Konu Başlıkları: Mevdudi - Fetvalar (FECR Hocama)
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 09 Eylül 2016, 00:01   Mesaj No:12

nurşen35

Medineweb Emekdarı
nurşen35 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:nurşen35 isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 38944
Üyelik T.: 09 Şubat 2014
Arkadaşları:60
Cinsiyet:Bayan
Mesaj: 9.475
Konular: 1144
Beğenildi:4423
Beğendi:3685
Takdirleri:11319
Takdir Et:
Standart

FETVALAR MEVDUDi (2)


Birinci Bolüm



İHTİLAFLI MESELELER


Taklid Ve Adem-i Taklid


Soru:

Dört imamı taklidle ilgili görüşünüz nedir? Yani siz takli*di bir noktaya kadar caiz olarak görüyor musunuz, görmüyor musunuz? Caiz görüyorsanız hangi noktaya kadar?
Yanılmıyorsam, siz geniş meşrebli bir mukallidsiniz, de*ğil mi?

Cevap:

Tutmuş olduğum yol şudur: İlim sahibi bir kimsenin do*laysız olarak Kitap ve Sünnet'ten doğru hükmü ortaya çıkar*mak için çalışması ve bu çalışma ve araştırmasında selef ulemasının ustaca verilmiş reylerinden yardım alması gere*kir. Yine onun ihtilaflı meselelerde her türlü taassuptan uzak durarak açık kalple müctehid imamlardan hangisinin içtihadının Kitap ve Sünnet'e daha uygun olduğunu araştır*ması gerekir.
Ben ne Ehl-i Hadis[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] adlı grubun tuttuğu yolu tüm ayrın*tılarıyla doğru olarak görüyorum ve ne de sadece Hanefilik ya da Şafiiliğin bağlısıyım. Ancak, Cemaat-i İslâmî ile fikir birliğine sahip kimselerin fıkhı mezheblerinin benim fıkhı mezhebimle ya da görüşümle mutlaka uygun olması ve ona tabi olunması diye birşey söz konusu olamaz. Onlar, mez*hepçilik taassubundan uzak durup, hakkı kendi hiziplerine münhasır kılmadıkları sürece bu cemaatte kalıp kendileri*nin tatmin oldukları ölçüde Hanefî, Şafiî, Ehl-i Hadis ya da diğer fıkhı mezheplerden biri üzerine amel etmekte serbest*tirler.

Soru:

Ehl-i Hadis grubu, dört imamı taklid etmeyi haram ve şirk olarak görmektedir. Acaba bu doğru mu? Mukallidler hadis ehli değil midir? Taklid asıl olarak nedir ve zorunlu mudur?

Cevap:

Gerçekte, İslâm'da Rasûlullah'ın (s.a) yolundan başka bir taklid yolu yoktur ve Rasûlullah'ı (s.a) taklid de, Efendi*miz ne buyurdu ve ne işledi ise Allah'ın izni ve fermam itiba*riyle olduğu için söz konusudur. Yoksa aslında itaat edilmesi gereken (muta1) ve emreden (âmir) Allah Teâlâ'dan başka hiç kimse değildir. Mezheb imamlarına uymanın hakikati ise sadece şudur: İmamlar, Allah ve Rasûlü'nün hükümleri*ni araştırmışlar, Kuran ayetlerinden ve Rasûl'ün sünnetin*den ibadet ve muameletta hangi yolda gidilmesi gerektiğini belirlemişler ve şer'î usullerden cüz'i istinbatlarda bulun*muşlardır. Bu yüzden onlar bizatihi âmir (emreden) ve nâhiy (nehyeden) değillerdir. Onlar haddi zatında muta' (itaat edi*len) ve metbu (tabi olunan) da olmayıp ilmi olmayan kimse*ler için muteber birer ilim kaynağıdırlar. îlâhî hükümlerde ve nebevi sünnetlerde üstün bir görüşe ve kendi başına asıl meselelerden fer'î meseleleri istinbat etme ehliyetine sahip olmayan kişilerin, alimlerden ve imamlardan itimad ettikle*ri birisinin göstermiş olduğu yolu izlemekten başka çareleri yoktur. Eğer herhangi bir kimse bu gerçekten hareketle on*lara tabi olursa, bu hareketine itiraz için hiçbir mahal yok*tur. Ama eğer herhangi bir kimse onları kendi başlarına em*reden ve nehyeden olarak görür veya asıl emredene ve nehyedene yapılması gerektiği şekilde onlara itaat ederse; yani imamlardan birisinin belirlediği yoldan çıkmayı asıl dinden çıkmakla eş anlamlı tutarsa ve herhangi bir sabit olmuş ha*dis veya Kuran ayetine zıd bir görüşü bulunsa bile kendi imamına ittibada ısrar ederse bu şüphesiz şirktir.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Vahhabi Ve Vahhabilik


Soru:

Vahhabilik mezhebinin kurucusu kimdir? Bunların ayrı*calıklı akideleri nedir? Bunların öğretileri Hindistan'da na*sıl yayılmıştır? Acaba İslâm alimleri Vahhabiliği reddetme*mişler midir? Reddettilerse, ne gibi bir usulle reddetmişlerdir? Acaba bu güruh İslâm'ın yayılmasında aktif bir rol almış mıdır, yoksa İslâm'a muhalefet mi etmiştir?

Cevap:

"Vahhabî" aslında herhangi bir fırkanın adı değildir. Bu isim Ehl-i Hadis olanlara veya Mahmmed b. Abdulvahhab'ın takipçileri olan kimselere istihza amacıyla verilmiş olan bir isimdir. Ehl-i Hadis ekolü oldukça eskidir. Dört imam zamanından beri süregelmektedir. Bu grup herhangi bir imamı taklid etmek yerine, hükümleri Kuran'dan ve Hadis'ten araştırmayı tercih eden bir gruptur. Muhammed b. Abdulvahhab’ın tâbilerine gelince; bunlar, aslında Hanbelî mezhebine bağlı kimselerdir. Büyük ihtimalle Hindistan'ın hiçbir yerinde böyle bir grup yoktur. Hind yarımadasında "Vahhabî" olarak anılan kimseler aslında ilk önce zikrettiği*miz ekole (Ehl-i Hadis'e) bağlı kimselerdir. Bu kimseler ön*celeri oldukça olumlu işler yapmışlardır. Şimdi bile bu ekol*de bazı iyi fertler göze çarpmasına rağmen, ister istemez, ba*sit meseleler üzerinde münazaralarla havayı gerginleştiren bir çok cahil ve çekişmeci insan da aralarına karışmıştır. Bu gibi insanlar, kendilerim "Hanefî" vs. olarak adlandıran gruplarda da yeterince mevcuttur. Bütün bu münazara, tar*tışma ve fırkacılık pazarını kızıştırma manevraları bu olum*suzlukların da varlık sebebidir.

Soru:

Acaba "Necid'den bir fitne ortaya çıkacaktır" diye bir hadis-i şerif söz konusu mu? Acaba bu hadis yukarıda zikredi*len Vahhabiler grubuna mı işaret etmektedir?

Cevap:

Necid'den ya da doğudan bir fitne çıkacağı haberi hadiste bildirilmiştir, ama bunu Muhammed b. Abdülvahhab'a işaret olarak görmek, körükörüne mezhebçilik taassubuna sap*lanmanın bir neticesidir. Bir rakip diğer rakibine savaş ilan ettiği zaman, ona karşı her çeşit silahı kullanmaya çaba gös*termektedir. Öyleki Allah ve Rasûlunü’de bu savaşta bir ta*raf olarak göstermekten çekinmemektedir.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]

Hanefi Mezhebi Ve Hadis


Soru:

Bazı amellerde İmam Ebu Hanife hazretlerinin kavilleri*nin zahiren, sahih hadislere muhalif olduğu görülüyor: İma*mın arkasında Fatiha Suresi'ni okumamak, ref-i yedeyn yapmamak (tekbirlerle birlikte iki elin kaldırılması) açıktan âmin demek, cuma namazında şehir şartı vb. İmam Azam'ın kavilleri Kur'an ve Sünnet'ten istinbat edilmiş değil mi? Eğer böyle ise bu kavilleri hangi hadislerden istinbat etmiş*tir? Onun istinbat ettiği hadisler muhaddisler nazarında sa*hih midir?

Cevap:

İmam Ebu Hanife, İmam Şafiî ve İmam Malik'in (r.a) mezhebinde, Hadis Ehli tarafından, hadislere muhalif oldukları iddiasıyla itiraz edilen birçok mesele olup, imamla*rın tabiileri de bu itirazlara çeşitli cevaplar vermişlerdir, îlim sahibi ve ictihad selahiyetine sahip olan bir kimse bu iki taraf arasında muhakeme yapabilir ve hadis yoluyla sabit bulduğunu alıp, sabit bulmadığını bırakabilir.
Ama Ehl-i Hadis'in bu gibi meseleler üzerinde duran ço*ğunluğunun meseleleri halli, sıradan Hanefilerin durumun*dan pek de farklı değildir. Onların ilmi de hanefilerinki gibi taklidi ilimdir. Bunlar da kendi imamlarına itimad etmekte*dir, hanefîler de kendi imam ve alimlerine itimad etmekte*dir. Bunlar ictihad kabiliyetine sahip olmadıkları gibi, hadis sahasında da hükümleri tahkik edecek kadar ne ilimleri var*dır ve ne de usulde basiret sahibidirler. Bunların (Ehl-i Ha*dis), "İmamın arkasında fatiha okumak veya ref-i yedeyn ya da âmin'i açıkça söylemek hadisle sabit olmuştur. Ama aksi olmamıştır" demeleri ictihad esasları üzerine olmayıp, aslın*da taklide dayanmaktadır. Bu yüzden onlara cevaben sus*mayı tercih etmek daha iyidir. Tabiiki ilim sahibi planlar bu gibi meselelerde konuşabilirler.
Cemaatle namaz kılarken imamın arkasında Fatiha oku*makla ilgili yaptığım araştırmalara dayanarak, imam sesli okurken cemaatin suskun durmasını ve imanı içinden okurken cemaatin de fatiha okumasını sahih görüş olarak görü*yorum. Böyle bir durumda herhangi bir Kur'an hükmüne ya da hadise muhalif düşme endişesi kalmadığı gibi, tüm çeşitli delillere bakarak bu bir orta yol olarak alınabilir. İmam Ma*lik (r.a) ve İmam Ahmed (r.a) bu görüşü tercih etmiştir. Ama, imamın arkasında her halükarda fatiha okumayan veya be*hemehal okuyan birisinin namazı olmuyor diye de birşey söyleyemeyiz. Çünkü, her iki mezhebi de teyid eden deliller mevcuttur ve o kişi hükmü kasden ihlal etmeyip, aksine ken*di indinde delille sabit olmuş şeyle amel etmektedir. Bu yüz*den bu kimse şer'i bir hükmü kasden ihlal eden bir kişi gibi suçlanamaz.
Geriye "ref-i yedeyn"[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] ve "âmin bilcehr" [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] meselesi ka*lıyor. Bu ikisinin yapılması ya da terkedilmesini teyid eden deliller bana aynı ağırlıkta gibi geliyor. Bu yüzden bu fiilleri yapan kişi hadise muhalif düşmediği gibi, yapmayan kişi de hadise ters düşüyor diye suçlanamaz. Bana öyle geliyor ki, Hz. Peygamber Efendimiz (s.a) değişik zamanlarda, değişen şekillerde amel etmiştir ve sahabe-i kiram da aynı yolu izle*miştir. Öyleyse, bir kimse söz konusu yollardan hangisine tâbi olursa olsun; ancak, şeriatın sahibine uymuş olmakta*dır. O kimseye, yabancı ya da nefret gözüyle bakmak veya onu kendi beğendiğimiz yola zorla çekmeye çalışmak için hiçbir sebep yoktur. Elleri kaldırmak veya kaldırmamak, âmin'i seslice veya sessizce söylemek; birinin yapılıp, diğerinin terkedilmesini gerektirecek ehemmiyette değillerdir.
Cuma namazında şehir (mısr) şartı aranmasıyla ilgili olarak Hanefi alimleriyle ihtilaf içerisindeyim. Araştırmalarıma göre daha sonra gelenler İmam Ebu Hanife'nin bu me*seledeki kendi istidlal ve istinbatını anlamamışlardır. İmam, sadece cuma namazının kendi bölgesi içerisinde mer*kezi bir konuma sahip yerleşim bölgelerinde kılınması ge*rektiğini iddia ediyordu. Bu iddia hadise tamamen mutabık*tı. Ancak, daha sonra gelen alimler şehir'in delâlet ettiği mânâyı tayin edebilmek için uğraşmışlar ve herhangi bir dayanağı olmayan çeşitli bazı şartlar eklemişlerdir. Tercüman'ul Kur'an'da bu mesele ile ilgili ayrıntılı bir tartışma yapılmıştır.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]

Hadis'in Yeniden Tedvini


Soru:
Kur'an-ı Kerim'den sonra hadis-i şerifleri dinî hüccet ka*bul etmede fikir adamlarımız ifrat ve tefrite gidiyorlar. Bana göre, hadis hazinesine (kaynaklarına) "tarihi rivayet" değe*ri verilmesi tefrittir. Kütübü Sitte'de "Rasûlullah şöyle bu*yurdu" lafzıyla yazılmış olanların hepsini Rasûlullah'ın (s.a) sahih hadisi kabul etmek, din ve itikad binasını bunun üzerine kurmak da ifrattır. Ben malumatımın azlığı, fikir ve görüşümün noksanlığı sebebiyle, bu konuda hiçbir itidal noktası bulamadım. Lütfen, bana bu konuda yol gösteriniz ve şu şüphelerimi izale ediniz:
Acaba, hadislerin tahkiki, râvilerin durumlarının ince*lenmesi işi önceki devirlerdeki araştırmacılarla son mu bulmuştur? Cevabınız müsbet ise, deliliniz nedir? Sahih-i Buharî'ye varıncaya kadar bütün hadis kitaplarında sahih naklin ve akl-ı selimin kabul edemeyeceği hadislerin var ol*masının mânâsı nedir? Örneğin, Hz. İbrahim'in (a.s) üç kere yalan söylemesi [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] ve Hz. Musa'nın (a.s) ölüm meleği olan Azrail'in (a.s) gözüne yumruk vurması gibi rivayetlere baka*bilirsiniz.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Eğer cevabınız menfi ise şimdiye kadar müte-ahhirin ulemasının; sahih hadisleri, sahih olmayan hadis*lerden ayırdetme görevini neden yerine getirmediklerini açıklar mısınız? Ki bunlar neticesinde, şüpheli rivayetlere yöneltilen itirazlar tebliğ yolunda birer engel teşkil etmektedir.

Cevap:

Ben, yazılarımda birçok münasebetle İslâm'ın ilk dört as*rında hadislerin tenkidi, tahkiki ve tertibi için yapılmış bu*lunan çalışmaların oldukça takdire şayan olduklarını ifade yeterli olmadığım da belirtmiştim. Şimdi bu konuda yapılacak birçok şey var. Ulemanın bu işi daha sonra neden yapmadığı sorusunun cevabına gelince: Hicri dördüncü asırdan sonra içtihadı haram olarak gören ulema hakkında hadisleri ayıklama işini neden yapmadıkları soru*sunu sormak abestir![Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]

Bir Mezhebi BırakıpBaşka Bir Mezhebi Seçmek Günah Mıdır?


Soru:
Günümüzde dört mezhepten herhangi birisine bağlan*mak, geçmişte olduğundan daha fazla gerekli bir hale geldi. Ama sorun şu: İlim ve fazilet sahibi herhangi bir kimse, ma*ruf dört fikhi mezhebi bırakıp da hadisle amel etme ya da ictihad etme hakkına sahip midir, değil midir? Değilse hangi delille? Eğer caiz ise Tahtavi gibi kemal sahibi büyük bir fakihin şu kavlinin mânâsı nedir: "Bir mezhepten diğer bir mezhebe bir delil veya ictihadla geçen kişi günahkârdır, ta'ziri gerekir."

Cevap:

Bana göre ilim sahibi bir kişinin başkasını taklid etmesi caiz olmadığı gibi, günah, hatta bundan daha da şedid bir şeydir. Ama şunu da unutmamak lazım: Tahkike dayalı ola*rak herhangi bir mezhebin yolu ve usûlüne ittiba etmek baş*ka, taklid etmeye yemin edip oturmak ise daha başka bir şey*dir. Benim doğru olarak görmediğim şey ise, işte bu ikincisi*dir. Gelelim sizin de naklettiğiniz Tahtavi'nin fetvasına: Bu söz ne kadar büyük bir alimin sözü olursa olsun, ben onu ka*bul edilecek durumda görmüyorum. Bana göre, bir fıkhı mezhepten diğer bir fikhî mezhebe geçiş tahkike değil de nef*si arzulara dayalı olarak gerçekleştiği takdirde günahtır.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Hüccet Kabul Edilen İcma


Soru:

Herhangi bir sahih hadis üzerine bina edilmiş bir icma gerçekten şer'î bir hüccet olup, böyle bir icmanın inkarcısı şüphesiz kâfirdir. Lakin, alimlerin Muhbir-i Sadık olan Pey*gamberimizin hadisleriyle sarahaten sabit olmayan veya Şari’in açıklamadığı ve maslahat icabı mücmel olarak bırak*tığı hakikatlarla ilgili bir meselede yaptıkları icma da serî hüccet sıfatına sahip midir? Bunu inkar eden kâfir olur mu?

Cevap:

İcma meselesi oldukça karışıktır. Burada icmanın tüm yönleri üzerinde söz söylemek zordur. Kısacası, icmayı üm*metin hep birlikte bir karara varması olarak görebilirsiniz. Birlikte alınmış kararın şüphesiz iki kısım mesele ile ilgisi olabilir. Birinci kısım, şer'i hükümlerden olan meselelerdir. İkinci kısım ise, dünyevi tedbirler kabilinden olan mesele*lerdir. İkinci kısımdaki meselelerden birinde eğer ümmet müttefik olup herhangi bir nassla gelmiş hükmü şerh eder*ler, araştırıp ortaya çıkarırlarsa ve bu şerh herhangi bir vak*te bağlı bir zaruret veya maslahatı göz önünde tutmayıp da, usulen Şârî'nin isteği ya da Sünnet'e uygun olan yol ittifakla belirlenmişse böyle bir icma şüphesiz hüccettir ve devamlı hüccet olarak kalacaktır. Eğer herhangi bir zamanın masla*hatı göz önüne alınıp da herhangi bir hükmün yorumlanma*sında icma hasıl olmuşsa, böyle bir icmaya ümmetin bağlılığı o maslahatın gündemde olduğu zamana kadar gerekli ola*caktır. Durumlar değişip maslahat gündemden kalktığı za*man, bu icmaya bağlılık da artık gerekli olmayacaktır. Bun*ların dışında, eğer herhangi bir icma herhangi bir şerî hük*mün şerhi ile ilgili olmayıp, herhangi bir dünyevi tedbirle il*gili olarak, ümmetin üzerinde nasıl amel edilmesi gerektiği konusunda ittifak ettiği bir karar olursa, bakılır: Eğer şer'î esaslarda bu şekil bir amel için bir imkân varsa, böyle bir imaya bağlılık vacip olabilir, yoksa vacip olmaz ve böyle bir ima hiçbir zaman daimi ve ebedi vücub mertebesi kazanamaz. Bir devrin müslümanlarının veya bir ülke ya da bir mil*letin müslümanlarının herhangi bir tedbir veya herhangi bir iş üzerinde ittifak etmeleri ve başka bir zamanda ise yine bu millet ya da ülke müslümanlarının başka bir iş üzerinde itti*fak etmeleri aynen mümkündür. Bir bölgeyle, bir ulusla ve bir zamanla kayıtlı bu icmalar, ancak belli bir zaman ve belli bir millet ya da ülke müslümanları için amel edilmesi vacip olan icmalardır. Daha sonraki zamanda yaşayan müslümanlar veya diğer ülke müslümanları bunu değiştirme ihti*yacı duyarlarsa, falan mesele üzerinde icma olmuştur ya da falan ülkede bu mesele üzerinde ittifak edilmiştir diyerek bu meselede artık söz söylenemez diye bir iddiada bulunmaları sahih olmaz.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Gruplara Ayrılma Ve Fırkalaşma


Soru:

Siz, kendi cemaatinizdeki kimseleri katiyetle gruplaşma*dan men ediyorsunuz. Bu noktada şunu sormak istiyorum: Oruç, namaz, hac vb. farzların herhangi bir mezhebe uygun olarak yapılması gerektiğine göre, bana müslümanların kendilerini gruplaşmadan nasıl koruyabileceklerini söyler misiniz?
Benim bu konudaki görüşüm şöyle: Kur’an ve Hadise uy*gun bulunan meselelerle amel etmeyi öngören sizin görüşü*nüz mucibince Ehl-i Hadis'ten başka bir mezhepte, bütün ayrıntılarda Kur'an ve Sünnet e uygunluk göze çarpmıyor. Bu yüzden ben kendim için diğer mezhepler yerine Ehl-i Hadis'i mezheb olarak seçtim. Acaba ben de grupçuluk yaptı*ğım suçlamasına muhatab olacak mıyım?

Cevap:

Fıkıhta, kişinin kendi tahkiki veya herhangi bir alimin tahkikine uyarak şeriatta yeri olan bir hareket şekli seçmesi grupçuluk/hizipçilik değildir. Ne de bu, bir kabahat olarak değerlendirilebilir. Bu yolla çeşitli insanların tahkiklerinde ve hareket tarzlarında ortaya çıkan ihtilaflar ve farklılıklar, kötülüğü Kur'an'da bildirilmiş bulunan zemmedilmiş tefri*ka ve ihtilaflar cinsinden değildir. Bu gibi ihtilaflar, sahabe-i kiram ve tabiin arasında da olmuştur. Aslında grupçuluk, ihtilafların büyütülerek ana konulardaki ihtilaflar gibi gös*terilmesi ve bu meselelerde haddinden fazla aşırı gidilerek ayrı bir hizip oluşturulmasıdır. Yanlış olan, her hizbin kendi mezhebini din mesabesinde görmesi ve diğer hizipleri küfür ve sapıklıkla itham etmeye başlamasıdır. Hiziplerin namaz*larını ve mescidlerini ayırmaları, düğün, nişan ve tüm sosyal ilişkilerde farklı davranış biçimleri geliştirmeleri, aradaki kavganın fer'i meseleler üzerinde olması ve hatta dinin as*lıyla ilgili meselelerde bile diğer hiziplerle dayanışmanın mümkün olmaması şeklinde ortaya çıkan hadise doğru de*ğildir. Bu gibi gruplaşmalar olmayıp, fer'î meselelere veril*mesi gerektiğince önem verilmesi halinde, fikhî meselelerde farklı mezheplere mensup kimselerin kendi usullerine göre amel ederek de İslâmî bir cemaat nizamına bağlı olarak bir*likte hareket etmeleri mümkündür.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Fıkhı İhtilaflardan Hareketle Namazların Ayrı Kılınması


Soru:

Fıkhı ihtilaflar yüzünden bazı durumlarda Hanefî, Ehl-i Hadis ve Şafiî mezhebine mensup kişiler, ayrı ayrı namaz kılmaya mecbur oluyorlar. Meselâ: Bir mezhebin mensupla*rı vaktin başlangıcında namaz kılmayı tercih ederken, diğeri geciktirmeyi daha efdal görüyor. Şimdi bütün bu grupların bir araya gelip cemaatla namaz kılması halinde, bunlardan herhangi birisinin namazın efdal olanından mahrum olması gerekecek. Eğer "namazın efdali'nin herhangi bir ehemmi*yeti varsa, siz neden "tek bir cemaat" olma üzerinde bu kadar fazla duruyorsunuz?

Cevap:

Eğer size göre herhangi bir vakitte namaz kılmak efdal ve evla olup, başka bir müslümana göre de başka bir vakitte na*maz kılmak evla ise, bu ihtilaf yüzünden cemaatten ayrılıp namaz kılmak veya kendi gibi düşünenlerle ayrı bir cemaat oluşturup namaz kılmak doğru değildir. Çünkü efdal vakti terketmenin günahından, cemaati terketmenin veya cema*atleri ayırmanın günahı daha fazladır.

Soru:

Bir bey bizim bir sorumuza cevaben sizden şunu nakletti; "Akidesi sahih olmayan kişilerin arkasında bile diğer müslümanlarla birlikte namaz kılmak suretiyle, tefrika çıkar*maktan kaçınmak gerekir" Ancak, yanlış hatırlamıyorsam, siz bir mektubunuzda böyle bir soruya cevaben şöyle yazmış*tınız: "Bir kimsenin müşrikçe bir akideye sahip olduğu ta*mamen açıklığa kavuşursa onun arkasında namaz kılmak*tan sakınmak, ancak akidesinin hakikati belli olmamış bir kişinin imametinde namaz kılmak gerekir". Bu iki cevap arasındaki farktan dolayı, burada birçok karışıklık ortaya çıktı. Biraz daha ayrıntıya inerek meseleyi daha fazla aydın*lığa kavuşturabilir misiniz?

Cevap:

Bizim, burada size verdiğimiz cevap şu şekildeydi: Kesin*likle yoruma mahal bırakmayacak kadar açık müşrikçe bir fiil, söz ya da akide taşıyan ve bu akideyi kabul eden veya uy*gulayan kişi hakkında İslâm dairesinin dışına çıktığına ka*rar vermekten başka bir çare yoktur. Böyle bir kavil ya da fii*li mürtekip olan bir kimsenin arkasında namaz kılmamak gerekir. Ama genelde müslümanların çeşitli grupları arasın*daki münazara/tartışma ve çekişmeler şöyle bir keyfiyet oluşturmuştur: Her grup diğerlerini sapık gösterebilmek ve onlardan uzaklaşmak için deliller aramaktadır. Böylece, her mesele üzerinde yeni bir grup ortaya çıkmakta; mescidler ayrılmakta, evlilik ilişkileri kesilmektedir. Bu iyi bir şey de*ğildir. Herkesin ıslahı için ayağa kalkmış insanların, izleye*ceği sahih yol şudur: Bu kimseler tüm müslümanlarla birlikte namaz kılmalı, başkalarında gördüğü ahlâkî ve itikadı bo*zuklukları onlarla dertleşme ve muhabbet ile düzeltmek için çaba göstermelidir. Aksi takdirde namazları ayırmanın, bi*zim de ayrı bir grup olarak ortaya çıkmamızdan başka bir faydası olmayacak ve bizimle, müslümanların umumu ara*sında aşılması muhal bir duvar vücuda gelecektir.
Geriye şu mesele kalıyor; Şirk ve inhirafa kendini kaptır*mış olarak bulduğunuz şahsın namazı sizin akidenize göre makbul olmadığı için, sizin de onun arkasında kılacağınız namazın makbul olmayacağı düşüncesi aslında yanlıştır. Öncelikle siz, kimin namazının makbul olup, kimin namazı*nın olmadığını belirleme makamında değilsiniz. Bunu belir*lemek yerine, sizin hem kendi namazınızın kabul olmasına ve hem de diğerlerininkinin makbul olmasına dua etmeniz daha evlâdır. îkinci olarak ise, cemaatla namaz kılmanın mânâsı; tüm cemaatın namazının, imamın namazına tabî bir bütün olarak Allah Teala'ya sunulması ve eğer imamın namazı kabul olmazsa, bütün muktedilerin namazının da makbul olmaması demek değildir. Cemaate bağlılığın geti*rilmesi müslümanları bir ümmet yapmak içindir. Yoksa her ferdin namazının bireysel bir sıfatla Allah Teâlâ'nın huzuruna sunulduğu ve eğer namaz makbul olmaya kabil ise, ima*mın namazı kabul olsa da; olmasa da, behemahal kabul olun*duğu bir gerçektir.

Soru:

Ben belli bir gruba bağlı idim ve onların bazı seçkin alim*leri bana şu itirazı yapıyorlardı:
Siz, Cemaat-i İslâmî üyelerine fikhî meselelerde serbest*lik veriyorsunuz, ama insanlar cüzî meselelerde bile hemfi*kir olmadıkları halde cemaat namazına bütün bu grupların katılmasını neden zaruri görebiliyorsunuz? Namazla ilgili meselelerde bile birçok ihtilaf vardır ve buna binaen insanla*rın namazlarını ayrı ayrı kılmaları lazımdır.

Cevap:

Selefin fikhî ihtilaflara müsteniden namazları ayrı kıldı*ğına dair bir delil yoktur. Bu fikhî ihtilaflar sahabe-i kiram arasında, tabiîn arasında, tebei tabiîn arasında da görülme*sine rağmen onların hepsi bir cemaatte namaz kılıyorlardı. Müctehid imamlar için de aynı şey söz konusu idi. Namazın dinin temellerinden ve fıkhı ihtilafların ise her halükarda furuattan olduğu açıktır. Bu fer'î ihtilaflardan dolayı na*mazları ayrı ayrı kılmak, Kur'anın inhiraf olarak nitelediği dinde tefrika çıkartmaktır. Namazları ayırdıktan sonra, müslümanların bir ümmet olarak kalmaları ve namazları birlikte kılmayan kimselerin dini hayata hakim kılmada ve bu hakimiyeti muhafazada birleşerek iş yapmaları mümkün olmaz. Bu söylediğimiz sadece teoride veya lafta kalmamış; yüzyılların fiilî tecrübesi bunu ispatlamıştır. Bu mezhebi ih*tilaflar yüzünden namazların ayrı ayrı kılınmasında ısrar eden kimseler, aslında dini kökünden baltalamaktadırlar.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


İhtilaflı Meseleler Yüzünden Gruplaşma Fitnesi


Soru:

Mezhebi çekişme ve ayrılıklara fitrî bir uzaklığım söz ko*nusudur. Şeriatta yeri olan tüm cüzi meselelerdeki ihtilafla*rı caiz olarak görürüm. Aynı şekilde, eğer Rasûlullah'tan (s.a) herhangi bir meselede iki ya da üç uygulama şekli sabit olmuşsa, onların hepsini caiz ve sünnet sınırları içerisinde görürüm. Örneğin namazda "ref-i yedeyn" yapma ya da yap*mama; her ikisi de bana göre farksızdır. Nitekim bu iki şekil*de de amel ederim; bir o şekliyle, bir bu şekliyle. Benim bu tuttuğum yol hakkında hiçbir şüphem yok. Düşünüp taşına*rak bu yolu seçtim, ama Cemaat-i İslâmî'nin üyelerinden olan muhterem babam sırf ref-i yedeyn yapmayı bıraktığım*dan dolayı bana şöyle bir ültimatom verdi: “Eğer sen bu gidi*şatını değiştirmezsen, bizimle senin arandaki selânı-kelâm ilişkisi aynı şekilde kalamaz”. Onları her ne kadarikna et*meye çalıştıysam da başarılı olamadım. Şimdi bu mesele benimle babamın tanıdıkları arasında bir tartışma konusu ha*line geldi ve her ikimizin lehinde ve aleyhinde ateşli tartışmalar ve delil getirmeler söz konusu oluyor.
Bana yapılan anlamsız itirazların hülasası şu şekilde: "Sen artık Hanefî oldun, iki şekilde de amel etmek iki yüzlü*lük ve nifaktır. Sen cemaatın çoğunluğundan yüz çevirdin, serin asıl maksadın keseni doldurmak ve mevki-makam ka*zanmak, sana bu aklı Hanefîler vermiş, sen Mevdudi'nin mukallidisin, vs."
Bu itirazlardan en ilginci ise şu: "Bizim zaten başından beri, Mevdûdî'nin Cemat-i İslâmî adıyla Ehl-i Hadis'i Hanefî yapacağından endişe ve tedirginliğimiz vardı. Nitekim bu endişemiz doğru çıktı. Bu cemaate gelenlere öncelikle "sizin fikhî mezhebiniz cemaate geldikten sonra da aynı kalacak" diye bir şey söylenmesine rağmen, cemaate gelindikten son*ra öyle yollara başvuruluyor ki, kişi farkında bile olmadan mezhebi tamamen değişime uğruyor.
Ben yeri geldikçe bütün bu itirazlara cevap vermeme rağ*men yine de kalben mutmain olmak için aşağıda belirttiğim meselelerdeki yorumlarınızı rica ediyorum.
1. Ana-baba haklarının sınırı nereye kadardır?
Acaba ebeveyn, evlatlarının meseleleri tahkik etme ve kendi tahkiklerine uygun olarak amel etme hakkım da yok kabul edebilir mi? Acaba ben ebeveynimin arzusu hilafına Ehli Hadis'e karşı gelmekle (ref-i yedeyn'i terk etmekle)
"Allah'ın gazabı ebeveyningazabmdadır" tehdidine muhatab olacak mıyım?
2. Şeriat açısından, namazda "ref-i yedeyn" yapma ya da yapmamanın ne gibi bir önemi vardır? İnsan acaba "ref-i ye*deyn" yapmayı terkederse İslâm dairesinden çıkmış mı olur?
3. Acaba, Cemaat-i İslâmî'nin bir üyesi diğer üyesiyle, sözde Ehl-i Hadis mezhebini ihlâl ettiği gerekçesiyle, selâmı-sabahı kesebilir mi?

Cevap:

Bahsettiğiniz çekişmeyi okuyunca inanınız oldukça in*cindim. Ben Cemaat-i İslâmî'de fikhî meseleler üzerine taassub ve teşeddüdde bu derece ileri gidebilecek tipler olabilece*ğini hiç ummazdım. Eğer sizin gibi itimad edilir bir şahıs bu durumları aktarmasa ve aldığım başka bir bilgi de sizin bil*dirdiklerinizi doğrulamasa, belki de ben cemaat içerisinde gerçekten böyle bir durum olduğuna inanmayacaktım. Be*hemehal, böyle bir çekişme ortaya çıkmış olduğundan ben bu meselenin itikadı, amelî, içtimaî önemini açık açık anlatma*yı daha uygun görüyorum.
1. Prensip olarak şunun iyice anlaşılması gerekir: Şer'î meselelerde herhangi bir şahıs veya grubun, herhangi bir yo*rum ve istinbat usûlüne ya da belli bir fikhî mezhebe tâbi ol*ması ayrı; kendine özgü görüşlerine ve mezhebine taassubla sarılması, bundan dolayı gruplaşması, farklı mezhebe sahip kimselerle farklılık ve nefretin artırılması ve mezhebe bağlı*lığı terkedenleri dinlerinde sanki bir eksiklik meydana gel*miş gibi kınaması tamamen ayrı bir şeydir. Birinci durum için şeriatta tamamıyla müsamaha vardır. Hatta bu duruma bizzat sahabe ve tabiînin (r.a) hayatından deliller bulmak da mümkündür. Bundan dolayı dinde de herhangi bir bozulma söz konusu olmamıştır. İkinci durum ise, tamamıyla Kur'an'da kınanmış olan dinde tefrika çıkarmaktır. Bu tefri*kanın zorunlu neticesi ise şu olmaktadır: İnsanlar sadece 'fikhî meseleleri dinin aslı olarak anlamakta, bu meselelerdeki basit basit ihtilaflardan dolayı aralarında ayrı ayrı hi*zipler vücuda gelmektedir. Daha sonra da bu fer'î meselelerde o kadar şaşırıp, birbirlerine o kadar yabancılaşmaktadır*lar ki, artık onlar için İslâm ümmetinin varoluşunun asıl maksadı; yani ilayi kelimetullah ve dinin hayata hakim kılı*nabilmesi için elele verip gayret sarfetme imkânı ortadan kalkmaktadır.
Fıkhı mezheb itibarı ile bir şahsın Ehl-i Hadis veya Ha*nefî ya da Şafiî vb. mezheblere tabi olması onun için herhan*gi bir kusuru gerektiren bir hâl değildir. Lâkin, bu konuda daha da ileri gidilerek müslümanların gerçekte tek bir üm*met olması engellenirse; Ehl-i Hadis, Hanefiler, Şafiîler gibi ayrı ayrı ümmetler meydana getirilmiş olur. Bu şekilde olu*şan ümmetlerin kendileri için seçtikleri amelleri onlara ay*rıcalık kazandıracak şekilde bayraklaştırmaları dinin pa*ramparça edilmesi demektir Tereddütsüz denilebilir ki, İs*lâm'da bu gibi bölünme ve taassuba hiçbir yer yoktur. Bir ki*şinin "ref-i yedeyn" yapmak veya yapmamak, "âmin'i sesli veya sessiz söylemek ve buna benzer amelleri, araştırmala*rına dayanarak şeriat sahibinden o şekilde varid olduğu inancıyla yapması, yahut bu şekilde davranmanın şer'î delil*lere göre daha iyi ve tercihe şayan olduğuna inanması ve amelim buna göre ayarlaması şer'i ameller içerisinde hare*ket etmesi demektir. Ama bu ameller herhangi bir belli fırka*nın şiarı durumuna gelirse, bu amelleri yapmanız veya terketmenizden sizin hangi fırkaya mensup olup, hangisine ol*madığınız neticesi çıkarılıyorsa ve yine belli bir grubun alâ*meti haline gelmiş bu amellere dayanarak kimin sizden ol*duğu ve kimin olmadığı karan veriliyorsa, bu durumlarda "ref-i yedeyn" yapmak ya da yapmamak "âmin"i açıkça veya gizlice söylemek veya bunun gibi diğer meselelerde bir ameli yapmak ya da terketmek aynı ölçüde bid'attır.
Çünkü her ne kadar Rasûlullah'ın (s.a) sünnetinde bu amellerin delili varsa da, bu amellerin müslümanlar içerisinde gruplaşma ve hizipleşmelere yol açtığına dair hiçbir alâmet ve işaret yoktur. Böyle bir işe girişmek, aslında hadis adıyla hadisin sahibinin (s.a) isteğinin tamamen aksine bir iş yapmak ve Rasûlullah’ın (s.a) hatırına gönderildiği asıl davayı baltalamaktır.
2. Şimdi bir de meseleyi fıkhı yönden gözden geçirelim. "Ref-i yedeyn'le ilgili Rasûlullah'tan (s.a) beş ayrı uygulama nakledilmiştir:
a. İbn Ömer'in naklettiği rivayetten Peygamberimizin üç durumda "ref-i yedeyn" yaptığı anlaşılmaktadır. Namazın başlangıcında (iftitah tekbirinde), rükûya giderken ve rukûdan kalkarken.
b. Malik b. Hüveyris'in rivayetinde iki durumda "ref-i yedeyn'in zikri geçmektedir. Namazın başlangıcında ve rükûdan kalkarken.
c. Vâil b. Hucr'un rivayetinde dört durumda "ref-i yedeyn" zikredilmiştir:
1. Namazın başlangıcında,
2. Rükûya giderken,
3. Rükûdan kalkarken,
4. Secdeye giderken.
d. Ebu Hamîd Saidî'nin rivayetinde de dört durumdadır, ancak onun rivayetinde secde yerine üçüncü rekatta kade'den kalkarken "refi yedeyn" yapıldığı zikredilmektedir.
c. Abdullah b. Mes'ud ve Bera b. Azib'in rivayetlerinde ise sadece bir durumda "refi yedeyn"in zikri geçmektedir: İftitah tekbirinde.
Bu çeşitli rivayetlerden ilki ile İmam Şafiî, Ahmed b. Hanbel, Ebu Sevr, Ehl-i Hadis ve Ehl-i Zahirin ekseriyeti amel etmiştir. İmam Malik'ten de bunu tercih ettiğine dair bir rivayet vardır. Dördüncü rivayeti Ehl-i Hadis'in bir gru*bu tercihe şayan görmüşlerdir. Son rivayeti ise İbrahim Nehaî, Şa'bi, Süfyan-ı Sevrî, Ebu Hanife ve tüm Küfe fakihleri tercih etmişlerdir. Ama şunu unutmamak lazımdır ki, bura*da sadece bir tercih sözkonusudur; red veya kabul değil.
Selef imamlarından hiçbiri, yukarıda zikredilen rivayet*lerde gelmiş olan usullerden herhangi birisiyle Rasûlullah Efendimizin amel etmediğini söylememiştir. Aksine onlar sadece şunu söylemekteydi: "Bizim tercih ettiğimiz usûl Rasûlullah'ın (s.a) genellikle amel ettiği usûl olup, diğer usûllerle ise bazen amel etmiştir". Eğer meselenin hakikati bu ise, o zaman bu yollardan veya usûllerden herhangi biri*siyle amel eden bir kimse hadise tabi olmaktadır. Bu ittibayı sorgulamak, Hz. Peygamber'e ittiba etmeyi sorgulamak de*mektir ki, böyle bir şeye cüret etmek mukallidlere bile hoş gözükmezken, nerde kaldıki Ehl-i Hadis günah teşkil edecek böyle bir işi yapsın. Dahası eğer herhangi bir kişi bu usûller*den herhangi biri üzerinde ısrar etmektense, zaman zaman hadislerde zikredilen bütün bu usûllerle amel ederse, bu; Rasûlulah'a (s.a) daha sahih ve mükemmel bir ittiba olacak ve "hadisle amel etme" fafzına bu uygulama tarzı daha uy*gun düşecektir. Bana göre, başlangıçta bir usulü tercih edip diğerlerini terketmek yerine, bütün bu usullerle namazda amel etmeye imkan tanınsaydı, belki de daha sonraki devir*lerde, insanların kendi alışık oldukları namazdan biraz da*ha farklı bir namaz şekli gördüklerinde, o şahsın dininin de*ğiştiği ve İslâm ümnmetinden çıkıp başka ümmete katıldığı zehabına kapıldıkları donukluk ve taassub ortaya çıkmaya*caktı.
Benim burada serdettiğim görüş sadece benim görüşüm değildir. Daha önceki bir çok araştırmacı bu görüşü beyan et*mişlerdir. Yolculukta bulunduğum şu anda yanımda kitap*larım yok. Bu yüzden daha geniş ölçüde delil sunamayaca*ğım ama bir talih eseri Huccetullah'il-Baliğa'yı [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] temin et*tim. Bu kitaptan birkaç meseleyi buraya iktibas ediyorum. Şah Veliyyullah Dehlevi öncelikle şu ana meseleyi gündeme getiriyor:
"Tenakuz teşkil etmesi sebebiyle bütün hadislerle amel etmenin mümkün olmadığı durumlar dışında, aslolan bütün hadislerle amel etmektir. "[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Daha da ileri giderek, "Mezheplerin İhtilaf ve Taklidindeki Bazı Zorlukların Sebebi" bölümünde şöyle yazıyor:
"Fakihler arasındaki ihtilafların çoğu farklı iki sahabe ri*vayetinden kaynaklanmaktadır. Bu farklı rivayetler, teşrik tekbirleri, Kurban ve Ramazan bayramı tekbirleri, mahrem*lerin nikahı, İbn Abbas ve İbn Mesud'un teşehhüdleri (ettehiyyatu), besmele ve âmin'in (namazda) gizli söylenmesi, kamet getirirken kelimelerin tek ya da çift olarak söylenme*mesi gibi meseleler ile ilgilidir. Yalmz iki rivayetten birinin tercihi hususunda ihtilaf olmuştur. Yoksa selef arasında ri*vayetlerin meşruluğu konusunda bir ihtilaf olmamıştır.Onlar ihtilafı aynen kurra arasındaki kıraat ihtilafları gibi, iki meseleden hangisinin daha evla olduğuna dairdir. Bu meselede çoğu ihtilafların sebebini selef şöyle açıklamıştır: Sahabe-i kiram da bu meselelerde ihtilaf etmişlerdir, ama onların hepsinin de hidayet üzere oldukları açıktır."
Daha sonra Şah Veliyyullah "Ezkârussalah ve Heyâtu-halmendub İleyha" babında şöyle yazıyor:
"Ve o (ref-i yedeyn), Rasûlullah'ın (s.a) namazın bazen ya*pıp, bazen terkettiği fillerindendir. Bu iki fiil de sünnettir. Sahabe, tabiîn ve daha sonra gelen cemaatlerden her biri bunlardan biri ile amel etmişlerdir. Bu, Medineliler ve Kufeliler arasında ortaya çıkan ihtilaflar cümîesindendir. Ancak, bunların her ikisinin de şeriatta delili vardır. Benim kanaatıma göre her iki fiilin de sünnet olduğu bir gerçektir."
Şah Veliyyullah'ın bu açıklamalarından sonra "âmin" meselesinde de ayrı bir konu açmaya gerek kalmıyor. Yine de bu meselede "El-Cevahirunnakiy" sahibinin şu görüşünü nakletmeyi gerekli ve kâfi görüyorum:
"Doğrusu odur ki (âmin'i) cehren söylemek de, gizli söyle*mek de sahihtir. Ve Rasûlullah'ın (s.a) her iki fiiliyle de alim*lerden bir grup amel etmiştir."
3. Cemaatimizin bu gibi ihtilaflı meselelerde izlediği yo*lun açıklaması önceden de defalarca yapıldı, ama bunu şimdi bir defa daha açık açık ifade ediyorum. Bu Cemaat'te; Ehl-i Hadis, Hanefîler, Şafiîler ve bunun gibi diğer fikhî mezhep*ler üzere olan müslümanların her biri için kendi fıkhî mezhebleri üzerine amel etmelerinde, bu mezheblerden herhan*gi biri için mutaassıb olmamak ve ihtilafları ayrıcalık ve gruplaşma kaynağı yapmamak şartıyla tam bir serbestiyet vardır. Cemaat'e kim katılırsa katılsın, onun İslâmî asabi*yet dışındaki tüm asabiyet ya da tutuculukları -isterse bu asabiyet vatanla, ırkla, sosyal tabaka ile ve herhangi bir gü*ruhla ilgili bir asabiyet olsun- içinden atması, kafasından sil*mesi gerekecektir.Onların muhabbet ve dostluk ilişkilerini perçinleyen şey İslâm'dır. İçlerinde gazap ve nefret ateşini tutuşturan şey ise İslâm'dan uzaklaşmalar olmalıdır. Cema*atin herhangi bir üyesi için, başka bir şahsın Ehl-i Hadis ve*ya Hanefî ya da Şafiî mezhebi üzerine olması veya bu mezhe*bi tercih etmesi ne bir muhabbet sebebidir, ne de nefret sebebi. Bu zorunlular! dahilinde Ehl-i Hadis, Ehl-i Hadis kala*rak; Hanefî, Hanefi ve Şafiî 'de Şafiî kalarak Cemaat-i İslâmî'nin üyesi olabilir. Ama herhangi bir fikhî mezhebe taas*subu olan, kendi mezhebindekilere muhabbet, diğer mezheptekilere ise nefret besleyen; Hanefî, Şafiî ya da Ehl-i Ha*dis olmayı bir cürüm (suç) olarak gören bir şahısa, bizim bu cemaatimizde hiçbir yer yoktur.
4. Bu çekişme süresince benimle ilgili ne söylenmişse, ben sabretmeyi tercih ediyor ve herhangi bir bilgi ve araştırmaya sahip olmadan halk arasında benim Ehl-i Hadis'i Hanefîleştirmek entrikası güttüğüm şeklinde bir suizannı yayan kişi*leri ise Allah'a (c.c) havale ediyorum. Keşke fikhî teferruat*larda Kitap ve Sünnet'in izlenmesi üzerinde ısrarla duran bu kişiler, ahlakî meselelerde de bir nebze Kitap ve Sünnet'i iz*leselerdi!
5. Değerli babanızın bu meselede takındığı tavrın iki özel*liği var: Birincisi, Cemaat'in bir üyesi olma özelliği; ikincisi ise, sizin babanız olma özelliği. Birinci özellikle ilgili olarak (3) numaralı kısımda açıklamalarda bulundum. Bu yüzden, lütfen o, ya bu tavırlarını değiştirmeyi ya da Cemaat'ten ay*rılmayı tercih etsin. Geriye ikinci özellik kalıyor. Bununla il*gili olarak ben sadece şunları söylemeyi yeterli görüyorum: Dinin esaslarıyla ilgili konularda ebeveynin çocuklarını iti*kadı dalâletler veya ahlâkî bozukluklardan korumaya çalış*ması, onların sadece bir hakkı olmakla kalmaz, bu üzerleri*ne farzdır. Ama fikhî meselelerle ilgili olarak ebeveynin ev*latlarını kendi mezhebine tâbi kılmaya zorlama hakkı yok*tur. Özellikle, bu evladın ilim sahibi olması, inceleme ve araştırmalarına dayanarak ebeveyninkinden farklı başka bir fikhî mezhebi seçmek istediği bir durumda daha da geçer*lidir. Bu durumda ebeveynin, kendi evladının tahkiki sonu*cu seçtiği mezheple amel etmesine karşı çıkması asla doğru değildir. Bu meselede selef-i salihînin sahih yoluna ittiba şu şekildedir: Ebeveyn ve evlatların her ikisinin de tahkik ser*bestisi ve kendi tahkikine dayanarak amel etme hakkının ol*ması lazımdır. Bu hakkın yok edilmesinin neticesi şu olacak*tır: Eğer bir kimse Ehl-i Hadis veya Hanefî ya da Şafiî olup kendi gelecek nesillerini de Ehl-i Hadis, Hanefî veya Şafiî yapmak için ısrar ederse, iki-üç nesil geçtikten sonra bu mezhep sadece fıkhı bir mezhep olarak kalmayacak, netice*de, taassub sahibi, dalâlet içerisinde yüzen atalarının mezhebinden ayrılmanın irtidadla eş anlamlı görüldüğü nesle dayalı ümmetler oluşacaktır. Siz, değerli babanızdan, onun gelecek nesilleri böyle bir fitneye mübtela etmek mi istediği*ni bir zahmet sorun.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


İki Şüphe


Soru:

Ben tüm ihlas ve samimiyetimle sizin davetinizi mütalaa ettim. Sonuç itibariyle metod olarak sadece Cemaat-i İslamî'nin tuttuğu yolun doğru ve sahih olduğunu ikrar etmek durumundayım. Sizin görüşlerinizi kabul etmek ve diğer in*sanlar arasında yaymak her müslamana farzdır. Bu devirde imanı tehlikelerden koruyarak bir hayat sürmek için sadece Cemaat-i İslâmî'nin seçmiş olduğu yolun tercih edilmesi ge*rektiğine inanıyorum. Nitekim, bu günlerde cemaate bağ*lanmak üzere kendimi hazırlamıştım ki Tercüman'ul-Kur'an'da gözüme çarpan iki husustan dolayı bu karara va*rabilmek için daha fazla düşünmem gerektiğini anladım. Ben tenkitçi ve itirazcı biri değilim. Aksine, ulaşmak istedi*ğim hedefin aşkının bir türlü rahat vermediği şaşkın ve te*laşlı bir yolcu sıfatıyla sizden güven vermenizi bekliyorum. Aşağıda işaret edilen meselelerle igili görüşlerimi yorumla*manız dileğiyle.
1. Şöyle yazıyorsunuz: "Küfür ve iman dairesinin belirle*neceği birşey mücerred hadis üzerine bina edilemez. Hadis*ler bir kısım insanlardan bir kısım insanlara nakledilerek gelmiş olan rivayetlerdir. Bunlardan ele geçebilecek şey en fazla sahih zandan ibarettir. Yoksa kesin bir bilgi değildir"
Kanaatime göre, bu düşünceniz muhaddislerin görüşleri*ne tamamen aykırıdır. Nasıl Kur'an-ı Kerim müslümanlar için bir kanun mesnedi ise, hadisin de aynı şekilde olduğu açıktır. İster aslî meselelerde; isterse fer'i meselelerde olsun, Kur'an-ı Kerim'in hükümleri bizim için nasıl delil teşkil edi*yorsa, hadisin de aynı şekilde delil teşkil ettiği usul kitapla*rında açıkça belirtilmektedir. Sizin kaleme alış tarzınızdan hadise bir noktaya kadar teveccüh etmediğiniz gözleniyor. 2. Peygamber Efendimizin (s.a) sakalın bırakılmasını emir buyurduğu sahih hadisleri mevcuttur. Bu hadislerden sakalın mutlaka bırakılması gerektiği anlaşılmaktadır. Sa*kalı kesmek için bir yol arasanız bile en fazla İbn Ömer'in (r.a) rivayet ettiği hadise dayanarak bir tutamdan fazlasını kesebilirsiniz. Bundan fazla kesmeye bir yol gözükmüyor. Oysa sahabe ve tabiînin sakallarıyla ilgili olarak siz şöyle yazıyorsunuz:
"Sahabe ve tabiinin şemaillerinde onların sakallarının uzunluğu nadiren zikredilmektedir. Bu , selef-i salihîn'in bu meseleye günümüzde verildiği kadar önem vermediğine de*lalet etmektedir"
Bununla ilgili olarak şunu söylemek istiyorum: Aslında geçmiş asırlarda sakal bırakmaya o kadar özen gösteriliyor*du ki, bununla ilgili birşeyler söylemeye ihtiyaç bile yoktu. Bundan birkaç sene öncesine kadar, müslümanların sakal kesmekten geçtik, kısaltılmasına bile nefret gözüyle baktık*ları sizce de malumdur. Bu nedenle, sakalın insanların kalblerindeki itibar ve kıymetini düşürmeyiniz. Aynı şekilde kal*masına özen gösteriniz.
Bu iki şüpheden beni kurtarmanız dileğiyle.

