri sarsacak veya onları yumuşatacak başka bir söz yoktur... Bir ayeti kerime içerisinde yeralan bu dokunuşlar, Kur'an'ın bu insanın bünyesine hitab eden metodunu ortaya koymaktadırlar. Kur'an'ın bu metodu, insanın tüm duygularına hitab eder. Hitab etmediği bir taraf, dokunmadığı hiçbir çizgi bırakmaz. Kur'an metodu sırf insanın aklına hitab etmez. Yalnız onu, tamamı ile boş da vermez. İnsanın bütün bünyesini sarsarken, ona da dokunur ve harekete geçirir. İnsan zihnine dokunurken kuru tartışma metodu ile ona yanaşmaz. Hayatın sıcaklığı içine sirayet etmişken, cereyanı içinde hareket ederken onu diriltmek ve görüp düşünmesini sağlamak ister. Allah yoluna davetin metodu sürekli olarak böyle olmalıdır. Çünkü insan yine o insandır. İlim yönünden ne kadar "tekamül ederse" etsin, bünyesinde bir değişiklik olmayan insana Allah'ın hitabı ve değişmez kelâmı olan Kur'an da yine o Kur'an'dır. HİDAYET VE SAPIKLIK Burada ayeti kerimelerin akış seyri bir değerlendirme yapmak için kısaca duruyor... Burada Allah'ın hidayet ve sapıklığa ilişkin değişmez yasası belirtiliyor. Bu yasa Allah'ın iradesine uygun olarak hidayeti isteyen ve bu konuda çaba sarfedenleri hidayete erdirmeyi, hidayetin delillerinden ve imanın mesajlarından yüz çevirenleri sapıklığa itmeyi gerektirmektedir. Bu değişmez yasa Kur'an'la muhatap olan topluluğun haline uygun düşecek biçimde arzedilmiştir. Çünkü Kur'an-ı Kerim, bir tek örnek vasıtasıyla genel bir ilkeyi metod olarak arzeder. İbret verici bir olay vesilesiyle değişmez bir yasayı açıklar: 186- "Allah'ın saptırdığı kulu hiç kimse doğru yola iletmez. O sapıkları, azgınlıklar içinde debelenmeye bırakır." Sapıklığa düşenler, ancak görmek ve düşünmekten habersiz olan kimselerdir. Allah'ın ayetlerini görmek ve onları düşünmekten gafil olanları Allah sapıklığa iter. Allah'ın sapıklığa ittiği kimseyi bundan sonra kimse doğru yola iletemez: "Allah'ın saptırdığı kulu, hiç kimse doğru yola iletemez." Allah'ın bu yasaya uygun olarak kendisine sapıklık yazdığı kimse, sonuna kadar haktan sapmaya ve onu görmezlikten gelmeye devam eder: "O sapıkları, azgınlıkları içinde debelenmeye bırakır." Onların bu hallerine terkedilmeleri bir zulüm değildir. Çünkü basiretlerini ve gözlerini kapatanlar, onların kendileridir. Kalplerinin ve diğer organlarının işlemelerine engel olanlar, onların kendileridir. Varlığın sırlarından, yaratmanın üstünlüklerinden ve önceki ayette kendisine dikkat çekilen eşyanın şahitliğinden habersiz olanlar, onların kendileridir. Bu evrende insanın gözü nereye uzansa, orada hayret edilecek şeylerle karşılaşır. İnsan nerede gözünü açsa, orada bir ayet görür. Bunların hepsini görmediğinde, görmezlikten geldiğinde, bu şaşkınlığı ile yüzüstü bırakılır. Bunların hepsinde sonra sapıklığı tercih eder ve hakkı çiğnerse, kendisini yokluğa teslim edecek olan sapıklığa terkedilir: "O sapıkları, azgınlıkları içinde debelenmeye bırakır." AHİRET İNANCI İşte çevrelerini kuşatan gerçeklerden habersiz olanlar... kendilerini çepeçevre saran gerçekleri görmezlikten gelenler... kalkıyorlar, Peygamberimize salât ve selâm üzerine olsun- bilinmez gayb aleminde onlardan tamamen uzakta bulunan kıyamet hakkında soru soruyorlar. Tıpkı ayaklarının altındakini görmedikleri halde, engin ufuklardakileri görmeye çalışanlar gibi! 187-Sana kıyamet anı hakkında sorarlar, ne zaman gelip çatacak diye. De ki, onun bilgisi rabbimin tekelindedir. Vakti gelince, onu gerçekleştirip açığa çıkaracak olan O'dur. Göklerin ve yerin ağırlığını