Ne görsem aşk bu şehirde, rüzgâr bile seviyor, okşuyor insanı... Ve Mescid-i Nebevî karşımda...
Sağ köşede, hasırın üzerinde uzanan biri var. Üzerinde eski bir örtü... Hz. Osman (ra) bu...
Bir defa olsun Peygamber’in (sas) yüzüne dikkatlice bakamayan, hayâ sahibi insan. O’nun (sas)
huzurunda, başındaki kuşu kaçırmak istemez gibi kıpırdamadan oturan, meleklerin kendisinden
hayâ ettiği kahraman. Peygamber aşkıyla, öfkesini yok eden hilm sahibi Osman (ra). Neden
utandın ki kalemim? Bugüne kadar yazdıklarından mı? Yoksa yazmadıklarından mı? Sevmek,
sevdiğinin ahlâkıyla terbiye olmakmış kalemim. Ah, hayâ âbidesi Osman (ra)! Seni böylesi
yakan, gözyaşlarının söndüremediği aşkından bir kıvılcım da bana versen. Ben de yansam
senin gibi... Küllerimden çiçekler açsa, yüzü, Sevgili’ye (sas) bakan...
Şu kılıcı gördün mü kalemim? O kılıç ki Sevgili’nin sımsıcak aydınlığıyla büyüyen Hazreti Ali’nin (ra) kılıcı.
O kılıç ki küfrün karşısında keskin, Peygamber (sas) huzurunda bir hurma dalı kadar narin... Ey aşkın
fermanını yazan gül kokulu kılıcın sahibi! Kalemimi kılıcınla bilesem, ben de -Peygamber’in (sas) hicret
ettiği gece yatağına yattığın gibi- canımı hiçe sayabilir miyim? Allah’ın rahmet soluğundan ibaret bu cana,
aşkından bir tutam versen, korkulardan emin olarak feda edebilir miyim kendimi?
Bir bir seyreyle kalemim. Edep, tevazu, fazilet, muhabbet âbidesi, peygamber âşığı sahabe
efendilerimizi. Hz. Bilâl’i (ra) meselâ. Demirden gömlekler giydirilerek güneşte kavrulduktan
sonra Mekkeli çocukların elinde sokaklarda dolaştırılan, bütün işkencelere “Ehad, ehad!”
haykırışlarıyla mukabele eden, taşınamaz taşları bağrında Sevgili’nin (sas) hayaliyle taşıyan
Bilâl’i (ra). Her gün beş vakit, asırlara meydan okuyan sesiyle Sevgili’yi zamana müjdeleyen,
muhtaç olan her sineye Sevgili’yi (sas) duyuran Bilâl’i (ra).
Anne ve babasının makamını Rasulullah’a (sas) veren, bu kutlu tercihle Peygamber ailesinden
olan Zeyd bin Hârise’yi. “Sen, bizim kardeşimiz ve arkadaşımızsın.” dediğinde Sevgili, mescitten
sevinç gözyaşlarıyla, uçarak çıkan Zeyd’i (ra). Sığınacak bir mecra ararken Taif’te Sevgili (sas),
ona âdeta bir zırh olan Zeyd (ra) Hazretleri’ni. Taiflilerin attığı taşlar, toprak olmayı dilerken
Hakk’tan, Taif halkına; “Bana atın taşları, incitmeyin Kâinatın Sevgilisi’ni!” diye yalvaran Zeyd’i (ra).
Mute’de şehit olana kadar peygamber aşkıyla yanıp tutuşan, onu canından özge can bilen Zeyd’i.
Kalemim! Zikrini nefesinde taşıyan ağaçlardan yapılan kalemim! O’nun (sas) sevgisini dilesem, Nebi
sevdasını dilensem ben de böyle yanabilir miyim aşkla? O’nu (sas) bilmek, sevmeye yeter mi? Bir el
uzanışı kadar yakınken O’na (sas), canımdan yakınken, sinemde incim aynı zamanda çilemken,
sürgün düştüğüm beldeden aşk şehrine gelmişken yıldızlar kadar uzak düşer miyim O’ndan? Ah,
kalemim! Kalın dallı hurma korkulukları evim olsa. Hiçbir şeyim olmasa ama, O’nu (sas) bir kez
görsem ve gömülsem mübarek ayaklarının dokunduğu bu mukaddes topraklara...
Bak kalemim! Sevginin öğretmenine bak! Peygamberin Medine elçisi Mus’ab bin Umeyr’e (ra)...
Peygamber aşkıyla coşan yüreği, yerinde duramayan kalbi, ancak yine Sevgili’nin (sas) mübarek
elleri dokununca okyanus derinliğine dönüşen Mus’ab’a... Uhud’da düşmanın dikkatini Efendisi’nin
üzerinden çekmek için, şehadet şerbetini düşünmeden içen Mus’ab’a... Sancağı eline alıp,
“Allahuekber” nidalarıyla meydana atılan ve önce sağ elini sonra da sol elini kaybedip sancağı
pazularıyla tutan Mus’ab’a... Sancağı şehit olmadan bırakmayan ve en sonunda sancakla birlikte
toprağa düşen Mus’ab’a...
Gör kalemim! Hepsini gör! Halid bin Velid’i, Abdullah ibn-i Mesud’u, Hz. Sümeyye’yi ve
her biri bir yıldız olan sahabe efendilerimizi gör! Hazreti Sevban’ı gör, meselâ. Bir gün
Peygamber’e gelip, “Ey Allah’ın Resulü! Sen bana nefsimden daha sevimlisin. Sen’i (sas)
çocuğumdan daha fazla severim. Evimde otururken hatırlayıp da gelip Sen’i (sas)
göremezsem rahat edemiyorum. Sen’in (sas) ölümünü ve kendi ölümümü düşününce
hâlimden endişe ediyorum. Biliyorum ki, Sen (sas) Cennet’e dâhil olduğunda
peygamberlerle olacaksın. Benimse Cennet’e girmem şüpheli. Girsem bile, Sen’inle (sas)
beraber olamamaktan korkuyorum.” diyen Sevban’ı. Sevgisinin tertemiz gözyaşları Rahmân’ın
kapısına düşer düşmez, “Kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse, işte o Allah’ın kendilerine lütufta
bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehitler ve sâlih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel
arkadaşlardır.” müjdesine mazhar olan Sevban’ı.
“Sevmek, Allah’a ve Resulüne itaat etmekmiş” diyorsun kalemim, bildim. “Kır artık
belimi sahibim, yazmak bana ağır geliyor!” diyorsun. “Göm beni gül kokan, aşk tüten bu
topraklara... At beni sahabe yüreklerinde yanan ateşlere, at ki hakiki sahibime kavuşayım,
yanıp kül olayım!” diyorsun. Yakarışın son bulsun artık kalemim! Seni buz gibi, asfalt yollu,
gri renkli betondan şehirlere götürmeyeceğim. Cehaletle sırçalanmış, sevmeyi bir yük sayan,
aşk fakirlerinin masalarına koymayacağım. Kim bilir belki nurdan bir kalem olur, na’tlar yazarsın
Sevgili’ye. Sevgiler şehrine, Sevgili’nin şehrine göçen kalemim, hicretin kabul olsun. Atıyorum
seni Mekke çöllerine, fısıldıyorum kulağına, “Anam, babam sana feda olsun ya Resulallah!” diye.
Yakıyorum, gün aşırı sevmelere alışmış benliğimi ve dönüyorum yüzümü sadece Sevgili’ye...
En Sevgili’ye...