Cevap:

Şüphelerinize kısaca cevap veriyorum. Büyük ihtimalle bu birkaç satır sizi ikna için kafi gelecektir.
1. Ben de Rasulullah'ın (s.a) söz ve fiilini, Kur’an’ı kabul ettiğim gibi hüccet kabul ediyorum. Bana göre Peygamber Efendimizin (s.a) beyan etmiş olduğu akide veya buyurmuş olduğu hükümler, Kur'an'da zikri geçen akide ve hükümle*rin layık olduğu iman ve itaata layıktır. Ama, Rasulullah'ın (s.a) kavli ile hadis kitaplarında bulunan rivayetler beheme*hal aynı şeyler değillerdir. Bu rivayetleri, istinad açısından Kur'an ayetleriyle aynı mertebede görmek mümkün değildir. Kuran ayetlerinin Allah'tan geldiğinde herhangi bir şüpheye mahal olmamasına rağmen, Rasûlullah'a (s.a) nisbet edilen rivayetlerin gerçekten Peygamber Efendimize (s.a) ait olup olmadığı şüphesine mahal vardır. Rasûlullah'tan (s.a) tevatüren bize kadar ulaşan sünnetlerin veya muhaddislerin müsellem tevatür şartlarına tamamen uyan rivayetlerin inkar edilemez birer hüccet olduğunda şüphe yoktur. Fakat mütevatir mertebesinde olmayan rivayetlerin Hz. Peygamber'e ait olduğunda bir kesinlik yoktur. Güçlü bir ihtimal vardır. Bu yüzden usul uleması; mütevatir olma*yan rivayetlerin ahkâm için kaynak olabileceği, ama akide için olamayacağı üzerinde ittifak etmiştir.
2. Sakal ile ilgili olarak yazdıklarınızın üzerinde bundan önce ayrıntılı olarak durmuştum. Şimdi de aynı şeyleri tek*rarlamanın bir faydası yoktur, Açık konuşmak gerekirse herhangi bir fer'i meselede arzettiğim delillerimle ikna olur*sanız ne iyi, eğer olmazsanız yine de herhangi bir sakıncası yoktur. Siz bu meselede benim görüşümü yanlış olarak de*ğerlendiriyorsanız, sahih olarak hangi görüşü kabul ediyor*sanız onunla amel ediniz. Bu gibi cüz'i meselelerde biz çeşitli görüşlere sahip olarak da aynı dinin tabileri olarak kalabilir ve bu dinin hayata hakim kılınması yolunda ortaklaşa çaba gösterebiliriz.
Siz, tam Cemaat-i İslâmiye girmek üzereyken bu iki me*selenin gözünüze çarptığını ve bu yüzden bunu askıya aldığı*nızı yazmışsınız. Belki de bu askıya alışı siz, muttakice bir davranış olarak görüyorsunuz, ama biraz düşünürseniz "takva" mefhumunu yanlış anladığınızı ve bu yüzden "takva" ile ilgisi bulunmayan bir işi muttakice bir fiilmiş gibi değerlendirdiğinizi anlayacaksınız. Cemaatın, her mü'mi*nin imanının bir gereği olarak dinin aslının hayata hakim kı*lınması için kurulduğunu siz de itiraf ediyorsunuz. Siz ken*diniz, "bu devirde imam tehlikelerden koruyacak bir hayat sürmek için, sadece Cemat-i İslâmî'nin seçmiş olduğu yolun tercih edilmesi gerektiğine inanıyorum" diye yazıyor ve ekli*yorsunuz: "Görüşlerinizi kabul etmek ve diğer insanfar ara*sında yaymak her müslümana farzdır". Şimdi şu soru çıkıyor karşımıza: İmanın bu gereğini ve bu işin farziyyetini bütünüyle kavramı olarak Cemaat'e katılmaya niyetlenmişken, sadece basit bir fıkhı meselenin araştırılıp incelenmesinde Cemaatın bu hadiminin (hizmetkarının) görüşlerini yanlış bulduğunuzdan dolayı duraksamak, ne şekilde bir takvadır? Bu gibi fıkhı ve ilmî konularda ihtilaf etmenin pek fazla bir önemi yoktur. Çünkü, her iki taraf da fikhî delillere sahiptir. Ben, kesinliği sabit olmuş sünnetlerin ihlal edildiğini gördü*ğünüz halde bile farzı yerine getirmekten kaçınmanızı takva ile bağdaştıramadığımı söylüyorum. Meselâ; İmam mescide girerken sol ayağını önce koydu diye cemaatı terk mi edecek*siniz? İslâm orduları başkomutanının sol elle su içtiğini ya da hapşırdığında "elhamdülillah" demediğini gördüğ'ünüzde onun sünnete muhalif bu hareketinden nefret edip cihad meydanından geri dönmeyi siz gerçekten "takva" olarak mı görüyorsunuz? Sizin, ölçüp tartarak onların neyi bıraktığını ve sizin neyi bıraktığınızı iyice görmeniz lazımdır. Onlar bir kuruş kaybettikleri için çok hata yapmışlardı, ama siz buna mukabil hazineyi çarçur ettiniz. Şimdi, acaba söyler misiniz, kim daha büyük hata yapmıştır? Bu sadece size has bir dü şünce değil, günümüzdeki genel dindarlık tavrı bu şekilde*dir. Yani basit meseleler için çok ihtimam gösterilmesine rağmen, temel meseleler hafife alınmaktadır. "Değmeyin al*tınlar yağmalansın, aman aman kömürlere bir zarar gelme*sin" zihniyetidir bu.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]

Hadis Ve Fıkıh


Soru:

Aşağıda, sizin yazdığınız meselelerden taklit ve ictihad konusunda yaptığım birkaç iktibas hakkında sormak istiyo*rum. Bununla da sadece ilmî bir tahkiki hedefliyorum. Ama*cım tartışmaya girmek değil.
1. "Tüm müslümanlar dört mezhebi hak olarak kabul etmektedirler. Tabii ki bir meselede yalnızca bir mezhebe ittiba edilebileceği açıktır. Bu yüzden ulema, müslümanların bu dört mezhepten yalnız birine ittiba etmeleri gerektiğini kararlaştırmıştır.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
2. "Şu halde siz muhaddislerin sahih olarak kararlaştır*dığı hadisin hakikatte de sahih olduğunu nasıl söyleyebilirsiniz? Hadislerin kesin şahinliği hakkında onların görüşleri bile kâfi değildi. Onlar da en fazla "bu hadisin şahinliğinde zann-ı galib vardır." diyorlardı. Buna ilaveten bu zann-ı galib onlara dirayet açısından değil de rivayet açısından hasıl oluyordu. Onların (muhaddisler) görüş açılan daha çok ahbarı [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] idi. Fıkıh onların asıl konuları bile değildi. Bu yüzden fikhî açıdan hadislerle ilgili görüş ortaya atmada fakih müctehidlere nisbetle muhaddisler daha zayıf idiler. O halde onları hak ettikleri oranda takdir etmekle birlikte şunu da ka*bul etmek gerekecek: Muhaddislerin hadislere yönelik yaptıkları bütün araştırmalarda iki tür zayıflık göze çarpmak*tadır. Birinci olarak, isnad açısından, ikinci olarak da fikhî anlayış açısından"[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
3. Rical[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] ile ilgili olarak muhaddislerin ortaya koydu*ğu adalet ve zabt konusunda kendi hislerinin de bir noktaya kadar etkili olması büyük bir imkan dahilinde idi. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
4. Geriye, meseleye fikhî açıdan bakmak kalıyorsa da bu onlann, yani, muhaddislerin kendilerine has mevzularıyla bir noktaya kadar ilgili değildi. Bu yüzden genellikle fikhî açıdan meseleye bakmak onların gözünden kaçabiliyor*du..."
Bu yüzden onlar, birçok kere mânâ yönüyle pek de mu*teber olmayan bir rivayeti sahih olarak belirlerken, mânâ itibarıyle sahih olan başka bir rivayeti de (sıhhat açısından) daha az muteber olarak belirlemişlerdir."
Ancak, muhaddisce bakış açısının fakihce bakış açısıy*la birçok kere çatıştığı ve muhaddislerin sahih hadislerden ahkâm ve meseleleri istinbat ederken bile fakihlerin ve müctehidlerin gözettiği itidali gözetmedikleri, şer'î ilimlere vakıf kişilerce bilinmektedir. Rivayeti tamamen reddetmek yan*lış olduğu gibi, sadece rivayetlere itimad etmek de yanlıştır, Hak mezhep ikisinin ortası olup, müctehid imamların seçti*ği mezheptir. İmam Ebu Hanife'nin (r.a) fıkhında birçok ke*re mürsel, mufassal ve munkati hadislere dayalı ya da isnadı kavı bir hadisin bırakılıp isnadı zayıf bir hadisin kabul edil*diği veya o konuda hadislerin, birşey söyleyip, îmam Ebu Hanife ve ashabının daha değişik bir şeyler söylediği mesele*ler gözünüze çarpacaktır..."
Şimdi siz benim bu iktibaslarımı göz önünde tutarak aşa*ğıdaki sorularımı cevaplar mısınız?
a. Müslümanların dört fikhî mezhebi kabul etmeleri han*gi nassla belirtilmiştir?
b. Hadis (senedi) ile müctehidlerin içtihadı arasında han*gisinin hangisi üzerine efdaliyeti söz konusudur?
c. Müctehidlerin içtihadı ile hadisin (senedinden) hangi*sinde zannilik daha fazladır?
d. Bir insan aynı anda hem muhaddis ve hem de fakih ola*bilir mi, olamaz mı?
e. İmam Ebu Hanife'nin (r.a) metnini gözeterek zayıf se*netli hadisi alıp, sağlam senetlisini bıraktığını gösteren bir misal verebilir misiniz?
f. Müctehidlerin görüşleri karşısında "sağlam senetli ha*dislerin kabule şayan olduğu" sözünün imamların sözü oldu*ğu doğu mudur?
g. Sahih senede sahip olmasına rağmen, senedi sahih ha*disin redd edilmesini öngören dirayetin ölçüsü nedir? Lütfen bu arada hangi nass'ın bu dirayet şartım ve onun ölçüsünü belirlediğini de bildiriniz.
h. Acaba herhangi bir müslümanın kendisine Allah ve Rasûlunden zann-ı galib olarak ulaşan hükümden dirayetin müdahalesi sebebiyle kaçma ve kendi görüşüne dayanarak -ki görüşünde de hata imkanı vardır- ona muhalefet etme hakkı var mıdır?

Cevap:

a. Dört fikhî mezhebin hak olarak kabul edilmesi herhan*gi bir nassla belirtilmemiş olup şu esaslara dayanmaktadır:
Bu dört fikhî mezhep Kitap ve Sünnet'ten hüküm çıkarma*da, şeriatte yeri ve temeli bulunan usulleri seçmektedir.
Cüz'i meselelerde onlar arasında ne kadar ihtilaf olursa olsun ve bu cüz'i meselelerde onlarla ihtilaf etmek için her*hangi birinin ne kadar makul delili bulunursa bulunsun, bu mezheplerden her birinin hükümlerin istinbatmda kullan*dıkları metod, Kitap ve Sünnet'te sabit olmuş ve sahabe-i ki*ram tarafından bizzat tatbik edilmiş metodlardır.
b. Hadis (senedi) ve müctehidin içtihadından hiçbirisi bir diğeri üzerine mutlak olarak üstün gösterilemez. Hadisin (senedi) Nebî'den (s.a) bize ulaşmakta olan rivayetin nereye kadar kabule şayan olduğunun bir şahididir. Müctehidin iç*tihadı ise, Kitap ve Sünnet üzerinde derin bir basiret kesbetmiş bir kişinin kendisine gelen bir haberin ya da bilginin ne*reye kadar kabule değer olup nereye kadar olmadığı ya da bu haberden çıkarılan mânânın İslâm'a nereye kadar uygun olup, nereye kadar olmadığı hakkında verdiği belirleyici bir yargıdır. Nasıl ki, mahkemede şahadetler ile hâkimin kararı ayrı özelliklere sahipse, bu iki şey de kendilerine has ayrı ay*rı özelliklere sahiptirler. Yani; ne kesin olarak hâkimin ka*rarının şahadetlere behemehal mukaddem olduğu söylene*bilir ve ne de şahadetlerin hâkimin kararından mutlaka ön*celikli olduğu söylenebilir. Aynı şekilde, muhaddisin şaha*deti ve fakihin içtihada dayanan tahkikinden hiçbirisi kesin olarak bir diğerine tercih edilemez.
c. Müctehidin içtihadında da hata imkanı vardır. Muhad*disin hadisin senedini değerlendirmesinde de. O halde bana göre ilim sahibi bir kişiye düşen, müctehidlerin ictihadlarını ve hadislerin rivayetlerini inceleyerek şer'i hükmü tahkik etmesidir. Geriye şer'î hükmü kendileri tahkik edemeyen ki*şiler kalıyor. Onların, herhangi bir alime itimad etmeleri de doğrudur; senedi sağlam hadislerle amel etmeleri de.
d. Bir kişinin aynı anda hem muhaddis hem de fakih ol*ması mümkündür ve böyle bir kimse, yalnız muhaddise ya da yalnız fakihe göre, ilke olarak, tercih edilmeye daha layık*tır. Ama benim bu cevabım yalnız usûl açısındandır. Her*hangi bir kişinin buna uygunluğunda, zorunlu olarak, onun hadis hıfzında sahip olduğu mertebeye fıkıh alanında da sahip olup olmadığına bakmak gerekecektir.
e. Şu anda istediğiniz şekilde bir misal veremiyorum. Versem de misaller getirmekle konu daha fazla uzayacak.
f. Müctehid imamların bu meyanda buyurdukları sahih*tir ve ben de bu kanaatteyim. Ama benim yazdıklarımın mânâsı şudur: Birçok zaman, isnadı sahih olan bir hadis me*tin itibarıyla zayıf taraflar taşımakta ve Kur’an ve Sün*net'ten bize ulaşan diğer malumatlarla hadisin metninde mutabakat hasıl olmamaktadır. Bu gibi durumlarda bunun ya tevil edilmesi ya da reddedilmesi kaçınılmaz olmakta*dır.
g. Dirayetten kastedilen, Kur'an-ı Kerim'de "hikmet" laf*zıyla tabir edilen dinin anlaşılmasıdır. Ve bu hikmet, şeriata sağlıklı tabi olmada, tıb mesleğindeki maharet ve ustalığın sahip olduğu dereceye sahiptir. Bundan hissesine az düş*müş veya bunun kadir ve kıymetini bilmeyen kişilerin nasıl yazılı buldularsa öyle amel etmeleri daha münasiptir. Ama bundan az buçuk hisse kapmış kimseler, Allah'ın fazlı ile Kitab ve Sünnet'ten kendilerine hasıl olmuş olan bu basiretten faydalanmazlarsa, bana göre, günahkâr olurlar.
Şu anda size, sizin ölçüp biçip de herhangi bir kimsenin bu ilim ve hikmetten hisse alıp almadığını ya da aldıysa ne kadar aldığını anlayabileceğiniz hikmet, fıkıh ve dinin anla*şılmasının ölçüsünü gösterebileceğim bir araca sahip deği*lim. Bu tıpkı doktorun mahirliğini, sarrafın kıymetli taşları tanımasını ve herhangi bir meslek sahibinin meslekî maha*retini herhangi bir ölçü-tartı aletinin ölçememesi gibi birşeydir. Ancak bu şeyin sınırlarının belirlenememezliği, bunun tamamiyle olmadığı ya da şeriatte bunun hiçbir yeri bulun*madığı mânâsına gelmez.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
h. Bu sorunun cevabı yukarıdaki cevaplarda zımnen ve*rilmiştir. Buna şunu da ekleyebiliriz: Şüphesiz dirayetin kullanılmasında hata imkanı vardır. Ancak, aynı imkan herhangi bir hadisi sahih, bir başkasını zayıf ve bir diğerini ise mevzu olarak belirlemede de vardır. Nasıl ki, herhangi bir müslüman dirayet yöntemini kullanırken hata yapıp suçlu olursa, hadislerin derecelerim belirlemede hata yapan da aynı şekilde suçlu olacaktır. Halbuki şeriat insanların ka*biliyeti ve imkanları ölçüsünde ona yük yüklemekte ve o sı*nırlar dahilinde onu mesul görmektedir.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


İslâm Toplumunda İnceleme-Araştırma Özgürlüğü


Soru:

"Tefhimat" adlı kitabmızdaki "itidal Yolu" adlı bölümde, sahabe-i kiram ve muhaddislerin karşılıklı tercihlerinin nakledildiği ve müctehidlerin içtihadıyla muhaddislerin ri*vayetinin denk gösterilmeye çalışıldığı "İtidal Yolu" adlı ya*zıda hadisin ehemmiyeti hafife alınmakta ve bu yazı hadis inkarcılarının görüşlerini takviye etmektedir. Bu görüşüm oldukça soğukkanlılıkla yapılmış bir tefekkürün neticesi*dir.
Size göre, bu gibi meseleler eğer temel ehemmiyete sahip değillerse, sizin Cemaat-i İslamî'nin başlangıç noktasında muhaddisler ve fakihler, rivayet ve dirayet meselesi gibi konular üzerinde kalem oynatmamanız daha münasib idi. Bu meselenin üzerinde durulmasından dolayı yanlış anlaşılma*lar olmakta ve bu da yayılmaktadır. Şu an, bu yanlış anlaşıl*maların vakit geçirilmeden izale edilmesi çok yerinde ola*caktır. Çünkü, hadisin önemini hafife almak isteyen görüş*lerin yayılmak istendiği yayınlara biz nasıl katkıda buluna*biliriz? Halbuki Cemaat'in düzeni bir yerde bunu gerekli kı*lıyor.
Ben bu konuda, sizin basılmış ve basılmamış yazılarınızı tenkidleriyle birlikte gazetelerde ve basın organlarında neş*retme niyetindeyim.

Cevap:

Fıkhı meselelerde ictihad, istinbat usûl ve yollarıyla ilgili olarak büyük ihtimalle önceden de kimsenin ihtilafına ma*hal bırakmayan ve üzerinde herkesin ittifak ettiği bir görüş belirten hiç kimse yoktur. Eğer siz de biraz düşünürseniz, bu ihtilaflar için Kitap ve Sünnet'ten de söz konusu ihtilaflara imkan veren durumlar olduğunu kolaylıkla anlayacaksınız. Bu yüzden selef-i salihîn arasında her devirde ihtilaf olmuş*tur. O halde, acaba bu ihtilaflardan kasıt, dinin aslına davet ve dinin hayata hakim kılınması için bile, müslümanların tek bir cemaat oluşturamaması mı idi? Eğer böyle bir cemaat asırlar boyunca nadiren oluşuyorsa, fikhî meseleler üzerin*de söz etmeyi bırakmak mı lazımdır? Değilse, o halde önce tüm fikhî ihtilafların saf dışı edilmesi mi lazımdır?
Eğer görüş açınız bu şekilde ise, üzüldüğümü belirtmeli*yim. Bunu bir talihsizlik olarak yorumlamaktan başka ne yapabilirim? Ama görüş açınız bu değilse, o zaman lütfen şu*nu anlamaya çalışınız. Bizim bu cemaatimiz dinin aslına da*vet ve onun hayata hakim kılınması için kurulmuştur ve bu*nu gerçekleştirmek üzere usullerinin Kuran ve Hadis'te aslı bulunan tüm mezheplerin insanlarının bir araya toplanması lazımdır. Ama bu toplanma, her şahsın fikhî meselelerde usûlün imkân verdiği oranda tahkik serbestisine sahip oldu*ğu zaman mümkündür. Bu tahkik hürriyeti, çeşitli mezhep*lere tabi insanlar arasında çekişmeye sebep olmamalıdır. Aksi takdirde bu topluluğun kendisi dinin hayata hakim ki önleyecek bir unsur haline gelir. Bu yüzden siz de*falarca üstünde durduğunuzdan dolayı ben bu konuyu uzatı*yorum.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Üzülerek söylemeliyim ki, fıkhî meseleleri dinin aslı olarak gören zihniyet sebebiyle, müslümanlar uzun bir zamandır kendi aralarında didişmektedirler. Bu yüzden on*ların birlik olması, dinin aslı için birleşip ortaklaşa çalışma*ları mümkün olmamıştır. îşin kötü tarafi, bu zihniyet tekrar tekrar gündeme getirilmekte ve sanki dinin tüm asıl ve esası sizin de gündeme getirdiğiniz meselelermiş gibi bir tablo çi*zilmek istenmektedir. Önceden de arzettiğim gibi, bu gibi şeyler üzerinde tartışmaya sizin ayırdığınız kadar vakit ayı*rabilecek bir durumda değilim. Bu yüzden, mektuplara kısa kısa cevap vermekle yetiniyorum. Ama eğer sizin kastınız, benim diğer işlerimi de bırakıp bu gibi tartışmalara dalmam ise, bismillah deyip, rivayet ve ictihadla ilgili mufassal baş*ka bir yazı yazmam gerekecek. Ancak bunun da siz beyefen*dileri memnun edebilecek bir neticesi olmayacaktır. Aksine Cemaat içerisindeki ve dışındaki Ehl-i Hadise mensup kim*seler benimle bu meselede bir tartışmaya dalacaklar ve bi*zim aynı hedefi gerçekleştirmek için toplanıp ortaklaşa iş yapmamız muhal olacaktır. Dahası bu fesad bununla da bit*meyecek, bu tartışma kapısı açıldığında, benim bazı yazdık*larımdan dolayı sizin gücendiğiniz gibi gücenecek olan bazı Hanefi kardeşlerimizin de gündeme getireceği meseleler ola*caktır.
Böylece, başka bir cephede de aynı bunun gibi bir savaş başlayacaktır. Bu yüzden siz bir defa daha iyice düşündük*ten sonra istediğinizin bu mu olduğunu bana yazınız.
Geriye "bu gibi meseleler eğer temel ehemmiyete sahip değilseler, Cemaat-i İslamî'nin başlangıcında bu gibi mese*leler üzerinde kaleme sarılmamın münasip olmadığı" mese*lesi kalıyor.
Ben şimdiye kadar herhangi bir gruba şöyle ya da böyle dokunmayan bir yazı yazmadığım hususunda sizi temin edebilirim. Eğer ben müslüman gruplardan herhangi birine hoş gelmeyen hiçbirşeyi yazmama kararı alsaydım, belki de hiçbir şey yazamazdım. Çünkü, ihtilaflar yüzünden bir gru*bun hoşuna giden diğerinin hoşuna gitmemektedir. Ama inanın ki, bu meselede ben ne kadar başarısız olmuşsam, bel*ki de siz beyler benden daha fazla başarısız olacaksınız. Eğer siz bu davet için iş yapmaya kalkışsaydınız, büyük ihtimalle Ehl-i Hadis olanların dışında başka bir grubun hoşnutsuzlu*ğunu kazanmadan birkaç sayfa bile yazamazdınız. O halde şunu iyi anlamalısınız ki, asıl olan bu gibi tartışmalardan kaçınmak değildir. Asıl olan, bir kimsenin her ne yazıyor ve söylüyorsa, onu; makul olmayı elden bırakmadan, sınırları gözeterek, tahkikin şanına yaraşır bir şekilde yazması ve bunları işiten ya da okuyan kimselerde ise biraz tahammül gücü, biraz kalb genişliği, biraz hoşgörü ve biraz da usul ve furûu ayırdetme gücünün bulunmasıdır.
Sizin, herhangi bir ihtilaf sebebini içinde barındıran ki*tap ve dergilerin ya da yayınların nasıl yayılacağı fikrine ka*pılmanız bana oldukça acaib ve garip geliyor. Lütfen bana içindeki şeylerin tamamı tüm grupların arzularına göre olan herhangi bir yayın söyleyebilir misiniz? Günümüzde yok, öy*leyse daha öncekilerin devrinden bir örnek söyleyiniz. Sizin ya da sizinle hemfikir olan herhangi bir kimsenin benim yaz*dıklarım üzerine tenkid yazıp yayması ile eğer bu tartışma son bulabilecekse bunu can-ı gönülden kabul edecek ve şöyle veya böyle bu meselenin kapanması için tenkidleriniz aley*hine bir harf bile yazmayacağım.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Hadislerin Tahkikinde İsnad Ve Fıkhî Anlayışın Rolü


Soru:

Birkaç kez yazmama rağmen şimdiye kadar beni ikna edici bir durum oluşmadı, ama yine de, sadece bu mektupta*ki sorunun halledilmesiyle tüm tartışma bitebilir. Üzerinde düşünülmesini istediğim mesele şudur: Hadis ve fıkhın denk olması, hadis isnadında bazı tutarsızlıkların olması vs. gibi konular size göre temel konular mıdır, yoksa fer'i konular mıdır?
Cemaat’in yayınladığı kitaplarla bu konuların yayılma*sından da anlaşıldığı gibi, eğer bu konular temel ve asılla il*gili konularsa, herhangi bir muhalefet endişesine kapılma*dan Ehl-i Hadis cemaatinin rivayet üzerinde yaptığı aşırılı*ğın ıslahı ve tenkidi için, kaleminizi Müslim Lig [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] ve Kongres'in [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] tenkidi için nasıl kullandıysanız, tüm gücünüzle burada da kullanmalısınız. Geriye Cemaat-i İslamî'nin için*de ve dışında tartışma kapısının açılması endişesi kalıyor. Bu ise yeni bir şey olmayacaktır. Çünkü daha önceden de Amritsar'da [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] çıkan "Ahbar-ı Ehl-i Hadis" adlı dergide "Ehl-i Hadisin Tasdiki" başlığı altında bu konu tenkid edil*mişti. Şimdi de bir hocaefendi" adlı kitabında. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Tefhimat'taki "İtidal Yolu" adlı konudan iktibaslar yapa*rak, Cemaat-i İslamî ile hemfikir olan Ehl-i Hadis'e mensup kişiler arasında nefret uyandırmaya devam ediyor. Şu anda fitne için gerekli tüm malzeme hazırlanmış durumdadır ve Cemaat'in fikirlerinin yaygınlaşması önlenmektedir.
Ama, eğer bu konular sizin mektuplarınızdan da anlaşıl*dığı gibi fer'i ve ikinci dereceden bir öneme sahipseler o za*man, "Tefhimat" gibi asılla ilgili ve mühim bir kitap vasıta*sıyla bu gibi konuların gündeme getirilmesi ve anlatılması*na lüzum yoktu. Bunun için sadece Tercümanul Kur'an’ın sayfaları yeterli idi. Üzülerek belirteyim ki, sizin feri olarak yazdığınız şeyler Cemaat'in fikirlerinin yayılması yolunda engel olmaktadır. Siz kendiniz Cemaat-i İslamî'nin tüzüğü*nün 5. maddesinin "d" fıkrasında, Cemaat-i İslamî üyeleri*nin dinde hiçbir önemi olmayan tüm tartışmalardan hayat*larını temizlemelerinin zorunlu olduğunu yazıyorsunuz. Öy*leyse önemli olmayan meseleler neden önemli kılınmaktadır ve bu amaçla Tefhimat sayfaları neden doldurulmuştur? Acaba, ıslah için bundan başka bir iş kalmamış mıydı?
Şu halde burada, ayrı ayrı iki şeyin birbirine karıştırıl*maması çabası göze çarpıyor. Fıkhı teferruatla amel etmek hususunda Kitap ve Sünnet'e uygun olmak koşuluyla farklı yaşayış biçimleri sergilemek ayrı meseledir ve buna taham*mül edilebilir. Yani, bu konuda temel meselelerin iştirak ve ittihadı için hoşgörü gösterilebilir, ama usulen Nebi'den (s.a) gelen rivayetle, müctehidin dirayetine aynı derecede bir özellik vermeye tahammül edilemez. Hatta bazı durumlarda bu tavır hadisi inkârla eş anlamlı olabilir. Hanefî mezhebi*nin büyükleri bile buna razı olmamış, İmam Ebu Hanife de bu gibi inanç ve fikirlerden usanmış ve rahatsızlığını belirt*miştir. Ayrıntılar için Huccetullah'il Bâliğa [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] ve Şamî [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] incelenebilir.
Şimdi,bu kargaşayı önlemek "Tefhimat" kitabının yeni baskılarından "İtidal Yolu" adlı konuyu çıkarmak ve Tercüman'ul Kur'an'da mutedil ve müeddeb bir eleştiri yazısının yazılmasına müsaade etmekle mümkündür. Bu tenkid dost*ça ve cemaatleşmenin terakkisi için olacaktır, muhalifçe ve muannidçe değil.
"Ne söylüyorsak Allah şahittir." Tercüman'ul Kur'anın üstün hizmetlerine bu gibi ümitler bağlamanın yersiz olma*ması dileğiyle.

Cevap:

Ben, yazdığım son mektupla ikna olabileceğinizi sanmış*tım. Ama mektubunuzu okuyunca sizi iknada başarılı ola*madığımı anladım. Sizin bana sorduğunuz soruya karşılık benim de size bir sorum var. Şunu demek istiyorum: Kitapla*rımda teferruat ve ayrıntılarla ilgili gözünüze sadece şu "İti*dal Yolu" adlı konu mu çarpmıştır? Yoksa başka bölümlerde de ayrıntılarla ilgili meselelerden bahsetmemiş miyim? Eğer diğer bölümlerde de bunun gibi konular varsa -ki şüphesiz var- öyleyse neden cüz'î ve fer'î meselelerde çatışmamakla birlikte, tartışmaları küllî ve temel konularla sınırlandırma üzerinde ısrar etme zaruretini sadece bu noktada hissetti*niz?
Sizin, benim kitaplarımda cüz'î ve fer'î meselelerle ilgili hiçbir konu olmaması gerektiği şeklindeki görüşünüz haddi zatında doğru değildir. Belki de hiçbir kimse araştırmalarını sadece küllî meselelerle sınırlı tutmayı başaramaz. Bazan külli ve temel meseleleri açıklarken cüz'î meselelerden de bahsetmek gerekebilir. Bazan insanların şek ve şüphelerini izale etmek için onların teferruata ait sorularını da cevap*landırmak gerekir, bazan da bizzat meselelerin tahkiki sü*recinde cüz'îyattan bahsetmek icap eder. Bu gibi şeyler söz konusu olduğunda ise, şüphesiz birçok mesele şöyle ya da böyle herhangi bir grubun mezhebi görüşüne muhalif olabi*lir. Bu yüzden, sizin böyle bir istekte bulunmanız daha baş*tan yanlıştır.
Üzülerek belirtmek lazım ki, önceki mektuplarım üzerin*de düşünmemişsiniz. Ben, o mektuplarımda şunu arzetmeye çalışmıştım: Dinin hayata hakim kılınması için yapılan ça*lışmalarda çeşitli mezheplere mensub cemaatleri bir araya toplamak için fıkhı meseleler üzerinde araştırma yapma hürriyetinin herkesten alınması ya da önce bütün bu mesele*leri halledip tek mezhebe bağlı bir cemaat kurmak için çalış*ma yapılması diye bir şart yoktur. Bunun üzerine, meseleleri araştırmada herkesin serbest olması gerekir. Sadece araş*tırmada değil; kişinin görüşünü açıkça ortaya koymada da serbest olması gerekir. Herhangi bir kimsenin mezhebinin başka bir kimseye musallat edilmemesi daha doğrudur. Bu*nunla ilgili olarak atıfta bulunduğunuz tüzük maddesinin amacı, sizin anladığınız şekilde değildir. Aksine bu madde*nin amacı, sürtüşme ve kavgayı engellemektir.
Benim önceki yazdıklarımdan sizin acaip acaip mânâlar çıkarmanızdan dolayı hem üzgünüm, hem de şaşkın. Sizin başka bir şahsın görüşünü kavramaya çalışacağınız yerde suizanla birşey uydurup ona nisbet etmeniz hayret verici birşeydir. Sizin, "usulen Nebi'den (s.a) gelme rivayetle müctehidin dirayetini bir tutmaya tahammül edilemez. Hatta bazı durumlarda bu tavır hadisi inkar etmekle aynı anlama gelebilir" şeklindeki cümleniz benim görüşümün sözcüsü ya da tercümanı değildir, yani; görüşümü aksettirmemektedir. Siz, kendiniz insafla karar verin: "Tefhimat" ta hadisle ilgili yazdığım yazıları, diğer kitap ve yazılarımda hadisten gös*terdiğim delilleri ve çıkardığım hükümleri, bütün bunları gördükten sonra; benim zerre kadar bile olsa hadisi inkar edenlerin mezhebine herhangi bir eğilimim olduğu ya da ola*bileceği şüphesine yer verilebilir mi? O halde, eğer siz beni mûslüman olarak görüyorsanız, nasıl oluyor da beni, her*hangi bir rivayeti hakikaten Rasûlullah'ın (s.a) hadisi ola*rak kabul ettikten sonra, buna herhangi bir kimsenin içtiha*dını veya herhangi bir imamın sözünü tercih edebileceğim zannında bulunabiliyorsunuz? Tercih bir kenarda dursun, eğer ben bunun her ikisini müsavi olarak görsem, hatta dü*şünsem, nasıl mü'min olarak kalacağım?
Aslında, sizin içinde bulunduğunuz yanlış anlayışın sebe*bi şudur: Siz bizim ictihad ve istinbatı, Rasûllullah'ın (s.a) hadisine tercih ettiğimizi veya ikisini müsavi olarak gördü*ğümüzü zannediyorsunuz. Halbuki hakikat bu değildir, işin aslı şudur: Haddizatında Rasûlullah'a (s.a) nisbet olunan herhangi bir hadisin nisbetinin sahih ve muteber olup-olmadığı söz konusu edilmektedir. Size göre, muhaddislerin sened itibariyle sahih olarak gördüğü her rivayetin Rasûlullah'ın (s.a) hadisi olduğunu kabul etmek zorunludur. Ama bize göre bu zaruri değildir. Biz, senedin sıhhatini, hadisin sahih olması için yeterli delil olarak görmüyoruz. Bize göre senet, herhangi bir hadisin sıhhatini belirlemede tek kay*nak değildir. O, herhangi bir rivayetin Rasûlullah'ın (s.a) hadisi olduğu üzerinde zann-ı galib hasıl olmasına yarayan kaynaklardan bir tanesidir. Biz, senetle birlikte metin üze*rinde de düşünülmesini zorunlu görüyoruz. Kur'an ve Hadis'in bütünüyle incelenmesi neticesinde kazanılan din anlayışının da gözetilmesi lazımdır. Ayrıca, hadisin o hususî ri*vayeti hangi mesele ile ilgili ise, o konuda sabit olmuş sünnet olarak bildiğimiz daha kuvvetli kaynaklar da gözden geçiril*melidir. Buna ilaveten, bizim herhangi bir hadisi Rasûlullah'a (s.a) nisbet etmeyi uygun bulmadığımız başka çeşitli yönler de söz konusudur. O halde bizimle sizin aranızdaki ih*tilaf, Rasûlullah'ın (s.a) hadisinin müctehidin içtihadıyla müsavi olup olmaması meselesi değildir. Bilakis ihtilaf şu meselededir: Rivayetlerin reddi veya kabulü ve bu rivayet*lerden hüküm çıkarmada muhaddisin hadisin senedi itibarıyle görüşü ve müctehidin dirayeti itibariyle görüşü merte*be olarak müsavi midir, değil midir noktasındadır. Veya iki*sinden hangisinin görüşünün daha da ağırlıklı olduğu noktasındadır. Bu konuda eğer bir kimse ikisini eşit olarak gö*rürse, herhangi bir günah işlemiş olmayacağı gibi, ikisinden birini diğerine tercih ederse de günah işlemiş olmaz. Ancak, sizler onu günahkâr göstermek için lüzumsuzca suçluyor ve "o, hadisi Rasûlullah'ın (s.a) hadisi olarak kabul ettikten sonra, müctehidin görüşünü hadise denk, hatta hadise ter*cih edilebilir olarak göstermiştir" diyorsunuz. Halbuki böyle bir şeyi düşünmeye mü'minin kalbinde yer yoktur.
Muhaddislerin hadisleri, sahih, sahih olmayan, zayıf vs. olarak belirledikleri esaslarda birçok zaaf yönleri bulundu*ğunu "İtidal Yolu" adlı yazımda açıklamıştım. Orada misal olarak verdiğim meseleleri daha çok Allâme İbn Abdilberr'in kitabı "Camiu Beyan'il-İlm" den aktardım. Siz lütfen bana, söz konusu zaafların hadis ilminde var olup olmadığını bildi*riniz. Eğer var ise, o zaman siz beyler bizden muhaddislerin görüşlerine iman etmemizi neden bu kadar şidddetle istiyor*sunuz? Biz muhaddislerin önemsiz olduklarını ne söylemişizdir ve ne de hiçbir zaman kalbimizde böyle bir düşünceye yer vermişizdir. Bunun aksine biz, hadisi tahkik ederken, herşeyden önce sened itibariyle hadisin durumunun ne oldu*ğuna bakmayı zorunlu görüyoruz. Bu meselede hadise kendi kitabında yer veren muhaddisin mertebesini de göz önünde bulundurarak, onun görüşüne fazlasıyla itibar da ediyoruz. Ama bahsettiğim konuda, hadis ilminin zikrettiğim zayıf ta*raflarından dolayı, sırf rivayet ilminin ortaya çıkardığı ma*lumatlara bütünüyle itimad ederek, bu ilme göre sahih ola*rak belirlenmiş her hadisi mutlaka Rasûlullah'ın (s.a) hadi*sidir diye kabul edemeyiz. Benim sizin bu konudaki görüşü*nüzü kabul etmediğim gibi, siz de benim bu konudaki görü*şümü kabul etmeyebilirsiniz. Ama, bu ayrıcalığın neticesi, gerçekte işlemediğimiz bir cürümle sizin tarafınızdan suç*lanmak olmamalıdır.
Siz eğer "İtidal Yolu" üzerine ilmî bir eleştiride bulunur sanız minnettar kalırım. Hatam ortaya çıkarsa ondan dön*mekte hiçbir duraksama göstermem.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Şeriat Taki Cüziyyat Ve Dinin Gerekleri


Soru:

Toplantıya[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] katıldıktan ve çeşitli cemaatlerin raporla*rım dinledikten sonra, ben ve arkadaşlarım, bizim cemaatin literatürünün (kitap, dergi vs.) dağıtılması ve tebliğinde yapmış olduğumuz işlerin oldukça zayıf kaldığı kanısına vardık. Bu yolculuğumuz bizim için geçmişte yaptığımız ek*sikliklere pişman olmaya ve gelecekte yapacaklarımız için azim ve ihlasımızı bilemeye bir vesile oldu. Dua buyurunuz ki, cemaatleşmeye yönelik mesuliyetlerimizi bağlılık, him*met ve cesaretle eda edebilelim.
Bu umut verici ve sevindirici manzarayla birlikte kapa*nış konuşmasındaki[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] bazı noktalar bazı hemdert arkadaşlarımızı üzdüğü gibi, diğer bölgelerdeki Cemaat üyeleri ve taraftarları arasında bir hoşnutsuzluğa vesile oldu. Şunu arzetmek istiyorum: Allah'ı inkar edenler taifesi dine saldırıla*rında pervasız ve oldukça hırçın oldukları halde; hilim, ta*hammül ve güzel öğüde müstehaktırlar da, acaba dindarla*rın kendi kabuğuna çekilmiş dar görüşlü tabakası bu davra*nışa lâyık değil midir?
Acaba, onların itiraz ve şüpheleri; hikmet, güzel öğüt, hi*lim ve tahammül yoluyla yok edilemez mi? Kapanış konuş*masının son bölümü biraz hislere mağlup olmuşluğu çağrış*tırıyordu sanki.
Konuşmanın sıhhati hususunda bir sözümüz yok, yalnız kullanılan tabirlere ve üsluba karşıyız. Kur'anın tebliğ usu*lü: "(Uhud Savaşında) sen Allah'tan gelen bir merhamet sayesindedir ki, onlara (ashaba) yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, muhakkak onlar etrafından da*ğılıp giderlerdi[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] ayet-i celilesinden alına*bilir ve buna tabi olmakla tüm güçlükler çözümlenebilir. Ben, sizin genel tebliğ ve anlatma üslubunuzun hikmetlice olduğunu da inkar etmiyorum. Bu yüzden, bu defa, âdetiniz hilafına üslûbunuzun katılığını görünce taaccüb ettim.
İkinci olarak şunu iletmek istiyorum: Fer'î meseleler ve sünnetlerin zahirindeki değişme ve dönüşüm üzerinde önce*leri pek ısrar edilmesi ve müslümanlarda korku ve nefret uyandıracak bir tavıra başvurulmaması hikmet ve şer'î mas*lahatın gereğidir. Bu yüzden Rasûlullah (s.a) münafıkların öldürülmesi ve Kabe binasının yeniden inşasından kaçın*mıştır. Sakalın bırakılması ve kısaltılması hakkında selef içerisinde ihtilaflar olduğunu ve sizin seçmiş bulunduğunuz amel tarzına yer bulunduğunu kabul ediyorum. Bu noktada, bir tutam miktarınca sakal bırakmanın caiz olduğunu siz de inkar etmezsiniz. O halde, acaba halkı tedirginlik ve korku*dan kurtarmak için sizin de sözü geçen cevapla amel etmeniz daha münasib ve hikmetlice bir iş olmaz mı? Çünkü, aşırılı*ğın hakim olduğu mevcut durumun ıslahı,, temel ve önemli meselelerin zihinlere yerleştirilmesinden sonra da gerçekleştirilebilir. Cemaat-i İslamî'ye kalbten bağlılığım dolayı*sıyla bu birkaç satırı karalıyorum. Üzerinde düşünmeniz ümidiyle.