kaldıramayacağı bu olay başınıza ansızın gelecektir. Sanki sen bu konuyu sürekli kurcalıyormuşsun gibi, sana onu soruyorlar. De ki; onun bilgisi Allah'ın tekelindedir, fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmezler. " 188- "De ki; ben kendime, Allah'ın dilediğinden başka bir yarar ya da zarar dokunduracak güçte değilim. Eğer görünmeyeni, gaybı bilseydim, daha çok iyilik elde ederdim. Ve başıma hiçbir kötülük gelmezdi. Ben sadece müminler toplumuna seslenen bir uyarıcı ve müjdeciyim." Ahiret inancı ve ahiret gününde hesaba çekilme, cezalandırılma Arap Yarımadası'nda yaşayan Araplar için sürprizdi. Halbuki bu inanç, hem müşriklerin atası Hz. İbrahim'in -selâm üzerine olsun- dininde hem de onurlu babaları İsmail'in dininde köklü bir inançtı. Ne var ki, bu inancın üzerinden uzun bir zaman geçmişti. Onlar uzun bir süre bu inançtan uzak yaşamışlardı. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'in dini olan islâmın ilkeleri ile araları açılmıştı. Bu nedenle ahiret inancı tamamen düşüncelerinden silinmişti. Dolayısıyla onu gerçekten hayret edilecek bir inanç olarak algılıyorlar ve düşüncelerinden çok uzakta görüyorlardı. Müşrikler, bu inanca ve ölümden sonraki hayattan, dirilişten, toplanmaktan, hesaba çekilmekten ve cezalandırılmaktan söz ettiği için Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- şaşıyorlardı. Nitekim başka bir surede Kur-an-ı Kerim bu noktaya açıklık getirmiştir: "Kâfirler (birbirlerine) dediler ki: Siz tamamen dağılıp parçalandıktan sonra, mutlaka yeni bir yaradılış içinde olacağınızı size haber veren bir adam size gösterelim mi? Allah'a yalan mı uydurdu, yoksa kendisine delilik mi var? Hayır, ahirete inanmayanlar hem azap, hem de derin sapıklık içindedirler." (Sebe Suresi: 7-8) Yüce Allah biliyordu ki, herhangi bir ümmetin insanlığa önderlik yapması ve onun üzerine şahit olması -ki islâm ümmetinin de görevi budur- apaçık bir ahiret inancı olmadan ve bu inanç, bu ümmetin vicdanında köklü bir biçimde yer etmeden gerçekleşemez. Hayatın, bu kısa zaman diliminden kısacık dünya hayatından ve küçücük yeryüzünün sınırlarından öteye geçmediğini düşünen bir ümmetin, bu sıfatları taşıyan ve bu görevi üstlenecek olan bir ümmeti meydana getirmesi mümkün değildir! Ahiret inancı, düşüncenin derinlik kazanması, insanın iç dünyasının genişlemesi ve hayatın geniş bir boyut kazanmasıdır. Bu inanç, insanın kendisini bekleyen görevi üstlenmeye elverişli bir nitelik kazanması için, bizzat iç aleminin oluşması için de zorunludur. Aynı şekilde nefsin basit arzularını kısa görüşlü ihtiraslarını kontrol altına almak için de ahiret inancı zaruridir. Basit sonuçların umutsuzluğa neden olmamaları, büyük fedakârlıkların insanı yolundan alıkoymamaları, hayır yolunu müjdeleme, hayır yolunda çalışma ve hayra rehberlik etme açılarından yoluna devam etmesi,'kısa vadeli sonuçlara ve acı fedakârlıklara rağmen, hareketin alanını genişletmesi için de ahiret inancı şarttır. Ayrıca bu büyük görevi üstlenmek için de bu sıfatlar ve duygular zaruridir. Ahiret inancı, `insanın içinde yer alan düşünce ve görüş enginliği ile dar görüşlülük ve `hayvan'ın idrakinde yer alan duyguların alanında hapsolma arasında bir yol ayrımıdır! Hayvanların kavrayışları gibi değerlendirme, insanlığın liderliği için dosdoğru halifelik çizgisinde Allah'ın emanetini yerine getirmeye yetmez. İşte tüm bu nedenlerden dolayı Allah tarafından gönderilen bütün dinlerde ahiret inancı üzerinde önemle durulmuştur. İlâhi dinlerin sonuncusu olan islâm dininde ise ahiret inancı, genişliği, derinliği ve aydınlığı ile en ideal şekline kavuşmuştur... Öyle ki, müslüman ümmetin duygularında ahiret hayatı bizzat içinde yaşadıkları dünya hayatından daha köklü, daha açık ve daha engin bir şekilde yer almıştır. İşte bu özelliğiyle islâm ümmeti, beşeriyeti kumanda etme konumuna gelmiş ve insanlık tarihi tarafından en güzel biçimde bellenen ve tarihde eşine rastlanmayan kumanda mevkiine ulaşmıştır. Biz burada A'raf suresinin bu bölümünde müşriklerin ahiret inancını nasıl bir şaşkınlık ve tepkiyle karşıladıklarını gösteren bir manzara önündeyiz. Onların bu halleri alaycı, inkârcı ve vurdumduymaz bir ifade tarzı ile kıyamet hakkında soru sormalarından anlaşılmaktadır: "Sana kıyamet anı hakkında sorarlar, ne zaman gelip çatacak diye?" Hiç kuşkusuz kıyamet yalnız Allah'ın bildiği ve kendi yaratıklarından hiçbirine bilgisini vermediği gayb konularından biridir. Fakat buna rağmen onlar, Peygamberimize kıyameti soruyorlar. Bu, ya deneme ve sınama sorusudur, ya da garipsenen, tuhaf karşılanan bir meseleye ilişkin bir sorudur! Yahut da hafife alan, küçümseyen bir sorudur! ``Ne zaman gelip çatacak diye?", yani kesinleşecek ve gelip çatacak vakit ne zamandır? Halbuki Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- de bir insandı. Gaybı bildiğini iddia etmiyordu. Gaybı sahibine havale etmek, gaybı bilme işinin ilâhlığın özelliklerinden biri olduğunu, kendisinin bir insan olduğunu, insan olması dışında, başka bir iddiası olmadığını, bu sınırları aşmadığını, kendisine öğretenin Allah olduğunu ve istediği şeyi kendisine vahiy ile bildirdiğini onlara öğretmekle emredilmişti: "De ki; onun bilgisi Rabbimin tekelindedir. Ondan başka kimse onun vaktini bilemez." Kıyametin zamanını bilen yalnızca yüce Allah'tır. Kıyamet gelmeden önce onu kimseye bildirmez. Ve Allah'tan başkası bu zamanı açıklayamaz. Ayeti Kerime onların, bu şekilde kıyametin ne zaman kopacağına ilişkin sorularından vazgeçip, onun tabiatına ve gerçekliğine yönelmelerini, dehşetini ve büyüklüğünü hissetmeye çalışmalarını istemektedir. Dikkat edin, kıyamet günü gerçekten büyük bir olaydır! Dikkat edin, o günün yükü çok ağırdır! Dikkat edin, kıyametin ağırlığını, gökler ve yerler taşıyamaz! Bütün bunların yanında kıyamet ansızın gelip çatar. Kendisinden habersiz olanları birden yakalayıverir: "Göklerin ve yerin ağırlığını kaldıramayacağı bu olay, başınıza ansızın gelecektir." Şu halde, insan tüm gücünü kıyamet gelmeden önce ona hazırlanmak ve önlem almak için harcamalıdır. Çünkü gelip çattıktan sonra sakınmanın bir yararı olmaz. Daha vakit varken, ömür vefa ederken, eğer gereken önlem alınmamışsa, ona göre bir hazırlık yapılmamışsa, gelip çattıktan sonra dikkatli olmanın, ihtiyatlı hareket etmenin hiçbir faydasından sözedilemez. Sonra hiç kimse O'nun ne zaman geleceğini bilemez. Öyleyse bu andan tezi yok harekete geçmeli, çok çalışmalı, bundan böyle bir ânı bile boşa harcamamalıdır. Çünkü ölüm bundan sonraki saniyede ansızın gelip çatabilir! Sonra Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- kıyamet hakkında soru soran bu insanların hallerini hayretle dile getiriyor. Onlar peygamberliğin tabiatını, peygamberin gerçek mahiyetini, ilâhlık gerçeğini ve peygamberin yüce Rabbine karşı takındığı edebini gerektiği biçimde kavrayamıyorlar: "Sanki sen bunu sürekli kurcalıyormuşsun gibi, sana onu soruyorlar!" Yani sanki sen sürekli bu konuları araştıran ve soran bir meraklısın gibi! Onun zamanını açıklamakla