Cevap:

Din ehline karşı, münkirlere gösterilen üslubun aynısı*nın gösterilmesini istemenizi öğrenmek beni şaşırttı. Siz sa*dece, yumuşaklığı hikmetin gereği olarak görüyorsunuz. Halbuki Kur'an ve Sünnet üzerinde çalışma yapılınca, hakkı kabul eden kişilerden hak aleyhine şeyler südûr etmesi du*rumunda, daha baştan, hakkı kabul etmeyenlere takınılan tavırdan daha farklı bir tavır takınıldığı belli olmaktadır. Al*lah (c.c) ve O' nun Rasûlü'nden (s.a) bazı durumlarda sadır olan son derece yumuşaklık, nasıl hikmetin bir gereği ise, da*ha başka bazı durumlarda sert bir dil ve katı bir üslup kulla*nılması da aynen hikmetin bir gereğidir. Ben sadece bilmek istiyorum: Acaba benim son konuşmamda öne sürdüğüm dü*şüncelerde hakikate aykırı olan birşey var mıydı? Yine be*nim bu konuşmada sarfettiğim sözler, gerçekte bu merhale*de söylenmesi zorunlu olan şeyler değil miydi? Eğer bu iki noktada herhangi birşey varsa mutlaka yazınız, ama eğer siz söylenen sözlerin hak olduğunu ve insanların dikkatlerini dinin gerekleri tarafına çekmek için bu zamanda bu mesele*leri açık açık ortaya koymanın zorunlu olduğunu kabul edi*yorsanız, üslup ve dilden şikayet gereksizdir. Ben sizi, hisle*rine mağlup olacak bir kimse olmadığıma dair temin ederim. Yumuşaklık olsun veya katılık olsun; ne gibi bir üslup seçi*yorsam, hislerime dayanarak değil; soğukkanlılıkla, o du*rumda gerçekten öyle gerektiği için seçiyorum.
Siz sadece kendi çevrenizi tanıyorsunuz, ama üzerimde olan mesuliyet yükünden dolayı ben tüm cemaat ve hareke*tin durumunu göz önünde bulunduruyorum.
Eğer ben, bu firsattan istifade ederek dinin asıl gerekleri*ni açık seçik bir üslubla beyan etmez ve fer'î meseleleri dinin aslı olarak göstermeye çalışan ve dinin asıl gereklerine gaf*leti arttıran insanların yanlışlarını tamamiyle açıklayıp or*taya dökmezsem, bunun neticesinin bizim hareketimize ol*dukça zararlı olacağını çok iyi hesaplamıştım. Çünkü, azımsanamayacak sayıda böyle özelliklere sahip bir grup, hare*ketimizin sadece sathî bir tesiriyle bizim tarafımıza çekilmiş bulunmaktadır. Ama onlar, eski taassubları ve yanlışların*dan hiçbirisini düzeltmeye zerre kadar yanaşmamaktadırlar. Tersine bizden de, kendilerinin "ıslah" adı altında yap*tıkları yanlışlıklara düşerek, bozukluklara sebebiyet verme*mizi istemektedirler. Bu yüzden, bu merhalede ben onları uyarmasaydım, bu kimselerin Cemaatın kapısına dikilerek iş yapacak yerde işimizi bozacak karışıklıklara sebep olma*ları endişesini taşıyordum.
Benim bu konuşmamı dinledikten sonra bu gibi kimsele*rin sarfettiği sözlerden şu inanca vardım: Bu kimseler dinle ilgili bir iş yapacak değiller ve onların bizim yanımıza gelme*leri; bize uzak kalmalarından, hatta muhalefet etmelerin*den bile daha fazla tehlikelidir. Kur'an ve Sünnet açısından benim konuşmamın içerisinde tenkid edilebilecek bir nokta bile gösteremeyen, hatta benim dinin asıl gayesi olarak gös*terdiğim şeylerin Kur'an ve Sünnet açısından gerçekten di*nin asıl gayesi olduğunu, benim öne aldığım ve sona bıraktı*ğını şeylerin gerçekten öne alınması ve sona bırakılması ge*rektiğini kabul etmek zorunda kalan kimselerin, bütün bun*lara rağmen benim konuşmama itiraz etmede, hoşnutsuz*luklarım ve incindiklerini izhar etmekle vakit kaybetmeleri*ne, gelin siz bir mânâ verin. Öyleyse onlar, kadir ve kıymete ne kadar müstehaktırlar ki, onların his ve görüşlerine saygı gösterilsin. Bu gibi kimseler, hakkın değil; nefislerinin kul*larıdırlar. Onların içlerinde, yaptığı yanlışlıklardan dolayı dikkatleri çekildikten sonra kendilerini ıslah edebilecek, hak açıkça gözler önüne geldikten sonra onu kabul edebile*cek kadar da, Allah korkusu yoktur. Bunun yerine hak söz onlara nasıl olup da açık açık söyleniyor ve bunu söyleyen on*ların içinde olduğu taassuba neden batmıyor diye bir de şika*yet etmektedirler. Eğer bu gibi insanlar münkirlerden olsa idi; biz, onlara biraz da olsa tolerans gösterebilirdik, ama bu kişiler nefislerine tapmalarına rağmen hakka tapanların en ön safinda yer almakta ve dindarlık kisvesi altında insanları aldatmaktadırlar. Bu yüzden bunlar, ne herhangi bir tole*ransa müstehaktırlar ve ne de bu insanların uzaklaşmasın*dan hak yolunda çalışmak isteyen bir kişi üzüntü duyabilir. Bu kişiler her ne yapmışlarsa, hizipleri adına yapmışlar, din adına müsbet hiçbir adım atmamışlardır. Şimdi, ben bunla*ra açık açık, eğer gerçekten dini muzaffer yapmak istiyorlar*sa, bunun yolunun ne olduğunu, onun yüzünden şimdiye ka*dar birşey yapamadıkları din anlayışlanndaki kusurlarının ne olduğunu anlatmayı diledim. Eğer bu kişilerin gerçekten dine kalpten bir bağlılıkları olsaydı, benim sözlerimi işitir işitmez gözleri açılır ve içlerinde tevbe ve yaptıklarından ge*ri dönme cezbesi vücuda gelirdi. Ama, bunun tersi oldu ve on*lar bana darıldılar. Şu an bile onlar, şimdiye kadar yakaları*nı kaptırageldikleri o taassub ve teferruata tapıcıhklarım tercih etmektedirler. Onların bu keyfiyetini gördükten sonra çok sevindim. Bu fitneci grubun yakınlaşma yerine uzak*laşmasından dolayı Allah'a hamd ediyorum.
Allah (c.c) göstermesin, ben bu toplantı sırasında bu sözleri açık açık ortaya koymada herhangi bir gevşeklik gösterseydim, bu benim sonradan üzüntü duyacağım bir eksiklik olurdu.Bana sanki, Allah Teâlâ bu gibi insanlara onların di*ne hizmet etmeleri tevfikini irade buyurmuyor gibi geliyor. Öyle fitnelere hizmette bulunageldiler ki, Allah Teâlâ büyük ihtimalle onlara içinde bulundukları fitneler için tevfik ver*meyi irade buyurmaktadır.
Sakala yönelik olarak yazdıklarınızla ilgili size şunu ilet*mek istiyorum: Ben amellerimle, işi bid'atları sünnetle öz*deşleştirmeye kadar götüren bir zihniyeti beslemeyi hoşgörmüyorum. Bana göre; nassla gelmemiş herhangi bir şeyi nass'la gelmiş gibi göstermek, herhangi bir sünnetle gelme*miş bir şeyi (şer'î ıstılaha göre sünnet olmayan) sünnet ola*rak göstermek bid'attır ve bu, malum ve maruf bid'atlere nisbetle dinin daha fazla tahribine sebep olan tehlikeli bid'atlardandır.
Sakal meselesi de bu kabildendir. İnsanlar, nassla gelme*miş bir miktara nassla gelmiş olan bir şeye verilmesi gerekti*ği gibi bir önem vermişler ve üzerinde durmuşlardır. Dahası, bundan daha tehlikeli bir yanlış olarak yaptıkları şudur: Ne*bimizin (s.a) âdeten yaptığı şeyleri, O'nun (s.a) uygulamaya koyulması ve yürütülmesi için gönderildiği sünnetle özdeş tutmaktadırlar. Halbuki Peygamber Efendimizin âdeten yapmış olduğu şeyleri sünnetleştirmek ve bütün dünyadaki müslümanlardan bu âdetleri benimsemelerini istemek Al*lah ve Rasûlü'nün hiçbir zaman isteği değildi. Dinde yapılan bu tahrifin önüne ben eğer perde çeker ve halkın beni gör*mek istediği konuma uygun bir kalıba kendimi sokarsam, Allah katında şiddetli bir sorguya çekileceğim ve o sorgula*mada kimsenin bana yardıma gelemeyeceği bir cürmü işle*miş olacağım. Bu yüzden, kendimi bu uhrevî tehlikeye atmaktansa, insanların zevki aleyhine yapılandırmayı çok da*ha uygun görüyorum.

Soru:

Dâr'ul İslâm'daki toplantıdan[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] sonra ben şifahen de ar*tı zetmiştim. Şimdi de, dinin hayata hakim kılınması farizası*nı diğer farzlar üzerinde, hatta farzların aslı ve bu yolda çaba sarfetmeyi takvanın ruhu ve özü olarak gördüğümü belirte*rek şunu arzetmek istiyorum:
Kapanış konuşmanızda "takua"nm tezahürünü açığa vurmanın ehemmiyetim nefyetmede gösterdiğiniz şiddet, eğitilmemiş Cemaat üyelerinin "sünnete itirazsızlık" hisle*rinin kabarmasına yol açacak. Samimi söylüyorum. Bunun belirtilerini toplantıdan sonra mülâhaza ettim. Bu şiddetin neticesi olarak da dıştaki insan grupları arasında harekete şüpheli gözlerle bakılacaktır. Çünkü bundan önce de hare*ketin bazı davetçileri takvanın bazı görüntülerine önem ver*me ve onu talep etmede canla başla çalışmaya, cûş-û hurûş içerisinde muhalefet etme şeklinde "sünnetle alay"a başla*mışlardı. İkinci olarak şunu belirtmek istiyorum: Bu konuş*ma sebebiyle kötü niyetli unsurlara kendi elimizle sanki öyle bir havalı tabanca hazırlamış olacağız ki, isterse o, gerçekte mermi atma işini hiç yapmasa da onun gösterişli sesi hakka doğru yürüyenlerin kalplerini hoplatabileçektir. Peygamber Efendimiz (s.a.) bu gibi meselelerde halkın fitneye düşebil*me ihtimalini göz önünde bulundurmuştur. Nitekim Beytullah'ın yeniden inşası programını Peygamberimiz (s.a) sırf halkın cehaleti ve İslam'a yeni girmiş olmaları sebebiyle er*telemiş ve evinde Hz. Aişe'ye bu meseleyi bir defa açması dı*şında, hiçbir vaaz ve hutbesinde halkın dikkatlerini bu nok*taya çekebilecek kadar birşey söylememiştir.
Buna ilaveten, takvamn belirtileri meselesinde de doğru olan, diğer meselelerde olduğu gibi, ilk davetçi ve muslih Peygamber Efendimizin (s.a) zatî örneklerine ittiba etmek*tir. Bunu kabul ettikten sonra şu rivayeti göz önünde bulun*durmalısınız:
Rasûlulllah (s.a) sakalını göğsünü dolduracak şekilde uzatmıştı."
Rasûl'ün (s.a) bu örneğine ittiba ederek, eğer siz ifrat ve tefriti ıslah ederseniz, dolayısıyla buradaki itirazcıların ayıp bulma firsaü az olacak ve oradaki garbzede insanlar için nef*sin tuğyanı ve atalara itaat için daha az fırsat kalacaktır. Buna dayalı olarak, ben sizinle görüştüğüm zaman, sizin şahsen sakalın ifası ya da bırakılmasıyla amel etmenizi ve diğer yönleriyle sünnetin zevahirinin tekmili, şüphesiz din için faydalı olacak diye arzetmiştim.Bununla şunu düşünü*yorum: Buradaki muhalifleri, çeşitli dini meseleleri aslî ye*rine koyarak, bu meselelerin gerçek özellikleri ve önemleri hakkında aydınlatarak ıslah etmeliyiz, ama diğer tarafta, takvanın görüntüsü meselesinde nebilerin sünnetine, özel*likle, sakal sünnetine ittiba etmeyi zorunlu görmeyen, hatta nefret ve alay konusu yapan modern eğitim görmüş kimsele*rin ıslahı da üzerimize bir vazifedir. O halde, bu vazifeyi yeri*ne getirirken takvanın görüntüsünün korunması için kadim dindar tabakanın telkinatmm ruhuna uyan müsbet bir şid*det göstermek daha faydalı olmaz mıydı?
İlave olarak şunu demek istiyorum: İslâm'ın temel ger*çeklerini bile tüm genişliğiyle yayamadığımız sayısız Allah kulunun kalplerinin kapılarını aralama görevini yerine ge*tirmemiz gereken şu zamanda, bizim fer'î meselelerin diken*lerinden paçamızı sıyırıp, asıl maksadımıza doğru ilerleyen bir ânımızı bile zayi etmememiz daha iyi olmaz mı? Aksi hal*de, iyi gün dostlarından eğriliğe çalışanlar, fitne ve tevile sa*rılanlar olursa, böylesi bir durumda sadece zaruret dışı bu meselelerle meşgul olup kalacağımızdan ve asıl gayemizden uzaklaşacağımızdan korkuyorum. O halde "takvanın teza*hürleri" vb. konular üzerine yazı yazarken ve konuşma ya*parken katı ve sert üslûblardan kaçınmanın daha iyi olaca*ğını düşünüyorum.

Cevap:

Yazmış bulunduğunuz meselelerin çoğunu şifahen ce*vaplamıştım ve şimdi de bu şifahi cevaplarıma herhangi bir ekleme yapma zarureti hissetmiyorum. Yine de, bir iki mese*le üzerinde kısaca durmak istiyor ve bunu kâfi görüyorum.
Siz, takvanın tezahürleri ile ilgili olarak, benim sünnetin alaya alınmasında başlangıç olabilecek ve bazı kimselerin sünnete itinasızlığına sebep olabilecek şekilde aşırı gittiğimi defalarca söz konusu ettiniz. Lütfen bana, sizin aşırı gitmek*le tabir ettiğiniz sözlerimin hangi sözler olduğunu belirtir misiniz? Eğer o sözler aklınızda yoksa, birazcık sabrediniz. Ben bu konuşmamı yazıya geçirdikten sonra inşaallah kısa bir zaman içinde yayınlayacağım. O zaman siz onu okuyu*nuz ve aşırı gittiğime delalet eden lafızları işaretleyerek ba*na yollayınız. Aynı şekilde, eğer hatırınızda kalmışsa, benim konuşmam yüzünden kendileriyle fikir teatisinde bulunup da sünnete itinasızlıklarını gözlemlediğiniz Cemaat-i İslamî üyelerinin adlarını ya da en azından hangi bölgedeki cemaa*te mensub olduklarını bana yazınız ki, ben de onlarla ilgili si*zin tahmininizin mi, yoksa onların benimle ilgili tahminleri*nin mi yanlış olduğunu tam manasıyla teşhis edebileyim.
Acaba şunu hiç düşündünüz mü: Bu cemaate girdikten sonra sakal bırakan kimseler, sünnete tâbi olmayı tebliğ et*tiklerini iddia eden kimselerden herhangi birinin tebliğiyle yüzlerini sakalla süslerler miydi? Halbuki cemaate girdik*ten sonra biz, onlara sakal ya da takvanın diğer belirtileriyle ilgili bir şeyle amel etmeleri için, işaretle bile olsun birşey söylemedik. Bu kimseler önceden rüyalarında bile çehrele*rinde sakal görmeye razı olmazken, kendiliklerinden sakal bıraktılar ve kılık-kıyafetlerini değiştirme yolunu tuttular. Bunun asıl sebebi, bizim onlara sadece dindarca yaşamaya uygun olan temel şeyleri, yani; Allah ve Rasûlu ne bağlılık ve itati öğretmek ve telkin etmek için tüm gücümüzü harcama*mız idi. Bundan sonra, onlara herhangi bir şeyi ayrı ayrı tel*kin etmemize lüzum kalmadı. Bazı şeylerin Allah ve Rasûlü'nün hükmü olduğunu ya da onları Allah ve Rasûlü'nün beğendiğini anladıkça, onları seçmeye kendi nefislerini mebur ettiler. Allah ve Rasûlü'nün beğenmediği şeyleri anla*dıkça da, o şeyleri kendi kendilerine terkettiler. Bu süreçte, onların içinde sadece sizin nezdinizde sünnete ittiba olarak adlandırılan değişiklikler olmadı. Ayrıca dînin gerekleri ko*nusunda son devrin din önderlerine kadar birçok kimsenin uzak olduğu değişiklikler de husule geldi.
Bütün bunları gördükten sonra sizin, beni muhatab tuta*rak, "sizin söyledikleriniz yüzünden insanlar arasında sün*nete itinasızlık ve istihza keyfiyeti peydahlanacak ya da peydahlanmıştır" demenize hem şaşırdım ve hem de üzüldüm. Ben mecbur kalarak, hatta; darda kalarak, açık açık konuş*maya şöyle bir zamanda başladım: Bir grubun tavırlarından anladım ki, onlar bir taraftan bizim davetimize "lebbeyk" de*yip bizimle birlikte ilerlerken, diğer taraftan teferruatı, asıl ve temel konuların önüne alarak , yazmak ve konuşmak, tar*tışmak ve çekişmek suretiyle tüm güçlerini sadece teferruat üzerine sarfetme gibi eski hastalıklarını üzerlerinde taşıdı*lar. Bundan dolayı, eğer bu grup bu hastalıklarıyla birlikte cemaate girerse, dışarıda olan herşeyin silbaştan cemaat içersinde de olacağı endişesine kapıldım. Bu yüzden bu gibi insanların bizim işimizin insanı olmadığını ve bizim davetimizin mizacının, onların fitrî mizaçlarından tamamen farklı olduğunu açıklamak zorunda kaldım. Eğer onlar beyinlerini ıslah edip, din anlayışlarını düzelterek gelmek isterlerse gö*zümüz aydın, gönlümüz hoş. Ama cemaate gelip veya cema*atle kalarak, sayesinde din adına bir iş yapmak şöyle dur*sun, işleri daha da bozdukları herşeyi yapmak isterlerse, ce*maatimizi bozmak yerine eski meşguliyetlerini cemaatten dışarıda kalarak sürdürmeleri daha evladır.
Bu sebepten ben, ne yaptımsa ve ne söyledimse, iyice dü*şünüp taşındıktan sonra yaptım ve söyledim. Allah'a şükür*ler olsun, ben herhangi bir işi ya da şeyi hislerime mağlub olarak yapmadım ve söylemedim. Konuşmamda kullandı*ğım her kelimeyi ölçe biçe söyledim ve bunun hesabını Al*lah'a (c.c) vereceğim düşüncesiyle söyledim; kullara değil. Nitekim ben, hak hilafına hiçbir kelime söylemediğimden ve ne söyledimse, bunun söylenmesinin dine hizmetin bu mer*halesinde kaçınılmaz olduğundan tamamen mutmainim. Bunları söylemekten değil de, söylememekten hesaba çeki*leceğim endişesine sahibim. Şu an, sizin yazmış bulundukla*rınızda da bu görüşümü gözden geçirmeyi gerektirecek hiç*bir şey yok.
Size şifahen de belirtmiştim ve şimdi yazarak da arzetmek istiyorum ki, ben dini bilgilerime ve nasibim olduğu ka*darıyla şer'î ilmime dayanarak, sadece sözlerimle değil, amellerimle de şeriat hakkında halk içinde yaygınlaşmış bu*lunan yanlışlıkları düzeltme ve ıslah etmeyi üzerime bir farz olarak görüyorum. Sırf insanların hoşnut olmalarını gözete*rek, onların beni görmek istedikleri renkte kendimi ortaya sürmeyi ve onları; şeriatın asıl gereklerinin, onların anladığı şekilde olduğu yanlış anlayışına sürüklemeyi günah olarak görüyorum. Ben usve, sünnet, bid'at vs, gibi ıstılahların ge*nellikle sizin nazarınızda revaçta olan mefhumlarını yanlış ve hatta dinin tahrifine mucib olarak görüyorum. Sizin, Pey*gamber Efendimiz (s.a) ne kadar uzunlukta sakal bıraktıysa, o kadar uzunlukta sakal bırakmayı Rasûlullah'ın Sünne*ti ya da örneği (usve) olarak gösteren düşüncenizin mânâsı şudur: Siz Rasûl'ün (s.a) âdeten yaptığı şeyleri, aynen Pey*gamberimiz (s.a) ve diğer peygamberlerin kaim ve cari kıl*mak üzere görderilegeldikleri sünnet olarak görüyorsunuz. Ama, bana göre sünnetin sahih tarafı bu olmadığı gibi, ben bu gibi şeyleri sünnet olarak göstermenin ve bunlara ittiba üzerinde ısrar etmenin, oldukça kötü neticeleri önceden de zahir olmuş ve gelecekte de zahir olma tehlikesi olan şedid bir bid'at ve tehlikeli bir din tahrifi olduğuna inanıyorum.
Benim bu görüşüme katılmamakta serbestsiniz, ama ben, Kur'an ve Sünnet'in mütalaasına dayalı bu görüşe sa*hip olduğum sürece, sizin de benim kendi akide ve ilmim hi*lafına, sizlerin sünnet zannettiğiniz şeyleri tercih etmemin hiçbir şekilde doğru olmadığını anlamanız gerekmektedir. Siz, bunu yapmadığımız takdirde, halkın benim hakkımda kötü düşünceye kapılacağı ve bunun, halkın bu davete icabet etmesine mani olacağı endişesini söz konusu ediyorsunuz. Bana öyle geliyor ki, siz; Allah'a (c.c) çağrıma cevaben beni tersine, insanlara (itaate) çağırmak istiyorsunuz. Siz beni, onları çağırdığım şeylerin dinde hangi makama ve buna kar*şılık onların benim çağrımı kabul etmede duraksama ya da inkarlarına sebep olan şeylerin dinde ne kıymete sahip oldu*ğunu anlayabilecek ve içlerinde hak ve hak olmayanı seçebi*lecek kadar bile muhakeme gücünün kalmamış olduğu kim*selere itaata çağırıyorsunuz. Bu gibi, hak tanımaz ve hakka tapma kisvesi altında kendi hayallerine tapankimseler, his*leri ve fikirlerine hürmet gösterilebilecek oranda hangi ka*dir ve kıymete müstehaktırlar ki![Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Sünnet Ve Âdet Terimleri Arasındaki Temel Fark


Soru:

Siz "takvanın tezahürleri" ile ilgili görüşlerinizi bildirir*ken sünnet ve bid'at hakkında şu cümleleri kullanmıştınız: "Ben sünnet, bid'at vs gibi ıstılahların genellikle sizin naza*rınızda revaçta olan mefhumlarını yanlış ve hatta dinin tah*rifine mucib olarak görüyorum". Ben, bu meselenin dinin as*lına taalluk eden bir mesele olduğunu arzetmek istiyorum. Eğer bu mesele tatmin edici bir şekilde karara bağlanırsa, birçok cüz'î mesele, hatta çoğu çekişmeler ve zihni karmaşık*lıklar son bulacaktır. Bu yüzden, sizden sünnet ve âdetin "ef*radım cami, ağyarını mâni" tariflerini yapmanızı ve bid'atle ilgili tahkiklerinizden bizi de müstefid buyurmanızı rica edi*yorum.
Meselenin biraz daha açıklığa kavuşması için şunları da arzedeyim: Sizin, "Peygamber Efendimiz (s.a) ne kadar uzunlukta sakal bıraktıysa, o kadar uzunlukta sakal bırak*mayı Rasûlullah'ın sünneti ya da örneği (usvesi) olarak gös*teren düşüncenizin asıl mânâsı şudur: Siz Rasûl'ün (s.a) âde*ten yaptığı şeyleri aynen Peygamberimizin (s.a) ve diğer pey*gamberlerin (a.s) kaim ve cari kılmak üzere gönderilegeldikleri sünnet olarak görüyorsunuz" şeklindeki görüşünüze muhatab değilim. Her ne kadar sakalın mutlaka bırakılma*sını Rasûl'ün sünneti olarak görüyorsam da, onu bi' setin amacı ve risaletin maksadı olarak ne bundan on sene önce görüyordum ve ne de şimdi böyle bir yanlış anlamaya saplan*mış durumdayım. Ben, bi’setin maksadının tek bir sünnet ol*duğu, o sünnetin de dinin ikamesi ve tek bir Allah'a itaatin hakim kılınması olduğuna inanıyorum. Diğer meseleler derecelerine göre önem arzetmektedirler. Bu sünnetle, diğer sünnetleri geçtik, Mescid-i Haram'ın binasının yenilenmesi, hacıların sulanması vs. gibi şer'î feraiz bile denk değildir. Ba*na göre, bu ihya edilmesi yüz şehidin sevabına denk olan bir sünnettir. Tabii ki Peygamber Efendimizin (s.a) şahsî sakal bırakma örneği vs. yi şeri feraizden sonraki sünnet olarak şu ana kadar kabul etmekteyim. Bu görüşümün onayı ya da tashihi için satırlarımın başındaki soruyu cevaplamanızı yorum.

Cevap:

Halk genellikle Peygamber Efendimiz hayatında ne yap*mışsa onların hepsini sünnet olarak görmektedir. Ama bu büyük oranda doğru olmasına rağmen bir noktaya kadar yanlıştır da. Aslında sünnet onu öğretmek ve yürütmek üze*re Allah Teâlâ'nın (c.c) Rasûlü'ne (s.a) gönderdiği amel tarzı*na denilmektedir. Peygamber Efendimizin (s.a) bir insan ol*ması nedeniyle veya insanlık tarihinde belli bir devirde dün*yaya gelmiş bulunan bir şahıs olması sebebiyle seçtiği ya da benimsediği şahsî hayat tarzı bunun dışındadır. Bu iki şey zaman zaman aynı amelde birbirine karışmış bir durumda olmakta ve bu durumda, bu amelin hangi cüzünün sünnet, hangi cüz’ünün âdet olduğunu seçebilmek, herhangi bir kimse için dinin yapısını iyi bir şekilde anlamış olmadıkça mümkün olmamaktadır.
Temel konulardan biri olarak nebilerin (a.s) insanlara sa hih ahlâk talimi vermeye ve;
"Allah'ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön) ki in*sanları ona göm yaratmıştır."[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] ayet-i celilesinin is*teğine tamı tamına uyan bir hayat tarzı öğretmek üzere gel*diklerini anlamalısınız. Bu salih ahlâk ve fıtrî hayat tarzın*da ortaya konan özelliklerden birincisi öz ve ruh, ikincisi ise kalıp ve görünüştür. Bazı durumlarda ruh ve kalıp, her ikisi de Nebinin (s.a) söz ve ameli ile onu açıkladığı şekilde matlub olmaktadır. Bazı durumlarda ise ahlâk ve fitrat ruhu için Nebi (s.a) kendine mahsus konumu ve kendine mahsus fıtrî mizacı açısından özel bir amelî kalıp benimsemektedir. Şeri*atın bizden isteği ise, sadece bizim bu ahlâk ve, fitrat ruhunu benimsememiz olmaktadır. Geriye Peygamber'in (s.a) be*nimsediği o amelî kalıp kalıyor ki, onu benimsemek ya da benimsememekte şer'an serbestiz. Birinci tür uygulamada sünnet, ruh ve kalıbın her ikisinin toplamının adı olmaktadır. İkinci tür uygulamada ise, sünnet, sadece şeriatın biz*den istediği ahlâk ve htrat ruhu olup, şeriat sahibinin (s.a) bu ahlak ve fitrat ruhunu dışa vurmak için benimsediği ameli kalıp değildir.
Misal verecek olursak; dinin isteği bizim Allah Teâlâ'ya ibadet etmemiz ve O'nu (c.c) zikretmemizdir. Bunun için peygamberimiz ruhî ve amelî şeklinin her ikisi de sünnet olan ve her ikisine de uyulması gereken bazı ameller yapmış*tır. Meselâ; namaz, oruç, hac, zekat vs. gibi. Öte yanda, ruh olarak bizim amellerimizde mutlaka olması gereken, ama kalıbının aynen yapılması gerekmeyen bazı ameller de yap*mıştır. Bu kalıpların seçiminde bu ruhun ortaya çıkması için ne gibi bir ameli kalıp münasib görürsek, onu benimsemek için özgürlük verilmiştir. Mesalâ; dualar ve Peygamber Efendimizin zaman zaman yapmış olduğu zikirler. Bizim, Rasûlullah'ın (s.a) dua ederken kullandığı kelimeleri duala*rımızda aynen kullanmamız zorunlu değildir. Elbette bizim o duaların tarzı ve manevi hususiyetlerini gözetmemiz gere*kir. Hangi kelimelerle dua ediyorsak edelim, içinde Peygam*ber Efendimizin (s.a) dualarının ruhunun var olması sünne*te uymanın bir gereğidir. Aynı şekilde zikirlerde de sünnet, sadece kişinin yaşamının çeşitli hal ve durumlarında Allah'ı sürekli zikretmesi, O'ndan yardım dilemesi, O'na hamdetmesi ve O'ndan hayır dilemesidir. Bu sünneti, Peygamberi*miz (s.a) kendi fiilî yaşantısında yaptığı zikirlerle göstermiş ve bunu çeşitli hadislerinde açıklamıştır.
Herhangi bir kimse, o zikirleri kelime kelime ezberleyip, hadislerde beyan edildiği üzere ona iltizam etse, bu müstahsen ya da müstehab olabilir, ama bu, sünete uymanın zorun*lu bir gereği olarak gösterilemez. Herhangi bir kişi bu sünne*ti iyice algılayıp, başka bir yolla bunu uygulamaya koysa, değişik lafızlar kullansa da, sünnete tabi olarak kalacak, sünnete aykırı hareket etmekle suçlanamayacaktır.
İşte bu fark, toplumsal ve medeniyetle ilgili meselelerde de vardır. Meselâ; Peygamberimizin (s.a) gönderiliş maksadları içerisinde kılık kıyafette ahlâkî ve fitrî sınırları belir*lemek de vardır. Ve şu şekildedir: Elbise tesettüre uygun ol*malı, onda israfa gidilmemeli, kibirlenmeye yol açmamalı, kâfirlerin kıyafetlerine benzer olmamalı vs. Bu ahlâk ve fıt*rat ruhunun dışa yansıması için elbiselerde hicabın sınırla*rına dikkat etmek, izan [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] topuktan aşağı sallandırmak, ipek gibi şeyleri kullanmaktan sakınmak gibi bazı şeylere ol*duğu gibi uymak gerekir. Bazı şeyler ise, Peygamber Efendi*mizin (s.a) şahsî mizacı, millî hayat tarzı ve içinde bulundu*ğu sosyal çevre ile ilgilidir. Ne onların sünnet kılınması is*tenmişti ve ne de hadise dayanarak bu türden bir elbiseyi Peygamberimizin (s.a) giyindiğini delil göstererek, bu gibi şeylere uymak konusunda ısrar edilebilir. Ayrıca ilahi şeri*at, herhangi bir şahsın şahsî zevklerim veya herhagi bir ulu*sun kendisine has medeniyetini ya da herhangi bir zamanın âdet ve örfünü tüm dünyaya daimi olarak sünnet kılmak için de gelmemiştir.
Eğer sünnetin bu açıklaması göz önünde bulundurulur*sa, şer'î ıstılahta sünnet olmayan şeyleri bilerek-bilmeyerek sünnet olarak göstermenin, dini nizamda tahrife yol açan bidatler cümlesinden olduğu kolaylıkla anlaşılabilecektir.
Şimdi, bu bahsimizin başladığı sakal meselesini ele ala*lım. Bu meselede Allah Teâlâ'nın bizim fiilî yaşantımızda görmek istediği ahlâk ve ntrat ruhu, sadece bıyıkların kısal*tılması ve sakalların uzatılmasındadır. Bunu yapmamızı Peygamber Efendimiz (s.a) bize emretmiştir ve bu sünnettir. Bu meseleyle ilgili fiilî uygulamada ise Peygamber Efendi*miz herhangi bir miktar belirlememiştir. Halbuki, sakalın uzatılması ve bıyıkların kısaltılmasında Peygamber Efendi*mizin gayet açık olarak bir ölçü ve sınır belirtmemesi için herhangi bir neden de yoktu. Veya en azından nasıl ki, na*mazla ilgili olarak "Ben nasıl kılıyorsam siz de öyle namaz kılın" buyurmuşsa, sakal ve bıyıkla ilgili olarak da "Ben na*sıl sakal ve bıyık bırakıyorsam siz de öyle bırakınız!" diye emredebilirdi. O halde Peygamber Efendimizin bu meselede herhangi bir ölçü belirlemeyip sadece umumi bir buyrukla bizi kendi başımıza bırakmasından şu sonuç çıkmaktadır: Bu konuda bizden istenen, ahlâk ve fitrat ruhunu yerine ge*tirmek için, insanın sakal bırakması ve bıyıklarını kısaltması yeterlidir. Bununla birlikte, herhangi bir miktar belirle*mek ve bu miktarı uygulamaya koymak, Peygamber Efendi*mizin misyonunun bir parçası olsaydı, O (s.a), bunu belirle*mede harhangi bir duraksama göstermezdi. Mücmel hüküm vermekle iktifa etmesi ve belirlemeden kaçınması, şeriatın insanlara sakal bırakma ve bıyıkları kesmede kendi zevkle*rine uygun gördükleri bir şekli uygulama hürriyeti verdiği*ne şahadet etmektedir.
Şu halde, eğer bir kimse bıyığını kazıtıyor ve diğer bir kimse ise yediği içtiği şeylerden kirlenmeyecek bir şekilde bıyıklarını kesiyorsa her ikisi de yaptığı işlerde serbesttir: İkisi de kendilerince "Bana göre hükmün gereği benim uygu*ladığım şekilde yerine gelmektedir" deme hakkına sahiptir. Ancak, onlardan hiç birisi kendi görüşünü tüm insanlar için şeriat kılmaya çalışma ve kendi görüşünü kabul etmeyenleri de kınama, hakkına sahip değildir. Eğer böyle bir kimse, kendi görüşünü şeriatmış gibi gösterip, onun hilafına amel edenleri kınama yoluna giderse, bu bid'at olur. Çünkü o, sün*net olmayan birşeyi zorla sünnetleştirmek istemektedir. Sünnet bıyıkları kısaltmaktan ibarettir. Yoksa, herhangi bir şahsın kendi istinbat ve içtihadıyla ya da tabii meyliyle belirlediği belli bir şekil değildir.
Aynı şekilde, sakal konusunda da, hükmün gereğinin de*vamlı uzatmakla yerine getirilebileceğini savunan kişi, ken*di reyiyle bunu yapabilir. Yine aynı şekilde en azından bir tu*tam sakal bırakmayı, hükmün gereğini yerine getirmek için zorunlu gören kişi de, yine kendi reyiyle amel edebilir. Yine mutlak olarak sakal bırakmayı (miktar kaydı olmadan), hükmün gereğini yerine getirmek için yeterli gören kişi de, kendi reyiyle amel edebilir. Bu üç grubtan hiçbirisinin istin*bat ve ictihadla sahip oldukları görüşün şeriat olduğunu söy*lemeye hakları yoktur. Yani, kendi görüşünü şeriat kılmaya ve diğerlerini de kendi görüşüyle amel etmeye zorlamaya hiçbirisinin hakkı yoktur. Böyle söylemek, sünnet olduğuna hiç bir delil olmayan birşeyi sünnetleştirmek demektir ki, bu da benim bid'at olarak değerlendirdiğim bir şeydir.
Geriye, "Peygamberimiz (s.a) sakal bırakma hükmünü vermiş ve bu hükme uyarak kendisi belli bir tarz sakal bırakarak sakalı fiilen de göstermiştir. Bu yüzden hadiste Pey*gamberimizin (s.a) sakalı ne kadar zikrediliyorsa, o şekil ve uzunlukta sakal bırakılması lazımdır" şeklindeki istidlal kalıyor. Bu aynı, herhangi bir kimsenin, "Peygamberimiz (s.a) setr-i avret hükmünü vermiş ve avret mahallini örtmek için belli bir tarz elbise kullanarak onu fiilen de göstermiştir. Bu yüzden o tarz bir elbiseyle bedeni örtmek sünnettir" de*mesi gibi bir istidlaldir. Eğer bu istidlal doğru ise, bana göre, bugün sünnete tabi olduğunu söyleyen kimselerden hiçbiri bu sünnete tabi olmamaktadır.
Önceden de arzetmiş olduğum gibi, medeni ve toplumsal meselelerde, Rasûlullah'ın (s.a) hayata hakim kılmak üzere gönderildiği birinci prensip ahlâkî ilkelerdir. Diğeri ise, Pey*gamber Efendimizin (s.a) usulleri uygulamak için kendi ya*şantısında benimsediği fiilî şekillerdir. Bu ameli ya da fiilî şekiller, bir yerde, biraz Peygamberimizin (s.a) şahsî zevki ve mizacının beğenisine, biraz içinde dünyaya geldiği ülke*nin toplumsal yapısına, biraz da Peygamberimizin gönderil*diği zamanın durumlarına bağlı şeyler idi. Bunlardan hiçbi*risini tüm şahıslar, tüm kavimler ve tüm insanlık için sünnetleştirmek murad edilmemiştir.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Hz. Muhammed’den (s.a) Sonra Peygamberlik İddiaları


Soru:

Siz, Tercüman'ul Kur'an'ın Ocak-Şubat 236. sayısında şöyle yazmışsınız: "Tecrübeyle sabittir ki Allah Teâlâ yalanı hiç bir zaman geliştirmemiştir. Benim prensibim sürekli şu olmuştur: Doğruluk ve diyanetten yoksun ve Allah korkusu taşımayan kişilerin sorularına kesinlikle cevap vermiyo*rum. Onlardan intikamı sadece Allah alabilir. İnşaallah, da*ha dünyadayken onların foyası ortaya çıkacaktır..."
Ben, Cemaat-i Ahmediyye'nin [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] yayınlarını okumakta*yım, çalışmalarına da ilgi duyuyorum. Bu konuda size bir
takım sorular yöneltmek istiyorum:
1. Sadece tecrübe göstermiyor, aynı zamanda Kur'an-ı Kerim de şöyle buyuruyor:
"Allah Teâlâ yalancıları sevmez. "
"Kim sana gelen ilimden sonra seninle tartışmaya kal*karsa, de ki; gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım. Sonra gönülden lanetle dua edelim de, yalancıların üstüne Al*lah'ın lanetini dileyelim"[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Sonra da tüm yalancılar hakkında:
"Onların cezası hemen yakalanıp cehenneme atılmaktır."
"Eğer o, bazı laflar uydurup bize iftira etseydi; elbette ondan sağ elini (gücünü, kuvvetini) alırdık; sonra onun can damarını keserdik."[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] buyurulmaktadır.
Bu durumda Mirza Gulam Ahmed peygamberlik iddia*sında bulunan bir yalancıysa:
a. Neden şimdiye kadar Allah kendisini yakalamadı?
b. Cemaati her geçen gün gelişmektedir. Müslümanlara göre bâtıl sayılsa bile onun davası daha da güçlenmektedir. Hatta bu cemaatin kökleri yurt dışına bile uzanmış, oralarda da güçlenmiştir.
c. Mirza Gulam'ın iddiasını açıkladığı günden bu yana altmış yıl geçmiştir. Biz ne zamana kadar ilahi kararı bekle*yeceğiz, oysa şu anda Kadiyaniler gelişmektedir.
d. Kadıyanilere karşı çıkan birey ve cemaatler, neden mu*halefeti terkedip konuyu Allah'a bırakmıyorlar?
2. Sayı 242'de Cemaat-i İslâmî'nin Alman asıllı bir men*subunun Berlin'de İslâmî tebliğ konusunda Kadıyanilerle iş*birliği yaptığını yazmaktasınız. Neden, siz de Pakistan'da bunlarla işbirliği yapmıyorsunuz?

Cevap:

Peygamberlik iddiasında bulunan bir kişinin meselesine oldukça basit bir bakış açısıyla yaklaşıyorsunuz. Bu yaklaşım, bu tür önemli meselelerde belirli bir görüş sahibi olabil*mek için yeterli ve uygun değildir.
Benim yazılarım, sadece bazı bencil kişilerin hakkımda attıkları iftiralara cevap mahiyetindeydi. Siz de bunu pey*gamberlik iddiasında bulunan malum kişi meselesine bağlı*yorsunuz.
Anlamalısınız ki, peygamberlik iddiasında bulunan bir kişi hakkında iki durumla karşılaşılır: Peygamberlik iddia eden kişinin iddiası gerçekse, kabul etmeyen kâfir olur. İddi*ası yalansa, kabul eden kâfir olur. Böylesine kritik bir mese*lede siz kararınızı, sadece; Allah onu hâlâ yakalamadı ve adamları çoğalıyor, düşüncesine dayanarak oluşturmaya kalkışıyorsunuz.
"Biz, ne zamana kadar ilahi kararı bekleyelim." sözünüz de yanlış. Bir kişi, peygamberlik iddiasında bulunursa ve ce*maati de gelişme gösterirse, üstelik önerdiğiniz süre içeri*sinde Allah Teâlâ tarafından da cezalandırılmazsa, bütün bunlara dayanarak sizce o peygamber mi kabul edilmelidir? Size göre bir peygambere inanmanın ölçüsü bu mudur?
''Eğer o peygamber uydurduğu kendi sözlerini bize isnad etseydi" ayetini delil olarak ileri sürüyorsunuz. Bu delil esa*sında yanlıştır.
Bu ayetin gerçek anlamı şudur: "Gerçek bir peygamber olarak Hz. Muhammed Allah'tan vahiy gelmediği halde kendi sözlerini Allah'a isnad etseydi, şahdamarı kesilir*di."
Bu ayetten, gerçekte peygamber olmayan birisinin kendi*sini peygamber olarak göstererek peygamberlik iddiasında bulunması halinde şahdamarının kesileceği anlamını çıkar*mak doğru değildir. Çünkü bu ayette, peygamberlik iddia*sında bulunan yalancı birisinin şahdamarının kesileceği, fa*kat gerçek peygamberin şahdamarının kesilmeyeceği gibi, şahdamarın kesilip-kesilmemesi bir peygamberlik ölçüsü olarak gösterilmemiştir. Ayetlerin tevilinin bu kadar zorlan*ması ve uzatılması sizin kendi çabalannızm ürünü olmasa gerek. Bunu Mirzanın cemaatinden öğrendiğiniz apaçık or*tada. Zaten bu görüş, cemaat olarak onların Allah korkusun*dan ne kadar yoksun olduklannı yeterince göstermektedir.
Hz. Peygamber'den sonra peygamberlik iddiasında bulu*nan birisinin sözleri, sizin ifade ettiğiniz ölçülerle değerlen*dirilmez. Aksine, bir yalancının peygamberlik iddiasını, Hz. Peygamberden sonra kesinlikle hiç bir peygamber gelmeye*ceğini kesin olarak bildiren ayet ve sahih hadislere dayana*rak mutlaka reddetmek gerekmektedir.
Mirza ve müritlerinin peygamberlik kapısının açık oldu*ğu iddiasıyla ortaya koyduklan delilleri biliyorum. Fakat bu delillerden, ancak cahil ve az bilgili kişilerin etkilenebilece*ğini size açıkça söyleyebilirim. İlim sahibi kişi bu delillere bakınca, sadece ortaya koyanlann cehaletini görür.
Almanya'dan gelen mektubun Tercüman'ul Kur'an'da olduğu gibi yayınlanması, her yönüyle doğru bulduğumuz anlamına gelmez. Bunu yayınlamadaki amacımız, müslüman halkımıza Alman asıllı yeni müslümanların durumu hakkında bilgi vermek ve onlara yardım edilmesini sağla*maktır. O bîçare insanlar daha yeni müslüman olmuşlardır ve İslâm dünyasındaki fitnelerden habersizlerdir. Bu neden*le, onlara İslâm adına verilen her şeyden yararlanmaya çalı*şacaklardır. Onların, İslâm'ın sahih kaynaklanna ulaşmalarını sağlamak görevimizdir. Aksi halde, bilgisizlikleri yü*zünden bir fitneye kurban olmalarından endişe duyuyo*rum.

Soru:

Cevabınızı okudum. Beni yeterince tatmin edemediği için çok üzgünüm.
Ben sizin sunduğunuz "Allah'ın kendisi yalancıyı ceza*landıracaktır." gerçeğine dayanarak, tüm müslümanlara göre bir yalancı olan Mirza Gulam Ahmed Kadiyani neden Allah tarafından cezalandırılmadı, diye sormuştum. Aynca Allah'ın ne zamana kadar kullannın dalalette kalmalanna müsaade etmeyi sürdüreceğini de sormuştum.
Ben, Mirza Ahmedın kaleme aldığı yirmi beşe yakın kita*bı inceledim. Aynca bunlara reddiye olarak yazılan çeşitli âlimlerin eserlerini de gözden geçirdim. Fakat itiraf edeyim ki bu konuda sizin hiçbir kitabınızı okumadım. Alimlerin eserleri hakkında bende oluşan izlenimleri şu şekilde sırala*yabiliriz:
Onlar, Mirza Ahmed'in yazılarını tahrif ederek (bozarak) yanlış atıflarda bulunmuşlardır.
Ele aldıkları konuda yeterli bilgiye sahip olmadıkları gö*rülmektedir.
Onlar genellikle mektuplarıma cevap vermemektedir.
Kitaplarından anladığım kadarıyla Mirza Ahmed'in kişi*liği ile görüşleri, yani içi ile dışı Hz. Peygamberin sevgisiyle doludur. Bu nedenle Mirza Gulam Ahmed'in davasına ilgi duyar oldum.
Şu andaki kanaatlerim de şu şekilde:
1. Mirza Ahmed'in iddiaları Kitap ve Sünnete aykırı de*ğildir.
2. Mirza Ahmed'in peygamberliği, Hz. Peygamberin şa*nını azaltmaz. Nasıl Hz. Musa'mn faziletinden dolayı o dö*nemde her yerde peygamber gönderilmişse, Hz. Peygamber'in makamına göre de şeriatını esas alan peygamberler her yerde zuhur etmelidir. Mirza Ahmed şöyle buyurmakta*dır:
"Allah'ın kullarına verdiği şu akan çeşme,
Kemal'i Muharnmed'in denizinden bir damladır."
Bu durumda, Mirza Ahmed'in davasının yanlışlığını Kurana dayanarak açıklar mısınız? Yalancı olduğunu ispat edebilir misiniz?

Cevap:

Siz isteseydiniz, önceki mektubumla da tatmin olabilirdi*niz.
Tercüman'ul Kur'an’da yayınlanan yazılarım, hakkım*da yapılan iftiralara ilişkindi. Bu yazılarda, Allah'a olan güvenimi belirterek "O yalancıları kesin olarak cezalandıra*caktır." demiştim. Fakat siz bunu, peygamberlik iddiasında bulunan bir kişinin iddiasını ölçmek için kullanıyorsunuz. Ölçünüze göre, iddia sahibi cezalandırılmazsa kesinlikle haklı oluyor. Şöyle bir düşünün: Benim sözümü bana delil olarak gösterme isteğiniz ne derece makul olmaktadır?
Sonra, bana iftira atanlar için, bu dünyada gözlerimizin önünde cezalandırılmazlarsa, yaptıkları iftiraların doğru olacağını söylemiş miydim?
İnsanların gerçekten doğru veya yalancı, hidayette veya dalalette olduklarının ölçüsü cezalandırılmak veya cezalan*dırılmamak mıdır ki, bu dünyada cezalandırılanlar yalancı ve cezalandırılmayanlar da doğru ve hidayette olsunlar?
Siz tuhaf ve acayip bir mantıkla "Mirza Ahmed'in iddiası altmış yılı geçmiştir ve ne zamana kadar cezalandırılması beklenecek." diyorsunuz. Siz, peygamberlik iddiasını değer*lendirebilmek için acayip bir ölçü ortaya koymaktasınız. Peygamberlik iddiasında yalancı olan birine nasıl bir ceza verilmesi gerektiğini açıklayabilir misiniz? Gaipten bir elin uzanıp onu şah damarından yakalayacağını bekliyorsanız, Hz. Peygamber zamanında peygamberlik iddiasında bulu*nan Müseyleme'ye bile böyle bir cezanın verilmediğini size söyleyebilirim.
Peygamberlik iddiasında bulunan birinin insanlar tara*fından öldürülmesini yalancı olduklarına bir kanıt olarak gösteriyorsanız, Allah'ın tasdik ettiği ve kavimleri tarafın*dan Öldürülen peygamberler hakkında ne diyeceksiniz? Şu ayetleri belki de okumuşsunuzdur:
"Onlar: 'Allah bize and verdi ki, bize ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiç bir peygambere inanmayalım.' de*diler. De ki:
"Size benden önce de pek çok peygamberler açık delillerle gelmiş, sizin söylediklerinizi de getirmişlerdi. Sa*dık kişilerseniz, onları neden öldürdünüz?" [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
"Sözlerini bozmalarından, Allah'ın ayetlerini inkar et*melerinden, peygamberleri haksız yere öldürmelerinden ve "kalplerimiz kılıflı" demelerinden ötürü (başlarına belalar getirdik.) Hayır (kalpleri kılıflı değil), fakat inkarlarından ötürü Allah, o kalplerin üzerini mühürlemiştir. Artık pek azı hariç onlar inanmazlar." [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Bu ayetlerin ışığında, siz bir kez daha görüşünüzü gözden geçirmelisiniz.
Peygamberlik iddiası bu tür ölçülerle değerlendirilemez. Herşeyden önce, nazil olan Allah kelamının ışığında, bu iddi*anın yerinin ne olduğuna bakmak gerekmektedir. Ayrıca peygamberlik iddiasında bulunan kişinin ne getirdiği, ilk hayatının nasıl olduğu da göz önünde bulundurulmalıdır. Bu ölçülere uymadığı halde, bir kişinin peygamberlik iddia*sını kabul ederseniz, büyük hata yaparsınız. Gözlerinizin önünde cezalandırılmamasını davasında haklı olduğunu gösteren bir ölçü olarak ele almamalısınız.
Benim ifade ettiğim üç ölçüden son ikisine zaten gerek bi*le kalmıyor. Çünkü ilk ölçüye göre peygamberlik iddiasında bulunan birinin davası zaten bâtıldır. Kur'an ve Sünnetle Hz. Peygamberin son peygamber olduğu ve ondan sonra hiç bir peygamberin gelmeyeceği kesinleşmişken Hz. Muhammed'den sonra peygamberlik iddiasında bulunan bir kişinin ne getirdiğine ve nasıl bir insan olduğuna bakmaya hiç gerek yoktur.
Kanaatime göre, Mirza Ahmed, ikinci ve üçüncü ölçülere göre de peygamberlik makamına layık değildir. Peygamber*lik kapısı açık olsa bile, makul bir insan, Mirza Ahmed'i bu makama yakıştıramaz. Fakat bu konuda Kitap ve Sünnetin kesin kararından sonra, ben bu tartışmayı bile gereksiz gö*rüyorum, Allah ve Rasülü'ne karşı yapılmış bir küstahlık olarak kabul ediyorum.
Kitap ve Sünnet'teki peygamberlik kapısının tamamen kapalı olması hakkındaki delillerle ilgili sorunuzun cevabını bir mektubun sınırları içerisinde vermek imkansızdır. İnşaallah bu konuda müstakil ve detaylı bir yazı kaleme alaca*ğım. Eğer yazmaya fırsat bulamazsam, zaten bu konu Ahzâb Sûresi'n'nin tefsirinde ele alınacaktır.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Peygamberliğin Sona Erişine Karşı Kadıyanilerin Gösterdiği Bir Delil


Soru:

Tefhim'ul Kur'an isimli tefsirinizin, Âl-i îmrân Sûresi'nin 268. sayfasında:
"Hem Allah vaktiyle peygamberlerin misakını şöyle al*mıştı: And olsun ki size kitap, hikmet verdim; sizde olanı tasdik eden bir peygamber gelecek, ona mutlaka inanacaksı*nız ve ona mutlaka yardım edeceksiniz. îkrar edip bu ahdi kabul ettiniz mi?" demişti. "îkrar ettik" demişlerdi de: "Şahid olun, ben de sizinle beraber şâhidlerdenim" demişti.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] ayetinin tefsirinin 69 no'lu açıklamasında şöyle demişsiniz:
"Burada şunu da anlamalıyız ki, Hz. Muhammed'den ön*ce her paygamberden aynı söz alınmıştır ve bu nedenle her peygamber, ümmetine kendisinden sonra gelecek olan pey*gamberin haberini vermiştir. Ona uyulmasını bildirmiştir. Fakat Hz. Peygamber'den böyle bir söz alındığına dair bir bilgi ne Kitap'ta, ne Sünnet'te, ne de başka her hangi bir yer*de vardır. Hz. Peygamber de (s.a) ümmetine kendinden son*ra gelecek bir peygamberin haberini vermemiştir. Ona uy*maları talimatını da vermemiştir."
Bu ifadeleri okuduktan sonra aklıma şu hususlar geldi: Şüphesiz Hz. Peygamber böyle bir haberi vermemiştir. Fa*kat Kur'an'ın Ahzâb Sûresinde bu ahid şöyle bildirilmiş*tir:
"Biz peygamberlerden (verdiğimiz elçilik görevini yap*mak ve hak dine davet etmek hususunda) kuvvetle söz almış*tık. Senden de, Nuh'dan da, İbrahim'den de, Musa'dan da, Meryem oğlu İsa'dan da sapasağlam söz almıştık.”[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Burada "senden" kelimesiyle Hz. Muhamnıed'e hitap edilmiştir. Bu misak (söz) Âl-i İmrân Süresi ndekiyle aynıdır. Âl-i İmrân ve Ahzâb Sûrelerinin söz konusu ayetlerin*den de anlaşılmaktadır ki, Hz. Peygamber'den de aynı misak alınmıştır.
Aslında bu soru Gulam Ahmed'in bir kitabını okuyunca aklıma takıldı. O kitapta her iki ayetin tefsiri birbirinin yardımıyla yapılmıştır. "Senden" kelimesi üzerinde çok durularak, uzun tartışmalara girilmiş ve geniş açıklamalar yapılmıştır.

Cevap:

"Biz peygamberlerden misak (söz) aldık. Senden de, Nuh'dan da."[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] ayetini Kadiyanilerin delil olarak göstermeleri, gerçekten samimi ve ihlaslılarsa, cahillikleri*ni ortaya koyar. Kasten bu ayeti delil gösteriyorlarsa, o za*man da dalâlette olduklarını ortaya koyar.
Kadıyaniler, delil olarak ümmetlerin ve peygamberlerin gelecek olan peygamberlere uymaya dair söz verdiklerim anlatan Âl-i İmrân Sûresi'ndeki
"Allah peygamberlerden söz aldı" ayetinin bir kısmım al*maktadırlar. Ayrıca bir de, diğer peygamberler gibi Peygam*ber Efendimiz'den (s.a) de söz alındığını belirten Ahzâb Sûresinde geçen yukarıdaki ayeti alıyorlar. Sonra ikisini birleştirip üçüncü bir sonuç ortaya çıkarıyorlar. Böylece, Hz. Peygamberden de kendinden sonra gelecek olan bir pey*gamber hakkında söz alınmıştır hükmüne varıyorlar. Oysa gelecek olan bir peygambere uyulması için söz alındığı bildi*rilen ayette, Allah Teâlâ, böyle bir sözü Hz. Muhammed'den de aldığım bildirmemektedir. Hz. Peygamberden söz alındı*ğını bildiren ayette de, gelecek olan bir peygamber için söz alındığı belirtilmemiştir.
Bu iki farklı ayetteki anlamı birleştirerek Kur'arı-ı Kerim'in hiç bir yerinde bulunmayan bir anlamı hangi mantık ve hangi delile göre iddia edebiliyorlar?
Oysa bu iddialar mümkün olsaydı, sadece şu üç delil veri*lebilirdi:
1. Bu ayetin nüzulünden sonra Hz.Peygaber'in (s.a) saha*belerini toplayıp, 'Ey İnsanlar! Allah Teâlâ, benden sonra ge*lecek olan peygambere uymak için benden söz aldı. Bu du*rumda, siz de benim ümmetim olarak ona inanacağınıza ve uyacağınıza dair bana söz verin." şeklinde duyurması, mese*leyi herkese bildirmesi icap ederdi.
Fakat bütün hadis tasniflerinde bu konuyla ilgili hiç bir şeyle karşılaşılmamıştır. Aksine, Hz. Peygamberin (s.a) son peygamber olduğu ve ondan sonra hiç bir peygamberin gön*derilmeyeceğine ilişkin anlamlar içeren bir çok rivayetler mevcuttur. Hz. Peygamber'den (s.a) böylesine önemli bir ko*nuda söz alınmış olmasına rağmen, O'nun bunu gözardı etti*ğine, hatta tam karşıtı sözler söylediğine ve bunlara istina*den O'nun, ümmetinin büyük bir çoğunluğunu gönderilen bir peygambere uymaktan mahrum bıraktığına inanabilir miyiz?
2. Bu anlamı doğurabilecek ikinci bir delil de şu olabilirdi: Kur'an'da peygamberler ve ümmetlerinden sadece tek bir söz alındığı belirtilseydi -yani daha sonra gelecek peygam*berlere uyma sözü bildirilmiş olsaydı- ve bunun dışında Kur'an'da hiç bir şekilde herhangi bir rnisaktan söz edilme*seydi, bu mümkün olabilir, Ahzâb Sûresi'nin misakla ilgili ayetinin anlamı da galiba aynı misaktır, diyerek delil göste*rilebilirdi. Fakat böyle bir delil göstermek mümkün değil*dir.
Kur'an'da bir değil, bir çok misaktan söz edilmektedir. Meselâ; Bakara Sûresinde İsrailoğullarından Allah'a ibadet etmek, anne ve babaya iyi davranmak ve kendi araların*da kan akıtmamak üzere misak alındığı; Âl-i İmrân Sûresi'nde, tüm ehl-i kitap'tan kendilerine verilen Allah'ın Kitabı'nın hükümlerini gizlememeye ve onları yaygınlaştır*maya dair misak alındığı; Ârâf Sûresi'nde de İsrailoğulları'ndan Allah adına doğrudan başka birşey söylememek, Al*lah'ın Kitabı'na sımsıkı sarılmak ve O'nun hükümlerini unutmamak üzere misak alındığı bildirilmektedir.
Mâide Sûresi'nde, Hz. Peygambere inananlara, Allah'a vermiş oldukları bir misak hatırlatılıyor ve "siz, Allah'a işi*tip, duyup, kabul ettiğinize, itaat edeceğinize dair söz verdi*niz" denmektedir.
Şimdi şunu sormak gerekir: Ahzâb Sûresinin 7. ayetindeki misak soyutsa (hangi misak olduğu açıklanmadan) ifa*de edilmişse, açıklamak için bir başka misakı değil de, neden Âl-i İmrân Sûresi'ndeki misakı ele alalım? Bu tercih için de zaten bir delil gerekli. Böyle bir delil de hiç bir yerde yok.
Birisi bana cevap olarak, her iki yerde de peygamberler*den misak almak söz konusudur, bu nedenle bir ayetin açık*laması ikinci bir ayetle yapılmıştır, derse; bu durumda ben de, bütün misaklar ümmetler aracılığıyla değil de doğrudan nebiler aracılığıyla yapılmıştır, derim. Her nebiden Allah'ın Kitabı'nı sımsıkı tutmasına ve O'nun hükümlerine uyması*na dair misak alındığının Kur'an'da bulunduğunu basiret sahibi hangi kişi bilmez?
3. Üçüncü bir delil olarak da şöyle söylenebilirdi: Ahzab Sûresi'nin ifade şeklinden bellidir ki buradaki misak, gele*cek olan peygambere inanmayla ilgilidir. Fakat buradaki her şey tam tersinedir. Buradaki ifade şekli de böyle bir mânânın hiç olmadığını belirliyor. Ahzâb Sûresi şöyle başlı*yor: "Ey Nebi! Allah'tan kork! Kafirler ve münafıklara itaat etme. Şüphesiz Allah bilendir, hikmet sahibidir."[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Bundan sonra da, cahiliye döneminden beri evlatlık edinme geleneğine ve buna bağlı olan bütün batıl inanç ve âdetlere son vermek gerektiği hükmü buyurulmuştur:
"Allah, bir adamın (göğüs boşluğunda iki kalb yaratmadı. Ve zıhar yaptığınız eşlerinizi, sizin anneleriniz yapmadı. Evlâtlıkla*rınızı da sizin öz oğullarınız kılmadı. Bunlar sizin ağızları*nıza gelen sözlerinizdir, Allah gerçeği söyler ve O doğru yola iletir."[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Daha sonra da kan bağının dışındaki ya*kınlıklardan en hürmetlisinin peygamberler ile müminler arasındaki akrabalık olduğu belirtilmiştir. Bu nedenle de nebilerin zevceleri, tıpkı anneleri gibi o ümmete haram kılın*mıştır. Halbuki bütün başka konularda neseb ve kan bağla*rı, Allah'ın Kitabı'na göre haramlık ve miras "hakları açısından öncelikli ve geçerlidir:
"Peygamber, müminlere canla*rından ileridir. O'nun eşleri de onların anneleridir. Rahim sahipleri de Allah'ın Kitabında birbirlerine öteki mümin*lerden daha yakındırlar. Ancak dostlarınıza bir iyilik yap*manız (bir vasiyet etmeniz) hariç. Bunlar Kitap'ta yazılmış."[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Bu hükümlerden sonra da Allah, Hz. Peygambere tüm peygamberlerden alman misakı hatırlatmış ve O'ndan da bu misakı almıştır. Bu durumda her makul insan, bu ifade şek*linden bir peygambere inanmak için bir misakın hangi mü*nasebetle hatırlatılabileceğini görür. Burada, hatırlatılacak bir mesele varsa, o da, ancak Allah'ın Kitabı'na sımsıkı sarıl*ma, emirlerini çok iyi öğrenip uyma ve bütün dünyaya ilan etmek için her peygamberden alman söz olabilir.
Nitekim daha sonra görüyoruz ki, Allah Teâlâ Hz. Peygamber'e açıkça şunu bildiriyor: Evlat edindiğin Zeyd'in boşadığı karısını nikahına alarak, cahiliye dönemine ait vehim ve yersiz düşüncelerden kaynaklanan bâtıl inana kırmalı*sın. Çünkü bu inanç nedeniyle halk, evlat edindiği çocuğu öz oğlu gibi düşünüyor. Kâfir ve münafıklar buna itiraz edince de Allah Teâlâ onlara şu cevabları veriyor:
1. Öncelikle Hz. Muhammed (s.a) sizden hiç birinizin ger*çek babası değildir. Bu nedenle boşadığmız kadın ona haram değildir.
2. Siz, "helal olsa bile evlenmesi gerekli miydi?" derseniz, evet, O'nun Allah'ın Peygamberi olması, Allah'ın yok etmek istediğini hemen harekete geçerek yok etmeyle görevli olma*sı nedeniyle evlenmek görevi idi.
3. Ayrıca Hz.Peygamber, sadece bir peygamber olarak de*ğil, son peygamber olarak da bunu yapmalıydı. O, bu batıl ca*hiliye inanç ve geleneğini yok etmezse, daha sonra bir pey*gamber de gelmeyeceğine göre, kim yok edecekti?
Bu ve daha önceki tartışmayı birlikte düşünecek olan ki*şi, rahatlıkla şunu söyleyebilir: Hz. Muhammed'den alınan misak, nasıl bir misak olursa olsun, bu hiç bir zaman gelecek olan bir peygamber için söz verme anlamını kesinlikle ifade etmez.
Gördüğünüz gibi, söz konusu ayetten Kadıyanilerin çı*kardığı anlamı çıkarmak için yukarıdaki üç delil zikredilebi*lirdi. Fakat bu delillerin üçü de onların iddialarına bir fayda temin etmemektedir. Aksine iddialarına ters düşerek çürüt*mektedir.
Kadıyanilerin dördüncü bir delili varsa, ne olduğunu so*rabilir ve cevaplarını isteyebilirsiniz. Eğer verilecek cevap*ları yoksa, Kadıyanilerin bu anlamı; ya cehaletlerinden do*layı, ya da Allah'tan korkmayıp insanları dalalete düşürmek maksadıyla çıkardıklarını kabul etmek gerekir.
Mirza Ahmed ve cemaatinin durumunu anlamak müm*kün değil. Mirza Ahmed bir peygamberse, neden hala kendi*ne uyan sahabeleri ve tabiîni varken Kur'an'dan açıkça yan*lış deliller çıkartıyor? Neden ümmetinden hiç kimse bu ceha*lete karşı sesini yükseltmiyor?[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Sünnî-Şii İhtilafı


Soru:

Ben, çok dindar bir şiî dostumdan, şia mezhebinin kay*naklarına dair bir çok kitap alıp okudum. Ehi-i sünnet ile şia mezhebi arasındaki ihtilaflı meselelerden özellikle namazla ilgili olanları beni oldukça endişelendirdi. Bu endişelerimi size yazıyorum. Sizden detaylı bir şekilde açıklama yapma*nızı ve bana yol göstermenizi rica ediyorum.
Bende oluşan kuşkular, kıyamla ilgilidir. Namaz, İslam’ın temel direklerinden biridir. Fakat kıyam sırasında ellerin bağlanıp bağlanmayacağı konusunda, Dört İmam'm da ayrı görüşte olmaları hayret vericidir. Sonra Hz. Peygamber'in:
"Ben size iki şey bırakıyorum: Allah'ın Kitabı ve ehl-i bey*tim." açık emri varken, ehli sünnet imamları, ihtilaflarını gidermek için ehl-i beyte müracaat etmemişlerdir. Oysa İmam Azam Ebu Hanife ve İmam Mâlik, İmam Cafer Sadık ile aynı zamanda yaşamışladır. Hal böyle iken Hz. Peygamber'in ailesini bir kenara bırakıp, bütün dini işleri ehl-i beyt'in dışına dayandırmışlardır. Dini meselelerde ehl-i beytle temas kurmak bir yana, onların rivayet ettikleri ha*disler bile alınmamıştır. Oysa:
"Ev sahibi, evde olan her şeyi daha iyi bilir." deyişine gö*re, dinin esas kaynağı ehl-i beyt imamlarıdır. Ebu Hanife ve İmam Malik sadece rivayetlere ulaşabilmişler, bunun aksi*ne İmam Cafer Sadık, babası İmam Bakiri, o da Zeynel Abidin'i, Zeynel Abidin de Hz. İmam Hüseyin'i kendi gözleriyle görmüşlerdi. Böylece kıyamda nasıl durulması gerektiğini de iyi biliyorlardı. Bu durumda, "duyulmuş olan, görülmüş olanın yerini aldı." Zaten ehl-i sünnetin imamları arasında*ki bu görüş farklılıkları da ehl-i beyt imamlarına müracaat etmemekten kaynaklanmaktadır.

Cevap:

Sorunuz sadece namazla ilgili. Fakat sizin ifade ettiğiniz kuşkuların esasları çok daha derinlerde yatmaktadır. Dola*yısıyla bu esasları tartışmak kaçınılmazdır.
Meselenin başlangıç noktası şu hadistir:
"Size iki şey bırakıyorum. Allah'ın Kitabı ve ehl-i bey*tim."
Bu konuda bilmemiz gerekir ki, bu hadis değişik kelime*lerle ve değişik senetlerle rivayet edilmiştir. Bunların bazı*ları zayıf, bazıları da güçlüdür. En güçlü, dolayısıyla en gü*venilir ve en detaylı olarak gelen rivayet, Hz. Zeyd b. Erkam'dan Müslim'in yaptığı rivayettir. Bu rivayete göre, Hz. Peygamber (s.a) Gadir-i Hum'da verdiği hutbede şöyle bu*yurmuştur:
"Ey insanlar! Ben de bir insanım. Allah 'ın meleği (ölüm mesajını alıp) yakında gelebilir. Ben de ona "hazırım" de*rim. Bu dünyadan göçerim. Ben size iki ağırlıklı şey bırakı*yorum. Bunlardan birincisi, hidayet ve aydınlığı içeren Allah'ın Kitabı 'dır. Siz Allah'ın Kitabı'nı alıp sıkı tutun."
Hz. Peygamber (s.a) bu konuda dinleyicileri, Allah'ın Kitabı'na uymaya çağırdı ve buna rağbet etmelerini istedi. Sonra şöyle buyurdu:
"İkincisi de ehl-i beytim'dir. Ben, ehli beyt'im konusunda size Allah'ı hatırlatıyorum."
Bu hadiste, dini yalnızca ehl-i beytten öğrenmek gerekti*ğine ve onlara uymanın zorunlu olduğuna dair hiç bir işaret yoktur. Burada, ayrı ayrı anlamlarda, iki önemli şey olduğu*nu belirtmiştir.
Allah'ın Kitabı'nın ağırlıklı ve öncelikli olmasının sebebi, bir hidayet kaynağı olmasıdır. Allah'ın Kitabı'nın terkedilmesi, felaket ve dalâlettir.
Ehl-i beyt'in ağırlıklı olmasının nedeni de, insanların bü*yükleri olan ehl-i beyt'in, itaat edenler için her zaman ciddi bir sınav teşkil etmesidir. Kimisi ehl-i beyt'e tazimde aşırılı*ğa giderek onları ilahlaştırmış, kimileri de haklarını yiyip onlara zulm etmişlerdir. Böylece ümmetin ehl-i beyt'e olan doğal hayranlıkları zorla bastırılmıştır. Bu yüzdendir ki, Hz. Peygamber (s.a), "Ben, ehl-i beytim konusunda sizlere Al*lah'ı hatırlatıyorum." buyurmuştur. Yani ehl-i beyt konu*sunda Allah'tan korkun, meseleyi abartma ve küçültme bo*yutlarına götürmeyin, demek istemiştir.
İkinci olarak; diyelim ki Hz. Peygamber (s.a) "sünnet"ten ve "ehl-i beyt"ten (her iki kelime de hadis rivayetlerinde mevcuttur.) dini öğrenmeyi emretmiştir. Bu durumda, "ehl-i beyt"in anlamı, neden Hz. Ali'nin evlatlarıyla sınırlandırıl*mıştır? Kur'an-ı Kerim'e göre, ehl-i beyt'e Hz. Peygamberin zevceleri de dahildir. Hz. Peygamber'in sadaka almalarını yasakladığı Hz. Cafer'in ailesi, Akü ailesi, Abbas ailesi ve Haşim oğullarının tümü de ehl-i beyt'e dahildir.
Üçüncüsü, Hz. Peygamber (s.a) sadece "Ben size iki ağır*lıklı şey bırakıyorum." dememiştir. Bunun yanında:
"Benim sünnetime ve Raşid Halifelerin sünnetine göre davranın" da buyurmuştur. Ayrıca:
"Sahabelerim gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyar sanız, hidayet üzre olursunuz" buyurmuştur. Bu durumda, neden bir hadisi alıp diğerlerini terkedelim? Neden ehl-i beyt ile birlikte Raşid Halifeler ve sahabelerden de istifade etmeyelim?
Dördüncüsü, Hz. Peygamberin yirmi üç yıl boyunca yüz*lerce ve binlerce kişiyle beraber yapmış olduğu ve yüz binler*ce kişinin gördüğü işlere ilişkin bilgi için, sadece ehl-i beyte dayanmayı ve diğerlerini göz ardı etmeyi aklımız kesinlikle kabul etmemektedir. Oysa onlar da Hz. Peygamber'in faali*yetlerine katıldı ve olayları yakından gördü. Hz. Peygam*ber'in zevceleri, O'nun ev hayatını görme fırsatına sahiptir. Ayrıca erkeklerden Hz. Ali'nin dışında Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. İbn Mesud ve diğer pek çok sahabi Hz. Peygamberle birlikte bulunmuştur. Öyleyse sadece ehl-i beyt'e dayanılmasının hangi makul nedeni var?
Bu sorulara olumsuz cevap verebilmek için sonuçta sayılı birkaç sahabe dışında bütün sahabelerin (hâşâ) münafık ol*duğunu söyleme mecburiyeti vardır. Bunu da ancak önyargı*larla körelmiş bir kişi söyleyebilir. Böyle bir kişi, sözlerini ve iddiasını tarihin yalanlamasını da hiçe sayacaktır. Bu söz ve iddianın, Hz. Peygamber'in mesaj ve tebliğine ne denli zarar vereceği de umurunda değildir. Hangi makul insan, Hz. Pey*gamber'in yirmi üç yıl boyunca güvendiği ve birlikte bütün bir Arabistan'ı ıslah ettiği sahabelerin tümünün münank ol*duğunu düşünebilir? Yoksa Hz. Peygamber (s.a) sahabelerin nifakından son ana kadar habersiz mi kaldı? Bu doğruysa, Hz. Peygamber'in insanı tanıma ve hayat anlayışına gölge düşmez mi? Bu yanlışsa, (ki kesinlikle yanlıştır) sahabelerin hepsinden dini öğrenmek neden geçerli olmasın?
Meselenizin ikinci önemli yanı şudur: Sizi, birileri yanlış olarak, ehl-i sünnet imamlarının dini meseleleri araştırır*ken ehl-i beyt'e müracaat etmediğine ve onlardan hiçbir ri*vayet almadıklarına inandırmış bulunmaktadır. Şiîler ke*sinlikle hata yapmaktadır. Çünkü onlar, ehl-i beyti sınırlandırmakta ve bilgi kaynağı olarak yalnızca ona dayanmakta*dırlar. Ayrıca diğer bütün kaynakları da terketmektdirler.
Ehl-i sünnet imamları, bu hatayı yapmamışlardır. Ehl-i beytle birlikte diğer sahabelerden de bilgi almışlardır. On*lar, her meselede iyice araştırarak kendi usullerinden sonra en doğru ve sağlam metodun hangisi olduğunda bir karara varmışlardır.
Meselâ; İmam Ebu Hanife, diğer sahabi ve tabiîn ile bir*likte İmam Muhammed Bakır, Cafer-i Sadık, Hz. Hüseyin'in oğlu Hz. Zeyd ve Muhammed b. Hanefiyye'nin ilminden de istifade etmiştir. Aynı şeyi, diğer fakih ve muhaddisler de yapmışlardır. Ehl-i beyt'in büyüklerinden rivayetleri bulun*mayan hangi hadis kitabı var?
Namaz veya başka bir işle ilgili olarak sadece İmam Ca*fer'in usulünü almalıyız; çünkü o, İmam Bakır'dan, o da Zey*nel Abidin'den, o da Hz. Hüseyin'den, O da Hz. Ali'den, ve Hz. Ali de Hz. Peyganıber'den bu usulü öğrenmiştir, demek yan*lıştır. Sorun şu: Neden sadece bu kaynağa dayanalım? Diğer binlerce kişi de, sahabe ve tabiîni namaz kılarken ve diğer di*ni işleri yaparken görmüşlerdir. Bunların hepsi de Hz. Pey*gamberin yaptığını gördükleri şekilde hareket etmektedir*ler. Bunları bir kenara bırakıp, sadece ehl-i beyt'i örnek almanın sebebi ne?
"Ev sahibi, içindekileri daha iyi bilir. " sözü, ne bir ayet*tir, ne de bir hadis. Bu söze dayanarak Hz. Peygamberin bü*tün hayatını ehl-i beyt'ten almaya çalışmanın anlamı ne? Oysa, Hz. Peygamber'in hayatının yüzde doksan dokuzu evi*nin dışında, yüz binlerce kişiyle birlikte geçmiştir. Ayrıca yüz binlerce kişi herhangi bir şekilde Hz. Peygamberle kar*şılaşıp birlikte olmuştur. O'nun düşünüş ve yaşayışına şahid olmuştur.
Meselenin üçüncü önemli yanı ise, dini messşlelerdeki ih*tilafları görünce endişelenmeniz ve "sadece ehl-i beyte dayanılsaydı, bu ihtilaflar olmayacaktı" diye düşünmenizdir. Oy*sa her ikisi de yanlıştır. Ne ihtilaflardan dolayı endişe etmek gerekir, ne de ehî-i beyte uymakla ihtilaflardan kurtulunur. Şiilerin çeşitli itikadı ve fıkhî mezheplerini incelerseniz, ehl-i sünnet'ten daha fazla ihtilafa düştüklerini görürsünüz. Oy*sa onların her biri de mezheplerinin kaynağının ehl-i beyt ol*duğunu söylemektedir.
Yüz milyonlarca insanın uyduğu ve buna paralel olarak yüz binlerce insanın nasslarını inceleyip yorumladığı bir di*nin ifade edilmesinde, herkesin görüş birliği içinde olması*nın mümkün olmadığı bir gerçektir. Bu durumda ihtilafın ortaya çıkması çok doğaldır ve bunun önlenmesi de mümkün değildir. Bu ihtilaflara rağmen cevher (öz) birliği sağlanmış*tır. Bu cevher de inanç esasları ve temel ana hükümlerdir. Herkes bu temeller üzerinde görüş birliği içindedir. İnsanlar bu birlik temeline esas önemi verseler ve ihtilafları da yerin*de tutsalar hiç bir hata ortaya çıkmaz. İnsanlar küçük ihti*laflara önem verince, doğal olarak ayrılıklar meydana gele*cektir.
Meselâ; siz namazla ilgili olarak bir soru sordunuz. Na*mazdaki birlik temeli, bütün müslümanlarm bir tek Allah'a ibadet etmeleri, namaz kılma usulünün kaynağı olarak Hz. Peygamberi (s.a) görmeleri, beş vakit namazı farz kabul et*meleri, aynı kıbleye yönelmeleri, abdesti namazın bir şartı olarak kabul etmeleri, rüku, secde, kıyam ve ka'deyi nama*zın usulünün parçaları olarak kabullenmeleri ve namazda Kur'an ayetleri okuyup, Allah'ı zikretmeleridir. Bu birlik te*melinden sonra, nelerde ihtilaf edilmektedir Eller nerede bağlansın? Bağlansın mı, bağlanmasın mı? "Amin" yüksek sesle mi, alçak sesle mi söylensin? İmamın arkasında Fatiha Sûresi okunsun mu, okunmasın mı? Bu tür teferruata ilişkin konularda, değişik usulleri olan her mezhepte Hz. Peygam*berden rivayet edilen bir delil vardır. Her mezhep, zayıf olup olmadığına bakmadan kendi senedine dayanmaktadır. Burada dikkat edilecek olan, her mezhebin Hz. Peygamber'den bir rivayete dayanmasıdır ve kimsenin kimseyi başkasının usulüne uyduğunu iddia etmemesidir.
Bu durumda, biz kendi usulümüzle birlikte başkalarının usulünü de hak olarak kabul edersek ve birlik temelinde gorüş birliği içinde bulunursak, bunun ne zararı olabilir ki?[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]

İhtilafın Meşru Sınırları


Soru:

"Hareket"in [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] bir mensubu olarak bütün yayınlarını, ki*tap, dergi ve gazetelerini okumaktayım. Şimdiye kadar Diyobend'in [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] büyükleriyle diğer alimlerin yayınladıkları fet*vaları, Pakistan ve Hindistan'daki Cemaat-i İslâmî önderle*rinin cevaplarını okudum. Aralarındaki bu duruma çok üzü*lüyorum. Fakat elimden de bir şey gelmiyor.
Bu fetvaları görünce, küfür ve fasıklıkla itham etme ko*nusunun sadece Cemaat-i İslâmî ile Diyobend alimlerine mahsus olmadığını düşünüyorum. Din büyüklerimizin ha*yatlarını incelediğimizde bu durumla sıkça karşılaşmakta*yız. Meselâ; bir safla İmam İbn Teymiyye, İbn Hazm Endüli-si, İbn Cevzi gibi büyüklerimiz, diğer safla da İbn Arabi, Ga*zali ve Şah Veliyullah Dehlevi var. Birinci saflakiler,
"Lâ ilahe illallah"ın anlamının Allah'tan başka hiç bir mabud yoktur." olduğunu söylüyorlar. İkinci saftakiler de bunun, "Lâ mevcûde illallah" "Allah'tan başka hiç bir şey mevcut değil*dir. " anlamına geldiğini söylüyorlar. Birinci grubtakiler, ikinci grubun bu inancını küfür ve ilhad olarak niteliyor, ikinci grup ise kendi inancını tevhidin yüksek ve mükemmel derecesi olarak düşünüyor.
Sorum şu: "Allah'ın Kur'an-ı Kerim'i nazil edip açıkladığı Kelime-i Tevhid (Lâ ilahe illallah) üzerinde ümmetin imam ve alimleri arasındaki bu ihtilafın sebebi nedir?
Umarım bu meseledeki görüşlerinizi Tercüman'ul Kur'an'da açıklarsınız.

Cevap:

Detaylı bir tartışmaya girmek istemiyorum. Sizi tatmin edecek kadar bir cevap vermekle yetineceğim. Kur’an, söylemek istediğini oldukça açık bir şekilde ifade etmiştir. Mü*minlerin hidaye.ti için gereken hiç bir şey açıklığa kavuştu*rulmadan bırakılmamıştır.
Söz konusu ihtilafları doğuran iki neden var:
Birincisi: İnsanlar Kur’anî gerçekleri kendi kelimeleriy*le tabir ederken, yorumlarken, Kur'an'ın da sınırlarını aşıp şahsî açıklamalar getiriyorlar. Böylece görüş ayrılıkları ve çoğu zaman da ciddi ihtilaflar meydana geliyor.
İkincisi: Bazılarının üzerlerine vazife olmadığı halde, bir takım sorulara cevap vermeye kalkışmaları ve ihtilaf kapısı*nı açmalarıdır.
Birinci kişi sadece görüşünü ifade etmekle, diğeri de o gö*rüşleri reddetmekle yetinse, bu iş fazla uzamayacaktır. Fa*kat daha önce de defalarca olduğu gibi bugün de aynı durum sürmektedir. Çünkü birinci kişi, görüşünü ifade etmekle kalmıyor, sözünü Kur'an'ın ifadesiyle eşdeğer sayıyor ve sö*zünü reddedenleri de Kur'an'ı inkâr etmekle itham ediyor; kâfir olarak niteliyor. İkincisi de reddetmekle kalmıyor, ak*sine onu sapıklık ve hatta kâfir olmakla suçluyor.
Daha ileri safhalarda, her iki tarafın müritleri giriyor araya. Liderlerine destek verme adı altında şiddet kullanmaya başlıyorlar. Böylece de değişik fırkalar doğuyor. Ayrı*ca fırkalar arasında da her türlü bağlar kopuyor. Her firka kendi anlayışına göre tekfir etme temellerini atıyor.
İşte bütün kötülüğün sebebi budur. Nasslar (ayet ve ha*disler) oldukları gibi kalsa, ihtilaflar sadece görüş ayrılığı sı*nırında bırakılsa, sizin de korktuğunuz sorular doğmaya*caktır.
İsimlerini saydığınız ve saymadığınız nice din büyüğü*nün ihtilaf ettikleri çoğu meselede benim de kişisel görüşüm vardır. Doğal olarak benim görüşüm bazılarimnkine uyar, onunla aynıdır; bazılarına da uymaz, değişiktir.
Ben, doğruya, doğru; yanlışa, yanlış demekle yetiniyo*rum. Görüşlerine karşı olduğum kişiler hakkında bir hüküm vermeye kalkışmıyorum.
Ayrıca ben, bu görüşümün gereği olarak başkalarına "sa*pık" ya da "kâfir" de demiyorum. Bu davranışı, hakkımın sı*nırlarının ötesinde görüyorum. Çünkü bana göre gerekli olan bir şey, başkalarına göre gereksiz olabilir.
Ben, bu yolla birisine iftira edip, hakkında bir hüküm ver*meyi caiz görmüyorum.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Şefaati Doğru Anlamak


Soru:

Alimlerden biri, bir broşür yayınlayarak sizin "mutezili" ve "harici " olduğunuza dair bir fetva vermiştir. Fetvasının dayanağı, sizin ahirette Hz. Peygamberin ümmetine şefaa*tini inkar etmenizdir. Tercüman’ul Kur'an’ın 26. cildinin, 2. sayısının 30. sayfasında yer alan yazınızdan,
"Kendilerine Kitâb verilenlerden Allah 'a ve ahiret günü*ne inanmayan, Allah'ın ve Rasûlü'nün haram kıldığını ha*ram saymayan ve hak dinini din edinmeyen kimselerle, küçül boyun eğerek elleriyle cizye verecekleri zamana ka*dar savaşın."[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] ayetine yaptığınız tefsiri de alıntı yapmıştır. Şöyle diyorsunuz: "Orada hiç bir çaba, hiç bir fidye, bir büyüğe bağlı olma ve hiç bir aracı olma girişimi işe ya*ramayacaktır," Bu anlamda Tefhim'ul Kur'an adlı tefsiri*nizden de alıntılar yapılmaktadır.
Lütfen şu soruları cevaplayın: Şefaat konusunda ehli sünnet'in görüşü nedir? Hz. Peygamber ümmetine ne şekilde şefaat edecek? Bütün ümmete şefaat edecek mi?

Cevap:

Başkalarıyla ilgili yalan yanlış şeyler uyduran ve bunları yayan, sözlerine tam tersi anlamlar verenlere Allah hidayet etsin. Bana iftira atan âlim de Allah korkusu olsaydı, söz ko*nusu broşürü yayınlamadan önce bana şunları sorabilirdi: Bu sözlerin anlamı nedir? Şefaat hakkındaki inanan nedir? Alıntı yaptığı sözlerin birisi, yahudi ve hristiyanların yanlış şefaat inancına bir reddiyeydi. Bu sözlerle, yanlış inançla*rından dolayı ehl-i kitab'ın ahiret inançlarının nasıl bâtıllaştığını ve buna dayanarak Kur'an'da onların ahiret gününe inanmadıklarının öne sürüldüğünü belirtmek istemiştim.
Diğer sözlerimde de, Hz. Peygamber'in İslâm'ın tebliğinin başlangıcında Mekke müşriklerine yönelik buyurduğu İs*lam'ın talimatının özeti sunulmaktadır. Dolayısıyla her iki ifademde de İslam'ın şefaat inancının ortaya konulması söz konusu değildir. Sonra, sadece müslümanların hakkı olan şefaat, kâfir ve müşriklerin ahiret inançlarını ele alırken ne*den ifade edilsin ki?
Kâfir ve müşriklerin ahiret inançlarına ilişkin yazdıklarımsa, aynen Kur'an-ı Kerim'de belirtildiği gibidir:
"Ve öyle bir günden korkun ki, o gün hiç kimse kimsenin yerine bir şey ödeyemez. Kimseden şefaat (aracılık, iltimas) da kabul edilmez. Kimseden fidye de alınmaz. Ve onlara hiç*bir yardım yapılmaz."[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
İslam'ın şefaat inancına gelince; Kitap ve Sünnet'e göre ahiret günü Allah'ın mahkemesinde sadece Allah'ın izni olan kişi, yalnızca kendisine izin verilen kişi için şefaat ede*bilecektir.
"O gün Rahmanın izin verip sözünden hoşlandığı kimse*den başkasının şefaati fayda vermez." [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
"O Allah'ın izni olmadan kendisinin katında kim şefaat edebilir. "[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Bu prensibe göre, Hz. Peygamber (s.a) kıyamet günü mutlaka şefaat edecektir. Fakat bu şefaat Allah'ın izniyle olacaktır. Mümkün olduğu kadar salih amel işlemiş olması*na rağmen günahkâr olan iman ehli için şefaat edilecektir. Bilinçli olarak ihanet ve kötülükler yapan ve hiç bir zaman Allah'tan korkmayanlar Hz. Peygamber'in şefaatini hak etmeyecektir.
Nitekim ihanetin ciddiyeti konusunda Hz. Peygamberin bir hutbesi rivayet edilmektedir. Söz konusu hutbede Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Kıyamet günü bu hain kişiler, sırtlarında ihanetle elde ettikleri malla birlikte gelecekler ve "Ya Rasûlallah yardım et" diye yalvaracaklardır. Fakat benim cevabım da, "Senin için hiç bir şey yapamam. Ben sana Allah'ın mesajını ilet*miştim. " olacaktır.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Sünnete Uygun Namaz Kılmak


Soru:

Daha önce namaz kılmıyordum. Fakat şimdi namaza başladım. Namazla birlikte, bir takım problemlerle karşılaştım.
Okuduğum yer Diyobend'e bağlı olduğundan halkı da Hanefî'dir. Oysa benim doğup büyüdüğüm köyün halkı selefi (ehl-i hadis) dir.
Selenler gibi namaz kılınca, okuduğum yerin halkı bana "vahhabi" diye sataşmaktadır. Hanefilere göre namaz kılın*ca da köyümüzün halkı "taklitçi" diye sataşıyor. Size güven*diğim için bu konuda yol göstermenizi istiyorum.
Şunu öğrenmek istiyorum: Hz. Peygamber (s.a) herhalde tek bir usulle namaz kılmıştır. Bu durumda, değişik fırkala*rın çeşitli usullerinin İslam'daki yeri nedir? Hangisi Hz. Peygamber'in usulü? Ben, hangi mezhebe uymalıyım? Sizin hangi usulle namaz kıldığınızı da öğrenebilir miyim?
Ayrıca, köylerde cuma namazı kılınabilir mi, kılınamaz mı?

Cevap:

Selefiye, Hanefî, Şafiî, Maliki ve Hanbelîlerin namaz kıl*ma tarzlarının tümünü Hz. Peygamber'in de uyguladığı bi*linmektedir. Her mezhep, namaz kılma tarzlarını çok güvenilir rivayetlerden almışlardır. Bu yüzdendir ki bu mezhep*lerin hiç bir imamı ve âlimi, kendi usulleri dışında kılman namazların geçerli olmadığını söylememiştir. Değişik tarz*da namaz kılanları görünce alay edenler, yalnızca cahiller*dir. Tahikikimize göre, Hz. Peygamber (s.a) bütün bu usul*lerle değişik zamanlarda namaz kılmıştır, ihtilaflı olan ko*nu, yalnızca Hz. Peygamber'in genellikle hangi usulle na*maz kıldığıdır. Her mezhep, kendisine göre Hz. Peygam*ber'in genel usulü olarak bildiği tarzda namaz kılmakta*dır.
Ben, namazlarımı Hanefilere göre kılmaktayım. Fakat Selefiye, Şafiî, Maliki ve Hanbelî dahil herkesin namaz kıl*ma tarzını hak görüyorum. Bunların hepsinin arkasında na*maz kılmaktayım.
Köylerde cuma namazı kılma konusu oldukça ihtilaflıdır. Hanefi'lere göre bu caizdir. Selefiye'ye göre caiz değildir. Di*ğer fıkıh mezheplerinin görüşleri de farklıdır. Sorunuza ve*rilecek kısa cevap, yanlış anlamalara yol açabilir. Bu neden*le size sadece "Tefhim'ul Kuran" adlı tefsirimin ikinci bölü*münü okumanızı tavsiye edebilirim.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Bazı Fıkhı Ve İtikadı İhtilaflar Ve Bunun Nevileri


Soru:

Bazı değişik meseleler hakkındaki sorularımı size iletiyo*rum. Lütfen kısa ve öz cevaplarla bizi tatmin ediniz.
1. Şeytan ve nefs-i emmare'nin saldırılarına karşı koy*mak için hangi şer'î usul ve kaideleri uygulayayım ki, bize imanın halaveti nasip olsun ve kalbimiz küfür ve isyandan nefret etsin. Acaba bizi amacımıza götürecek başka yardıma vazifeler de olabilir mi?
2. Eğer Peygamber Efendimizin mübarek hayatındaki hadiseler dinin kaynakları arasında yer alıyorsa ve şeriat hükümlerini de onun doğrultusunda vermek zorunluluğu varsa, o zaman bunlar Efendimiz (s.a) döneminde neden kaleme alınmadı?
3. Herkes tarafından okunan kitaplardan, hatta İbn Hazm'm ictihad ve kıyasa karşı yaptığı hücumlardan da anlaşıldığı gibi, İmam Davud Zahiri ve talebelerinin ictihad, istinbat, kıyas ve istihsana şiddetle karşı oldukları genellikle bilinen bir şeydir. Ne varki, bizzat İbn Hazm’ın ictihad yap*mış olduğu kitaplarında görülmektedir. Benim araştırdığım esas şey, bu meselenin hakikatinin ne olduğudur. Bu bir yo*rum farkı mıdır, yoksa gerçekten o içtihada inanmıyor mu? Eğer içtihada inanmıyorsa, o zaman sizin, onun yaptığı ictihadlar hakkındaki yorumunuz ve açıklamanız nedir?
4. Şiîler tarafından yazılan hadis kitaplarının ve bunla*rın müelliflerinin değeri nedir?
5. Hadisin hüccet kabul edilmesine ilk karşı çıkan kim*dir? Onun karşı çıkış sebebi ve delili ne idî?

Cevap:

Sizin isteğiniz doğrultusunda özet cevaplar sunuyo*rum.
1. Nefs-i emmare'nin kötülüklerine karşı tek ve yegane si*lahımız, nefsimizi sürekli hesaba çekerek Allah korkusunu varlığımızda hissetmemizdir. Buna bazı zikir ve dualar da yardımcı olabilir. Fakat bunun için iki şartın bulunması ge*rekir: Birincisi, zikirle beraber fikir de olmalıdır. İkinci şart ise, bida'atlardan kendimizi koruyarak sadece Kur'an-ı Ke*rim ve sahih hadis-î şeriflerdeki zikir ve dualarla yetinmeli*yiz.
2. Hadisleri zabta geçirmemenin sebebim bilmek, anla*mak için o dönemin koşullarını bilmek lazımdır. O zamanlarda okuma yazma bilenler oldukça azdı ve yazı malzemesi de oldukça nâdir bulunuyordu. Kur'an-ı Kerim'i bile yazı ile muhafaza altına almak için hurma yaprakları, ince deriler, tahta ve benzeri şeyler kullanıldığını biliyorsunuz. Bu zor şartlar varken Efendimizin (s.a) her sözünü, her davranışım ve her hareketini yazması için yanında bir kâtip bulundur*ması nasıl mümkün olabilirdi? Aslında bir insanın yanında onun yolculuk anında, evinde bulunduğu zamanlarda, yal*nızken ve kalabalıklarla beraberken her sözünü, konuşmasını, yaptıklarını ve yapmadıklarını, susmasını ve konuşma*sını yazmak için katiplerin bulundurulması tabii ve normal birşey değildir. Açıkça görülüyorki, yazıya geçme prensibi bir kural haline getirildiği takdirde Peygamber Efendimizin bazı söz ve fiilleri bu prensipten istisna edilemezdi. O zaman*da her söz ve fiilinin eksiksiz ve tam olarak yazıyla muhafaza edilmesi asla mümkün olamazdı. Bu pratikte de mümkün değildir. Peygamber Efendimizin söz ve fiilleri şüphesiz hücettir, delildir. Hüccet olması da zorunludur. Fakat hüccet olmasının mânâsı, herşeyin heryerde derhal yazılması de*mek değildir. Sahabe-i kiram, Peygamber Efendimizin her söz ve fiilinin hüccet olduğunu kafalarına iyice yerleştirmiş*lerdi. Bu demektir ki onlar, Peygamberimizin (s.a) her söz ve fiilini dikkatle izlemişlerdi. Bunun böyle olduğu herkesçe bi*linmektedir. Yaptıkları her iş ve muamelenin Allah Rasûlü'nün söz, fiil ve davranışlarına uygunluk arzetmesine dik*kat etmeleri, Peygamber Efendimizin sünnetini muhafaza etmek için takip edilmesi gereken doğal bir yol idi. Ve ümmet de bu yolu seçmiştir. Kur'an-ı Kerim'in o günün şartlarında bile yazılması mümkündü. Ayrıca kısaydı. Bunun için yazıl*dı. Peygamber Efendimizin yirmi üç yılı kapsayan peygam*berlik hayatındaki hadiseleri, davranışları, hareketleri, söz*leri, beraber yaşadığı toplum içinde yaptığı bütün bu şeyleri vaki olur olmaz yazıya geçirmek imkansızdı. Fakat bütün bunlar vaki olur olmaz zihin ve hafızalarda muhafaza altına alınıyordu. Böylece, izleyenler tarafından dinleyenlere ezbe*re iletilebiliyordu. Onun için bu uygulama tevatüren ve teselsülen devam etti. Nihayet düzenli ve detaylı bir yazım-basım faaliyeti için gerekli tüm malzemeler ve kolaylıklar elde edilmiş oldu ve bu yüce, şanlı sünnet birikimi kafalardan ki*taplara intikal etti.
3. İctihad, istinbat, kıyas ve istihsan'ın herhangi birinden kaçınılması mümkün değildir. Herhangi bir insan bu sınırlı hükümleri sınırsız olan beşerî özellikleri için tatbik etmeye çalışırsa, behemehal bu şeylerden istifade etmek zorunda kalacaktır. Esas ihtilaf bu şeylerin bilfiil kullanılışında ol*mayıp az veya çok kullanılmasındadır. Veya kendilerinden sözü edilen anlamların çıkarıldığı sözcükler ve kavramlarda ihtilaf vardır. Bir şahsın bu kavramlara getirdiği yorumu bir başkası eleştiriyor. Bu eleştiri de, eleştiren şahsın bu kav*ramlara hiç inanmadığı şeklinde yaygınlaşıyor. Bir şahıs te*oride ve pratikte bu kavramlar üzerinde ne kadar çok duru*yorsa, diğer bir şahıs da bu durumu öyle bir eleştiriyor ki, sanki eleştiri kavramların yerli yersiz kullanımındaki fazla*lığa değil de, bizzat özüne, kendisine yapılıyor sanıyorsunuz. Belirttiğim bu tesbitleri göz önünde tutarak siz İmam Davud Zahiri ve İbn Hazmın görüşleri ile beraber Ehl-i Rey ile Ehl-i Hadis arasında kıyas ve rey'in kullanılması meselesindeki ihtilafları ve İmam Malik ile İmam Şafiî'nin istihsan ve mesâlih-i mürsele meselesindeki ihtilaflarını da anlayabilir*siniz.
4. Ehl-i Şia'nın fikıh ve hadis kitaplarını geniş bir şekilde okumadan sözü edilen konuda kesin ve detaylı olarak her*hangi bir görüşe varmak çok zordur. Kısaca şunu söyleyebili*rim: Bizimle onların hadis kaynakları arasındaki temel ihti*laf konusu, onların sahabelerin büyük çoğunluğunu bir yana bırakarak yalnızca ehl-i beyt'ten alınan rivayetlere güven*meleridir. Onların ehl-i beyt hakkındaki görüş açıları da sı*nırlıdır. Fakat biz ehl-i sünnet olarak hem ehl-i beyt'in ve hem de tüm sahabelerin rivayetlerine itibar ediyoruz. Ayrı*ca onların ravilerinin büyük çoğunluğu gulüv şahıslardan oluşuyor ki, bu şahıslar kendi fikirlerinde çok şiddetli idiler ve hadisleri de kendi istekleri doğrultusunda renklendirmişlerdi.
5. Galiba hadisin hüccet olmasını ilk olarak reddedenler Hariciler ve Mutezililer idi. Hariciler, hadislerin bazı kısım*ları kendi mezheplerine ters düştüğü için hadisi reddetmiş*lerdir. Mutezililer de, başka mezhep ve felsefi ekollerin men*suplarıyla tartışırken, İslâm'ı ve İslâm'ın muhtevasını ispat*lamak için ortaya koydukları delillerin hadise ters düşmesi yüzünden hadisi inkar etmişlerdir. Bu tür tartışmaların bir sonucu olarak onlar kendi akidelerini hadise uygun olmayan bir kalıba sokmuşlardı. Onlar bazı hadislerle isbat edilmiş şeyleri, akli tartışmalarla isbatlamayı imkan dâhilinde gör*müyorlardı. Aynı zorluğu kendi akli iddialarına göre Kur'an-ı Kerim'deki bazı ayetler hakkında da söz konusu ediyorlardı. Fakat Kur'an-ı Kerimi inkar etmek mümkün olmadığından, ayetleri çok acayip ve ilginç tevillere yorumlara tabi tuttular. Hadisleri de temelden inkâr ettiler.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]

Müceddidlik Makamı, Vahiy Ve Keşf


Soru:

Ocak-Şubat 1951 sayılı Tercüman'ul Kur'an dergisinin 226. sayfasında bir soruya cevap olarak şunlar yazılmakta*dır: "Eski dönemlerde bazı büyük şahsiyetler şüphesiz keşf ve ilham yolu ile kendi devrelerinin müceddidi oldukları ha*berini vermişlerdir. Ne var ki onlardan hiçbiri kendilerinin müceddid olarak kabul edilmeleri konusunda bir zorunlulu*ğun olduğu iddiasında bulunmamışlardır." Bu görüş bana doğru gibi görünmüyor. Zira Şah Veliyullah Dehlevi Hazret*leri Tefhimat-ı İlâhiyye'de "Allah (c.c) bana kendi zamanı*mın imamı olduğumu haber verdi. İnananlar sana itaat et*menin kurtuluş yolu olduğunu anlasınlar, buyurdu" demek*te ve şiddetle bunun böyle olduğunu iddia etmektedir. Şah Hazretlerinin kitabındaki ifadesi de şu şekildedir: "Allah'ın (c.c) bana ve devremdeki inananlara bu tür iyi yollara en ya*kın davranış yolunu nail etmesi, O'nun bir lütuf ve ikramı*dır. Bu yolun da beş çeşit yakınlaşma vesileleri ve vasıtaları vardır: Birincisi; hakiki imanla yakınlaşma, ikincisi; nafile ibadetlerle yakınlaşma, üçüncüsü; vacib olan ibadetlerle ya*kınlaşma, dördüncüsü; farz ibadetlerle yakınlaşma ve beşin*cisi; melekûtla yakınlaşmadır. Allah bu yolu üzerinde yürü*yenler için kendisine koşacak bir hedef yapmıştır.
Rabbim bana bu belirttiğim yol için imam tayin edildiği*mi şu şekilde haber vermiştir: "Seni bu yolun en yüksek dere*celerine ulaştırdık. Sana lütfedilen yol hariç hakikate ulaş*manın bütün yollarım kestik. Tek açık bırakılan yol sana ve*rilen yoldur ki insanlar seni sevsinler ve sana itaat etmeyi kurtuluş yolu olarak bilsinler. Sana karşı kalbinde kin ve düşmanlık besleyen kimseler, semavî bereketlerden mah*rum kalacaklardır. Onlar yeryüzündeki bereketlerden de faydalanamayacaklardır. Doğudaki ve batıdaki insanlar, se*nin hakikatine ister aşina olsunlar; ister olmasınlar, senin emrine verilmişlerdir, sen onlara sultan olarak seçildin. Eğer onlar senin hakikatini bilirlerse, o zaman hedeflerine ve mertebelere ulaşmış olurlar. Senin hakikatini bilmedikle*ri takdirde, ziyan ve zarara uğrayanlardan olurlar." Şah Hazretlerinin bu iddiaları doğru mudur, yoksa yanlış mıdır? Eğer bu iddiaları doğru ise o zaman "Tercüman'' da zikredi*len yukarıdaki yazınız doğru değildir.
Tercüman'ul Kur'an'daki bu yazınızın devamında da şunları söylüyorsunuz: "Bir şeyi iddia edip, onun kabul edilmesi için davette bulunmak ve onu kabul ettirebilmek için uğraşmak hiçbir müceddide layık bir makam değildir." Ayrı*ca şunları da söylüyorsunuz: "Hangi şahıs bunları yaparsa, o davranış içinde bulunursa, o bizzat kendi fiil ve hareketiyle gerçekten müceddid olmadığını kanıtlamış olur." Bütün bu söylediklerinizin temeli veya dayanağı Kur'an-ı Kerim mi*dir? Veya Peygamberimizin (s.a) hadisleri midir? Ya da ken*di içtihadınıza dayanarak mı bu fetvayı verdiniz?
Yukarıda zikredilen derginin aynı sayfasında şunlar da yazılıdır: "Keşif ve ilham, vahiy gibi kesinlik ifade eden bir şey değildir. Burada, keşif ve ilham sahibinin bu keşif ve il*hamın Allah (c.c) tarafından olduğunu gün ışığı gibi bilebile*ceği bir durum söz konusu değildir."
Eğer Peygamber Efendimizin ümmetindeki kâmil insan*ların ilham ve keşiflerinin hakikati böyle ise, o zaman bu üm*metin en hayırlı ümmet olduğuna dair bir şey nasıl söylene*bilir? Oysa, önceki ümmetlerde kadınlar bile yakın mertebe*sindeki vahiy ile şereflendirilmişlerdir. Aynı zamanda öyle keşif ve ilham sahibi kullar vardı ki, yüce rütbelere sahip nebilerden biri bile onlardan birine soru sorduğunda piş*manlık duymuştur.
Sübhanellah, Muhammed (s.a) ümmetinin kemal sahibi yüce kişilerinin keşif ve ilhamları öyle acaip ve ilginçti ki, kendileri bile bunun Allah (c.c) tarafından olup olmadığını bilemiyorlardı. Öyleyse, Allah'ın (c.c) onlara bu tür keşif ve ilhamları göstermesine ne gerek vardı? Ki, bu keşif ve ilham*lardan ne dini bir yarar beklenebilirdi, ne de ilham ve keşif sahibinin imanının artmasına faydalı olabilirdi. Tam tersine şüpheye yol açmasından dolayı bir çeşit musibet nedeni bile sayılabilirdi.