yükümlüymüşsün gibi sana kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar! Halbuki Allah'ın Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- bilgisinin yalnız Allah'a mahsus olduğunu bildiği konularda Rabbine soru sormaz: "De ki; onun bilgisi Allah'ın tekelindedir." Kıyametin bilgisi yalnız Allah'a aittir. Ve onu yaratıklarından hiç kimseye bildirmemiştir. "Fakat insanların çoğu, bu gerçeği bilmezler." Böyle olan, yalnız kıyamet meselesi değildir. Gayb konularının tamamı böyledir. İşte bu gaybın bilgisi yalnız Allah'a mahsustur. Dilediği kimseyi dilediği kadarıyla, dilediği zamanda bu gaybdan haberdar ettiğinde, başkası onu bilemez. İşte bu nedenle insanlar kendileri için, ne bir fayda ne de bir zarar verebilirler. Onlar bazan kendileri için fayda getirir umudu ile bir iş yaparlar, fakat işin sonunda büsbütün zararlı da çıkabilirler. Aynı şekilde zararı önlemek için bir iş yaparlar, fakat işin kendilerine görünmeyen sonu onları zarara doğru çeker! Zaman olur hoşlanmadıkları bir iş yaparlar, fakat bir de bakarlar ki, sonunda yararlı çıkmışlardı: "Bazan hoşunuza gitmeyen bir şey hakkınızda hayırlı olabilir, buna karşılık hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir... (Bakara Suresi: 216) Nitekim şair diyor ki; Dikkat edin, kim bana gideceğim yeri gitmeden gösterebilir? Kim gösterebilecek ki, gidilecek yere ancak gidişten sonra varılabilir? (İbn-i Rumi'nin kasidesinden alınmıştır.) Şair burada gizli olan gayb karşısında insanlığın konumunu tesbit etmektedir. İnsan ne kadar bilirse bilsin, ne kadar öğrenirse öğrensin, onun gayb kapısı karşısındaki konumunu değiştiremez. Gözlerinin önüne geçirilmiş olan gayb perdesini kaldıramaz. Gizli olan gayb alemi karşısında gözü kapalı olan insanın beşeriliği ona sürekli olarak konumunu hatırlatacaktır. Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- kim olduğu, herkes tarafından bilinmesine ve yüce Allah'ın yanında gayb konusunda diğer insanlar gibi bir beşer olduğunu, kendisi için ne faydalı ne de zararlı olmaya gücü yetmediğini tüm insanlara açıklamakla yükümlüdür. Çünkü o, gaybı bilmemektedir. Yolları aşmadan hangi hedeflere varılacağını kestirememektedir. Hareketlerinin sonuçlarını nereye varacağını görememektedir. İşte bu nedenle, hareketlerini sonuçlarına göre tercih etme gücüne sahip değildir. Yani gizli olan akıbetin iyi olduğunu görüp, vazgeçme imkânına sahip değildir. O ancak amel etmekle yükümlüdür. Netice ise, Allah'ın gizli gaybında, Allah'ın takdir ettiği biçimde gelecektir. (Bkz. "En'am Suresinin 59. ayeti"nin tefsiri.) "De ki; Ben kendime, Allah'ın dilediğinden başka bir yarar ya da zarar dokunduracak güçte değilim. Eğer görünmeyeni, gaybı bilseydim daha çok iyilik elde ederdim ve başıma hiçbir kötülük gelmezdi." Bu ilân ile islâmdaki Tevhid akidesi, bütün özellikleri ile şirkin her çeşidinden ve her türlüsünden kesin bir şekilde soyutlanıyor. Yüce Allah da hiçbir insanın kendisine ortak olmadığı ilâhi özelliklerle ortaya çıkıyor. İsterse bu beşer Allah'ın elçisi, sevgilisi, seçkin kulu Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- olsun farketmez. Gaybın eşiğinde beşerin bütün enerjisi tükeniverir ve beşerin bütün ilimleri durmak zorunda kalır. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun İnsan oluşunun beşeriyetin sınırlarında durur. Vazifesi de hudut ile sınırlıdır. "Ben sadece müminler toplumuna seslenen bir uyarıcı ve müjdeciyim." Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- insanların hepsine bir uyarıcı ve müjdecidir. Yalnız onun uyarılarından ve müjdelemelerinden yararlanacak olanlar sadece "müminler"dir. Peygamberin sunduğu hakikati anlayacaklar onlardır. Onur. getirdiklerinin gerisindekileri kavrayabilenler yine onlardır. Bunun da ötesinde, onlar insanlığın yüz akıdırlar. Ayrıca onlar, peygamberin kendileri aracılığıyla bütün insanların şerrinden kurtulduğu kimselerdir. Muhakkak ki, söz gerçek anlamını ancak kendisine açılan kalpleri, onu kabul edip kendisiyle aydınlanan akıllara kavratabilir. Bu Kur'an'da ancak mümin bir topluluğa hazinelerini açar, sırlarını açıklar, meyvelerini verir. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- ashabından bazıları; "Bize Kur'an verilmeden önce iman verilirdi" demişlerdi. İşte onların Kur'an'dan bunca zevk almaları imana bağlı bir durumdur. Ancak bu imanla, onun anlamlarını ve amaçlarını üstün bir şekilde kavrıyorlardı. Bu iman sayesinde çok kısa bir zamanda büyük harikalar meydana getirmişlerdir. Gerçekten de bu eşsiz nesil, Kur'an'ın tadından, nurundan ve sarsılmaz delilinden öyle bir tad almışlardı ki, bu nesil gibi iman eden bir nesilden başkası asla onun tadına varamaz. Onların ruhlarını imana ileten Kur'an olmuşsa da iman onlara, Kur'an'da imandan başkasının asla açamayacağı ufuklar açınıştır! Sahabe nesli Kur'an ile beraber ve bu Kur'an için yaşamışlardır. İşte bu nedenle, bu eşsiz nesil bu düzeyde bu çokluğu ve yetkinliğiyle bütün tarih boyunca bir daha gün yüzüne çıkmamıştır. Tarih boyunca bu onurlu ve takdirli neslin ayak izlerini takip ederek yürüyen tek tek bireylerden başka kimse o noktaya ulaşamamıştır! Onlar uzun bir zaman boyunca kendilerini Kur'an'a adamışlardır. Onun yüce kaynağına insan sözlerinden hiçbir saibe karışmamıştır. Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- sözleri ve uygulaması hariç. Zaten peygamberin sözleri ve yol göstermeleri de yine Kur'an kaynaklıydı. İşte bundan dolayı bu nesil böylece eşsiz bir konuma gelmişti. O neslin gerçekleştirdiklerini yapmaya çalışanların onların izlediği yolu izlemeleri, uzun bir zaman boyunca bu Kur'an ile beraber ve bu Kur'an için yaşamaları, akıllarına ve kalplerine beşer sözlerini onların olgunlaştıkları gibi olgunlaşmaları için karıştırmamaları ne güzel olacaktır. TEVHİD VE SAPIKLIK Daha sonra Tevhid meselesine ilişkin yeni bir fikir gezisine çıkıyoruz. Konunun başında hikâye tarzı kullanılıyor. Böylece insanların Tevhid'ten Şirk'e doğru nasıl adım adım saptıkları tasvir ediliyor. Sanki bu sözkonusu müşrikleri ataları olan Hz. İbrahim'in dininden nasıl saptıklarının hikâyesidir. Konunun sonlarına doğru üslûb değişiyor ve doğrudan onlara hitab ediliyor. Allah'a ortak koştukları ilâhlarına tapmakla ne kadar basitleştikleri yüzlerine vuruluyor. Böylece ilk bakışta basit bir düşünce ve çirkin boş bir iddia olduğu ortaya konmuş oluyor. Bölümün sonunda Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bu müşriklere ve onların Allah dışında kendilerine taptıkları bu ilâhlarına meydan okuması, yalnız biricik dostu ve destekçisi Allah'a dayandığını ilân etmesi isteniyor: 189- "O ki, sizi bir tek kişiden türetti, o tek kişinin beraberliğinde huzura ereceği eşini de kendi özünden yarattı, eşini kucaklayıp sarınca, hafif bir yük yüklendi, Onu bir süre taşıdı, sonra yükü ağırlaşınca, eşler birlikte "Eğer bize sağlıklı bir çocuk verirsen, kesinlikle sana şükredenlerden oluruz" diye Allah'a dua ettiler. "
190- "Fakat Allah onlara sağlıklı bir çocuk verince, kendilerine Allah tarafından ver
|