Cevap:

Mektubunuz açıkça göstermektedir ki, siz vahiy ve ilham gibi değişik mânâdaki mefhumları birbirine karıştırmışsı*nız. Bir kısım vahiy vardır ki, ona fitrî veya tabiî vahiy diye*biliriz. Bu tür vahiy yoluyla Allah (c.c) her mahluka üzerine düşen görevleri öğretir, Bu vahiy insanlardan öte hayvanla*ra, nebatat ve cemadata da olmaktadır. Öbür türlü vahye ise cüz'î vahiy denilir. Bu vahiy yoluyla herhangi özel bir ko*numda Allah, özel bazı kullarına hayattaki meselelerden herhangi bir mesele için bir ilim verir veya gerçeği gösterir ya da ne yapması gerektiğini öğretir. Bu anlamdaki vahiy normal insanlara her geçen gün olabilmektedir. Bu dünya*daki büyük keşif ve icadlar bu vahiy yüzünden gerçekleş*mektedir. Çok büyük ve önemli ilmi keşifler bu vahiy vesilesi ile olmaktadır. Ne zamanki bir kişi herhangi önemli bir du*rumda düşünmeden ve dikkat etmeden, bir anda iç dünya*sında yeni bir şeylerin gerçekleştiğini farketrnekte, işte o za*man o kişi tarihin gidişatını kararlı bir şekilde etkileyebil*mektedir. Aynı böyle bir vahiy Hz. Musa'nın (a.s) annesine de olmuştur. Yukarıda belirtilen iki çeşit vahiyden apayrı bir çeşit vahiy daha vardır ki, o vahiy yoluyla Allah, bir kulunu gaybi hakikatlardan haberdar ediyor ve ona bütün insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkaracak hayat düzeninin ilmini ve doğru yolunu gösteriyor. Bu çeşit vahiy nebilere özgüdür. Kur'an-ı Kerim açıkça gösteriyor ki, bu tür ilim -adını ister ilkâ, ister ilham, ister keşif, isterseniz vahiy koyun- peygam*berlerden başkalarına kesinlikle verilmez. Bu ilmin sadece peygamberlere verilmesinin nedeni ise, onların Allah (c.c) tarafından görevlendirildiklerinin, şeytanî hilelerin etkile*rinden uzak tutulduklarının, kendi kişisel fikir ve düşünce*lerinin, istek ve arzularının eksiklerinden arındırılmış ol*duklarının kesinlikle anlaşılması içindir. Ayrıca bu ilim şer'î hüccettir. Ona uymak her insana farzdır. Peygamberler, onu diğer insanlara ulaştırmak ve Allah'ın bütün kullarını ona iman etmeye çağırmak için tayin edilmişlerdir. O, öyle bir vahiydir ki, ona iman etmek kurtuluş yolu; sırt çevirmek ise dalâlet ve hüsran yoludur. Eğer peygamberlerden başka di*ğer insanlara da bu üçüncü tür ilimden bir parça nasib olsa bile, o müphem işaretler gibidir ki, onu anlamak için nübüv*vet vahyinin ışığından faydalanmak lâzımdır. (Yani onu Kitap ve sünnet'e göre değerlendirerek, doğruluğunu ve yanlış*lığını araştırmalı, doğruluğu anlaşılınca da kaynağını tespit etmelidir.) Herhangi bir kişi kendine gelen ilhamı kendi ba*şına ve doğrudan doğruya hakikate ulaşma vesilesi olarak düşünürse ve bu ilhamı nübüvvet vahyinin terazisinde tart*madan, hem kendisi amel eder, hem de başkalarını buna uy*maya davet ederse şeriat nezdinde hiç de caiz olmayan bir davranışta bulunmuş olur. Kur'an-ı Kerimin bir çok yerinde bu hakikat açık seçik beyan edilmiştir. Özellikle Cin Sûresi'nin son ayetlerinde bu konu geniş olarak bildirilmiştir:
"O, gaybı bilendir. Kendi görünmez bilgisini kimseye göster*mez. Ancak razı olduğu elçilere gösterir. Çünkü o, (razı oldu*ğu kimselerin) önüne ve arkasına gözetleyiciler (koruyucu*lar) koyar (onları şeytanların kapmasına, ya da bildiklerine gördüklerine yanıltıcı şeyler karıştırmalarına engel olur). (Böyle yapar) ki onların, Rab'lerinin kendilerine verdiği emirleri duyurduklarını bilsin. Ve (Allah), onların yanında bulunan her şeyi (bilgisiyle) kuşatmıştır. (Tebliğ etmeleri için kendilerine ne emirler gönderdiğini bilir), her şeyi bir bir saymıştır."[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Dikkat ettiğimiz takdirde, ümmetin içindeki salih ve muslih insanlara, peygamberlere verilen keşif ve ilham yerine ondan daha az değerli ve alt derecede olan başka bir çeşit ilham ve keşif vermekte ne gibi bir maslahat olduğunu ko*laylıkla kavrayabiliriz. Peygamberlere verilen keşif ve ilha*mın ümmetin diğer insanlarına verilmemesinin sebebi, pey*gamberle ümmeti arasındaki farkın anlaşılması içindir. Bu fark ve ayrımın başka türlü sağlanması nasıl mümkün olabi*lirdi? Peygamberlerin dışındaki insanlara ikinci tür keşif ve ilhamın verilmesinin nedeni, peygamberden sonra onun işi*ni devam ettirecek insanların dinde hikmet ve basiret sahip*leri olabilmeleri ve dinin ikamesi için verdikleri uğraşları sürdürebilmeleri için Allah (c.c) tarafından doğru yolun gös*terilmesine muhtaç olmalarıdır. Bu tür keşif ve ilham, far*kında olmadan her salih ve doğru düşünceli din hizmetkârı*na lütfedilir. Fakat herhangi bir insana bu farkında olduğu halde verilirse, Allah'ın o kuluna bir nimeti, bir lütfudur.
Kur'an-ı Kerime göre, Allah (c.c) tarafından şeriatın emirlerini uygulamak için tayin edilme şerefi ancak bir nebi*ye lütfedilir. Ve o, halkı kendisine iman etmeye, kendisine itaat etmeye davet etme hakkına sahip olur. Hatta kendisine iman etmeyen bir kimse Allah'a (c.c) iman etse bile yine de kâfir sayılır. Bu konum ve hak, din düzeni içinde peygamber*den başka hiç kimseye verilmemiştir. Eğer birisi bu hak ve makam için iddia da bulunursa, o zaman ispatlamak için de*lil getirmek zorundadır. Biz onun iddiasının reddi için delil getirmek zorunda değiliz. O kimse, Kur'an-ı Kerim'de pey*gamberden başka bir kimsenin bu makama tayin edildiğine dair bir delil varsa, açıklamalıdır. Ki o, insanlar karşısında bu makama tayin edildiği iddiasında bulunabilsin ve insan*ları bu iddiayı kabule davet edebilsin, ayrıca iddiasının ka*bul edilmemesi, reddedenlerin kâfir ve cehennemlik olması*na neden olsun.
Eğer bir kişi "dinini yenileyen kimseyi..." hadisini veya Mehdi'nin gelmesi ile ilgili hadisleri ortaya atarsa, o kişiye verilecek cevap şudur: Bu hadislerin herhangi bir yerinde zamanımızda zikredildiği gibi Mehdi veya müceddidlik ma*kamının durumu hakkında hiçbir söz edilmemiştir. Üstelik bu insanların kendilerinin Mehdi ve müceddid olduklarını iddia edecekleri, bu iddiayı kabul edenlerin müslüman ola*cağı, geri kalanların hepsinin kâfir olacağı nerede yazılı*dır?
Dini yeniden diriltmek ve yenilemek için haklı bir şekilde uğraşan bir kimseye yardım etmenin veya ona karşı çıkma*nın kurtuluşa sebep olup olmayacağını tartışmak bile mese*leyi iyice karıştırmak anlamına gelir. Bu gibi bir çalışma ne*rede ve ne zaman olursa olsun, hiç şüphe yok ki, o çalışma hak ve bâtıl arasındaki farkın belirleyicisi olmaktadır. Böyle bir çalışmaya yardım eden bir kimse, kendisinin hakka bağlı olduğunu kanıtlamış demektir. Dinin tecdid ve ihyası için çalışmak her müslümana farzdır. Bu fark ve imtiyazın asıl nedeni de budur. Yoksa herhangi bir iddia sahibinin iddiası*nı kabul etmek imanın gereği değildir. Durum bu olunca, bir iddia sahibinin müceddidlik veya Mehdilik iddiasına inan*mamak bir müslümanın kurtuluştan mahrum olmasına ne*den olamaz.
Şimdi Şah Veliyyullah'ın ve Müceddid-i Elf-i Sâni'nin iddilarım ele alalım. Bu iki büyük şahsiyetin tecdid ve ıslah et*me çalışmalarını takdir etmekle birlikte, onların kendileri*nin müceddid olduklarını ilan etmelerinin ve tekrar tekrar keşif ve ilhama nail olduklarını söylemelerinin yüce şahsi*yetlerine uygun düşmediğim söylemek zorundayız. Onların bu iddialarından sonra, bir çok seviyesiz insan benzer iddia*larda bulundu ve böylece ümmet içinde her geçen gün yepye*ni fitnelerin ortaya çıkmasına neden oldular. Eğer bir kimse tecdid için herhangi bir çeşit hizmet vermeye muktedir olabiliyorsa, o zaman bu hizmeti yerine getirmelidir. Allah ka*tında yerinin ne olduğuna dair kararı da Allah'a bırakmalı*dır. İnsanın asıl makamı, Allah'ın, onun niyyet ve ameline bakarak, gayret ve çabalarını kabul ederek ahirette verdiği makamdır. Yoksa, kendilerinin iddia ettikleri ve insanların onlara verdiği makam değildir. İnsanın kendi kendine lakap ve unvan seçmesi ve bunu iddiaları arasında beyan etmesi, kendisinin makamım dile getirmesi hiç de hoş bir şey değil*dir. Sonraki devrelerde ehl-i tasavvuf bazı kişiler bunu, ken*di mizaçlarına uydurarak, hoş bir zevk haline getirdiler. Hatta, çok büyük insanlar bile bu fiili işlerken kendilerinde hiç bir kabahat ve hata hissetmediler. Ne varki, sahabe-i ki*ram, tabiin, tebe-i tabiin ve müctehid imamlar zamanında bu gibi şeylere rastlanmıyordu.
Biz Şah Hazretlerinin ve Müceddid-î Elf-i Sâni'nin çalış*malarım şüphesiz takdirle anıyoruz. Onlara duyduğumuz saygı da, onlara bağlı herhangi birisinin duyduğu saygıdan az değildir. Yalmz onların bazı işleri bizi tatmin etmekten uzaktır. Bu mesele de onlardan bir tanesidir. Hakikat şudur ki, biz onların söyledikleri herhangi bir şeye inanıyorsak, o inancımız, kesinlikle söylenenin veya yazılanın keşif ve ilha*ma dayalı olmasından kaynaklanmıyor. Tam tersine kabul ettiğimiz herşey, onların delilinin güçlü olmasından kaynak*lanıyor. Veya akla yatkın ve yerinde oluşundan kaynaklanı*yor. Aynı şekilde biz, eğer onları müceddid olarak kabul edi*yorsak, bu bir kanaattir ve bu kanaate de onların yaptıkları işler ve çalışmalarım gördükten sonra vardık. Bizim bu ka naatimiz hiçbir şekilde onların iddiaları sonucu oluşmuş bir kanaat değildir.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Taklid Ve İttiba


Soru:

"Caize " ismi verilen kitabın 55 no'lu sayfasında sorulan bir soruya cevap olarak zikredilen sözlerin size ait olduğu be*lirtilmektedir: "Bana göre ilim sahibi bir insan için bir baş*kasını taklid etmek caiz değildir, hatta bundan da öte çok ha*talı bir şeydir." Şimdi dikkat ederseniz, meselâ; Seyyid Abdülkadir Geylani, Hz. İmam Gazali, Müceddid-i Elf-i Sâni, Şah Veliyyullah, Mevlânâ Eşref Ali gibi büyüklerin hepsi mukallid idiler. O zaman sizin bu yazınızın içerdiği mânâdan bunlar istisna mıdır, değil midir? Yoksa size göre bu zatlar ilim sahibi değiller miydi? Umuyorum ki siz kendi*nize özgü üslubunuz çerçevesinde bizzat bir cevap yazarsınız.

Cevap:

Galiba siz "Caize" isimli kitabın bana ait olmadığını ve benim görüşlerim esas alınarak yazılmadığını biliyor olmalı*sınız. Bu eserde nakledilen ifadenin bana ait olduğunda şüp*he yoktur. Fakat, başka bir tartışma zemininde kaleme alın*mış bir yazıda nakledilen benim o ifadem, benim taklid ko*nusundaki görüşümü temsil etme konusunda yeterli ola*maz. Sizin gibi ilim sahibi büyükler için bir kimsenin görüşü*nü bu gibi cümlelere dayanarak tesbit etmeye çalışmak veya bu gibi cümlelere dayanarak bir kişinin görüşü hakkında yargıya varmak pek doğru değildir. Özellikle o şahıs kendi görüşlerini kitaplarının başka yerlerinde detayları ile açık*lamış ise. Eğer bu şekilde başka şahısların yazdığı metinlerde alıntı yaptıkları cümlelerine bakarak soru sormaya kalkışırsanız, o zaman benim bütün ömrümü sorularınızı cevap*landırmaya harcamam gerekir.
Siz soru sorma zahmetine katlandığınız için ben de kısa*ca cevaplarını sunuyorum.
Ben taklid ile ittiba (tâbi olmak) arasında fark olduğuna inanıyorum. Her ne kadar bugünkü alimler taklidi takipçi mânâsında kullanıyorlarsa da, eski dönemlerin alimleri tak*lid ve ittiba'yı birbirinden ayırıyorlardı. Taklidin mânâsı; delillere bakmaksızın, bir kişinin söz ve fiiline uymaktır. îttiba ise, bir kişinin metodunu, delillerini tahlil ederek izle*mek ve takip etmektir. Birincisi, yani, taklid, sıradan halk içindir. İkincisi, yani, ittiba ise, alimler içindir. Alim bir zat için, herhangi bir meselede kendi ilminin sınırları içerisin*de, bir müctehid imamın görüşlerini Kitap ve Sünnet'e uy*gun bulmadığı halde yine de ona tâbi olmaya devam etmesi doğru değildir. Müctehid imamların kendileri bile tekrar tekrar ilim sahiblerinin Kitab ve Sünnet'te delilini bulma*dıkça kendi görüşlerine tâbi olmamalarım tavsiye etmişler*dir. Şüphesiz, ilim sahibi için herhangi bir imamın görüşünü şer'î deliller nezdinde doğru buluyorsa, o imama uyması ke*sinlikle caizdir.
Sizin belirttiğiniz büyüklerin çoğunun kitaplarında, şer'î delillerine dayanarak ve onların delillerinden tatmin olarak bir imama uyduklarına ve kendilerinin de bu ittiba hakkın*da deliller gösterdiklerine şahid oldum. Herhangi bir mezhe*be ve görüşe uyan öteki büyükler için de aynı hüsn-ü zannı taşıyorum.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Bidat Ve Onunla İlgili Konular


Hasene ve Seyyie olarak bid'at iki kısma mı ayrılmakta*dır? Bazı insanlar, Hz. Ömer'in "ne güzel bid'at" sözünü esas alarak bidat-ı hasene'nin de olabileceğine delil olarak ileri sürmektedirler.


Bid'at'ın Tarifi ve Çeşitleri


Şer'î ıstılahta bidat olarak isimlendirilen herhangi bir şe*yin hangi çeşidi olursa olsun hasene olması mümkün değil*dir. Aksine her bidat seyyie ve dalâlettir. Nitekim hadiste "her bidat dalâlettir" buyurulmaktadır. Elbette lügat itibari Ele "yeni bir şey" mânâsına gelen bid'atm hasenesi ve seyyiesi olabilir. Hz. Ömer'in (r.a) teravih namazının cemaatle kılın*ması hakkında söylediği "bu ne güzel bid'attır " sözü ıstılahi mânâda kulanılmayıp, lügat anlamında kullanılmış olabilir. Onun içindir ki, bu söz bid'at'in bir hasene çeşidinin olabile*ceği şeklinde yorumlanamaz.
Bu konuyu anlamadan önce bid'at'ın şeriattaki anlamına bakmamız gerekir. Ondan sonra da, acaba teravih namazını cemaatle kılmak ve bunu sistemleştirmek bu anlamdaki bid'at'ın tarifine girer mi, girmez mi konusunda bir sonuca varabiliriz.
Arap dilinde bid'at kelimesi hemen hemen bizim Urdu di*linde kullandığımız yenilik ve yeni olma mânâsına gelir. Ya*ni; önce olmayan, önceden örneği bulunmayan şey anlamına gelir. Şer'i ıstılahta bu kelime, her yeni işin, her yeni yolun dalâlet olduğu mânâsında kullanılmamıştır. Şer'î ıstılahta, İslâm dini hangi meseleleri ve davranışları içeriyorsa, dinin asıl kaynağında delil ve hücceti bulunmadığı halde bu dav*ranış ve meselelerin aksine bir fikir ve amel tarzı ortaya koy*mak bid'at olarak isimlendirilir. Bu tarifin mantığına göre, dinin olumlu veya olumsuz hiç bir şekilde etkilenmediği me*seleler ve muameleler veya o meselelerin bazı yanları hak*kında şeriat sahibinin kendisi bile " siz dünya işlerinizi ben*den daha iyi bilirsiniz" buyurduğuna göre, bu meselelerin hepsi kendiliğinden bid'at'ın dışında kalırlar. Herhangi bir şeyin bid'at olup olmadığı hakkındaki sorun, sadece, insana yol göstermenin dinin elinde bulunduğu, Allah ve O'mm Rasûlü'nün hüküm koyduğu, emir verdiği meseleler için söz konusudur. O meseleler ister akide ve düşüncelerle ilgili ol*sun, ister ahlâk, ibadetler, Örf ve âdetlerle, ister dünya işle*riyle, siyasetle, medeniyetle ve ekonomi ile ilgili olsun. Bu konularda, ne zaman Allah'ın Kitabı'na ve O'nun Rasû*lü'nün sünnetine uygun olmayan ve dinin esas kaynağında bir delili bulunmayan bir iş yapılırsa, o zaman o iş bidat olur. Eğer o iş ve davranış Kitap ve Sünnet'in talimatına aykırı ise, bu durumda, ona sadece bid'at deyip geçemeyiz; daha da ileri giderek, fisk ve isyan olduğunu söylemeliyiz.
Bid'at in şer 'î mânâsının bu açıklamasından sonra, bu mânâda bid'at sayılan bir şeyin hasenesinin olabileceğini düşünmeye bile gerek yoktur. O artık her zaman kesinlikle seyyie olacaktır. Seyyie olması da lâzımdır. Zira din, Allah'ın (c.c) ve O'nun Rasûlü'nün emir ve talimatlarına dayalı bir sistemin adıdır. Bu sisteme de söz konusu emir ve talimata aykırı düşen bir şeyin girmesi uygun değildir. Böyle bir şey bu sistemin içine ne zaman girerse, bu sistemin karakter ve yapısını ifsad eder. O halde bu sistemi ifsad eden bir şey nasıl olur da hasene olabilir.
Şimdi, Hz. Ömer'in (r.a) "ne güzel bid'at" dediği şeyin ger*çekten şer'î ıstılahta bidat olarak bildirilen mânâda bir bid'at olup olmadığına bir bakalım. Meseleye teravih nama*zı, yani; Ramazan'da yatsı namazının ardından geceyi iba*det yaparak geçirmek açısından bakılırsa, bu caiz olmakla beraber aynı zamanda mendup ve mesnundur. Çünkü Pey*gamber Efendimiz bu uygulamaya teşvik etmiş ve bunu baş*ka günlerdeki gece ibadetine tercih etmiştir. Kendileri de bu yönde amel etmişlerdir. Meseleye teravih namazının cema*atle kılınması açısından bakılırsa, bu da Peygamber Efendi*miz zamanında ve onun bilgisi dahilinde uygulanmış ve hoş karşılanmıştır. Onun için Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde Hz. Aişe'den (r.a) şöyle rivayet edilmiştir: "Ramazan ayında Mescid-i Nebevinin değişik yerlerinde değişik insanlar gece vakti namaz kılarlardı. Ne kadar ezbere Kur'an biliyorsa, herkes o kadarını okurdu. Bazıları bir kişi, bazıları beş, ba*zıları da yedi veya daha az ve daha fazla kişi ile cemaat olur*lardı. " Ondan sonra hepsini toplayıp cemaat halinde imama uyarak teravih namazı kılınması hakkında da Peygamber Efendimizin uygulaması vardır. Tirmizi, Ebu Davud ve di*ğer hadis kitaplarında, Ebu Zerr Gifari'den (r.a) naklen şöyle bir olay anlatılmıştır: "Ramazan ayının bitmesine yedi gün kala gecenin üçte biri geçinceye kadar Peygamberimiz bize namaz kıldırdı. Bundan sonra da birer gün ara ile sahur vaktine kadar namaz kıldırdı."
Buhari ve Müslim de Hz. Aişe (r.a) bir başka Ramazan'ın durumunu şöyle anlatıyor: "Peygamber Efendimiz iki veya üç gün üst üste teravih namazı kıldırdı. Sonra üçüncü veya dördüncü gün insanlar namaz için yine toplandığında Pey*gamber Efendimiz (s.a) namaz kıldırmak için bir daha çık*madı. Sonra da buna sebep olarak insanların teravih nama*zını farz olarak anlayabileceklerinden endişe ettiğini belirt*ti."
Buradan teravih namazının bütün bu kılmış şekillerinin sünnet olduğu anlaşılıyor. Şimdi burada bizim yeni ortaya çıkan şey, yani; bid'at diyebileceğimiz şey, Hz. Ömer'in (r.a) teravih namazının cemaatle kılınmasını sürekli bir hale ge*tirmesidir. Peygamber Efendimizin teravih namazını sürek*li cemaatle kılması halinde insanların bunu farz olarak anla*yabilecekleri endişesini gözeterek meseleye bakarsak, Hz. Ömer'in sözü edilen uygulamasına bid'at demek mümkün değildir. Bu sebebin kendisi bile, Peygamberimize göre diğer uygulamalar yanında teravih namazımn cemaatle kılınma*sının daha uygun olduğunu kanıtlıyor. Fakat farz olarak anlaşılabileceği endişesi bu uygulamayı yaygınlaştırmasını engelliyordu. Peygamberimizin vefatından sonra ise bu en*dişe için bir neden kalmadı. Zira başka bir kişinin ameli şeri*atta bir şeyin farz olmasına delil olamaz. Onun için Hz. Ömer Peygamber Efendimizin amacına uygun olarak hareket et*miştir. Peygamberimizin amacı da teravih namazının cema*atle kılınması sünnetinin yaygınlaşması idi. Aksine farz, olarak anlaşılması değildi. Bu uygulamaya bazı insanlar bid'at gözüyle bakınca Hz. Ömer "bu ne güzel bid'at" diye*rek bid'at olabileceği şüphesini reddetmiştir. Elbette Hz. Ömer'in uygulaması yeni bir şeydi. Fakat bu şeriatın kötü gördüğü bir bid'at değildi. Bu sebepten dolayı bütün sahabe teravih namazının cemaatle kılınmasını ittifakla kabul et*miş ve sonra da bütün ümmet bu şekilde amel etmiştir. Yok*sa, şerî ıstılahta bid'at olan bir şeyi Hz. Ömer'in uygulamaya koyacağını ve sahabenin de bunu gözü kapalı kabul edebile*ceğini kim düşünebilir?


Duanın Makbuliyeti İçin Kabirlerde Çile Çekmek


Soru:

Meşayıh ve tasavvuf erbabının bazı eserlerinde biz, "filan kişi falan büyüğün kabrinde murakabe ve çileye çekildi gibi ifadeler görüyoruz. Ayrıca "filan kabirde Allah'a dua etmek kabul sebebidir. Çünkü filan büyük zat tecrübe etmiştir" gibi ifadelere de rastlanmaktadır. Bunun dindeki asıl yeri nedir?

Cevap:

Öncelikle belirtelim ki dinde asıl olan, Allah'ın Kitabı ve Rasûlullah'ın (s.a) Sünneti'dir; büyüklerin sözleri ve fiilleri değil, ikincisi, büyüklerin sözleri ve fiillerini içeren ifadele*rin gerçekten onlara ait olup olmadığından emin olamayız. Onlara atfedilen ifadelerin gerçekten onlara ait olduğu ke*sinlikle iddia edilemez. Böyle şeyleri kaynak kabul ederek onlara uymak çok büyük bir ihtiyatsızlık olur. En sağlam yol Kur'an ve Hadis'in bize bildirdiği yoldur. Bu yolun gerçekliği sahabilerin ve tabilerin dönemlerindeki uygulaması ile ve onlardan bize ulaşan kesin bilgilerle ispat edilmiştir. Bu yo*lun esaslarını fakihler tahkik etmişler, muhaddisler tedvin etmişlerdir. Onun için kim bu kesin bilgi esasına dayalı emin yolda yürümek isterse, bu sağlam yoldan çıkmayı hayâl biîe etmemelidir. Çünkü bu yolun dışındaki bütün yollar tehlike*lerle doludur. Şimdi örnek olarak sorduğunuz konuyu ele alalım: Filan filan büyükler şunları şunları yaptı diyen tez*kire kitablarmda anlatılanlar, hadis kitablarındaki zayıftan da zayıf bir rivayet karşısında ne kadar değer taşımaktadır. Hangi referansa dayanarak büyüklerin böyle bir şey yapmış olduklarına güven duyabiliriz? Farzedelim ki gerçekten on*lar böyle yapmadılar, o zaman biz o senetsiz rivayetlere uyarsak ahirette bunun cevabını nasıl verebiliriz? "Eğer biz akıbetimizi düşünüyorsak ve kendi hayrımızı da istiyorsak, o zaman, dinin bu sağlam ve güvenilir yoluna müracaat ede*rek tatmin olmamız; feyz almak ve duanın kabulji için zik*rettiğiniz yol önerilmiş mi, önerilmemiş mi iyice inceleme*miz lazımdır. Acaba sahabe-i kiram, Nebî'nin (s.a) mübarek kabrinde çileye çekilip murakabede bulunmuş mu idi? Tabiînden herhangi biri, acaba sahabelerden birinin mezan başında böyle bir şey yapmış mıdır? Fakihler ve muhaddislerden herhangi biri böyle bir yolun meşru olduğunu söyle*miş midir? Herşeyden önemlisi Allah (c.c) Kuran-ı Kerim'in herhangi bir yerinde feyz elde etmek ve duamn kabul edil*mesi için kabirlere gidilsin diye bir talimat vermiş midir? Ve*ya Allah Rasulü böyle bir şey için herhangi bir işarette bu*lunmuş mudur? Eğer bu kaynaklarda bu mesele ile ilgili ola*rak herhangi bir delil bulunuyorsa, o zaman gönül rahatlı*ğıyla bu iş yapılabilir. Yoksa, bu meseleyi tümüyle yanlış ol*masa bile şüpheli kabul etmemiz lazımdır. Böyle şüpheli iş*ler yaparak neden tehlikeli yolu seçeyim? Şayet ahirette o şüpheli yolun yanlış olduğu isbatlanırsa ve dinin hakiki yo*lunu bulmak için sağlam ve güvenilir kaynaklar mevcut ol*duğu halde neden şüpheli yollara başvurduğum sorulursa ben Allah'a ne cevap vereceğim? Hepimiz bunu düşünmeli*yiz.


Kabir Ehli'nden Dua Etmesini İstemek


Soru:

Herhangi bir büyük zatın kabrine giderek: "Ey Allah'ın Velisi, bizim için Allah'a dua edin" şeklinde beyanda bulun*mak acaba doğru mudur?

Cevap:

Herhangi bir büyükten bir kimsenin kendisi için hayır duada bulunmasını istemesi bizatihi itiraz edilebilecek bir şey değildir. İnsan kendisi bizzat Allah'a (c.c) dua edebileceği gibi, başka insanlardan da kendisi hakkında dua etmelerini isteyebilir. Lakin vefat etmiş olan büyüklerin kabirlerine gi*derek dua istenmesi bu durumun şeklini ve anlamını tümüy*le değiştiriyor. Kabirlerde iki şekilde dua isteminde bulunu*labilir: Birinci şekil; kalbinizden ve susarak büyük zatlar*dan dua istemektir ki, bunun mânâsı; sizin o büyük zatların işitme gücünü ve şanını aynen Allah'ın işitme gücü ve şânı gibi görmeniz demektir.
"Siz sözlerinizi gizleseniz de açık sesle söyleseniz de farketmez, şüphesiz Allah kalplerde olanı bilendir" [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
İkinci şekil de, dua isteğini yüksek sesle o veliyyullahm kabri başında çağırarak söylemektir. Bu şekil itikadi bir bo*zukluğa sebep olmasa da, karanlıkta ok atmak gibi bir şey*dir. Yüksek sesle çağırdığınız halde sizi kimse işitmiyor ola*bilir, zira ölülerin işitmesi meselesi hâlâ ihtilaflı bir mesele olarak durmaktadır. Sizi işitiyor olsa bile, belki onun ruhu o anda orada değildir ve siz boş yere bağırıp çağırıyorsunuzdur. Yine mümkündür ki, onun ruhu orada olduğu halde, Rabbiyle meşgul bulunduğundan siz kendi ihtiyacımz için bağırıp çağırmakla ona eziyet ediyorsunuzdur. Dünyada iyi ve temiz bir kulun duasını almak için gittiğinizde, öncelikle gayet edepli bir şekilde onunla görüşür, ondan sonra da is*teklerinizi arzedersiniz. Evin içinde var mı yok mu, eğer var*sa istirahat mı ediyor, yoksa herhangi bir işle mi meşgul ve*ya sizi dinleyebilecek halde boş mu oturuyor bilmeden, evin dışında ayakta durarak bağırıp çağırmazsınız.
Şimdi ölmüş olan büyüklerin durumuna bir göz atalım: Bizim onların ahvalini bilmek ve onlarla yüzyüze görüşmek için hiçbir şansımız olmadığına göre, onların evlerine gidip körü körüne bağırıp çağırmamız nasıl akıl sahibi bir insanın işi olabilir? Dua ettirmenin bu yolu eğer Kur'an ve Hadis'te bize bildirilseydi veya bu yola sahabe devrindeki uygulama*lardan bir delil bulunabilseydi o zaman hiç bir mesele olmaz*dı. Herkes gönül rahatlığıyla bu işi yapabilirdi. Madem ki Ki*tap ve Sünnet'te veya sahabenin uygulamalarında bu yolun bir ipucu bile yok, o zaman biz neden ve niçin böyle bir yolu tercih edelim? Büyüklerden dua istemenin birinci şekli net olarak ilahi sıfatların amacına ters düştüğüne göre, ikinci şekli zaten açıkça hiç makul görünmüyor.

Büyüklerin Yüzüsuyu Hürmetine Tevessül


Soru:

Dualara, filanın yüzüsuyu hürmetine; filanın hatırına gi*bi ziyadeler yapılmaktadır. Bu ziyadelerin şeriattaki yeri nedir? Rasûlullah'ın Sünneti bu konuda ne söylüyor? Saha*be nasıl dua yapmış? Böyle yapmakla, yani dua ederken "filanın yüzüsuyu hürmetine " gibi sözler söylemekle herhangi dini bir kusur işlenmiş olur mu?

Cevap:

Duada, Allah'a (c.c) herhangi birinin yüzüsuyu hürmetini vasıta yapmak, O'nun ve Rasûlü'nün bize öğrettiği bir yol de*ğildir. Bildiğiniz gibi, Kur'an-ı Kerim bu tür anlayışlardan uzaktır. Hadislerde de bu anlayışa temel oluşturabilecek bir örnek yoktur. Duada bu yolu uygulamış olan veya bir başka*sına öğreten sahabeden herhangi birisini de hatırlamıyo*rum. Doğrusu Alemlerin Rabbi'ne dua ederken herhangi bir kulun yüzüsuyu hürmetini referans göstermek veya filan kulun hatırı için benim istek ve ihtiyaçlarımı karşıla demek mânâsına gelen anlayış tarzı müslümanlara nasıl musallat olmuş anlamakta güçlük çekiyorum. Ben böyle yapmanın yasak olduğunu söylemiyorum, sadece şu iki şeyi söylüyo*rum: Birincisi; bu şekilde dua yapmak, Alemlerin Rabbinin bize öğrettiği dua yapma şekline ve metoduna aykırıdır. Hz. Peygamberin doğrudan doğruya ashabına öğrettiği dua tar*zına da aykırıdır. Bu sebebledir ki, bu tarz duadan uzak du*rulmalıdır. Zira Peygamber, Efendimiz ve diğer bütün pey*gamberler, Allah ile kulları arasındaki ilişkinin ve bağın doğru şeklinin ne olduğunu açıklamak için gelmişlerdir. Öy*leyse onların ne uyguladıkları ne de öğrettikleri bir dua şekli olan bu tarz bir dua şeklini, herhangi bir kimse uygulamaya kalkışırsa, şüphesiz o, muteber olan bir şekli terkedip, mute*ber olmayan bir şekli uygulamış olur.
İkinci olarak da, bu dua şeklinin nefrete şayan bir yol ol*duğuna inanıyorum. Başka bir kişinin bu dua şeklini benim gördüğüm gibi görmeyip başka bir açıdan bakması ve nefrete şayan bulmaması farklı bir durum. Ben ne zaman bu dua şeklinin zararlarına dikkat etsem, gözümün önüne hemen çok mert ve çok cömert bir zat gelir: Onun kapısına gelen her*hangi bir insamn arzuları anında yerine getiriliyor, feyz ve keremi herkesi kuşatıyor, her isteyen ondan dilediğini talep edebiliyor, lûtfu herkese açık ve herkes ona kolaylıkla ulaşa*biliyor. Böyle bir zâtın karşısına bir kişinin doğrudan gele*rek: "Ey kerem sahibi, cömert insan! Bana yardım et" demek yerine, filan kişinin hatırına benim ihtiyaçlarımı gider de*mesi ne kadar uygun düşer varın siz hesap edin. Bu isteme biçiminde, o cömert kişinin merhameti ve cömertliği sebe*biyle başkalarının ihtiyaçlarım gidermediği, fakat arkadaş*larının, dostlarının ve akrabalarının hatırına lütuf ve ihsan*da bulunduğu su-i zannı gizlidir. Eğer bunların vasıtasıyla dua edilmezse sanki o zaman ondan lıiç bir şey alamayacağı*nız zannıyla ümitsizliğe düşüyorsunuz. Filanın yüzüsuyu hürmetine demek; aynı zamanda, istekte bulunduğunuz zâta baskı uyguladığınız mânâsına gelir ki, siz aslında şöyle demek istiyorsunuz: "Ben filan büyük insanın tavsiyesi ile geliyorum. Benim ricamı herhangi aracısız bir insanın ricası gibi düşünerek geri çevirmemelisiniz." Eğer bu tarz dua bu söylediğim anlama gelmiyorsa, ne anlama geldiğini bana da öğretin. Böylece içimdeki sıkıntıdan kurtulacağım için mem*nun olurum. Fakat eğer bu tarz duanın anlamı gerçekten be*nim anladığım şekildeyse, o zaman Allah Teâlâ'nın kâmil sı*fatları hakkında doğru bilgiye sahip bir şahsın böyle bir dua tarzını hayâl edebileceğini bile düşünemiyorum. Fıkıh alim*leri bu dua tarzının, bu gibi mahzurlarım dikkate alarak mekruh olduğu kanaatine varmışlardır. Nitekim Hanefî Fıkhının meşhur kitabı Hidayede şöyle yazmaktadır: "Bir kimsenin dua ederken filanın hakkı için, filanın yüzüsuyu hürmetine veya peygamberlerin, nebilerin hakkı için demesi mekruhtur. Zira yaratılanın, yaratan üzerinde hiçbir hakkı söz konusu değildir."[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Dört İmam Ve Ehl-i Beyt


Soru:

Tercüman ul Kur'an'ın Eylül 1956 no'lu sayısında bir so*ruya cevap olarak şöyle yazıyorsunuz: Eimme-i Erbaa, dö*nemlerinde beraber yaşadıkları ve istifade etmeleri müm*kün olan ilim ehli herkesten faydalanmışlardır. Yalnızca ehl-i beyt'ten faydalanmakla kalmamışlar, kimde ilim bulmuşlarsa ondan faydalanmışlardır. Bu yol ve metod herhangi bir taassuba mübtela olmayan her insanın yolu olmalıdır." Ben bu zamana kadar bu anlamda bir şeyi ne gördüm ne de duydum. Siz bana bu iddianızı kanıtlamak için birkaç tane muteber kitap adı verin de iddianız iyice açıklık kazansın. Başka bir sorum da, Sahih-i Buhari "Kitab'ul Fiten Bab'ul Istihlaf'da zikredilen bir hadisle ilgilidir. Hadis şöy*ledir:
"Cabir b. Sümre'nin: Hz. Peygamber'in on iki emir ola*cak dediğini, isitemediği bir kelime daha söylediğini, baba*sının da hepsinin Kureyş'ten olacak dedi" şeklinde söylediği nakledildi. Bu hadiste zikredilen on iki emir hangi emirler*dir. Şiîlerden isnâ aşere yanlıları, buradaki on iki emirden kastedilenin on iki imam olduğunu iddia ediyorlar. Acaba bu iddiaları size göre doğru mudur?

Cevap:

Şiî ilim adamlarının hadisle ilgili eserleri hakkında ye*terli bilgiye sahip olmadığımdan bir şey söylemem mümkün değil. Fakat, ehl-i sünnet'in hadis kitaplarında; ehl-i beyt'in büyüklerinin, ehl-i beyt olmayan sahabilerden, tabiilerden, tebe-i tabiînden yaptıkları rivayetler genellikle mevcuttur. Meselâ; Buhari ve Müslim'deki bir çok hadis, Cafer Sadık yoluyla Muhammed b. Munkadır ve Ata b. Ebi Rebah'tan ri*vayet edilmiştir. İmam Muhammed Bakır da; Cabir b. Ab*dullah'tan, Ebû Mûrre'den, Ukayl b. Ebî Tâlib'ten, Abdullah b. Ebi Râfi'den, Said b. Müseyyib ve Yezid b. Harun'dan bir çok hadis rivayet etmiştir. İmam Zeynel Abidin birçok hadisi müminlerin annesi Hz. Safiyye'den, Misver b. Mahzeme'den, Said b. Mercane'den, Ömer b. Osman'dan ve diğer ashabtan rivayet etmiştir. Hz. Ali'nin kendisi de Müslim'de yer alan bir hadisi Mikdad b. Esved'den bizzat rivayet etmiş*tir. Üstelik, burada sözünü ettiklerimiz sadece Buhari ve Müslim'deki rivayetlerdir. Öteki hadis kitapları incelenir*se, bu gibi hadislere pek çok yerde rastlamak mümkündür. Şu bir vakıadır ki, ehl-i beyt'in büyükleri ilmi meselelerde hiçbir zaman taassup göstermemişler ve hiçbir zaman ailevi bir gurura ve büyüklenmeye tenezzül etmemişlerdir.
Hakkında bana soru sorduğunuz hadis, Buharınin "Kitab'ul Fiten" bölümünde değil, "Kitab'ul Ahkâm" bölümündedir. Ve bunun münderecatı "Bab'ul Istihlaf"da değil de başlığı bulunmayan bundan sonraki bir babdadır. Bu riva*yet Buhari de çok kısa olarak zikredilmektedir. Fakat Müs*lim, Ebu Davud, Tirmizi, Taberânî ve diğer hadis kaynakla*rında meseleyi detayları ile açıklayan birçok rivayet bulun*maktadır. Bu rivayetlerin hülasası şudur: On iki halife veya emir (kelimeler muhtelif şekillerde rivayet edilmiştir) zama*nına kadar İslâm güçlü ve sağlam olarak devam edecek ve ümmet birlik ve beraberliğini devam ettirecek, herhangi bi*rinin düşmanlığı bunları bozamayacaktır. İslam tarihi göz önünde tutularak bu emirden haber verme muhtelif emirler için söz konusu edilebilir. Bazıları da bunu yapmak için çaba göstermişlerdir. Yalnız bütün bunlara rağmen bu detaylı ri*vayetlerden de açıkça görülüyor ki, on iki halife veya emir*den kasıt asla on iki imam olamaz. Zira bunların eline hiçbir zaman devlet geçmemiştir.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Hazreti Alî Muhaliflerine Karşı Haklı Mıydı?


Soru:

Bir meselede beni aydınlatmanızı istiyorum. Muharrem ayında yaptığınız konuşmalardan birinde Hz. Ali'nin (k.v) haklı olduğunu söylüyordunuz. Sözlerinizden, Hz. Ali'nin karşısında olanların bâtıl üzerine oldukları neticesi çıkmak*tadır. Siz yine aynı konuşmanızda Hz. Ali'nin (k.v) üç ayrı grupla kanlı savaşlara girmesine rağmen Allah'ın (c.c) belir*lemiş olduğu sınırları aşmadığını; karşı taraftaki insanları öldürmediği gibi, onların kadın ve çocuklarını cariye ve köle olarak almadığını söylediniz. O halde, böyle bir davranışla Hz. Ali (k.v) hangi savaşı kazanabilirdi ki?
Peygamber Efendimizin vefatından sonra Hz. Ali (k.v) halifelik için her zaman istekli idi. Rivayetlere göre uzun bir müddet Hz. Ebu Bekir'e (r.a) biat etmemişti. Hz. Ömer'in (r.a) (ölümünden sonra yeni halifeyi belirlemek üzere) oluş*turduğu altı kişilik şûrada Hz. Ali de vardı. Şûradaki diğer kişilerin halifelikten vazgeçmesi üzerine ortada sadece Hz. Ali ve Hz. Osman kalmıştı. Hz. Osman'ın halifeliğe seçilme*sine içerleyen Hz. Ali bu seçimin yapıldığı camiyi terketmiş, ancak daha sonra gelerek biat etmişti. Hz. Osman'ın (r.a) şehadetinden sonra Hz. Ali (r.a) hilafete seçildiğinde, onu se*çenler Medine'deki birkaç sahabeden ibaretti. Hz. Ali (k.v) halifeliğe seçildiğinde Medine'de büyük sahabilerden kimse var mıydı? Hz. Muaviye'nin Hz. Ali'ye biat etmesi zorunlu muydu?
Aynı şekilde Hz. Hüseyin'in (r.a) zamanında bütün asha*bın onu Kûfe'ye gitmekten alıkoymak istemesine rağmen o kimsenin sözünü dinlememişti. O halde, söyler misiniz, yok olmaktan başka bir mânâ taşımadığı halde çarpışmak için düzenli ve güçlü bir hükümetin karşısına çıkmak sizce akıllı*ca bir girişim midir? İslâm böyle mi öğretmektedir? insanın güçsüz ve zayıf olduğu bir durumda, güçlü bir hükümetin karşısına çatışmak için çıkmasının neticesi elbette Hz. Hü*seyin'in başına gelenler gibi olacaktır.

Cevap:

Mektubunuzu aldım. Sormuş olduğunuz sorulara ayrın*tılı cevap vermek uzun bir makale yazılmasını gerekli kılmaktadır. Ancak benim böyle bir yazı için yeterli vaktim yok. Eğer sorularınıza kısa cevap verirsem, nasıl sorduğunuz so*rulan aldığınız konuşmamın metni sizi iknada başarılı olamadıysa, bu sefer de başarılı olamayacağımdan korkarım. Benim düşüncelerimi öğrendikten sonra bu konu üzerinde bizzat durup, gerçekleri ortaya çıkarmak için çaba göster*meniz ikimiz açasından da daha iyi olmaz mıydı?
Siz galiba bu konuda imam Ebu Hanife (r.a) gibi dikkatli bir fakihin görüşünün ne olduğunu da bilmiyorsunuz. Çün*kü o da, kimle savaşmışsa Hz. Ali'nin haklı olduğunu savun*maktadır. Hatta Sıffîn Savaşında Hz. Ammâr b. Yâsir'in şehid edilmesinden sonra ehl-i sünnet uleması Hz. Ali'nin kar*şısındaki grubun "baği " olduğu üzerinde icma etmişti. Çün*kü Peygamber Efendimiz Ammâr b. Yâsir'in (r.a) baği, yani; azgın bir grup tarafından öldürüleceğini önceden bildirmiş*ti. Siz, Peygamber Efendimizin hilafetin kendisinden sonra otuz sene devam edeceğini ve daha sonra saltanatın başlaya*cağını bildirdiğini de unutmuşsunuz. Bu yönüyle de Hz. Ali'nin hilafeti bizzat Peygamber Efendimiz tarafından onaylandığı halde, Muaviye'nin (r.a) hükümeti hilafet değil padişahlık olarak gözükmektedir. Siz, ehl-i sünnet ulaması*nın Hz. Ali'yi ittifakla dördüncü raşid halife olarak kabul et*tiğini de unutmuş gözüküyorsunuz. Alimler bunu ehl-i sünnet'in akide kitaplarına da geçirmişler. Ehl-i sünnet mezhe*binin şiiler ve haricilerden ayrıcalığım göstermek için de bu*nu yüzyıllardır minberlerden okumaktadırlar. Bunun aksi*ne Emir Muaviye'yi Hülefa-i Raşidîn'den sayan şayan-ı zikir hiçbir alim hatırlamıyorum. Aynı şekilde siz, bütün ehl-i sünnet fakihlerinin kitaplarında Dört Halife'mn kararlarını delil olarak aldıkları halde, Hz. Ömer b. Abdulaziz'in karar*ları hariç, Benî Ümeyye sultanlarından hiçbirisinin kararlarına fıkıh kitaplarında yer vermediklerini de umursamıyorsunuz. Bu gibi meseleleri göz önünde bulundurarak tarihi doğru görüş açısından mütalaa ediniz. İbn Sa'd'ın Tabakat'ı, Taberî, İbn Esîr, İbn Kesir vb. gibi asıl kaynaklardan tarih okuyunuz. Bunu yaparsanız, öyle sanıyorum artık ba*na birşey sorma zarureti hasıl olmaz.
Bazı kimselerin insanların kafasına Hz. Hüseyin'le (r.a) ilgili olarak soktukları şüphelerin hepsini bir mektupla gi*dermek benim için oldukça zor. Eğer fırsat bulursam, bu ko*nuda müstakil bir makale yazacağım. Şimdi ancak şu kadar*la iktifa etmek istiyorum: Eğer insanların kafasına şüphe so*kan beylerin görüş açılarından meseleye yaklaşırsak, müslümanların hükümeti bir kez asliyetini kaybetti mi artık onun ıslahı için hiçbir şey yapılamaz. Çünkü onu değiştirme yolunda alman her tedbir günah; bozulmuş hâkimlere itaat için boyun eğme sevap sayılacaktır. Yezid'in hilafeti haklı sayılırsa, bugünkü zalim ve zorba idareciler niye kötü olsun, neden onlar aleyhine sesimizi yükseltelim?[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Müslim Ve Müminin Mânâsı


Soru:

Bazı kimseler, İslâm ve iman kelimelerini ıstılahı mânâda bir diğerinin karşıtı olarak kullanmaktadırlar. On*lar İslam kelimesinin mânâsını arkasında iman olmayan sırf zahiri itaat olarak alıyor ve iman kelimesine ise hakiki ve içten iman mânâsını yüklüyor. Bu kişiler söylediklerine delil olarak:
"Bedeviler "inandık" dediler[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] diye başla*yan Hucurat Sûresi'ndeki ayet-i kerimeyi gösteriyorlar. Bu ayet-i kerimede bedevi Araplar mümin yerine müslim ola*rak gösterilmiş ve imanın daha onların kalplerine yerleşmediği bildirilmiştir. Bazı dini gruplar bu ayet-i kerimeden ha*reketle kendilerini mümin, diğer müslümanları ise müslim olarak nitelemektedirler. Hatta Hülefa-ı Raşidîn'den ilk üç halifeye de mümin yerine müslim diyerek, îmalı bir tarzda onların gerçek imana sahip olmadıklarını anlatmaya çalış*maktadırlar. Lütfen meseleyi kavrayabilmemiz için yukarı*da sözü geçen ayetin yorumu ile birlikte mümin ve müslim kelimelerinin mânâlarını açıklayınız.

Cevap:

Hucurat Sûresi'ndeki diye başlayan ayet-i kerime Tevbe Sûresi 90'dan 101e kadar olan ayet-i ke*rimelerin ışığında okunursa mesele tamamen aydınlığa ka*vuşur. Medine çevresi ve dışında yaşayan bedevilere "A'rab" demliyordu. Bu insanlar itaat etmekten başka çareleri kalmadığı için Medine'deki İslâmî hükümete tabi olmuşlardı. Ancak onlar ne cihad için savaşa giderek kendilerini tehlikeye atmak istiyorlardı ve ne de zekatı gönül rızası ile vermeye yanaşıyorlardı. Müslümanların yap*mış olduğu fetihlerden elde edilen ganimetlerden istifade et*me zamanı gelince, onlar tek tek ortaya çıkarak imanlı ol*duklarım iddia ederlerdi. Bunu yaparken de sanki İslâm dinine girmekle Peygamber Efendimize bir ihsan ve minnet yapmışlar izlenimini vermeye çalışırlardı. Onların bu davra*nışı ile ilgili olarak Hucurat Sûresi'nde şöyle buyurulmaktadır: Söz konusu bedevilerin (A'rab) iman sahibi olduklarını iddia ettikleri, ancak onların zahiren itaati kabul ettikleri; çünkü, eğer iman kalplerine yerleşmiş olsaydı, onların ne cihaddan kaçmaları ve ne de müslüman olmalarım Peygam*berimiz üzerine bir ihsan olarak görmeleri gerekirdi.
Bu noktada, yani söz konusu ayet-i kerime'de, İslâm keli*mesi; imana sahip olmadan boyun eğme, itaat etme mânâsı*na kullanılmıştır. Ancak bunun anlamı, İslâm ve iman Kuran-ı Kerim'de iki ayrı şeydir demek değildir. Eğer herhangi bir kimse böyle bir iddiada bulunursa ona:
"Allah katında (makbul olan) din ancak İslamdır"[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]ayet-i kerimesinin veya Hz. İbrahim'in (a.s) ayet-i kerimedeki:
"Rabbimiz bizi sana teslim olanlar yap, neslimizden de sana teslim olan bir ümmet çıkar; bize ibadet yerlerimizi gös*ter, tevbelerimizi kabul et; zira, tevbeleri kabul eden, çok mer*hametli olan ancak sensin, sen!" [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]şeklindeki duasının ne mânâya geldiğini sorunuz.
Geriye ilk üç halife ile birlikte bütün sahabe-i kiramı (bir*kaç istisna dışında) imandan yoksun müslümanlar olarak gören grupların iddiası kalıyor. Aslında bu onlara değil de bizzat Peygamber Efendimize yapılmış bir saldırıdır. Aslın*da onlar bu saldırıları ile -Allah korusun- Peygamber Efendi*mizin son derece başarısız bir peygamber olduğunu ispatla*maya çalışmaktadırlar. Çünkü -onlara göre- Peygamber Efendimize ehl-i beyt'ten birkaç kişi ve iki üç sahabe dışında hiç kimse samimi olarak iman etmemiştir. Hatta Yüce Pey-gamber'in çoğu hanımları bile O'nun samimi tabileri değil*lerdi. Buna ilaveten, onlar Peygamber Efendimizin -Allah'a sığınırız oldukça basiretsiz ve saf olduğunu da ispata kal*kışmaktadırlar. Çünkü onlara göre, Peygamber Efendimi*zin ömür boyu canciğer dostlarının hepsi aslında münafık*tırlar. Hepsinden daha garibi, bu zalimler hiç düşünmezler mi ki, Peygamber Efendimize nasib olan o büyük başarı, eğer O'nun tüm dostları muhlis, vefalı ve fedakar olmasalardı hiç gerçekleşebilir miydi? Uzun seneler boyunca tüm Arap mil*leti Peygamber Efendimizle savaş halinde idi ve işte bu sahabiler Yüce Peygamber'in kolu ve pazusu durumundaydılar. Allah korusun, eğer onlar münafık olsalardı, Araplar nasıl kontrol altına alınabilirdi? Gerçeği söylemek gerekirse buğz ve taassup insanın gözünü kör ettiği zaman güneş gibi açık gerçekleri de göremez.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Hz. Peygamberin Hayatta Olması Meselesi


Soru;

Bugünlerde dini çevrelerde Hz. Peygamber'in (s.a) hayat*ta olup olmadığı meselesi hararetli bir şekilde tartışılmakta*dır. Öyleki alimler arasında bile konu gündemdedir. Tartış*manın başlangıcında taraflar kendi görüşlerini destekleyen deliller göstermekle iktifa ediyorlardı, ancak iş şimdi taraf*ların birbirlerini tekfir etmelerine ve birbirleri aleyhine kö*tü söylemelerine kadar geldi dayandı. Bu tartışma ne zama*na kadar devam eder Allah bilir.
Bugün bazı camilerde hopörlörlerle Hz. Peygamber'in tıpkı dünya hayatındaki gibi hayatta olduğu ve Hz. Peygam*ber'in hayatta olduğunu inkar edenlerin kâfir olduğu ilan ediliyor. Diğer bazı kimseler ise, Hz. Peygamber'in -şu an bi*le- cismani bir hayata sahip olduğu şeklindeki bir inancın müşrikçe olduğunu, hatta şirkin kaynağı olduğunu iddia ediyorlar. Faziletlerin söz konusu olduğu bir noktada, Kur'an-ı Kerim ve mütevatir haberle çatışmayan bir söz ka*bul edilebilir. Ancak, akide söz konusu olduğunda kati delil*lere zaruret vardır. Sizden beni Hz. Peygamber'in (s.a) haya*tı hakkında aydınlatabilecek bilgiler vermenizi rica ediyo*rum.

Cevap:

Peygamber Efendimizin hayatı hakkında bugünlerde alimler arasında devam eden tartışmalara ne ihtiyaç vardır ve ne de bu tartışmalar bir fayda getirir. Akide noktasında Yüce Peygamber'in yönlendirmesinin kıyamete kadar asıl yönlendirme olduğuna iman etmemiz bizim için yeterlidir. Amel etmemiz için de Peygamber Efendimizin (s.a) güzel ör*neği bizim için kafidir. Bu güzel örneği öğrenmenin kaynağı ise Kur'an-ı Kerîm ve sünnetir. O halde, Peygamber Efendi*miz bu dünyadan göçtükten sonra da O'nun hangi anlamda sağ olduğunu tartışmaya ne hacet vardır? Gerek ruhani ha*yat açısından olsun; gerek cismanî hayat açısından olsun, behemehal Peygamber Efendimizin hicri ikinci sene de dün*yasını değiştiği ve ümmetin yönlendirilmesi için şu an bede*niyle aramızda olmadığı gerçeğini kim inkar edebilir ki? O halde bizim Yüce Peygamber'e ittiba etmemiz için O'nun kutsal zatına değil de Kuran ve Sünnet'e yönelmemiz gere*kir. Berzah alemindeki bir hayat mı ya da cismani bir hayat mı tartışması bir neticeye ulaşsa bile, bu yukarıda söz konu*su ettiğimiz gerçeği değiştiremeyecektir.
Bu tartışma şu yönden de lüzumsuzdur: Biz bu özel konu*da Allah ve O'nun Rasûlü tarafından belli bir inanca sahip olmakla mükellef tutulmamışızdır. Eğer herhangi bir müslüman bu konuda herhangi bir bilgiye sahip olmadan ya da herhangi bir görüşe varamadan ölse, ne onun imanında bir eksiklik söz konusu olur ve ne de ahirette "sen dünyayı değiş*tikten sonra Hz. Peygamber'in hayatının berzah aleminde mi yoksa cismani mi olduğuna inanıyorsun?" diye bir soruya muhatab tutulur. Kuran ve hadis-i şeriflerde bizi bu konuda belli bir inanca sahip olmakla mükellef kılan hiçbir açık ve kafi yönlendirme söz konusu değildir. Aynı şekilde bu mese*le ne sahabiler arasında tartışma konusu olmuştur ve ne de Peygamber Efendimizin (s.a) halifeleri bu konuda herhangi bir inanca sahip olunması yolunda telkinde bulunmuşlar*dır.
Ben, Yüce Peygamber'in dünyayı değiştikten sonraki ha*yatı hakkında günümüz alimlerinin yaptıkları tartışmalar*la, aynı Kur'an'ın mahluk olup olmadığı meselesinde Halife Me'mun'un düştüğü hataya düştüklerini sanıyorum. Halife Me'mun, Allah ve O'nun Rasûlü'nün İslâm'da bir inanç me*selesi ya da imanın bir şartı kılmadığı, kurtuluşu onu kabul edip etmemeye bağlamadığı ve insanları ona inanmaya ça*ğırmadığı bir şeyi imanın şartlarından bir şart olarak kabul ettirmeye çalışıyordu. Kurtuluşu bu inancı kabul edip etme*meye bağımlı kılıyor, insanları buna iman etmeye çağırıyor ve buna iman etmeyenleri de küfür ve fiskla itham ediyordu. Allah Teâlâ ve Onun Rasûlü dinde böyle özelliğe sahip konu*ları açık açık ve kesin bir şekilde açıklamıştır. İnsanlar bu gi*bi hayati öneme sahip konulara iman etmeye açıkça çağrıl*mıştır. Peygamber Efendimizin dünyayı değiştikten sonraki hayatının keyfiyeti meselesi kesinlikle söz konusu meseleler gibi değildir ve bu meseleyi zorla o meselelere dahil etmeye çalışmak ya da onlarla aynı derecede önemli görmek tama*mıyla yanlış bir iştir. Eğer herhangi bir şahıs bu meselede kesinlikle bir şey bilmiyorsa veya herhangi bir karara varamamışsa, o kıyamet gününde bundan dolayı sorguya çekil*mez ve onun bu konudaki bilgisizliği ya da herhangi bir kara*ra varamaması encamını etkilemez. Ancak, bu konuda her*hangi bir inanca varıp da bunu başkalarına da tebliğ eden şahsın tehlikede olduğunu burada belirtmeliyim. Çünkü, onun inancı doğru veya yanlış her iki ihtimali de taşımaktadır.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Tasavvufla İlgili Birkaç Açıklama


Soru:

Ben, Allah'a (c.c) davet ve Allah'ın dininin hayata hakim kılınması yolunda sizi destekleyen ve sizinle birlikte çalış*mayı arzulayan birisiyim. Sizi tasavvufu kabul etmemekle suçlayan kişilere karşı ben, sizi savunuyorum. Eğer hatır*larsanız benim bu konu ile ilgili bir soruma "bu hareketimize tasavvuf ehli olan ya da olmayan herkesin katılmasına ihti*yaç ve zaruretimiz vardır. Ben sufi olmadığıma göre sufilik iddiasında bulunacak bir şekilde düzenbazlık yapamam" di*ye cevap vermiştiniz. Bu cevabınız doğru ve iyi bir cevaptı.
Ancak insanın yazarken bazı hatalara da düşebileceğini ka*bul etmesi lazım gelir. Siz, "Hedefler Sözleşmesi" nin 13. sahifesinde şöyle yazıyorsunuz: "Hayatın tüm merhalelerinde devam etmesi gereken zikrullahın daha sonraki devirlerde suülerin çeşitli grupları tarafından icad edilen veya başkala*rından alınan usulleri sahih değildir."
Siz, bu görüşünüzü bütün sûfilere teşmil etmeseydiniz hareketinize ne zarar gelirdi ki? Sizin yukarıdaki satırlarınızdan ya gerçek sufileri tanımadığınız ya da sûfilere olan nefretinizi ortaya vurarak İslâmî harekete zarar vermek is*tediğiniz anlaşılıyor. Bu yüzden, tüm işinizi gücünüzü bıra*kıp onlarla uğraşıyorsunuz. Görüşlerinizi yeniden gözden geçirmeniz ümidiyle.

Cevap:

Herhangi bir meselede herhangi bir şahıs ve grupla ihti*laf etmemiz, o şahıs veya grupla her konuda ihtilaf ettiğimiz, onlara düşman olduğumuz ya da onları her meselede hatalı gördüğümüz mânâsına gelmez. Siz, bizzat Şafiî, Hanbelî ve Malikîlerin bir çok görüşüne katılmaz ve çoğu zaman onların görüşleri hilafina ortaya delil sürerken, biri çıkıp da bu hare*ketinizden dolayı sizin diğer üç imam ve onların takipçisi ulema ile ihtilaf ettiğinizi, onları kesinlikle hatalı olarak gör*düğünüzü ve tüm işinizi gücünüzü bırakıp onlarla uğraştığı*nızı söylese, ne ölçüde haklı olur.
Bu yüzden ben bu görüşünüzü yeniden gözden geçirmeni*zi ve görüş ayrılıklarını muhalefet, düşmanlık ve inatlaşma ile karıştırmamanızı rica ediyorum.
Benim bu konudaki görüşüm şöyle: Bizim, bâtının ıslahı ve nefis tezkiyesi için Kuran, Sünnet ve sahabenin uygula*masıyla sabit usullere sarılmamız bize yeter ve bizim bu usullerle iktifa etmemiz gerekir. Bundan daha iyi bir yol yok*tur ve bu usullerde azaltma ya da çoğaltma yapmak ne doğru ve ne de faydalıdır. Bu usulleri bırakıp, kim icad etmiş olur*sa olsun veya hangi dinler ve milletlerin tabilerinden alın*mış olursa olsun, başka usullere sarılmaktan kaçınmak la*zımdır. Bu görüşümde herhangi bir yanlışlık varsa, bunu de*lilleriyle birlikte göstermeniz gerekir. Böyle yaparsanız, üzerinde düşünürüm. Ancak, bu görüş ayrılığı yüzünden be*nim sûfilere muhalif olduğum veya tasavvuf düşmanlığı yaptığım ya da ehl-i tasavvufun hepsini karaladığım suçla*masından berî olduğumu bildirmek isterim.

Soru:

Hakkımızda birazcık su-i zanda bulunarak belki de bizim görüş ayrılığı ile muhalefet arasında fark görmediğimizi zannetmişsiniz. Elhamdülillah Muhterem Mevlânâ... bize ikisi arasındaki farkı görebilecek kadar terbiye vermiştir. Tezkiye-i nefs hakkında yazmış olduklarınızı biz de aynen tabilerimize nasihat şeklinde söylüyoruz. Sizinle bizim ara*mızdaki fark belki de sadece söyleyiş biçimimizde. Örneğin, biz Şafiîlerle ve Hanbelilerle bazı meselelerde ihtilaf ederiz ancak bu hiçbir zaman bizim İmam Şafii'nin görüşlerini yan*lış ya da bâtıl olarak gördüğümüz mânâsına gelmez. Siz, da*ha sonraki devirlerde sufilerin çeşitli gruplarının icad ettiği veya başkalarından aldığı usûllerin sahih olmadığını söylü*yorsunuz. Bununla ilgili bir kaç misal verirseniz sevinirim. Yine, doğru olmayan bir usul üzerinde olan kişi için de ne gibi bir görüşe sahip olduğunuzu merak ediyorum doğrusu. Ben böyle bir kişiyle hem görüş ayrılığı içerisindeyim ve hem de onun muhalifiyim. Doğru yolda olmadığını bildiğiniz halde böyle kişilere sizin muhalif olmamanızı ise doğrusu anlaya*mıyorum.
Kur'an ve Sünnet'i bir kenara koymak için değil, Kur'an ve Sünnet'in ruhu ve özüne ulaşmak için icad edilmiş olan bir usûlü siz büyük bir ihtimalle kendi prensiplerinize uygun olarak görürsünüz (bid'at olduğunu söyleyemezsiniz). Böyle bîr usûlü kabul edip etmemekte serbestsiniz, ama ona bâtıl diyemezsiniz. Eğer böyle bir şey söylerseniz, bu konuda si*zinle sadece görüş ayrılığına değil; muhalefete de düşeriz.

Cevap:

Daha önceki mektubunuza yazdığım cevapta herhalde söylemek istediklerimi açık bir şekilde ifade edememişim ki, siz yeniden bazı şeyler yazmak durumunda kalmışsınız. Eğer maksadımı açık bir şekilde anlasaydmız, böyle bir şeye zaruret doğmayacaktı. Ben kısa bir şekilde anlatmak iste*diklerimi burada yinelemek istiyorum. Zatınız gibi alim bir şahsın, müctehidin içtihadında hata da isabet de edebilece*ğini bilmesi gerekir. Dolayısıyla selef alimlerinden halef alimlerine kadar bütün ehl-i ilmin, çok büyük meziyetlere sahip insanların bile hata yapabileceklerine inandıklarını bilmelisiniz. Onların hatalı ictihad yapan ve görüşünde isa*bet edemeyen şahısların büyüklüklerini inkar etmediklerini de biliyor olmalısınız.
Onlar, hata olarak gördükleri birşeyi delilleriyle birlikte reddetmişler, ancak, ictihaddaki hatayı fazilet sahibi birinin faziletini azaltıcı olarak görmemişlerdir. Onlar ictihad hata*sına hata demek ve o görüşe karşı çıkmakla birlikte müctehide saygı da gösteriyorlar ve bu hata dolayısıyla tüm sevapla*rını sıfirla çarpınıyorlardı.
Bu meselede ben de aynı tavıra sahibim. Örneğin ben, semâ'yı Allah'a yaklaşmaya bir vesile olarak gören büyükle*rin içtihadının doğru olduğunu kabul edemem. Veya şeyhi rabıta etme yoluna başvuran kişilerin görüşlerinin isabetli olduğunu söyleyemem. Ben böyle şeyleri yanlış olarak görü*yor, bu gibi şeylere karşı çıkmayı ve insanlara bunlardan ka*çınmalarını öğütlemeyi gerekli hissediyorum. Ancak, şu da var ki, bu gibi usullerin nispet edildiği büyük sûfilere saygı*sızlık edilmesini doğru bulmuyorum.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Gayb İlmi, Hâzır Ve Nazır Olmak Allah'tan Başkasına Secde Etmek


Soru:

Şu sıralar Tefhim'ul Kur'an'ı okuyorum. Şirk meselesi kafamı karıştırdı. Bu konuda sizden yardım istiyorum. Tef*him'ul Kur'an'ın dikkatli okunmasından Âlim'ul Gayb (gaybı bilen), Semi ve Basîr (gören ve işiten) olmanın (ki bunlara bizim konuştuğumuz dilde "hâzır ve nazır olmak" da denili*yor), Allah'ın zâti sıfatlarından olduğu anlaşılıyor. Allah'tan başka birisinin bu sıfatlara sahip olduğuna inanmak şirktir. Secde, rükû vs. yapmak da Allah Teâlâ'ya mahsustur. Allah Teâlâ' şirkin büyük ve affedilmez bir günah olduğunu bildir*mektedir. Bu yüzden O'nun (c.c), böyle bir günahı işlemesi için başkalarına emir vermemesi gerekir. Ancak Allah Teâlâ Adem'e secde etmeleri için meleklere emretmiştir. Aynı şe*kilde hiçbir nebi ne şirke bulaşmakta ne de başka bir kimse*nin şirke bulaşmasını istemektedir. Ancak, Hz. Yusuf un önünde kardeşleri ve ebeveyni secde etmiştir. Sorun şu; eğer Allah'tan başkasına secde etmek şirk ise yukarıda zikredi*len hadiseleri nasıl tevil ederiz?
İkinci sorum da şu: Eğer gaybı bilmek sadece Allah'a mahsus bir sıfat ise, o halde bu sıfatın hiçbir mahlukta olma*ması gerekir. Fakat Kuran ve Hadis'ten anladığımıza göre nebi ve rasuller gaybı bilmektedirler. O halde, herhangi bir mahluk ya da herhangi bir kişide bu sıfatın var olduğunu ka*bul edince neden şirke bulaşmış oluyoruz?Veya herhangi bir kimse Allah Teâlâ'nın Peygamber Efendimize (s.a) kıyamete kadar olacak şeylerin ilmini verdiğine inanıyorsa, ona neden hemen müşrik yaftası vurulmaktadır? Bu gibi şeylerden do*layı şirke bulaşmakla itham edilen kişiler Peygamber Efen*dimizin (s.a) gaybı bilme sıfatını zatî bir sıfat olarak değil de Allah vergisi olarak kabul etmektedirler. Bu kişilerle diğer alimler arasındaki ihtilaf sırf fazlalık ve eksikliktedir. Eğer mesele fazlalık ya da eksiklik meselesi ise, o halde şirk fetva*sı vermek niye?
Hâzır ve nazır olma sıfatları da Allah Teâlâ'nın zâti sıfat*ları olarak kabul edilmektedir. Ancak, Yüce Allah ölüm me*leğine (Azrail) bir anda yüzlerce, hatta binlerce insan, hay*van, kuş, sürüngen ve cinnin ruhunu alma gücü vermiştir. Bundan hâzır ve nazır olma Allah Teala'nın zâti sıfatı olduğu halde Azrail'in de hâzır ve nazır olduğu mânâsı çıkar. Bu noktada eğer, Allah Teâlâ'nın bir vazifenin yerine getirile*bilmesi için bu zâti sıfatını bir meleğe emanet ettiği söylenir*se, o helde, Peygamber Efendimizin hâzır ve nazır olma sıfa*tına haiz olduğuna ve bu sıfatın Allah tarafından bağışlandı*ğına inanan insanlara neden müşrik denilsin?

Cevap:

Şirk konusunda açıklamış bulunduğunuz karışıklıklar Tefhim'ul Kur'an’ın devamlı mütalaasıyla kolaylıkla ortadan kalkabilir. Kafanızı kurcalayan meseleleri benim bir mektupta balletmem oldukça güçtür. Yine de "şirk" meselesi oldukça hassas ve tehlikeli bir mesele olduğu ve sizin bu kar*maşa içerisinde daha fazla kalmanızı istemediğim için kısa bir şekilde sizi ikna etmeye çalışacağım.
Herşeyden önce siz, secdenin haddizatında şirk olmadığı*nı, ancak şirkin bir alameti olduğunu iyice anlamalısınız. Şirk aslında Allah'a herhangi bir şeyi zâtında veya sıfatla*rında ya da hukukunda ortak koşmaya denmektedir. Eğer böyle bir inançla birlikte secde yapılırsa, bu şirk olur. Böyle yapmakla müşriklere amelen bir benzeme söz konusu oldu*ğu için secde yapmak haddizatında şirk olduğundan dolayı değil de bu benzerlikten dolayı yasaklanmıştır, Âdem (a.s) yaratıldığında Allah Teâlâ meleklere Adem'e (a.s) secde et*meleri için emir vermişti. Meleklerin yaptığı, Allah'ın (c.c) emrini yerine getirmekten başka bir şey değildi. Melekler, Adem'e (a.s) tapınılacak ya da tazim gösterilecek biri olduğu için secde etmemişlerdi. Bu yüzden meleklerin yaptığında herhangi bir şirk şaibesi olamayacağı açıktır.
Allah Teâlâ'nın Hz. Yusuf’a bizzat rüyasında gösterdiği ve Hz. Yakub'un bunu ilahi bir işaret olarak gördüğü rüyaya dayanarak ebeveyni ve kardeşleri Hz. Yusuf un önünde sedeye gitmişlerdi.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Aynı şekilde Hz. Yusuf da (a.s) bunu rü*yasının doğrulayıcısı olarak görmüştü. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Bu yüzden bu hadisede olanlar da Allah'ın (c.c) emriyle ol*muştur. Allah'ın (c.c) emirlerini yerine getirmek amacıyla yapılmış işlerin de şirk olamayacağı açıktır.
Şimdi, Allah Teâlâ'nın herhangi bir hükmü olmadan her*hangi bir kulu yüce ve kutsal olarak görüp onun önünde sedeye giden bir kişinin durumunu göz önüne alalım. Herhan*gi bir delil öne sürerek böyle bir hareketin müşrikçe bir hare*ket olmadığı ispatlanabilir mi? Allah Teâlâ'nın daha önce zikrettiğimiz iki meselede kendinden başkasına secde edil*mesi emrini vermiş olması, bu hareketin tamamen caiz oldu*ğuna bir delil olarak gösterilebilir mi? Veya Allah'ın (c.c) her*hangi bir emri olmadan istediğimiz gibi tazim için secde ede*bilir miyiz? Allah Teâlâ Kehf Sûresinde seçkin kullarından birisinin, ilahi emirle bazı maslahatları göz önünde bulun*durarak fakirlerin gemisinde bir delik açtığını ve bir erkek çocuğu öldürdüğünü bildirmektedir. Kuranda böyle bir hadisenin zikredilmiş olması bizim de bazı maslahatları gözö-nüne alarak istediğimiz kimsenin malına zarar vermemize veya istediğimiz kişiyi öldürmemize delil olabilir mi? Allah Teâlâ ve O'nun Rasûlü'nun şer'î nasslar yoluyla Allah'tan başkasına secde etmeyi haram kıldıkları ve başkalarının can ve mallarında tasarruf için sınırları belirledikleri bir ko*numda, kim çıkıp da Allah Teâlâ'nın bazı hususi fiillerini de*lil gösterip onlara kıyasla bu haramları kendisi için helal gösterebilir?
Küllî ve zatî gayb ilminin sırf Allah Teâlaya mahsus ol*duğunu herkes kabul etmektedir. Yine gayb ilminin herhan*gi bir bölümü veya Allah Teâlâ'nın istediği kadarını istediği kişiye verebileceğini kimse inkar etmemektedir. Bu cüz'i olan gayb ilmi, keyfiyet olarak Allah Teâlâ'ya mahsus sıfatlardan olan gayb ilminden farklı bir şeydir ve herhangi bir kulun bu ikinci türden, yani; cüz'î gayb ilmine sahip olduğu*na dair bir inanca sahip olmayı hiç bir kimse şirk olarak gör*memektedir. Aslında işler, bazı kimselerin bu inançta aşırı giderek gerçek İslâm inancına ters düşen bazı şeyler uydurmasıyla çığırından çıkmaktadır.
Bu gibi şeyleri şöylece sıralayabiliriz: îlk olarak; bazıları bu Allah vergisi gayb ilmini cüzî değil de küllî olarak görmekte, Alah Teâlâ'nın herhangi bir kulu aynı kendisi gibi, olmuş ve olacakların âlimi yaptığını iddia etmektedirler. Zahirde bu noktada cüz'î ve küllî arasındaki fark kapanmış gibi gözükse de zâtı ve Allah vergisi gayb ilmi arasındaki fark göze çarpmakta ve buna dayanılarak böyle bir inanca sahip olmanın şirk olmadığı söylenebilmektedir. Ancak, birazcık bile düşünürseniz, böyle bir inanç taşımanın ne gibi büyük tehlikeler taşıdığını hemen farkedersiniz. Örneğin;. eğer Allah Teâlâ'nın herhangi bir kimseyi kendi vergi*si ile aynı kendisi gibi görünenin ve görünmeyenin âlimi yap*tığı caiz olarak görülürse, o halde Allah Teâlâ'nın onu yine aynı kendisi gibi Kadir-i Mutlak, Hayy ve Kayyum, Halik ve Rabb yapması neden caiz görülmesin? Bundan sonra, Allah vergisi ile kulun ilah olması yolunda ne gibi bir engel kalır ki? O halde, eşit sıfat ve yetkilere sahip iki ilah arasında sa*dece zatî ya da Allah vergisi olması farkı şirkten kurtulmak için kâfi olur mu?
Bu yolda aşırılığa giden kimselerin yaptıkları ikinci şey ise şudur: Bu kimseler Allah vergisi gayb ilmini dağıtmaya kendilerini yetkili görmektedirler. Şunu demek istiyorum: Aslında, bağışta bulunan kişinin herhangi bir kimseye ne bağışladığı veya bağışlamadığı kendisinin bileceği bir iştir. Bağışta bulunanın herhangi bir açıklaması olmadan başka bir kimsenin kendiliğinden kime ne kadar bağışta bulunul*duğunu belirlemeye hakkı yoktur. O halde, eğer Allah Teâlâ kendi Pâk Kitabı'nda herhangi bir yerde "ben filan kuluma ne olmuş ve ne olacaksa bildirdim" diye buyurmuşsa veya Peygamber Efendimiz herhangi bir sahih hadisinde bunu açık bir şekilde belirtmişse, bunun nerede geçtiği ve kayna*ğının ne olduğu bildirilir ve bütün tartışma sona erer. Ancak, böyle birşey ne herhangi bir ayette ne de sahih bir hadiste açıkça belirtilmemişse, Allah'ın yaptığı bu bağışın haberinin insanlara nasıl ulaştığının bizce de bilinmesi lazım gelir.
Bu konuda, akidenin; özellikle de tevhid akidesinin ol*dukça nazik bir mesele olduğunun iyi bilinmesi gerekir. Bu mesele, küfürle, iman; kurtuluşla, hüsran üzerinde dönen bir meseledir. Bu meselede çeşitli ihtimaller taşıyan ayet ve hadislerden aynı anlamı çıkarıp herhangi bir inanç sahibi olacak ve bunu imamn şartlarından sayacak şekilde bir metod izlemek doğru değildir. Akidenin, Allah ve Rasûlu’nün o konuda belli bir şeyin kabulüne davet ettiği, Peygamber Efendimizin bunu tebliğ ettiğinin sabit olduğu ve sahabe, ta*biîn, tebe-i tabiîn ve müctehid imamların ona iman ettiği bel*li ve açık muhkemattan alınması gerekir. Acaba herhangi bir kimse çıkıp da Nebi'nin (s.a) bu türden, görünen ve gö*rünmeyenin âlimi veya olmuş ve olacakların alimi olduğu inancını taşıdığım söyleyebilir mi? Eğer bu ispatlanamıyorsa o halde siz neden kendi kendinizi tehlikeye atıyorsun.
Hâzır ve nazır olma meselesinde ölüm meleği (Azrail) ile ilgili olarak vermiş olduğunuz misalde birkaç yanlışlık göze çarpıyor. Ne Kur an-ı Kerim'de ve ne de herhangi sahih bir hadiste tüm kainatın ölüm meleğinin bir tane olduğu zikredilmemiştir. Aynı şekilde Kur'an-ı Kerim'den ruhları kabzeden meleğin sadece bir tane olduğu da anlaşılmamaktadır. Bilakis bir çok ayette ruhları kabzeden melekler çoğul sigasıyla zikredilmektedir.
Örneğin:
"Nefislerine yazık eden kimselere canlarını alırken me*lekler:
"Ne işte idiniz?" dediler. (Bunlar):
"Biz yeryüzünde aciz düşürülmüştük" diye cevap verdiler. Melekler dediler ki:
"Peki, Allah'ın yeri geniş değilmiydi ki onda göç ed(ip gönlünüzce yaşayabileceğiniz bir yere gitseydiniz." İşte onların durağı cehennemdir, ne kötü bir gidiş yeridir orası."[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
"Fakat melekler, onların kanlarını alırlarken, "işinfecea tini görünce" yüzlerini ve sırtlarını dövmeye başladıkları za*man nasıl?!" [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
"Melekler, iyi insanlar olarak canlarını aldığı kimselere de ''selam size, yaptıklarınıza karşılık cennete girin!" derler."[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
"Nihayet (ömürleri tükendiği zaman) elçilerimiz (melek*ler) gelip canlarını alırken: "Hani Allah'tan başka yalvardıklannız nerede? dediklerinde: "Bizden sapıp, kayboldu*lar." dediler ve kendi aleyhlerine, kendilerinin kâfir oldukla*rına şahitlik ettiler."[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Bu ayetlerden, büyük bir ölüm meleğinin (emri) altında ruhları kabzetmeye memur diğer yardıma meleklerin de va*zife yaptığı anlaşılmaktadır. Bu aynı şeytanların durumuna benzer, iblis isimli büyük şeytanın (emri) altında sayısız di*ğer şeytanlar dünyaya yayılmış bir durumdadır. Her yere ne İblis ne de ölüm meleği (Azrail) gitmektedir.
Yine aynı şekilde bu dünyadaki mahluklarla ilgili olarak kara, hava ve denizdeki tüm canlıların ölüm meleğinin, in*sanların canını almakla vazifelendirilmiş tek bir ölüm mele*ği olduğu hakında da bir şey söylenmemiştir. Kur'an'da sa dece:
"Sizin ruhlarınızı ölüm meleği kabzeder"[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] buyurulmaktadır. Bu ayetten şundan öteye bir anlam çıkma*maktadır: Bu dünyada insanların ruhlarını almakla bir me*lek görevlendirilmiştir. Bu dünyada ölen tüm canlıların ru*hunu kabzetmekle sadece bir meleğin görevlendirilmiş oldu*ğunu farzetsek bile, bu Allah Teâlâ'nın bu işle görevli meleği*ne çok sınırlı bir zaman diliminde bağışlamış olduğu bir güç*tür. O halde bu sınırlı güç Allah Teâlâ’nın tüm kainatta hâzır ve nazır olmasıyla ilgili o sınırsız sıfatıyla hiç mukayese edi*lebilir mi? Dahası, buradan şöyle bir soru daha ortaya çık*maktadır: Acaba siz ve biz şu an bu gibi kıyaslar üzerine aki*demizi kurabilir miyiz? Allah Teâlâ ölüm meleği hakkında onu insanların ruhunu kabzetmekle görevlendirdiğini bil*dirmektedir. Bunun üzerinde ancak şu noktaya kadar fikir yürütebiliriz: Bu melek bir anda dünyanın her tarafında yüz binlerce insanın canını almaktadır. Bu durum, Peygamber Efendimizin her yerde mevcud olduğu ve herşeyi gördüğü gi*bi bir düşünce ile mukayese edilebilir mi? Bu iki görüş ara*sında inancı etkileyebilecek, imanın şartları içerisine soku*labilecek, halkı buna iman getirmeye davet verilebilecek ve buna inanmayanların imanında zaaf olduğuna delil olabile*cek ne gibi bir ilişki vardır ki, birbirleriyle mukayese edilmektedir? Böyle bir inanç şayet gerçekten de İslâm akidesin*de olsaydı, Allah Teâlâ bunu Kitab-ı Keriminde açıkça be*yan buyurur ve "Benim Rasûlümün "hâzır" ve "nazır" oldu*ğuna inanın" derdi. Peygamber Efendimiz de (s.a) böyle bir özelliği olduğunu iddia eder, kendisinin her yerde hâzır ve nazır olduğunu ve bu halin kıyamete kadar süreceğini söyle*yerek insanları buna inanmaya çağırırdı. Sahabe-i kiram ve selef-i salihîn arasında da bu inanç yaygınlaşmış olur ve İs*lam akide kitablarına yazılırdı.
Sizin bazı şahıslara müşrik deme ya da dememe husu*sunda gündeme getirdiğiniz mesele ile ilgili olarak belki de benim görüşümü bilmiyorsunuz. Ben bu gibi meselelerde on*ların görüşlerini tevil etmeyi yanlış buluyor ve görüşlerine hatalı demede hiçbir tereddüt göstermiyorum. Ancak onlara müşrik denilmesini ve onların (Peygamberimiz zamanında*ki) Arap müşriklerine benzetilmesini tasvip etmiyorum. Ben onların bile bile şirke bulaştıkları fikrini taşımıyorum. Ben onların tevhidi asıl din olarak kabul ettiklerine ve ona inan*makta olduklarına kesinlikle inanıyorum. Bu yüzden onlara müşrik demek haksızlıktır. Şu da var ki, onlar bazı ayet ve hadislerin tevilinde ciddi hatalara düşmüşlerdir. Yine de, eğer tahrik edici sözlerden kaçınılıp makul yollar ve deliller*le mesele açıklığa kavuşturulursa, ben onların kasıtlı olarak herhangi bir sapıklık üzerinde ısrar etmeyeceklerini umuyo*rum.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Müşrik KelimesininIstılah Manâsıyla Kullanılması


Soru:

Çıkarmış olduğunuz "Tercüman’ul Kur'an" isimli dergi*nin Mart 1962 sayısındaki "Resâil ve Mesâil " köşesini ince*ledim. Makalenizin son satırlarına katılmadığımı burada bildirmek istiyorum. Bu yüzden ihtilafların kaldırılması ve hakkın ortaya konulması amacıyla aşağıdaki satırları kara*lıyorum.
Kitap ve Sünnet'in kesin açıklamalarından gayb ilmi ile "hâzır ve nazır" olmanın Allah Teâlâ'ya has bir sıfat olduğu ortaya çıkmaktadır. Bundan dolayı, bu mahsus sıfatların Hz. Muhammed Mustafa'da (s.a) veya başka bir peygamber ya da velîde var olduğunu kabul eden bir müslüman Kitap ve Sünnetin kesin kararı dolayısıyla şirke bulaşmış addedilir ve söz konusu kişi için "müşrik" kelimesinin kullanılmaması Kur'an ve Sünnet'e sırt çevirmekle eş anlamlı olur. Böyle bir inanca sahip kimsenin Peygamberimiz zamanındaki Arap müşriklerine benzetilmesi haksızlık ve aşırı gitme değil, adaletin ta kendisi ve gereğidir.
Bu mahsus sıfatların Allah'tan başkasına atfedilmesinin şirk olduğunu kabul ediyorsunuz, ama bu fiili işleyen müslümanlara "müşrik" lafzının kullanılmasını haksızlık olarak niteliyorsunuz. Neden bu gibi tenakuzlara düşüyorsunuz?
Siz, herhangi bir müslümanı müşrik olarak nitelememe*nize iki neden gösteriyorsunuz: Birinci olarak; onların tevil*de hata yaptıklarını öne sürüyorsunuz. İkinci olaraksa onla*rın bile bile şirke bulaşmadıklarını iddia ediyorsunuz. Ben sizin bu iki görüşünüzü de doğru bulmuyorum.

Cevap:

Kur'an-ı Kerimi okuyup araştırdığım kadarıyla bu konu*da şunu diyebilirim: Şirke bulaşan veya akide ve amelinde şirk izleri bulunan her kim olursa (müslünıanlardan) ona ne ıstılah manâsıyla "müşrik" diye hitab edilebilir ve ne de müş*riklere yapılan muamele ona da yapılabilir. Böyle bir hitap ve davranışa ancak tevhid inancını temel inanç olarak kabul etmeyen, vahiy, nübüvvet ve Allah'ın Kitabı'nı daha baştan dinin kaynağı olarak kabul etmeyen ve asıl dinleri şirke da*yalı kimseler müstehaktır.
Buna delil olarak şu ayetleri gösterebiliriz. Kur'an-ı Kerim'de Allah Teâlâ yahudi ve hristiyanların şirke düşüşleri*ni şöyle anlatıyor:
"Andolsun, "Allah, ancak Meryem oğlu Mesih'tir." diyen*ler elbette kâfir olmuşlardır.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
"Allah, üçün üçüncüsüdür" diyenler elbette kâfir olmuşlardır" [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Ancak, bütün bunlara rağmen yahudi ve hristiyanlar için Kur'an-ı Kerim'de müşrik lafzı kullanılmayıp başka bir ıstı*lah, "ehl-i kitap " ıstılahı kullanılmıştır. Dahası, onlarla müşrikler arasında sadece telaffuzdan doğan bir farkla yetinilmemiş, müslümanların onlarla olan ilişkileri, müşrikler*le olan ilişkilerinden ayrı ele alınmıştır. Eğer yahudi ve hris*tiyanlar gerçekten de müşrik olarak görülse idi:
"Allah'a ortak koşan kadınlarla, onlar inanıncaya kadar evlenmeyin.”[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] ayetine göre onların kadınlarıy*la evlenmek kendiliğinden haram olurdu. Ancak, Allah Teâlâ Kitap Ehlinin kadınlarıyla evlenme hükmünü müşrik kadınlardan tamamen ayrı tutmuş ve müslümanların onlar*la evlenmesine cevaz vermiştir. Aynı şekilde ehl-i kitabın kestiklerinin hükmü de müşriklerinkinden tamamen farklı*dır. Böyle bir ayrılığın sebebi şundan başka ne olabilir ki: Onlar şirke bulaşmalarına rağmen tevhidi asıl din olarak görmekte, Nübüvvet'i ve Kitabı dinin kaynağı olarak kabul etmektedirler. Bundan dolayı onlara şöyle bir çağrıda bulu*nulmuştur:
"Yahudiler! "Uzeyr Allah'ın oğludur" dediler, Hristiyan-lar da: "Mesih Allah'ın oğludur " dediler.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
"De ki, "Ey Kitap Ehli, aramızda ortaklaşa (ölçü ve adil dengeyi sağlayacak) bir kelimeye gelin: (O da): “Allah'tan başkasına kulluk etmememiz, hiç bir şeyi O'na ortak koşma*mamız ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız bir kısmımızı rab edinmememizdir.”[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
"Deyin ki, "Bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim tanrımız da sizin tanrınız da birdir.”[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Bunun aksine Allah Teâlâ "müşrik" ıstılahını şirki asıl din olarak benimsemiş kimseler için kullanmıştır. Onlar Peygamber Efendimize (s.a) şöyle itiraz ediyorlardı:
"Tanrıları tek bir tanrı mı yapıyor? Doğrusu bu şaşıla*cak bir şeydir dediler". [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Onlar dinin akide ve amellerinin de vahiy ve risaletten alınması gerektiğini kabul etmiyorlardı:
"Onlara "Allah'ın indirdiğine uyun" denilince "hayır biz baba ve dedelerimizin üzerinde bulundukları şeye uyarız" derler.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Allah Teâlâ bu gibi kimseler için "müşrik" kelimesini kul*lanmakla iktifa etmemiş, iman ehlinin onlarla olan ilişkile*rini ehl-i kitap'tan farklı tutmuştur.
Bu gerçekler gözümün önünde olduğu için, kelime-i tev-hid'e inanan kimselere "müşrik" denilmesini ve müşriklere yaraşır cinsten muameleye tabi tutulmasını katiyetle caiz görmüyorum. Kitabullah'ı delil ve hüccet olarak kabul eden, dinin gereklerini inkar etmeyen, şirki asıl din olarak benim*semek surda dursun, kendisine şirk nisbet edilmesini en kö*tü küfür olarak gören, ancak, tevil ve yorumlama hatası do*layısıyla herhangi bir müşrikçe inanç ve davranış içerisine düşen kimselere "müşrik" denilmesini ve müşriklere yaraşır bir cinsten muameleye tabi tutulmasını katiyetle caiz gör*müyorum. Söz konusu kimseler, şirki şirk bilerek böyle bir duruma düşmekten öte, bu inanç ve davranışlarının tevhid inancı ile bir çatışma içerisinde bulunmadığı yanılgısı içeri*sine düşmüşlerdir. Bu yüzden bizim, bu gibi kimselere kötü lakaplar takacak yerde; hikmet, güzel öğüt ve delillerle onla*rın bu yanılgısını izale etme yolunda çaba sarfetmemiz la*zımdır.
Şimdi siz kendiniz düşünün: Bu gibi kimselerle münaka*şa ederken, onların inanç ya da davranışlarının tevhid inan*anın hilafına olduğunu ispatlamak için Kur'an ve Hadis'ten deliller getirirken onların Kur'an ve Hadis'i delil ve hüccet olarak kabul ettiklerinden hareket etmiyor musunuz? Acaba siz bu delilleri herhangi bir hindu, sih ya da hristiyana karşı da kullanıyor musunuz? Yine siz söz konusu kimselere; "ba*kınız, şöyle bir inanç taşımak şirktir, bundan kaçınmak la*zımdır" derken, onların şirki büyük günah olarak gördükleri düşüncesini taşımıyor musunuz? Eğer böyle bir şey söz ko*nusu olmasaydı sizin onları şirkten sakındırma kaygusuna düşmenize ne gerek vardı ki?[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Teravih NamazınınKaç Rekat Olduğu Meselesi


Soru:

Lahor'da yayınlanan haftalık "Asya" adlı derginin 1/3/1962 tarihli sayısında teravih namazı hakkında sorulan bir soruya verdiğiniz cevap yayınlandı. Cevabınızı okuyunca sizin meseleyi alime yaraşır bir tarzda ele almadığınız, aracılarınkine benzer bir üslupla meseleye yaklaştığınız anlaşı*lıyor. Bundan dolayı mesele halledilecek yerde daha da ka*rışmış. Siz bir taraftan Peygamber Efendimizin sekiz rek'at teravih kıldığını belirtirken, diğer taraftan Hz. Ömer'in te*ravihin yirmi rek'at kılınmasını uygulamaya koyduğunu, bütün sahabenin bunun üzerinde ittifak ettiğini ve daha sonra gelen halifelerin bu uygulamayı sürdürdüklerini söy*lüyorsunuz. Burada şöyle bir soru akla geliyor: Peygamber'in (s.a) sünneti sekiz rek'at idiyse, Hz. Ömer yirmi rek'atı nereden çıkarmış ve ne sebeple uygulamaya koymuştur? Bü*tün sahabe ve halifeler neden Peygamber'in sünnetini göz ardı ederek yirmi rek'at üzerinde icma etmişlerdir? Sahabe*nin böyle bir şeye cür'et etmesi mümkün müdür? O halde Muhterem Mevdûdî, ya sekiz rek'at Peygamber'in sünneti değil veya yirmi rek'at üzerinde icma yoktur.
Sizin söylediğinize göre Peygamber'in bu konudaki sün*neti sekiz rek'at ise, Hz. Ömer'in (r.a) yirmi rek'at teravih kı*lınmasını uygulamaya koymasından daha çok sekiz rek'at kılınmasını uygulamaya koyduğunu söylemek akla ve kıya*sa daha yakın değil midir? Çünkü; öncelikle sünnet olan te*ravihi sekiz rek'at kılmaktır. İkinci olarak, sünnete tabi ol*ma teravihin sekiz rek'at kılınmasını gerektirmektedir. Üçüncü olarak, rivayet itibarı ile sabit olan da Hz. Ömer'in teravihin sekiz rek'at kılınması hükmünü verdiğidir. Şöyle ki: Bu, İmam Malik'in Muvatta'ındaki Saib İbn Yezîd'in riva*yetinde açıkça görülmektedir. Hadisin metni şöyledir:
"Hz. Ömer (r.a), Übey b. Ka'b ve Temim ed-Dart'ye cemaa*te Ramazanda on bir rekat (teravih) kıldırmalarını emret*mişti"[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
"Bâcî, Hz. Ömer'in sekiz rekatı belki de Peygamberin na*mazından almış olabileceğini söyledi.” [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
"İmam Malik şöyle dedi: Hz. Ömer'in halkı üzerinde top*ladığı rek'at sayısı bana daha sevgilidir. Bu ise onbir rek'at*tır ve Peygamber'in (s.a) namazıdır. "Vitirle beraber mi on*bir rek'at" diye sorulunca İmam Malik "Evet ve on üç rek'ata yakındır" diyerek ekledi: "Bilmem ki bu kadar çok rek'at ne*reden çıkarılmış.”[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Sizin cevabımzı okuyunca, Peygamber'in sünneti sekiz rek'at olduğu halde Hz. Ömer'in neden yirmi rek'atı uygula*maya koyduğunu aklım almıyor. Hz. Ömer'e göre Rasûlullah'ın sünnetinin hiç mi itibarı yoktu? Yoksa Hz. Ömer'in sünnete tabi olmada zaafi mı vardı? Veya sekiz rek'at yerine yirmi rek'at teravih namazı kılmak ümmet için bir kolaylık mı idi? Veyahut yirmi rek'at kılınınca sekiz rek'ata nazaran huşu ve hudû daha mı fazla olabilirdi? O halde hangi masla*hat, hangi arzu Hz. Ömer'i (r.a) Peygamberin kolay bir sün*netini terkettirip ümmete daha zor bir işi emretmeye zorla*mıştı?
Yukarıdaki naklettiğimiz hadis hem sened olarak sahih, hem metin olarak sünnete tabi olmayı daha iyi yansıtmakta ve hem de diğer hadislerle uyum içerisindedir. Siz ise böyle sağlam bir hadisi bırakıp, ne rivayet olarak ne de dirayet ola*rak sahih olmayan hadisleri almışsınız. Buna sebep ne? Size göre hadisleri kabul ya da reddetmenin ölçüsü nedir? Hadis*leri tercih ederken ne gibi bir usul izliyorsunuz? Bu konular*da açıklama yapıp bizim de istifade etmemizi sağlarsanız memnun olurum.

Cevap:

"Asya" ve "Şihab" dergilerinde yayınlanan yazıların tıp*kı benim söylediklerim olmadığı defalarca duyurulmuştur. Bu yazılarda ne benim söylediklerim tamamiyle yayınlan*makta, ne de yayınlanmadan önce bu yazılar benim kontrolümden geçmektedir. Durum böyle olmasına rağmen, insan*lar bu özetleri okuyarak, bana her geçen gün daha fazla soru yöneltmektedirler. Öyle ki, onlara cevap vere vere artık bana da bir bıkkınlık geldi. Benim, dergilerde çıkan söz konusu yazıların yayınlanmasına razı olmamın sebebi Melik Nasrullah Han ve Kevser Niyazi Beylerin ısrarlarından dolayı idi. Onlar böylece benim sohbetlerimin daha geniş bir insan kitlesine ulaşacağı fikrini savunuyordular. Fakat, bu yazılar üzerine sorulan sorular şu anki hızıyla devam edecek olursa, ben mecburen bu beylerden bu uygulamayı durdurmaları ri*casında bulunacağım. Başkalarının yazdığı yazılara cevap vermeye ne zamana kadar devam edebilirim ki?
Teravih namazının kaç rek'at kılınacağı meselesi, uzun yılların çekişme ve tartışmalarının tarafları oldukça hassas bir duruma getirdiği meselelerden birisidir. Bu yüzden her*hangi bir kimsenin ağzından sekiz rek'at ya da yirmi rek'at kelimeleri duyulur duyulmaz taraflardan biri hemen tartış*maya hazır olmakta ve meydan okumaya başlamaktadır. Yukarıdaki soru da böyle bir keyfiyet neticesinde sorulmuş*tur. Oysa ki, bu mesele üzerinde o kadar çekişmeye hacet yoktur. Eğer herhangi bir kimseye göre sekiz rek'at sabit ol*muşsa o şahıs teravih namazını sekiz rek'at kılmalı, ama yir*mi rek'at kılmanın bid'at olduğunu göstermek için tüm gücü*nü harcamamalıdır. Eğer başka bir kimseye göre de teravihi yirmi rek'at kılmak sabit olmuşsa, onun da namazını yirmi rek'at kılması, ancak sekiz rek'at kılanlara muhalefet et*mekten kaçınması gerekir. İslâm ve müslümanlarm dikkat, emek, vakit ve mallarıyla uğraşmaları gereken bu mesele*den defalarca daha önemli meseleleri vardır. O önemli mese*leleri bırakıp da müslümanların bu gibi meseleler için çekiş*me ve tartışmaların içine girmesi ve tüm vakit ve enerjilerini bu gibi işler için harcamaları İslâm dini adına adaletli bir davranış değildir.
Soruyu soran muhterem teravih namazını sekiz rek'attan fazla kılmanın sünnetin hilafına olduğunu ispatlamaya çalışmış. Bu iddiasını da Peygamber Efendimizin teravih namazını sadece sekiz rek'at kıldığına dayandırmış. Oysa ki, eğer buna dayanarak, sekiz rek'attan fazla teravih namazı kılmayı sünnetin hilafina görmek doğru kabul edilirse, o za*man ömür boyu teravih namazını sadece üç kez cemaatle kıl*mak ve bundan fazla kılmayı da sünnetin hilafina kabul et*mek gerekir. Çünkü Peygamber Efendimizin cemaatle tera*vihi sadece bu kadar kıldığı sabit olmuştur. Bu noktada size şunu sormak isterim: Eğer siz bu meselede Hz. Ömer'in her Ramazan ayında düzenli olarak bütün mescidlerde her gün teravih namazının cemaatle kılınması içtihadını kabul edip, bunu sünnetin hilafina görmüyorsanız, o halde onun teravi*hin yirmi rek'at kılınması yolundaki içtihadını hangi delille sünnetin hilafina görüyorsunuz?
Soru soran muhteremin Hz. Ömer'in teravih namazını yirmi rek'at kıldırmaya başlamasını daha başından şüpheyle karşılayışı ise, büyüklenmeden başka birşey değildir. Hz. Ömer'in teravih namazının yirmi rek'at kılınmasını emret*mesi, sahabenin bunu kabul etmesi ve daha sonraki halifele*rin bunu devam ettirmesi hemen hemen kesin bir şeydir.
Tirmizi şöyle diyor:
"İlim ehlinin çoğu; Hz. Ömer, Hz. Ali ve Peygamberin as*habının diğerlerinden gelen (teravihin) yirmi rek'at olduğu şeklindeki rivayeti benimsemiştir."
Muhammed b. Nasr'ul Mervezî, Hz. Abdullah b. Mes'ud'un da aynı rivayetle amel ettiğini nakletmiştir. İbn Ebî Şeybe bunu Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Übey b. Ka’b ve birçok diğer sahabenin sünneti olarak göstermiştir. İbnu Abdulberr bu konuda şöyle demektedir: "Ulemanın cumhuru tera*vih namazının yirmi rek'at olduğuna kaildir ve sahabeden bu konuda hiçbir ihtilaf nakledilmemiştir. "
İbn Kudame El-Muğnıde şöyle yazmaktadır:
"İmam Ahmed b. Hanbel'e göre teravih meselesinde yir*mi rek'at daha da kabil-i tercihtir. Aynı görüşü Süfyan-ı Sevri, Ebu Hanife ve Şafiî de benimsemektedir. Ancak İmam Malik teravih namazının otuz altı rek'at olduğu şeklindeki görüşü benimsemekte ve " önceden beri böyle amel edilmek*tedir "demektedir. Ona karşı bizim delilimiz şudur: Hz. Ömer dağınık olarak namaz kılan halkı Übey b. Ka’b’ın ima*metinde bir araya topladığı zaman Hz. Übey onlara yirmi re*kat kıldırıyordu. Ve aynı şekilde Hz. Ali'nin de Ramazan ayında bir şahsı yirmi rek'at kıldırmakla vazifelendirdiği sa*bittir. Eğer daha sonraları bütün Medine halkının teravihi otuz altı rek'at kılmaya başlamış olduğu ıspatlansa bile Hz. Ömer'in uygulamaya koyduğu ve tüm sahabenin üzerinde ittifak ettiğine tabi olmak daha iyidir.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Buna karşılık soru soran muhterem tamamıyla İmam Malik'in Muvatta'ında Saib b. Yezîd'den naklettiği ve Hz. Ömer'in vitirle birlikte teravih'in on bir rek'at kılınmasını emrettiği bildirilen hadise dayanmaktadır. Ancak bu konu*da üç nokta üzerinde durulması gerekmektedir. Birinci nok*ta şudur: Aym Muvatta'da İmam Malik Yezid b. Rûman'dan şu rivayeti naklediyor: aHz. Ömer vitirle birlikte teravih na*mazının yirmi üç rek'at kılınmasını emretmişti " Fakat soru*yu soran muhterem bu rivayeti görmezlikten gelmiştir.
İkinci nokta: İmam Malik'in kendisinden teravihin onbir rek'at kılındığını naklettiği aym Saib b. Yezid'den teravihin yirmi üçrek'at kılınması yönündeki başka bir rivayeti Beyhaki sahih senedle birlikte nakletmektedir. Bundan akla şöyle bir şey gelmektedir: Hz. Ömer teravih namazım önce*den on bir rek'at belirlemiş olsa bile daha sonra bunu yirmi üç rek'ata çevirmiştir.
Üçüncü nokta: İmam Malik bu iki rivayetle değil de Medi*ne'de bir asırdan fazla zamandır üç rek'at vitir ve otuz altı rek'at teravih kılınmasından hareketle otuz altı rekat yö*nünde karar vermektedir. Suyuti El-Mesâbih adlı kitabında ne derse desin, Maliki fakihleri kendi imamlarının bu görü*şünü doğru görmektedirler.
Bütün bunlar üzerinde düşündükten sonra şu ortaya çık*maktadır: Her ne kadar Peygamber Efendimiz sekiz rek'at kılmış olsa bile sahabe ve tabiînin hepsi Peygamber Efendi*mizin bu uygulamasından sırf sekiz rek'at kılmanın sünnet,bundan daha fazla kılmanın sünnet hilafına veya bid'at olduğu görüşüne varmamışlardır. Sahabe-i kiram, tabiîn ve müctehid imamların bu derece sünnet ve bid'ati ayırd et*mekten yoksun oldukları ya da kasıtlı olarak sünneti bırakıp da bid'ati benimsedikleri nasıl düşünülebilir?
Behemehal eğer herhangi bir kimse Peygamber Efendi*mizin bu uygulamasını, O'nun (s.a) sırf sekiz rek'atı sünnet olarak yürürlüğe koymak istediği mânâsına almak isterse, Peygamberimizin bu uygulaması ile amel edebilir ve bu ko*nuda onunla aynı fikirde olanlar ona uyabilirler. Ancak, te*ravihin yirmi rek'at kılınması ile ilgili deliller o kadar zayıf değildir ki, bu uygulamayı sünnet hilafina göstermek sanıl*dığı gibi kolay olsun.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Şiî Ve Sünnî Çatışması


Soru:

Cemaat-i İslâmî Pakistan oldukça yüce bir amaçla kurul*muştur. Bizim duamız Pakistan'da, İslâmî anayasaya üstünlük kazandırabilmesi için Cemaat-i İslâmî'nin başarılı olması yönündedir.
Sizin dikkatinizi çektiğiniz şey de İslâm için oldukça te*mel bir şeydir. Ancak üzülerek söylemek gerekir ki, ne siz, ne de sizin cemaatinizden hiç kimse bu ikazımıza aldırmadı. Bu yüzden söz konusu meseleyi yeniden gündeme getirmek isti*yorum. Güleryüzle karşılayıp, üzerinde iyice düşündükten sonra cevaplamanız dileğiyle.
Günümüzde şiî grup oldukça organizeli bir şekilde faali*yet göstermektedir. Şiîler sözbirliği etmişçesine her yerde yazıları, konuşmaları ve broşürleri vasıtasıyla sahabe-i ki*ram aleyhine halkı zehirleyici faaliyetlerde bulunmaktadır*lar. Bu faaliyetlere bizim gafletimizi ganimet bilen bakanla*rı da katılmaktadır. Buna mukabil bizim siyasi liderlerimiz ve değerli alimlerimiz kendi aralarında çekişip didişerek İslâm'a zarar vermektedirler.
Şiiler, mezhebi özgürlükten istifade ile her yerde eza toplantı ve yürüyüşleri [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]için yem yem müsaadeler almakta ve bu müsaadelerden haksızca istifade ederek (sünnîlere) açık açık lanet yağdırmaktadırlar. Eğer herhangi bir kimse itiraz ederse, bu hükümete yapılmış bir itiraz gibi muamele görmektedir. Çünkü onlar yaptıkları işleri müsaade ile yap*maktadırlar. Sanki şiîler hükümetin izninden istifade ile bi*ze lanet etmektedirler. Ayrıca alınmış olan müsaade yüzün*den hükümet onları korumaya almaktadır.
İş o noktaya geldi ki, şiilerden her ferd kendi mezhebinin gelişmesi için meşru ve gayri meşru her yolu kullanarak, kendi belli akidesini yaymak için tüm gücünü ortaya koyu*yor. Şiilerin elinde bulunan kitle iletişim araçları da sünnileri lanetleme kampanyasına katılarak, bu meyanda yazılar yayınlamakta ve şiî alimler eza toplantı ve yürüyüşlerinden istifade ile "Hz. Hüseyin'in Sakife'de Katli"[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] başlıklı ko*nuşmalar yapmaktadırlar. İlimden bihaber halkımız bu ko*nuşmaları dinledikçe sapıtmakta ve şiî mezbi ülkenin çeşitli bölgelerinde azgın bir sel gibi yayılmaktadır.
Bütün bu olanlara rağmen eğer bir avuç alim veya her*hangi bir müessese sahabeyi koruma gayesiyle meydana atı*lırsa, bir taraftan Cemaât-i İslâmî'nin eleştirilerine, diğer taraftan hükümetin engellemesine mâruz kalmaktadır. Bu*nun en büyük sebebi şudur: Sizlerin karşı çıkmanızdan dola*yı hükümet sahabeyi korumak için ortaya atılan alimleri mezhebi karışıklık çıkaran mutaasıb insanlar olarak gör*mektedir. Bu yüzden değerli alimlerin hem konuşma hem de faaliyet göstermeleri yasaklara hedef olmaktadır. Bir örnek olarak şunu gösterebiliriz: El-Münîr dergisinin 8. cildinin 17 Eylül tarihli 36. sayısında, Lahor'da yayınlanan üç gün*lük Davet dergisinin mesuliyetleri yerine getirme isteği üze*rine, gazetecilik ölçülerini koruyarak bu meselede dayanış*ma izhar edildikten sonra şöyle bir eleştiriye yer veriliyor: "Bize göre bu metod İslâmî görüş açısından faydalı değildir.
"Bizim bu konudaki dini tavrımız çağdaşlarımızdan farklıdır."
Bu derece bozuk bir ortamda böyle bir eleştirinin şiî pro*pagandasını teşvik edip etmediğini varın siz düşünün. Oysa, eza programı ve yürüyüşlernin sahabeyi lanetleme prog*ramlarına dönüştüğünü El-Münîr dergisinin kendisi itiraf etmektedir.
Biz sizden edebli bir şekilde şunu sormak istiyoruz: Ne*den bizim değerli alimlerimiz, siyasi liderlerimiz, kuruluşla*rımız, gazetelerimiz ve özellikle de siz ve Cemaat-i İslâmî bu konuda suskundur? Bu konuda ortak bir tavır koymak mümkün değil mi? Acaba İslâmî kanunlarda sahabeye lane*te yer var mıdır? On Muharrem’de bir çok yerde açık açık sa*habeye lanet edilmiş ve hoparlörler vasıtasıyla şu kaside okunmuştur:
"Ağayı[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] bırakıp da cenazeye[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Niye kaçtı yar[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] sakife'ye.
Niye yüzüstü bıraktı cenazeyi
Kuran'ın koruyucusu dostlar[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Niye o dostlar Peygamber'den sonra
o eve gelip küstahlık ettiler.
Niçin yediler Âl-i Nebi'nin hakkını,
Kurana sadık olduğunu iddia edenler,
Feyiz ve bereket çıkan evleri ateşe verdiler.
Neden bir dünya, hak unutuldu,
Niçin Âl-i Nebi yok edildi.
Yâr sakife'ye gidip beraberce oturup danıştı,
Kendi hükümetini pekiştirmek için...."
Bu gibi kasideler basılmış olarak da bulunmaktadır. Biz bu meseleyi emniyet müdürüne bildirdiğimizde, o, meseleyi soruşturacağım, yalnız eza gösterisinde bulunanların müsa*adesi olduğunu söyledi. Ayrıca bizi yürüyüşte karışıklık çıkarmakla suçlayıp, isimlerimizi aldı. Bundan sonra, her za*man olduğu gibi, bizim ikindi ezanı hoparlörle okunduğun*da, şiîlerin büyük hatibi Muhammed İsmail Gûçerî, konuş*ması sırasında bizim ezanımızı Yezidilerin ezanına benzete*rek şöyle dedi: "Bu ezanlar ayın Hz. Hüseyin'in kafilesi yağ*malanırken Küfe'de okunan ezanlara benzemektedir," Aynı şahıs daha sonra burada yazmamız uygun olmayacak bir şe*kilde Hz. Aişe'ye (r.a) haksızca saldırmaya başladı ve konuş*masında Fedek arazisi, hilafet ve vasiyet hadisine [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] değinilerde bulundu.
Muhterem büyüğüm, Hindistan'da bir dini lider, içerisin*de Peygamber Efendimiz ve Hz. Aişe'ye bühtan bulunan bir kitap yazdığı zaman, siz ve cemaatiniz diğer cemaatler ve alimler aranızda anlaşarak oybirliğiyle bir bildiri yayınladı*nız ve kitabın toplatılması için büyük emek sarfettiniz. El*hamdülillah birçok kez başarılı da oldunuz. Acaba o kitapta bir başka Hz. Aişe'ye, şiiler tarafından daha başka bir Hz. Ai*şe'ye mi dil uzatılıyor?

Cevap:

Yazmış olduğunuz hadiseler gerçekten de oldukça üzücü*dür. Şiîlerin kendi merasimlerini kendi usullerine göre yap*maya haklarının olduğu kabul edilebilir ve kabul edilmelidir de. Ancak, onların, diğerlerinin önder ve büyükleri olarak gördükleri kimselere herkesin gözü önünde dil uzatmaya ve başkalarının dini şiarlarına açıkça saldırmaya hakları yok*tur. Eğer inançlarına göre İslâm tarihinin bazı şahsiyetleri eleştirilebilirse onlar böyle bir inanca sahip olabilirler evle*rinde oturup onlara dilediklerini söyleyebilirler. Bizim böyle bir şeye karşı çıkmamız zorunlu değildir. Ancak, açık açık mahalle ve pazarlarda, kamuya ait yerlerde, başka birisinin geçtik dini önderlerine, babasına bile dil uzatmaya hakları yoktur. Dünyadaki hiçbir adalet yasasına göre de böyle bir şeyin kendi hakları olduğunu ıspatlayamazlar. Hükümet, eğer bu meselede herhangi bir gaflet gösteriyorsa, büyük bir
yanlışlık içerisinde demektir. Böyle bir gafletin neticesi, fır*ka ve gruplar arasındaki çekişmeyi ortadan kaldırmak yeri*ne, daha arttırmak şeklinde sonuçlanır. Başkalarına sövme müsaadesi vermek ve onlara müsaade verildiği için halkı da bu sövmeleri dinlemeye mecbur etmek, hem aptallık ve hem de haksızlıktır. Hükümetin, şii mezhebi mensuplarının eza toplantıları, yürüyüş ve mitingleri için makul ve adaletli sı*nırlar tayin etmiş olmaması büyük bir yanlışlıktır. Çünkü, ne zaman bu gibi sınırsız yetkilerle müsaade verilse, sürtüş*meler başlamakta ve nrkalar arası çekişme boygöstermektedir.
Bu meselede, şiilerle sünnilerin konumu arasındaki fark göz önüne alınarak, iki taraf arasında adalet temin edilebi*lir. İki tarafın konumu arasındaki fark şudur: Şiîlerin önder olarak gördüğü büyükler sünnîlerin de önderi durumunda*dır. Bu yüzden Sünnîler tarafından onların önder olarak ka*bul ettiği kimselere dil uzatılıp, kötü söz söylenmesi diye birşey daha başından söz konusu değildir. Bunun tersine, sünn*îlerin inancına göre önderlik makamında görülen kişilerin büyük bir çoğunluğunu şiiler sadece kötü olarak görmemek*te, onlara kötü söylemeyi de kendi mezheblerinin gerekli bir cüz'ü olarak görmektedirler. Bu yüzden sınırları belirleme meselesi, sadece şiîlerle ilgili olarak gündeme gelmektedir. Şiîlerin şuna uymalarının temin edilmesi gereklidir: Onla*rın mezhebine göre, eğer bazılarına dil uzatmak mezhebleri*nin zorunlu bir cüz'ü ise, bunu kendi evlerinin sınırları içeri*sinde yapmaları gerekir. Halkın önüne çıkarak başkalarının büyük gördüğü insanlara dil uzatmak hiçbir şekilde onların bir hakkı olarak kabul edilemez.
Bu meseleyi makul bir üslupla gündeme getirirsek, biz*zat şiilerden de hakkı kabul eden tüm kişilerin bunu destek*leyeceğine ve onların içindeki şerli insanların sözlerinin geç*meyeceğine inanıyorum. Şii mezhebine mensup kimselere kamuya ait yerlerde kendi mezhebi ayin ve törenlerini dü*zenlerken bazı zorunluluklar getirme gereği hükümete de kolaylıkla kabul ettirilebilir. Bu konuyu çekişmeye bir vesile yapmak yerine, söz konusu yolla halletmek daha da uygun olur. Ben inşaallah bu meselede gücümün yettiği oranda elimden gelen hizmeti yapmaya çalışacağım.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Hz. Ebu Bekir'le Hz. Fatıma Arasındaki Kırgınlık


Soru:

Bir şiî alimi bana, Hz. Fâtıma'nın ölene kadar Hz. Ebu Bekir'le küs kaldığını ve ona beddua ettiğini söyledi. Bu iddi*asına delil olarak da, İbn Kuteybe'nin yazmış olduğu "El-İmame ves’Siyase" adlı kitabı gösterdi ve İbn Kuteybe'nin, sünni alimler tarafından güvenilir bir kaynak olarak bilindi*ğini belirtti. Nitekim, Mevlânâ Şiblî'nin "El-Faruk" isimli kitabından da bir ibare gösterdi. O ibarede İbn Kuteybe'nin meşhur ve güvenilir olduğu yazılıydı. Ayrıca aynı alim, sizin de "İslâmî Kanunların Tedvini" adlı kitabınızda El-İmame ve 'Siyase'den mü'minlerin annesi Ummü Seleme (r.a) tara*fından Hz. Aişe'ye yazılmış bir mektup aktardığınızı açıkla*dı.
Bu konunun yani Hazreti Fâtıma'nın kırgınlığı meselesi*nin hakikatini açıklarsanız sevinirim. Ayrıca, İbn Kuteybe'nin kitabının ilmi derecesi ve ne ölçüde güvenilir olduğu hakkında bilgi verirseniz memnun olurum.

Cevap:

İbn Kuteybe'nin araştırmacı bir şahıs olduğu su götür*mez bir gerçektir. Ancak, yazarın şiî alimin göndermede bu*lunduğu kitabında kabul edilmesi aklen mükmün olmayan bazı meseleler vardır. Özellikle yazarın, Peygamber Efendi*mizin vefatından sonra çizdiği Hz. Ali ve Hz. Fâtıma portre*leri eğer doğru kabul edilecek olursa, bırakın bu iki değerli insana güven duymayı, onlar hakkında iyi bir görüşe sahip olmak bile mümkün değildir. Söz konusu kitabın 12. sayfa*sında yazılanları bizzat okuyup, bu gibi rivayetlerin kabul edilip edilemeyeceğine kendiniz karar verebilirsiniz. Bıra*kın kabul etmeyi, ben söz konusu rivayetleri buraya aktarıp sizin görüşünüze sunmayı dahi doğru bulmuyorum. Bu gibi şeyleri görerek bazı ilim ehli, söz konusu kitabın İbn Kutey*be'nin olmadığı ya da en azından bazı şeylerin sonradan ek*lendiği kanısına varmıştır. Benim kitabımda söz konusu ettiğim mektubu İbn Abd-i Rabbihî, "Ikd'ul-Ferid"inde de nakletmiştir. Bu yüzden ben, sadece "El-İmame ves'Siyase" ile sınırlı kalmadım. Hz. Fâtıma'nın (r.a) Hz. Ebu Bekir'e da*rılması meselesininde İbn Kuteybe'nin "El-İmame ves'Siya*se" isimli kitabına başvurmaya gerek yoktur. Bu meselenin ayrıntıları ile birlikte açıklanışı, Buhari ve diğer hadis ki*taplarında mevcuttur. Söz konusu kitapların güvenilir ve müstenid rivayetlerinden Hz. Fâtıma'nın miras meselesin*de Hz. Ebu Bekir'e kırıldığı kesinlikle anlaşılmaktadır. An*cak, Hz. Ebu Bekir, Hz. Fâtıma'nın isteğini Peygamber Efen*dimizin, peygamberlerin mirasının varisleri arasında dağı*tılmadığı, miraslarınin sadaka olduğu mealindeki hadisine dayanarak reddetmiştir. Bu rivayet, İbn Kuteybe'nin kita*bında da zikredilmektedir. Ancak hiçbir yerde, Hz. Ebu Be*kir'in naklettiği nebevi buyruğun sahih olmadığı veya Hz. Fâtıma'nın bu rivayetin sıhhatini kabul etmediği zikredilmemiştir. Şimdi şu sorunun cevabını siz kendiniz veriniz: Acaba, Hz. Ebu Bekir'in Hz. Peygamberin hadisiyle amel et*mesi mi, yoksa bunu göz önüne almadan Hz. Fâtıma'yı razı etme yoluna gitmesi mi gerekirdi? Rasûlullah'ın (s.a) kavlini işittikten sonra, Hz. Fâtıma'nın onu kabul etmek yerine İbn Kuteybe'nin tasvir ettiği bir şekilde hiddetlenebileceği doğ*rusu aklımızın ucundan bile geçmiyor. Eğer Hz. Fâtıma, bu hâdise dolayısıyla incindi ise veya bunu herhangi bir şekilde izhar ettiyse bunu en fazla şöyle tevil edebiliriz: O, Hz. Pey*gamberin (s.a) buyruğuna başka bir mânâ yüklemiş ve Hz. Ebu Bekir'in kendisine anlatmaya çalıştığı mânâ üzerinde ittifak etmemiştir. Bu olaya böyle bir yaklaşımla yaklaşıp tevil etmezsek, o zaman Hz. Fâtımat'üz Zehra'yı (r.a) dünya malını sevgili babasının (s.a) sözünü dinlemeyecek ölçüde sevdiği suçlamasından kurtaramayız. Acaba, herhangi bir müslüman, Seyyidet'ün Nisa (Kadınların Efendisi) hakkın*da böyle kötü bir görüşe sahip olmaya kalkışır mı? Hülefâ-ı Raşidîn ve ehl-i beyt arasındaki karşılıklı ilişkilerde, iki ta-rafin da şanına ve yüceliğine bir şey katmayan kitap sayfala*rındaki bu gibi tasvir ve sahneleri nasıl kabul edebiliriz?
Bizim kaynaklarımızda bile Hz. Fâtıma'nın bu hadiseden sonra ömrünün sonuna kadar Hz. Ebu Bekir'e küs mü yaşa*dığı, yoksa daha sonra razı mı olduğu yolundaki rivayetler farklıdır. Bazı rivayetlerde onun kırgınlık ve küslüğünün vefat edene kadar sürdüğü bildirilmekle birlikte, bazı riva*yetlerde Hz. Ebu Bekir'in daha sonra bizzat Hz. Fâtıma'yı görmeye giderek onu razı ettiği zikredilmektedir.
Bana göre bu doğruya daha yakındır.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Rasûlullah'ın Mirası Meselesi


Soru:

Fedek arazisi hakkındaki görüşünüz nedir? Bu mesele, sanki bu konuda Hz. Fâtıma'ya (r.a) zulüm edilmiş gibi gün*deme getirilmektedir. Acaba, Peygamber Efendimizin mira*sından Hz. Fâtıma'nın hakkının verilmemesi meselesinde, birinci ve ikinci halifeler doğru mu hareket etmişlerdi?

Cevap:

Fedek arazisi üzerinde tartışmaya girmeden önce, Pey*gamber Efendimizin (s.a) vefatı sırasında şahsi arazisi var idiyse bile, acaba bu arazi üzerinde miras hükümleri cari olur mu-olmaz mı meselesinin halledilmesi gerekir. Nübüv*vet makamıyla şereflendikten sonra, Peygamber Efendimiz bütün vaktini, hakkın davetini yaymaya adamış ve ticareti bırakmıştı. Peygamber Efendimiz Mekke'de bulunduğu sü*re içerisinde kendisinin ve Hz. Hatice'nin (r.a) biriktirmiş ol*duğu parayla geçimini sağlamıştı. Rasûlullah (s.a) heybesini toplayıp hicret ederek Medine'ye geldiğinde, elinde hiçbir şe*yi kalmamıştı. Medine'deki ilk zamanlar son derece yoksul*luk içerisinde geçti. Daha sonraları gazveler başladığında, Allah Teâlâ ganimet mallarının beşte birinin ayrılmasını emretti ve Peygamber Efendimize bu hisseden ne kadar mü*nasip görüyorsa ve ihtiyaç hissediyorsa, o kadarım kendi şahsı ve yakınlarının ihtiyaçlarına harcama yetkisi verdi. Geri kalan ise Allah (c.c) yolunda, yetim, miskin ve yolculara harcanacaktı.
"Eğer Allah'a ve (hak ile bâtılın) ayrılma gününde, o iki opluluğun karşılaştığı (Bedir) gün(ün)de kulumuz (Muhammed) e indirdiğimiz (ayetler)e inanmışsanız bilinki ga*nimet aldığınız şeylerin beşte biri, Allah'a, Rasulüne ve (Al*lah'ın Rasulü ile) akrabalığı bulunan(lar)a, yetimlere, yok*sullara ve yolcu(lar)a aittir. Allah her şeye kadirdir."[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Bu Peygamber Efendimize verilen ilk geçim kaynağı idi.
Daha sonra, Hicret'in dördüncü yılında Allah Teâlâ Me*dine'deki yahudi kabilelerinden biri olan Beni Nudayr'ın fet*hini müslümanlara nasib edip, yahudiler tüm arazilerini terkedip şehirden gidince şu ayet-i kerime nazil oldu:
"Allah'ın, onlardan peygamberlerine verdiği ganimetlere gelince siz (onu elde etmek için) onun üzerine ne at nede deve sürmediniz. Fakat Allah, peygamberlerini, dilediği kimsele*rin üzerine salar (onlara üstün getirir). Allah her şeye kadir*dir.”
Allah'ın, o kent halkından, Rasulü'ne verdiği ganimet*ler, Allah'a, Rasûl'e, (Rasûl'e) akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara, (yolda kalan) yolcuya aittir. Tâ ki, (o mallar), içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah'tan korkun. Çünkü Al*lah'ın azabı şiddetlidir.” [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Bu ayete göre Allah Teâlâ, doğrudan savaş neticesinde değil de îslâmî hükümetin heybet ve celali ile kazanılmış tüm mal, arazi ve bölgeleri ganimetten ayırarak hükümetin kontrolüne vermiş ve Peygamber Efendimize kendi ve akra*balarının ihtiyaçları için resmi varlıktan münasib gördüğü kadarını alma hakkı tanımıştır.
Bu hükümlere uygun olarak Peygamber Efendimiz Medine-i Münevvere'deki Beni Nudayr'ın bırakmış olduğu bağ*lardan bir kaç hurmalığı, Hayber'deki bazı arazileri ve yine Fedek'teki bir kısım toprakları kendisine tahsis etmişti. Peygamber Efendimiz bu arazilerin gelirleri ile kendisinin ve ailesinin ihtiyaçlarını karşılıyor, yakınlarına yardım edi*yor ve geriye kalan miktarı da Allah yolunda infak ediyor*du.
Mesele üzerinde iyice düşünülürse, bu iki kaynaktan (Ganimet ve Fey) Peygamber Efendimize verilenlerin, Rasullullah'ın (s.a) kendi şahsi ticareti ile bu arazileri elde etti*ği ve kendisinden sonra da bu arazilerin kendi mülkü olarak kalacağı ve varisleri arasında paylaşılacağı şeklinde bir özellik taşımadığı açıkça anlaşılır. Bilakis Peygamber Efen*dimizin mal varlığının şöyle bir özelliği vardı: Nebi (s.a) İslâm devletinin başkanı sıfatıyla tüm vaktini resmi işlere harcadığından ve kendine ait hiçbir geçim kaynağına sahip olmadığından dolayı devlet mallarından kendi ihtiyaçlarını karşılayacak ölçüde tasarrufta bulunma hakkı verilmişti. Rasûlullah'ın (s.a) bu yüce nübüvvet görevini dünya malı el*de etmek ve topraklara sahip olmak için yerine getirmemiş olduğu açıktır. Bu, Peygamberimizin sırf Allah rızası için ye*rine getirdiği ve karşılığını da Allah'tan (cc) beklediği bir hiz*met idi. Hükümet mallarındaki Peygamberimizin payı sade*ce kendisi, ailesi ve muhtaç yakınlarının haklarını eda ede*bilecek ölçüde idi. Bu pay ancak O'nun, mübarek hayatı müddetince söz konusu olabilirdi. Peygamberimizin vefatın*dan sonra bu varlığı, şahsî varlık gibi varisler arasında bö*lüştürmek için bir sebep yoktu. Bunu Peygamber Efendimiz bizzat kendi hayatlarında açıkça ortaya koymuşlardır:
"Benim mirasçılarım aralarında dinar ve dirhem bölüş*mesinler. Hanımlarımın nafakası ve hizmetçilerimin hakkı verildikten sonra, benim bırakmış olduklarımın hepsi sada*kadır.”[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
"Bizim varisimiz olmaz, ne bırakırsak sadakadır. Âl-i Muhammed bu maldan ancak yer. Yediklerinden fazlasını almak hakları değildir. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
"Allah Teâlanın herhangi bir nebiye geçimini temin için verdiği şeyler, O nebinin vefatından sonra kendisinin yerini alana devredilir." [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Nebi'nin (s.a), bu varlıkla ilgili söyledikleri gizli saklı de*ğildi. Bilakis, sahabenin ileri gelenlerinin hepsi bunları bili*yordu. Bu konuda Peygamberimizden rivayet edilen hadisle*rin ravileri sadece Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (r.a) değildir. Hz. Ali, Hz. Abbas, Hz. Abdurrahman b. Avf, Hz. Sa'd b. Ebî Vakkas, Hz. Talha, Hz. Zübeyr, Hz. Osman, Hz. Ebu Hureyre ve Peygamberimizin pâk zevcelerinin tamamının şahadetiyle Peygamber Efendimizin kendi mirası hakkında yukarı*da izah edildiği şekliyle açıklamada bulunduğu oldukça müstened rivayetlerle bize kadar ulaşmıştır. Böyle bir kut*sal buyruk bulunduğu halde Rasûlullah'ın halifelerinin O'nun bırakmış olduğu arazi konusunda başka bir karara varmaya yetkili olabileceklerini kim iddia edebilir?
Şimdi isterseniz. Peygamberimizin vefatından sonra mi*ras isteme meselesinin nasıl başladığı ve halifelerin herbirinin kendi zamanlarında bu konuda ne gibi bir yaklaşım ser*gilediklerini araştıralım: Şer'î usullere göre Peygamberimi*zin mirasından üç taraf hak taleb edebilirdi. Birincisi, Hz. Fâtımat'üz Zehra; Peygamberimizin kızı sıfatıyla. İkincisi, Hz. Abbas; Nebi'nin (s.a) amcası sıfatıyla. Üçüncüsü, Rasûlullahın tüm eşleri; O'nun (s.a) hanımı olmaları sıfatıyla. Bunlardan ilk iki taraf, yani Hz. Fâtıma ve Hz. Abbas (r.a) Hz. Ebu Bekir'in halife olarak seçilmesinden hemen sonra Hayber, Fedek ve Medine'deki Peygamberimizin tasarrufu altında olan tüm araziler ile ilgili olarak miras iddiasında bulundular. Hatta, bazı rivayetlerde Hz. Fâtıma'nın Hz. Ebu Bekir'e şöyle dediği nakledilir: "Siz vefat edince sizin mirasınız yakınlarınız arasında taksim ediliyor da, neden benim babamın vefatından sonra O'nun (s.a) mirasından bana pay düşmesin?" Hz. Fatıma'ya, Hz. Ebu Bekir'in verdi*ği cevap ise şöyledir:
"Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: Biz miras bırakmayız. Ne bırakırsak o sadakadır. Daha sonra Hz. Ebu Bekir şöyle dedi: Ben Rasûlullah'ın yaptıklarından yapmadık hiçbir şey bırakmayacağım. Çünkü O'nun (s.a) yaptıklarından herhangi bir şeyi bırakırsam doğru yoldan sapmış olaca*ğımdan korkuyorum."[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
"Ancak, ben Rasûlullah'ın geçimini sağladıklarının geçi*mini sağlayacak, Rasûlullah'ın infak ettiklerine infak edece*ğim."[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
“Allah'a yemin olsun ki, bana, Rasûlullah'ın yakınlarıy*la sıla-ı rahim yapmak, kendi akrabalarımla sıla-ı rahim yapmaktan daha sevimlidir.” [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Hz. Fâtmıa ve Hz. Abbas'la, Hz. Ebu Bekir arasında geçen bu konuşma ile ilgili bize ne kadar müstened rivayet yetişmişse, onlardan hiçbirinde Hz. Fâtıma ile Hz. Abbas'ın, Hz. Ebu Bekir'in yukarıda naklettiğimiz kavlini işittikten sonra cevaben, onun Hz. Peygambere yanlış bir söz nispet ettiğim söylediklerine dair ne işareten, ne de kinayeli olarak bir şey vardır. Peygamberimize (s.a) böyle bir buyruğun nispet edil*mesinin doğru olması halinde ise, Rasûlullah'ın halifesinin Nebi'den geldiği sabit olmuş bir emri uygulamaktan başka bir seçeneği olmadığı açıktır. Hz. Peygamber'in bu buyruğu, sadece Hz. Fâtıma ile Hz. Abbas'ın değil, Hz. Ebu Bekir'in öz kızı Hz. Aişe'nin (r.a) menfaatine de zarar veriyordu. Çünkü o da kendi kocasının mirasından mahrum kalıyordu. Hak üzere olan Birinci Halife (r.a) kendi kızına bu konuda bir ay*rıcalık tanımış mıdır ki! [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Geriye kalan üçüncü tarafa, yani Peygamber'in pâk eşle*rine gelince: Onlar da Hz. Osman'ı (r.a) araya koyarak Hz. Ebu Bekir'e göndermeye ve Rasûlullah'ın mirasından kendi paylarına düşen sekizde birlik hisseyi taleb etmeye niyetlen*mişlerdi. Ancak, Hz. Aişe (r.a) buna muhalefet etmiş, Pey*gamberin (s.a) tüm eşlerine hitaben şöyle buyurmuştu:
Allah'tan korkmaz mısınız, Rasûlullah'ın kendi hakkında: Biz miras bırakmayız. Ne bırakırsak o sadaka*dır. Muhammed'in ailesi maldan ancak yiyebilir, diye bu*yurduğunu bilmiyor musunuz"
Hz. Aişe'nin bu sözlerim işiten ezvac-ı mutahharat miras alma yolundaki iddialarından vazgeçmişti.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Bu meselede Peygamber Efendimizin daha sağlığında Fedek arazisinin Hz. Fâtıma'ya verilmesini kararlaştırdığı şeklinde bir iddia ortaya atılabilir. Bu yüzden Hz. Fâtıma (r.a) Hz. Ebu Bekir'den özellikle Fedek arazisini istemiş ve şahid olarak da Hz. Ali (k.v) ile Ümmü Eymen'i göstermişti. Ancak Hz. Ebu Bekir onların şahitliğini kabul etmemiş ve Fedek arazisini Hz. Fâtıma'ya vermeyi reddetmişti.
Fakat bu olay müstened hadis rivayetlerinin hiçbirinde zikredilmemiştir. Üstelik hikayenin anlatılış biçiminde ye*terince tutarsızlıklar vardır. İbn Sâd'ın rivayeti şöyledir: Hz. Fâtıma (r.a) bunu bizzat Rasûlullah'ın kendisinden değil de Ümmü Eymen'den işitmiş ve onu şahit olarak göstermişti. Bu rivayetin hilafına Belâzurî'deki rivayet ise şöyledir: Hz. Fâtıma, sevgili babasının (s.a) Fedek arazisini kendisine verdiğini bizzat iddia etmişti. Bir rivayete göre Hz. Fâtıma Hz. Ali ile Ümmü Eymen'i, başka bir rivayete göre ise Ümmü Eymen'le birlikte Peygamberimizin azadlı kölesi Rebah'ı şa*hit olarak göstermişti. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Bu olayın rivayet itibariyle durumu işte budur. Meseleye hukuki açıdan yaklaşacak olursak, Peygamber Efendimizin bu fiili ya hibe olabilir veya vasiyyet. Eğer hibedir dersek o zaman Hz. Peygamber kendi sağlığında Fedek arazisinin kontrolünü Hz. Fâtıma'ya vermiş olabilir. Aksi takdirde şi*fahî olarak herhangi bir kimseyi herhangi bir şeyi sahiplen*meye aday yapmak ve sahibinin ölümünden sonra o şeyi, o adaya vermeye niyetlenmek hibe değil de vasiyet olur. Eğer bunun vasiyet olduğu söylenirse, Kuran-ı Kerim'deki miras hükmü nazil olduktan sonra Peygamber Efendimiz mirasın bölüşülmesi meselesinde hiçbir varis lehinde vasiyet yapılamayacağım,
"Varise vasiyyet yoktur" diyerek ilan etmişti. O halde Rasûlullah'ın (s.a) kendi ilan ettiği hüküm aleyhine, diğer varisleri bırakarak belli bir varise vasiyette bulunduğuna nasıl inanılabilir?
Buna ilaveten vasiyet ya da hibe meselesini bir tarafa bı*rakıp, sadece söz konusu iddianın ispatlanması için gösteri*len şahitleri gündeme getirirsek, bu şahitlikler Kuran'daki açık şahitlik kuralları açısından yetersizdir. Kuran'a göre, ya başkalarının şahitliği veya bir erkek iki kadının şahitliği geçerlidir. Hz. Fâtıma (eğer olay doğru kabul edilirse) sadece bir kadını veya bir erkek, bir kadım şahit olarak göstermek*tedir. Bu durumda kanuna aykırı bir karar verilmesi nasıl beklenilebilir? Şahitliğin şer'î ölçüsü şahsiyetlere göre değiş*tirilebilir mi?
Daha sonra bu mesele Hz. Ömer zamanında yeniden gün*deme geldi. Hz. Ömer'in (r.a) halife seçilmesinin üzerinden iki sene geçmişti ki, Hz. Abbas ve Hz. Ali ona giderek, Rasû*lullah'ın mirası meselesini gündeme getirdiler. Hz. Ömer, Hayber ve Fedek'i istisna ederek, Medine'deki araziyi Hz. Ali ve Hz. Abbas'a (r.a) bu arazilerin mülkiyetini, gelirini Peygamberimizin mübarek hayatlarında harcamış bulun duğu kimselere harcamak şartıyla, verdi. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Ancak daha sonra Hz. Ali ve Hz. Abbas arasında bu arazilerin idaresi me*selesinde ihtilaf oldu ve her ikisi de meseleyi Hz. Ömer'e gö*türdüler. Bu meselenin oldukça ayrıntılı bir anlatımı Malik b. Evs b. Hadsân nakliyle bütün muteber hadis kitaplarında rivayet edilmiştir.
Hz. Malik şöyle diyor: "Ben Hz. Ömer'in huzurunda otu*ruyordum ki, yardımcısı, Hz. Ömer'e: Osman b. Affan, Abdurrahman b. Avf, Zübeyr b. Avvâm ve Said b. Ebi Vakkas'ın (r.a) huzura girmek için izin istediklerini iletti. Hz. Ömer'in müsaadesiyle içeri girdiler. Yardımcısı biraz sonra yeniden geldi ve Abbas b. Abdulmuttalib'le, Ali b. Ebi Talib'in de hu*zura girmek için müsaade istediklerini bildirdi. Hz. Ömer (r.a) izin verdi ve her ikisi de içeri girdiler. Selam verip otur*duktan hemen sonra Hz, Abbas konuya girdi ve "Ey Mümin*lerin Emiri, benimle (yeğeni Hz. Ali tarafına işaret ederek) bunun meselesini sen hallet" diyerek yeğeni hakkında ağır ve sert bazı sözler söyledi. Mecliste bulunan diğerleri "ger*çekten de Ey Müminlerin Emiri bunların meselesi oldukça uzamış, sen bunları bu çekişmeden kurtar" dediler. Hz. Ömer (r.a) onların ayağa kalkmasını isteyerek şöyle dedi: "Buyruğuyla yerler ve gökleri ayakta tutan Allah'ın adına sizlere soruyorum: Rasûlullah'ın;
"biz miras bırakmayız ne bırakırsak o sadakadır" buyurduğunu biliyor musunuz? Dört sahabi de:
"Evet, Rasûlullah böyle buyurmuştur" diye cevap verdi. Daha sonra Hz. Ömer aynı şekilde Hz. Ali ve Abbas'a (r.a) Allah'ın adım anarak:
"Sizler Yüce Peygamber'in böyle böyle buyurduğunu biliyor musunuz" diye sordu. On*lar da:
"Evet, gerçekten de Rasûlullah böyle buyurmuştur" diye cevap verdiler. O zaman Hz. Ömer "güzel" dedi ve ilave etti:
"Ben size şimdi bu meselenin hakikatim açıklayacağım. Allah Teâlâ fey meselesinde Rasûlu ne başkalarına vermedi*ği bazı özel yetkiler vermişti." Daha sonra Hz. Ömer (r.a) Haşr Sûresinden ayetini sonuna kadar okuyarak şöyle buyurdu: "Bu ayete göre bu fey mallan sadece Rasûlullah içindi. Ancak, Allah'a yemin olsun ki, Yüce Peygamber sizleri bırakıp da bütün bunları kendisi için toplamadı. Bu meselede bencillik de yap*madı. Bilakis, elinde üç arazi (Medine, Fedek ve Hayber) ka*lıncaya kadar onları sizin aranızda bölüştürdü. Bu arazilerden Rasûlullah kendi ailesinin bir senelik nafakasını temin ediyordu ve geri kalan gelirini Allah yolunda -nerede har*canması gerekiyorsa orada- harcıyordu. Söz konusu araziler hakkındaki Peygamberimizin tutumu tüm ömrü boyunca iş*te böyle olmuştu. Ben sizlere Allah adına soruyorum: Siz bu söylediklerimi biliyor musunuz?" Dört sahabe de: "Evet bili*yoruz" diye cevap verdiler. Hz. Ömer daha sonra Hz. Ali ile Hz. Abbasi muhatab alarak: "Sizin ikinize de Allah adına so*ruyorum, siz bunu biliyor musunuz" diye sorunca, onlar da:
"Evet biliyoruz" diye cevap verdiler. Bundan sonra Hz, Ömer şöyle dedi: "Daha sonra Allah Teâlâ Nebisini yanına aldı ve Hz. Ebu Bekir Rasûlullah'ın velisi olduğunu söyleyerek O'ndan kalan malları eline aldı ve bu mallarla ilgili olarak Rasû*lullah (s.a) ne yapıyorsa onu yapmaya devam etti. Allah Teâlâ şahittir ki, Ebu Bekir yaptığında tamamen doğru idi ve tam manâsıyla hakka tabi idi. Daha sonra Allah Teâlâ Ebu Bekir'i de yanına aldı ve onun velisi de ben oldum. Ben emirliğimin ilk iki senesinde söz konusu malları elime ala*rak aynen Rasûlullah'ın ve Ondan sonra Ebu Bekir'in amel ettiği gibi amel ettim. Allah şahittir ki, ben de bu yaptığımda doğru ve hakka tabi idim." Hz. Ömer daha sonra Hz. Ali ve Hz. Abbasi muhatab alarak şöyle dedi: "Siz ikiniz bana gel*diniz ve Rasûlullah'ın arazisi hakkında benimle konuştu*nuz. O zaman ikinizin arası iyi idi. Ey Abbas, sen benden ye*ğeninin ve ey Ali sen de hanımından dolayı onun babasının mirasını istedin. Ben size, Rasûlullah'ın:
"Biz miras bırakmayız, ne bırakırsak sadakadır" sözünü hatırlattım. Yalnız, bu araziler konusunda aynen Rasûlul*lah'ın, daha sonra Ebu Bekir'in ve halife olduktan sonra be*nim amel ettiğim gibi hareket etmeniz şartıyla söz konusu arazileri sizlere devredebileceğimi, ama eğer bu şartı kabul etmezseniz, bu konuda benimle konuşmamanızı söyledim." Bunu söyledikten sonra Hz. Ömer dört sahabiye dönüp Al*lah'ın (c.c) adını vererek onlardan söz konusu arazileri bu şartla Hz. Abbas ve Hz. Ali'ye devredip devretmediğini sor*du. Onlar bu soruya müsbet cevap verdikten sonra Hz. Ali ve Hz. Abbas'a dönüp aynı şekilde Allah'ın adını vererek: "Ben bu arazileri size devrederken bu şartı ileri sürmedim mi?" di*ye sordu. Onlar da onun bu şartı ileri sürdüğünü kabul etti*ler. Bunu müteakiben Hz. Ömer (r.a) şöyle dedi: "Şimdi siz benim daha değişik bir karar vermemi istiyorsunuz. Emriy*le gökleri ve yerleri ayakta tutan Allah'a yemin olsun ki, ben başka yeni bir karar vermeyeceğim. Eğer siz bu şart çerçeve*sinde hareket edemiyorsanız, arazileri geri bana devrediniz, idaresini ben üstleneyim.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer zamanında bu konuda günde*me gelmiş olayların ayrıntıları ile birlikte özgeçmişi işte bu şekildedir. Bu olayları değerlendiren her şahıs halifelerin yaptıklarının zulüm mü, yoksa adalet ve hak mı olduğunu kendisi belirleyebilir. Bununla birlikte insanın doğru bir ka*rar ve görüşe varabilmesi yolunda göz önünde bulundurması gereken iki mesele daha vardır:
1. Asıl söz konusu olan sırf adı geçen arazilerin Peygam*berin vefatından sonra miras olarak bölüştürülüp bölüştürülmeyeceği meselesi idi. Rasûlullah'ın ailesi ve yakınları*nın beyt'ul-mâl'dan nafaka alıp alamayacağı meselesi değil*di. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in (r.a) kendileri ve kendi aile*lerinden defalarca fazla Rasûlullah'ın ailesi ve yakınlarına hizmet ettiğine tarih şahittir. Bu iki halife onların hakkım diğer her haktan önce bilmiş ve onlara bağladıkları maaşlar Hayber, Fedek ve Medine'deki arazilerin mahsulünden da*ha fazla bir miktara ulaşmıştır.
2. Birinci meseleden daha önemli olan hatta bu konuda belirleyici bir özelliğe sahip olan ikinci mesele ise şudur: Hz. Ali'nin (k.v) kendisi de halife olduğunda bu arazileri Pey*gamber Efendimizin mirası olarak belirleyip varisleri ara*sında dağıtma yoluna gitmemiş, bilakis söz konusu arazile*rin Allah yolunda düzenli bir şekilde vakıf olma statüsünü korumuştur.
Hz. Ali'nin bu davranışından şöyle bir soru ortaya çık*maktadır: Eğer söz konusu araziler gerçekten miras idiyse, o halde, Hz. Ali'nin (k.v) kendi iktidarı döneminde Rasûlul*lah'ın varislerini bundan mahrum etmesi nasıl caiz olabilir? Eğer herhangi bir kimsenin canı bu yapılanlara behemehal zulüm demek istiyorsa, o halde biraz insaflı olup böyle davra*nışta bulunan tüm kimselere zalim demelidir. Aynı fiili işle*yen kişilerden bir kısmı hakkında değişik bir yargıya varıp, diğer bir kısmını daha değişik bir şekilde yargılamak insaflı ve hakikat ehli birisinin işi değildir.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Vasiyet Meselesinin Tahkiki


Soru:

Rasûlullah'm (s.a) vefatı sırasında cereyan eden vasiyet yazma meselesinin iç yüzü nedir? Hz. Ömer'in bu meseledeki tavrı ne olmuştur?

Cevap:

Bu mesele ile ilgili olarak İmam Buhari Kitab'ul îlim, Kitab'ul Cizye ve Kitab'ul Megazi bölümlerinde; İmam Müs*lim Kitab'ul Vasiyye'de, İmam Ahmed İbn Hanbel Müsnedinde çeşitli senedlerle bir çok rivayet nakletmiştir. Bü*tün bu rivayetlerin ravi zinciri İbn Abbas'a (r.a) dayanmak*tadır. Başka bir sahabeden bu konuda herhangi açık bir riva*yet nakledilmemiştir. Bütün bu söz konusu rivayetlerin hü*lasası şu şekildedir: Vefatlarından dört gün önce, Perşembe günü Peygamber Efendimizin (s.a) hastalığı oldukça şiddet*lenmişti ve son anlar yakın gibi gözüküyordu. Bu durumda Yüce Peygamber şöyle buyurdu:
"Bana kağıt ve kalem geti*rin, size öyle bir şey yazdırayım ki, benden sonra yolunuzu kaybetmeyesiniz." Rasûlullah bunu söylediğinde evde bir*çok kişi vardı. Hz. Ömer, Peygamberin o an büyük bir rahat*sızlık içerisinde olduğunu ve ellerinde bulunan Kur'ân'ın; Allah'ın Kitabı'nın kendileri için yeterli olduğunu söyledi. Bunun üzerine ihtilaf çıktı. Bazıları Hz. Ömer'in görüşünü kabul etmeyip Peygamber'den sonra dalalete düşmemek için Nebi'nin yazdırması amacıyla kağıt kalem getirilmesini savunurken, ashabtan bazısı da Hz. Ömer'in görüşünü des*tekledi. Diğer bir kısım sahabe ise Peygamberimize, gerçek*ten birşeyler mi yazdırmak istediğim, yoksa bunu hastalığı*nın şiddetlendiği bir esnada şaşkınlıkla ve heyecan [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] içerisinde mi söylediğinin yeniden sorulması üzerinde durdu. Bu şekilde ashabtan bazısı kendi içerisinde tartışmaya daldı ve bir kısmı da Peygamberimizin asıl amacını sormakla meşgul oldu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
"Beni kendi halime terhediniz. Benim içerisinde bulun*duğum durum, sizin beni davet ettiğinizden daha hayırlıdır. Yanımdan kalkın, benim yanımda cedelleşmeniz yakışık al*maz. "
Bundan sonra İbn Abbas (r.a), Peygamber Efendimizin (s.a) üç şeyi vasiyet buyurduğunu bildirmektedir: Birincisi, müşrikleri Arap yarımadasından çıkarmak. İkincisi, dışar*dan gelen heyetlere aynı kendisinin gösterdiği konukseverli*ğin gösterilmesi. Üçüncüsünü ise ya Yüce Peygamber söyle*yememiş veya hadisin ravisi unutmuştur. Rivayetlerde söz konusu üçüncü rivayeti İbn Abbas'ın mı (r.a) yoksa ravi zin*cirindeki herhangi bir ravinin mi unuttuğu da açık değil*dir.
İşte olay bu şekildedir. Eğer herhangi bir kimse dolaysız olarak, doğru yoldan meseleyi anlamak isterse meselenin asıl şeklini anlamada zorlanmayacaktır. Sevgili önder ve yol göstericilerinin dünyayı değişme haletinde olduğunu gör*mek herkesi bir şaşkınlık ve heyecan dünyasına sokmuştu. Hastalık şiddetlenmişti. Herkesin gözü önünde yüce Pey*gamber aşın bir rahatsızlık durumunda idi. Ashabın içine düştüğü durumu İbn Abbas'ın şu durumundan çok güzel bir şekilde anlayabiliriz: Bu hadiseden senelerce sonra birgün Hz. İbn Abbas talebelerinin önünde Perşembe kelimesini söyleyince birden bire hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. Talebeleri "Sizi, andığınızda bu kadar perişan eden Perşem*be gününün hikayesi nedir?" diye sorunca İbn Abbas şöyle buyurmuştu: "O gün yüce Peygamber oldukça fazla rahatsızlanmıştı."
İbn Abbas'ın bu sözünden Peygamber Efendimizin söz konusu durumda bulunduğu anda O'nu canları kadar seven ashabının ne tür bir ruh hali içerisinde olduğu oldukça güzel anlaşılıyor. Böyle bir ortamda Yüce Peygamber, kendisin*den sonra ümmetinin dalalete düşmesini önlemek amacıyla kağıt ve kalem getirilmesini istemişti. Hastalığın şiddetin*den Peygamberimiz mübarek lisanlarıyla sözü açık bir şekil*de söyleyememiş olabilirler. Bu yüzden orada hazır bulu*nanlardan bazıları Peygamberimizin bu söylediklerini şaş*kınlık içerisinde buyurduğu şüphesine düştüler ve yeniden sorma telaşına kapıldılar. Hz. Ömer'in o anda söylemiş ol*duklarının asıl mânâsı şu idi:"Yüce Peygamber şu an aşırı şekilde rahatsızdırlar. Bu durumlarında bile ümmetini düşünmekte ve ümmetin kendinden sonra dalalete düşmemesi için bazı şeyler yazdırma zahmetine katlanmak istemekte*dirler. Ancak, şu an O'na (s.a) böyle bir zahmet vermek mü*nasip değildir. Ümmetin yönlendirilmesi için Kuran elimiz*dedir. İnşaallah o dalaletten kurtulmak için yeterli olur." Bununla birlikte Hz. Ömer'in, birşeyler yazdırırken Pey*gamberimizin ecelinin yetip de yazdırılan şeyin yarım kal*ması halinde böyle bir şeyin fitneye sebep olabileceği endişe*sine kapılmış olması da mümkündür. Behemehal, böyle bir ortamda bir kısım sahabe ilim ve hidayet aşkıyla Peygambe*rimizin mutlaka bir şeyler yazdırmasını isterken, diğer bir kısmının hem Ona (s.a) olan sevgileri ve hem de uzak görüş*lülüklerinden dolayı Rasûlullah'ı böyle bir zahmete sokmak istememesi, üçüncü bir grubun ise, Yüce Peygamberin ger*çekten mi birşeyler yazdırmak istediği, yoksa hastalığın şid*deti dolayısıyla şaşkınlık halinde bir şeyler mi söylemeye ça*lıştığı şüphesine düşmesi tamamen fıtrî bir hadisedir.
Şimdi geriye Yüce Peygamberin (s.a) yazdırmak istediği şeylerin genel nasihatlar mı, yoksa yazdırılması ümmetin yönlendirilmesi için hayatî önem taşıyan hükümler mi oldu*ğu meselesi kalıyor. Bunu daha sonraki gelişmeler belirle*miştir. Peygamber Efendimiz bu hadiseden sonra dört gün daha yaşamıştı. Bu günlerde hastalığın eski şiddeti de kal*mamıştı ve ayrıca Perşembe günkü o özel ortamda hazır olanların hepsi de Peygamberin yanında oturuyor değildi. Bilakis bu dört günlük zaman zarfında Rasûlulîah'ı (s.a) Mescid-i Nebevi'ye götürme ve sahabe cemaatine konuştur*ma fırsatı da olmuştu. Eğer gerçekten yazılması zorunlu olan mühim bir hüküm olsaydı, Yüce Peygamber o günlerde herhangi bir vakitte katiplerinden birini veya ehl-i beyt'in*den birini çağırarak o hükmü yazdırırdı. Veya şifahi olarak bunu bildirirlerdi. Bundan da Hz. Ömer'in tavrının nedeni tamamen açıklığa kavuşmaktadır. O (r.a), hastalığın şiddet*lendiği bir anda bile Yüce Peygamberin (s.a) ümmetin hay*rını düşündüğünü ve herhangi temel bir hükümden öte bazı nasihatler yazdırmak istediğini gayet iyi anlamıştı. Bu yüz*den bu zahmet ve rahatsızlık anında Peygamber Efendimize bu zahmetin verdirilmesini istemiyor ve fakat O'na (s.a), ka*lem ve kağıt yerine şu güveni vermek istiyordu: "Sen bizim için endişelenme, ümmetine bırakmış olduğun o yol gösterici Kitap, yani Kur'ân, inşaallah onların hiçbir zaman dalalete düşmesine mahal vermeyecektir."
Son olarak Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde nakledilen Hz. Ali'nin de (k.v) bir rivayetine dikkat buyurunuz. Bu riva*yete göre Hz. Ali şöyle buyurmaktadır:
"Nebi (s.a), kendisinden sonra ümmetin dalalete düşmesini önlemek üzere bazı şeyler yazdırmak için benden kürek kemiği getirmemi istedi. Ben kürek kemiği almaya gidince Peygamber'in (s.a) dünyayı değişmesinden korktuğum için O'na: "Siz buyurun söyleyin ben aklımda tutarım" dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a):
"Ben namaz ve zekata itina gösterilmesini, mülkiyetiniz altındaki kölelere iyi davranıl masını vasiyet ediyorum" diye buyurdu.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Ebu Cehil’in Kızına Hazreti Ali’nin Nikah Mesajı


Soru:

İslam'da dörde kadar evlenmeye müsaade olduğu halde, Hz. Fâtıma'nın (r.a) sağlığında Hz. Ali (k.v) ikinci bir evlilik yapmak istediğinde, neden Rasûlullah (s.a) tarafından en*gellenmiştir? Ebu Cehil'in kızının ehl-i beyte girme tehlike*si var idiyse aynı tehlike Hz. Ünırnü Habibe binti Ebi Süfyan'ın Peygamberimizin hane-i saadetlerine girmesi ile de söz konusu değil miydi?

Cevap:

Bu hadiseyi İmam Zeynel Abidin b. Ali b. Hüseyin (r.a) ve Ebu Muleyke, Hz. Mısver ibn Mahzeme'den rivayet etmiştir. Bu rivayeti, Hz. Abdullah ibn Zübeyr'in bir rivayeti de des*teklemektedir. Ayrıca Ebu Hanzala ve Suveyd ibn Gafle'nin mürsel rivayetleri de söz konusu rivayeti teyid etmektedir. İmam Buhari; Humusun Farz Olması, Peygamber'in Asha*bının Faziletleri ve Nikah bölümlerinde; Müslim; Sahabe*nin Faziletleri bölümünde; Ebu Davud ve İbn Mâce; Nikah bölümlerinde; Tirmizî; Menkıbeler bölümünde ve Hâkim Sahabenin Tanınması bölümünde çeşitli senetlerle bu riva*yetleri nakletmişlerdir.
Bu olayın ayrıntıları şu şekildedir: Mekke'nin fethinden sonra Ebu Cehilin ailesi müslüman olunca, Hz. Ali, Ebu Cehil'in kızını (kızın adı bazı rivayetlerde Cüveyriye, bazı riva*yetlerde Avra ve bazı rivayetlerde ise Cemile olarak geçmek*tedir.) nikahı altına almak istedi, ancak kızın ailesi Rasulullah'tan sorup izin almadıkça, O'nun (s.a) kızı üzerine kız ve*remeyeceklerini bildirdiler. Nitekim onlar bu meseleyi Hz. Peygamber'e açtılar. Hz. Ali de işareten ve kinayeli olarak Yüce Peygamber'den izin istedi. Bazı rivayetlerden anlaşıl*dığına göre Hz. Fâtıma da bu meyandaki söylentileri işitmiş ve sevgili babasına giderek şöyle demişti; "Kavmin senin kız*larınla ilgilenmediğini zannediyor. Ali şu an Ebu Cehil'in kı*zıyla evlenmek üzere." Bunun üzerine Peygamber Efendimiz bir hutbe irâd ettiler ve şöyle buyurdular:
"Hişam b. Muğire oğulları kızlarını Ali ibn Ebî Talib'e ni*kahlamak için izin istedi. Ebu Talib'in oğlunun benim kızı*mı boşayıp onların kızını nikahlaması dışında ben buna müsaade etmiyorum, müsaade etmiyorum, müsaade etmi*yorum. Kızım benden bir parçadır. Onun tahammül edeme*diğine ben de tahammül edemem. Onu inciten şey beni de in*citir."
“Ben hekali haram, haramı da helal yapmam. Ancak Al*lah'a yemin olsun ki Allah'ın Elçisinin kızı ile Allah'ın düş*manının kızı kesinlikle bir evde toplanamaz."
Başka bir rivayette Peygamberimiz şöyle buyurdu:
"Fâtıma bendendir ve O'nun din meselesinde fitneye düş*mesinden korkuyorum."
Bu hadise üzerinde düşünen insanın aklına şöyle bir şüp*he gelebilir: Rasûlullah (s.a) kendisi bizzat bir çok evlilik yaptığı ve diğer insanlara da dörde kadar evlenme izni verdi*ği halde, kendi kızının üstüne bir kumanın dahi gelmesine tahammül edemedi. Kumanın gelmesiyle Peygamber'in kı*zının ve dolayısıyla Rasûl'ün uğrayacağı incinme aynen di*ğer kadınlar ve onların ana-babaları için de geçerli idi. O hal*de Yüce Peygamber kendisi söz konusu olunca tahammül edemiyor da diğerleri söz konusu olunca aynı şeyi nasıl caiz görüyor?
Görünüşte bu oldukça katı bir itirazdır ve meseleyi basit boyutuyla gören kişi büyük şaşkınlık içerisine düşebilir. An*cak, birazcık dikkatli düşünülürse mesele kavranabilecek-tir. Bir kadının kocası eve ikinci bir hanım getirdiğinde, ilk eşin bunu doğal olarak hoş karşılamadığı ve buna tahammül edemediği ve aynı şekilde anne, baba, kardeşler ve diğer ya*kınların bundan aşırı derecede incindikleri, rahatsız olduk*ları inkar edilemez bir gerçektir. Şeriat birden fazla evliliğe, eve kuma gelmesinin evdeki ilk hanımı veya onun yakınları*nı incitmediği varsayımıyla hareket ederek cevaz vermemiş*tir. Bilakis şeriat bu gerçeği bile bile, bundan daha önemli, diğer bazı toplumsal maslahatlar gerektirdiği için birden fazla evliliğe müsaade etmiştir. Şeriat, kumaların beheme*hal birlikte ve aynı kocanın nikahı altında dostça yaşamaya*caklarını, onlar arasında çekişme ve didişmelerin mutlaka olacağını, aile hayatının bazı üzücü olaylardan hali kalma*yacağını da bilmektedir. Ancak bu bireysel kusurlar, tek ev*liliğin kanun zoruyla uygulamaya konduğu bir toplumda or*taya çıkan büyük içtimai kusurlar yamnda küçük kalır. Bu yüzden şeriat taaddüd-ü zevcatı, yani çok evliliği helal gör*müştür.
Şimdi isterseniz bu meselenin Peygamberimizle ilgili bö*lümünde ne gibi sorunlar olduğunu araştıralım. Şer'an, da*madının Peygamber Efendimizin kızı üzerine kuma getirmesi helaldi. Bu yüzdendir ki Hz. Ali, böyle bir niyette bulun*muştu. Yine aynı sebepten dolayı Yüce Peygamber ikinci ev*liliğin Hz. Ali için haram olduğu şeklinde birşey de söyleme*di. Bilakis Rasûlullah'ın bizzat kendisi helali haram kılma*dığını buyurdu. Ancak bu noktada Rasûlullah'ın tek olan ki*şiliğinde iki ayrı özelliği toplanmıştı. Bu özelliklerden birisi, Peygamber Efendimizin insan olmasıydı. Bu yüzden doğal olarak O'nun kızının evine kuma gelmesinden dolayı ortaya çıkacak incinmenin Peygamberin durumunu etkilememesi mümkün değildi. İkinci bir özellik olarak, O (s.a), Allah'ın Rasûlü, yani; elçisi idi ve bu rasul olma özelliği yüzünden şöyle bir makama sahipti: Eğer O'nunla (s.a) herhangi bir kimsenin ilişkisi bozuk olursa veya herhangi bir kimse Nebi'nin incinmesine sebep olursa, onun din ve imanında hayır kalmazdı. Bu yüzden Rasûlullah hem Hz. Ali ve hem de Hişam b. Muğire oğullarını bu işten uzak tutmak istedi. Çün*kü, her ne kadar bu helal olsa da, bu işin yapılması sebebiyle Hz. Ali'nin ve onun diğer eş ve yakınlarının iman ve akıbetle*rini tehlikeye atma durumu vardı.
Peygamber Efendimizin hutbesinde irad buyurduğu bir başka husus ise şuydu: Hişam b. Muğire oğulları geçmişte İslâm'ın ve Rasûlullah'ın (s.a) en şedid düşmanları olmuşlar ve Mekke'nin fethinden sonra yeni yeni müslüman olmaya başlamışlardı. Hz. Ali'nin evlenmek istediği kızın babası Ebu Cehil'in Peygamberimize düşmanlıkta tüm kafirlerden ileri gittiği herkesçe biliniyordu. Onun Bedir gazvesinde müslümanlar eliyle öldürüldüğü ve ailesinin yıllar yılı onun intikamını alma duygusuyla yaşadıkları da bir gerçekti. Şu durumda bu insanlar İslâm'a girmişlerdi, ama onların İslâm'ının, gerçekten İslâm'a inanarak, ihlas ve samimiyetle kalblerinin tam manâsıyla İslâm'a dönmesinin bir semeresi mi, yoksa sadece yenilginin bir neticesi mi olduğunun tahkik edilmesi gerekirdi. Böyle bir durumda bu hanedandan bir kı*zın -o da Ebu Cehil'in kızı- Rasûlullah'ın (s.a) kızının bulun*duğu eve kuma olarak girmesi büyük fitnelere sebeb olabilir*di. Bu insanların İslâm'a kalbi ısındırılabilirdi ve nitekim ısındırılmıştı da. Ama onların İslâm'la olan ilişkileri tam manâsıyla ortaya çıkmadıkça, onlardan birinin risalet ailesine sokulması ve Peygamber Efendimizin sevgili kızları Fâtama'nın karşısına dikilmesi hiç de uygun değildi ve tehli*ke doluydu. Bu yüzden Rasûlullah böyle bir bağ kurulmasını istemedi ve açıkça, Allah'ın Rasûlü'nün kızıyla Allah'ın düş*manının kızının bir evde toplanamayacağını ilan etti. Yine Peygamber Efendimiz böyle bir şey olursa Fâtıma'nın fitne*ye düşmesinden endişe ettiğini de izhar buyurdu. Evlenme meselesinde bir kişiye (haddi zatında helal olsa bile), tüm ümmeti için fitne ve şer oluşturacak bir şekilde özgürlük verilemeyeceği açıktır.
Burada şüphesiz şöyle bir itiraz yapılabilir: Ebu Süfyan'ın ailesi İslâm'a karşı besledikleri kin ve düşmanlık yönünden, Ebu Cehil'in ailesinden aşağı kalmıyordu. O halde, eğer Ebu Cehil'in ailesinden Peygamber ailesine bir kız gel*mesi fitneye sebep oluyorsa, Ebu Süfyan'm kızının (Hz. Ümmü Habibe) bizzat Peygamberimizin pak zevcelerinin arası*na karışması neden bir tehlike oluşturmuyor? Bu iki durum arasındaki fark göz önüne alınırsa, itiraz kendi kendine son bulur. İşin hakikati şudur: Ebu Cehil'in kızı ile mü'minlerin annesi Ümmü Habibe arasında daha baştan mukayese yap*mak doğru değildir. Ebu Cehil'in kızı, amcası ve kardeşleri, hepsi Mekke'nin fethinden sonra iman etmişlerdi. Onların imanlarının ne dereceye kadar ihlas ve samimiyete dayandı*ğının ve ne dereceye kadar yenilmişliğin ezikliğinin bunda rolü olduğunun ölçülebilmesi için imtihandan geçmeleri gerekiyordu. Bunun aksine Hz. Ümmü Habibe bu en büyük im*tihandan geçerek, büyük sahabelerde bile az rastlanan bir türden fedakarlıkla ihlas ve samimiyetinin mükemmelliği*ni, imanının sadakatini kesin bir şekilde ispatlamıştı. O, din uğruna emsaline zor rastlanır fedakarlıklara katlanmıştı. Biraz düşününüz şimdi: Hz. Ümmü Habibe, Ebu Süfyan'm kızı, Hint binti Hüsbe'nin (ciğer yiyen Hind ismiyle meşhur) ciğerparesi idi. Halası Kuran-ı Kerim'de "odun hamalı" [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] diye nitelendirilerek aşağılanmış, anne tarafından dedesi olan Utbe b. Rebia, Rasûlullah'ın (s.a) en katı düş*manlarından idi. Böyle bir aileden ve bu tür bir çevreden ol*duğu halde o, Hz. Ömer ve Hz. Hamza'dan önce iman etmiş, kocasım müslüman yapmış, aile efradının zulüm ve baskılarmdan yılarak Habeşistan'a hicret edenlerle birlikte muha*cir olmuştu. Kocasının dinini terkedip Habeşistan'da hristiyan olması onu yıldırmamış ve dini hatırına onu da terketmişti. Küçücük bir kızla gurbet ellerde yalnız başına kalmış olması onun iman azmine zerre miktarı zarar verememişti. Birkaç sene bu şekilde geçtiği halde, gurbet ellerde yalnız ve desteksiz bir kadın her türlü çileyi çekerek kendisinde dinin istediği ölçüde ihlas, şahsiyet ve tavrın mevcut olduğunu is*patlamıştı. İşte o zaman Peygamberimizin dikkatini çekmiş ve Rasûlullah ona daha Habeşistan'da iken nikah mesajım yollamıştı. Hz. Ümmü Habibe Hayber gazvesinden sonra Habeşistan'dan dönmüş ve Yüce Peygamber'in ev halkına katılmıştı. Bundan kısa bir müddet sonra Kureyş Hudeybiye barışını ihlale başlamış ve Peygamber Efendimizin Mekke'yi fethetmesi gibi bir fikri olduğunu zannederek tedirginliğe düşmüştü. Bu durumda Ebu Süfyan barış görüşmeleri için Medine'ye gelmiş ve kızı vasıtasıyla sulh şartlarını belirle*mede kolaylık bulurum umuduyla onun evine gitmişti. Se*nelerin ayrılığından sonra baba-kız ile ilk defa görüşme fırsatı bulmuş; ancak Ebu Süfyan Rasûlullah'ın (s.a) minderi*ne oturmaya niyetlenince fevren minderi kaldırmış ve "Rasûlullah'ın minderine bir İslâm düşmanı oturamaz" di*yerek babasım ikaz etmişti. Böyle bir kadının Rasûlullah'ın ev halkına katılması demek, gerçek yerini bulması demekti. Bunun herhangi bir fitneye sebep olması için en uzak bir im*kandan geçtik, vehme bile yer yoktu. Kendisi ve ailesini an*cak fethin İslam'a sokabildiği ve İslam'a girişinin üzerinden daha henüz bir iki ay geçmiş olan bir kızın Rasûlullah'ın aile*sine katılması, tabii ki fitne imkanlarını da beraberinde taşı*yordu. Böyle bir kız hakkında şöyle bir soru akıllara gelebi*lirdi: İslâm'a ve Peygambere (s.a) olan düşmanlığın etkileri bu kızın ve ailesinin kalblerinden tam manâsıyla temizlen*miş miydi, yoksa temizlenmemiş miydi? Henüz belli değil*di.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Acaba Sahabe Hz. Peygamberin TeçhizVe Tekfinini BırakıpHilafet Derdine Mi Düşmüştü?


Soru:

Sahabe-i kiram özellikle de Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (r.a), Yüce Peygamber'in kefenleme ve defnetme işlerine ka*tılmayıp, hilafet ve biat meselesiyle uğraşmakla suçlanmak*tadır. Yüce Peygamber'in yıkanması, kefenlenip defnedil*mesine katılmak ne kadar büyük bir şeref idi. Peygamber'e (s.a) olan sevgi de bunlara katılmayı gerektirmez miydi?

Cevap:

Rasûlullah'ın (s.a) cenazesi kefensiz ve defnedilmeden or*tada dururken sahabe-i kiramın O'nun teçhiz ve tekfinini düşünmeyerek hilafet peşinde koşturmaları şeklindeki id*dia aslında tamamen asılsız bir masaldır. Asıl olay şu şekil*dedir: Peygamber Efendimizin vefatı Pazartesi günü akşa*ma doğru olmuştu. Buhari ve Müslim'de Peygamberimizin has hadimi Enes b. Malik (r.a) "âhiri yevm" yani "günün so*nu" ibaresini kullanmıştır. Bundan bu büyük olayın (Pey*gamberimizin vefatının) ikindi ile akşam arasında husule geldiği anlaşılabilir. Doğal olarak bu hadiseden dolayı tüm iman ehlinin, ellerinde olmayarak, kendilerini kaybetmeleri beklenirdi. Nitekim bu şekilde de oldu. Hz. Ömer alemlere rahmet olarak gönderilen Yüce Peygamber'in öldüğüne bir türlü inanamıyordu. Hz. Ebu Bekir'in gelip konuşmasından sonra ancak, insanlar kaçınılmaz olarak olması gereken şeyin o an olmuş olduğuna inanabildiler. Böylece gece oldu, ka*ranlık bastı. Gece vakti Peygamber'in teçhiz ve tekfin edilip defnedilmesi mümkün ve münasip değildi. Çünkü cenazeye katılma şerefinden mahrum olmak Medine-i Münevvere ve etrafındaki yerleşim bölgesindeki yaşayan insanların mut*laka şikayetlerine mucib olur ve onlar: "Sizler bize Peygam*beri son defa görmeye ve cenaze namazım kılmaya bile firsat tanımadınız" diyerek bu şikayetlerim dile getirirlerdi. Bu yüzden behemehal sabah beklenecekti. O gece sahabeden çe*şitli gruplar kendi yerlerinde toplanarak, şimdi artık ne olacağım düşünmeye başlamışlardı. Peygamberimizin pak zev*celeri O'nun (s.a), vefat ettiği Hz. Aişe'nin evinde ağlayıp in*lemekte idiler. Hz. Ali, Hz. Zübeyr, Hz. Talha ve Rasûlullah'ın diğer akrabaları Fâtımat'uz Zehra'nın evinde toplan*mışlardı. Muhacirlerden azımsanamayacak bir grup Hz. Ebu Bekir'in yanında üzgün ve düşünceli bir şekilde otur*muştu. Ensardan çeşitli gruplar, herkes kendi kabilesinin gölgeliğinin altında (toplanma yerinde) toplanıyordu. Bir*den birisi gelerek Beni Saide'nin gölgeliğinde (toplanma ye*rinde) Ensardan büyük bir kalabalığın toplandığını ve Peygamber'in yerine kimin geçeceği meselesinin tartışılmaya başlandığını haber verdi. Peygamberimizden sonra müslümanların cemaatinde büyük olarak görülen ve kabul edilen Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ebu Ubeyde İbn Cerrah bu haberi duyunca, ümmetin önderinin daha yeni gözünü kapa*dığı ve tüm ümmetin başsız kaldığı o anda büyük bir fitnenin ortalığı kaplamasından ve cemaat düzeninin yeniden oluş*turulmasından önce büyük bir karışıklığın çıkmasından en*dişeye kapıldılar. Bu yüzden söz konusu üç zat fevren olayın cereyan ettiği mahalle yetiştiler ve onlar, gece vakti fitneye sebep olabilecek bir şekilde tamamlanmak üzere olan Rasûlullah'ın yerine geçecek şahıs meselesini, doğruluğuna tari*hin de şahadet ettiği bir şekilde hallettiler. Bütün bu olaylar Yüce Peygamber'in dünyayı değiştiği gece cereyan etti. Yu*karıda da sebebini açıkladığımız üzere behemehal Rasûlullah'ın teçhiz ve tekfini gece yapılamayacaktı. Bunun üzerine aynı o gece hilafet meselesi halledildi. Sabahleyin günün ilk ışıklarıyla birlikte Hz. Ebu Bekir'in halifeliği ilan edildi. Mu*hacirlerin ve Ensar'ın hepsi bunu kabul ederek cemaatın ni*zamını yeniden sağladılar ve bundan sonra geciktirmeden Peygamber Efendimizin teçhiz ve tekfin işini başlattılar.
Sahabe-i kiramın hilafet sevdasına düşüp, Yüce Pey*gamber'in teçhiz ve tekfinini sadece ehl-i beyt'in yaptığını söylemek tamamen gerçek dışıdır. Bu teçhiz ve tekfin işi ke*sinlikle vefat gecesi olan Pazartesiyi Salıya bağlayan gece*de yapılmamıştır. Teçhiz ve tekfin işinn başlaması Salı günü sabahleyin Hz. Ebu Bekir'e (r.a) biat edildikten sonra başla*mıştı. Bu iş, bir kapısı da Mescid-i Nebeviye açılan, Medine-i Münevvere'deki tüm sahabenin toplanmış olduğu, Medinenin etrafında yaşayıp da haberi duyanların koşuşturduğu ve Ebu Bekir'in (r.a) eline biat ellerinin konduğu Hz. Aişe'nin evinde yapılmıştı. Mescid-i Nebevî'yi ziyaret etme şerefine nail olmuş olanlar, Hz. Aişe'nin evi (Hz. Peygamber'in medfun olduğu yer) ile Mescid-i Nebevi arasında ne gibi bağ olduğunu bilirler. Bu yüzden Mescid-i Nebevî'yi bilenler, "sahabe Mescid-i Nebevî'de hilafet derdine düşmüşken, zavallı ehl-i beyt Hz. Aişe'nin evinde Rasûlullah'm teçhiz ve tekfini ile uğraşıyordu" gibi bir söze gülerler. Yanıltıcı ve yalan bir şey söylenecekse bile kılıfına uydurulması lazımdır.
Yüce Peygamber'in (s.a) gasli ve kefenlenmesini de sade*ce ehl-i beyt mensuplarının yaptığı iddiası da gerçek dışıdır. Bu hizmette bulunan Hz. Ali, Hz. Abbas, Hz. Fadıl b. Abbas, Hz. Kuşem b. Abbas, Hz. Usame b. Zeyd ve Rasûlullah'ın azadlı kölesi Şükran, dışarıda Peygamber Efendimizi son defalığına görmek için sabırsızlanan insanların izdihamını önlemek için evin kapısını kapatmışlardı. Eğer kapı açık bı*rakılırsa herkesin içeri doluşması ve iş yapmanın güçleşme*sinden korkuluyordu. Yine de, Ensar'ın "bu şerefe bizim de ortak olmamız" lazım diye bağırıp çağırmasından sonra Ensar'dan da bir kişi (Evs b. Havli) içeri alınmıştı. Kefenleme*nin bitmesinden sonra Yüce Peygamber'in nereye defnedile*ceği sorunu ortaya çıktı. Hz. Ebu Bekir (r.a) bu konuda Hz. Peygamber'in şöyle bir sözünü hatırlattı.
"Hiçbir nebi yoktur ki, ruhunun kabzedildiği yere defne*dilmemiş olsun." Bunun üzerine Rasûlullah'ın (s.a), Hz. Ai*şe'nin evine defnedilmesine karar verildi. Hz. Ebu Talha ve Zeyd b. Sehlu'l Ensârî mezarı kazdı. Daha sonra insanlar grup grup içeri girerek cenaze namazı kılmaya başladılar ve bütün gece boyunca bu iş devam etti ve Salı ile Çarşamba arasındaki gece yarısı, sıra Rasûlullah'ı defnetmeye geldi. Bütün bu zaman boyunca, bilinmez ki ne zaman, sadece Rasûlullah'ın (s.a) ehl-i beyti, hiçbir dost ve yardımcıları ol*madan Peygamberimizin mübarek cesedinin başucunda oturmuş ve sahabe-i kiram da hilafet derdine düşmüş ol*sun![Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Ehl-i Sünnetle Şiîler Arasındaki Bazı İhtilaflı Meseleler


Soru:

Aşağıdaki sorularımı cevaplama nezaketi gösterirseniz bizi mennun etmiş olursunuz. Aslında bu sorular şii bir dos*tumun bize yapmış olduğu itirazlardır:
1. Abdest ayetinde (Mâide Sûresi 6. ayet)[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] "yı*kayınız" ve "meshediniz" diye iki fiil kullanılmıştır. Önce yüzü ve kolları dirseklere kadar yıkama hükmü, ikincisinde ise, başı ve ayakları meshetme emri verilmiştir. Bizim anlayamadığımız, meshetme emri verildiği halde ehl-i sünnet neden ayaklarını yıkamaktadır? Abdest sonunda ayakların yıkanması neye dayanmaktadır? Cevabın ayrıntı*lı ve açık olması lazımdır.
2. Tathîr ayetine[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Hz. Ali de dahil midir? Eğer dahilse Fedek arazisini isterken haklı mıydı haksız mı? Tathir (te*mizlenme) ayetine dahil olmasından dolayı ben Hz. Ali'nin Fedek arazisini istemek gibi bir şey yapabileceğini tahmin etmek istemiyorum. Açık olarak bu noktada iki durum var*dır: Birincisi, Fedek arazisinin istenmesi; ikincisi ise, Fedek arazisinin verilmemesi. Bu gibi durumlarda sadece bir du*rum doğrudur. Ya isteme doğrudur veya verilmeme. Söz ko*nusu durumlardan hangisi hakikate uygundur? Tercü*man'ul Kur'an’ın Kasım 1958 sayısında siz, Hz. Ali'nin (k.v) rasûllerin miras bırakmadığını bildiği halde Hz. Ömer za*manında böyle bir istekte bulunduğuna dair birkaç işarette bulunmuşsunuz. Bu ne derece doğru olabilir?
3. Mescid-i Nebevî'de hilafet meselesi ilk olarak Hz. Ebu Bekir lehine kararlaştırıldığı zaman Hz. Ali mevcut muydu? Eğer değilse çağrıldı mı, çağrılmadı mı? Hz. Ali, Hz. Ebu Bekir'e hiç biat etti mi? Ettiyse ne zaman? Bir zahmet Hz. Alî'nin neden çağrılmadığını da yazınız.

Cevap:

Mâide Sûresinin 6. ayetinde bildirilen abdest ayetiyle il*gili olarak, şiilerle Sünniler arasındaki ayakların yıkanma*sının mı, yoksa meshedilmesinin mi emrinin verilmiş olduğu şeklindeki ihtilaf oldukça eskidir. Arkadaşınızın, Kuran'da açık olarak ayakların meshedilmesi emredildiği halde, sünnilerin sırf hadise dayanarak ayaklarını yıkamayı bir mezheb haline getirdikleri şeklindeki görüşü bir yanlış anlama ve yanılgıdır. Eğer bu konuda açık bir hüküm olsaydı, kim ne hakla bu hüküm aleyhine amel edebilirdi? Asıl üzerinde ihti*laf edilen mesele, Kur'anın bu iki fiilden (yıkamak ve mes-hetmek) hangisini gerçekten emrettiği ve asıl amacının ne olduğudur.
Ayet-i kerime şöyledir:
"Ey iman edenler, namaza kalktığınız zaman yüzünüzü ve kollarınızı dirseklerinize kadar yıkayınız, meshediniz ba şınızı ve ayaklarınızı topuklara kadar."
Bu ayette kelimesinin mutevatir iki kıraati var*dır. Nafi', İbn Amir, Hafs, Kisâî ve Yâkub'un kıraati (yani lamın üstünle okunması) şeklinde ve İbn Kesir, Hamza, Ebu Amr ve Asım'ın kıraati (yani lam'ın esre ile okunması) şeklindedir. Bu kıraatlardan hiçbi*ri, daha sonraki bir vakitte nahivcilerin oturup kendi anlayış ve isteklerine uygun olarak Kuran-ı Kerim ayetlerini harekelemeleriyle ortaya çıkmamıştır. Bilakis, bu iki kıraat da mutevatir olarak nesilden nesile aktarılmıştır. O halde, eğer birinci kıraat benimsenirse kelimesi "yıkayınız" fiiline atfedilir ve mânâsı da "ayaklarınızı topukla*ra kadar yıkayınız" olur. Ancak eğer ikinci kıraat kabul edi*lirse kelimesi fiiline atfedilir ve ortaya şöyle bir mânâ çıkar. "Ayaklarınızı topuk*lara kadar meshediniz."
Bu iki meşhur maruf ve mütevatir kıraat yüzünden aye*tin mânâsında ortaya çıkan ihtilaf açıktır. Ayetin mânâsındaki bu çatışma ve farklılaşmayı önlemek için birinci yol şu şekildedir: Her iki kıraat da sadece bir mefhuma (yıkama ve*ya mesh) hamledilir. Ancak bu yolda ne kadar çaba gösterir*sek gösterelim, bu bizi herhangi bir kesin neticeye götürmez. Çünkü bunu yıkamaya hamletmek için ne kadar güçlü delil varsa, hemen hemen aynı güçte delil mesh etmek için de var*dır. Bu meseleyi halletmenin ikinci bir yolu ise sadece dil ku*rallarına uygun olarak bu mânâlardan herhangi birisini ter*cih etmektir. Ancak bu yolda istenilen neticeyi vermez. Çün*kü iki kıraati da tercih etmeyi gerektiren deliller hemen he*men eşittir. O halde bütün bunlardan bir sonuç alamadığımıza göre, Rasûlullah (s.a) ve O'nun ashabının amellerine bakmaktan başka bir çaremiz var mıdır?
Abdest hükmünün boşu boşuna veya sırf Kuranda yazıl*mış olarak bulalım diye verilmediği ortadadır. Bu hergün beş vakit namazı kılmadan önce yapılan bir işin hükmüdür. Yüce Peygamber (s.a), her gün birkaç kez bu hükümle bizzat amel ederdi. Ayrıca Nebi'nin (s.a) tabileri de kadın, erkek, ço*cuk ve yaşlı herkes, her gün bu hükmü Yüce Peygamber'in kavli ve ameliyle öğrettiğine uygun olarak yerine getiriyor*lardı. Şu halde biz, yüzlerce sahabenin Hz. Peygamberi ve daha sonraki sayısız insamn sahabe-i, Kur'an'ın bu hükmü*nü uygularken nasıl gördüklerine neden bakmayalım ki? Kurandaki yazılı şekliyle açıklığa kavuşamayan bir mese*leyi anlamak için bundan daha muteber kaynak ne olabilir ki?
Bu ilim kaynağına müracaat ettiğimizde, sahabeden bü*yük bir kesimin, Rasûlullah'tan ayakların yıkanması ile ilgi*li sözlerini ve uygulamasını naklettiklerini göreceğiz. Ayrı*ca, tabiînden rivayette bulunan sahabelerden daha fazla sa*yıda insan, sahabeden bu haberin sıhhatmda hiç bir şüpheye mahal vermeyecek şekilde rivayetlerde bulunuyor. Ayakla*rın meshedilmesi ile ilgili olarak da az miktarda bazı rivayet*lerin geldiği doğruysa da bu rivayetlerden hiçbirinde Rasûlullah'ın ve sahabenin ayaklarını meshettiği rivayet edilme*miş ancak, birkaç sahabenin Kuranda sadece mesh hükmü*nün verildiği şeklindeki görüşü nakledilmiştir. Bu rivayet*lerden abdestli olan bazı sahabelerin namaz vakti yeniden abdest tazelemek istediklerinde sadece meshle iktifa ettikle*ri de anlaşılmaktadır. Diğer taraftan, bizzat şiî kaynakların*da ayakları yıkama hükmü ve amelinin ispatlandığı birçok sağlam senetli rivayet bulunmaktadır. Bu iddiamıza Muhammed b. Numanın, Ebu Abdulllah'tan (r.a) rivayet ettiği hadisi misal olarak gösterebiliriz. Ki, Kelbi ve Ebu Cafer Tûsi de bu rivayeti sahih senedlerle birlikte nakletmişlerdir. O, bu rivayette şöyle buyurmaktadır: "Siz eğer başınızı meshetmeyi unutur da ayaklarınızı yıkarsanız, yeniden başınızı meshedip, ayaklarınızı da yeniden yıkayınız'' Aynı şekilde Muhammed ibn Hasan'us Saffâr, Zeyd b. Ali'den; o, babası İmam Zeynel Abidin'den; o, babası İmam Hüseyin'den; o da babası Hz. Ali'den (k.v) onun şöyle dediğini naklediyor:
"Ben abdest almaya oturmuştum. Karşıdan Rasûlullah (s.a) teşrif buyurdular. Ayaklarımı yıkamaya başlayınca, O (s.a) şöyle buyurdu:
"Ey Ali, parmaklarının arasını hilalle" Şeref’ur Râzî, Nech'ül Belâğa'da, Hz. Ali'den (k.v) Rasûlullah'ın abdestinin keyfiyetini naklederken de Hz. Ali sözkonusu rivayette ayakların yıkanmasını zikretmektedir. Buradan anlaşılıyor ki, rivayetler daha çok ayakların yıkanma*sı lehinedir ve meshetme lehinde sadece bir kaç rivayet ol*masına rağmen, o rivayetler de hem sened ve hem de mânâ itibarı ile zayıf rivayetlerdir.
Meseleye akli yönden de yaklaşsak ayakları yıkama işi*nin daha makul ve Kur'an'ın isteğine daha yakın olduğu his*sedilmektedir. Abdestte temizlenme hükmü verilen uzuv*lardan en fazla kirlenme ve pisliğe bulaşma imkanı olan uzuv ayaklardır. Kirlenme ihtimalinin en az olduğu uzuv ise kafadır. Diğer bütün uzuvları yıkama hükmü verildiği hal*de, ayakları kafayla birlikte mesh hükmünün içine sokmak tuhaf olur. Dahası, eğer ayaklar abdestin sonunda mesnedilirse, ayakların ıslak elle meshedileceğinde şüphe yoktur. Bu durumda ayakların üzerinde olan toz-toprak veya çamur ve pislik, ıslak elle dokunmadan dolayı daha da fazla kirlenecektir. Buna ilaveten, eğer bir kişi ayaklarını sadece meshetmekle yetinse, o zaman ayetin iki muhtemel mânâsından bi*ri (yani ayakların yıkanması) mutlaka terkedilir ve sadece biri ile amel edilmiş olur. Öte yandan, ayaklarım yıkayan ve elleriyle iyice temizleyen bir şahıs ayetin muhtemel iki ma*nası ile de tam mânâda amel etmiş olur. Çünkü bu durumda hem yıkama hem de mesh cem edilmektedir.
Şu da var ki, Rasûlullah (s.a) ayağına mest geçirmiş oldu*ğu durumlarda mesh hükmü ile amel etmiştir. Bu ayetin di*ğer mânâsı ile de uygunluk arzetmektedir ve bu, bir çok sa*hih rivayetle de sabit olmuştur. Ayrıca makuldür de. Ancak, kendi mezheblerine daha yakın olmasına rağmen şiî beye*fendilerin bunu (mesh üzerine meshetmeyi) kabul etmemesi şayan-ı taaccübtür.
2. Tathîr ayetinin[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Hz. Ali'yi de içine aldığı şüphesizdir. Allah korusun, hiçbir mü'min de onun rics'e, yani ahlâkî ve itikadi kusura sahip olduğunu değil kabul etmek, hayâl bile etmemektedir. Yalnız, Yüce Peygamberin mirası meselesiy*le arınma ve pisliğin (rics) ne tür bir irtibatı olduğunu anla*yamadım. İyi niyetle birlikte, bir hükmün asıl mânâsını an*lamada ve bu hükmü özel bir meseleye uygulamada o'nunla (k.v) Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (r.a) arasında ihtilaf ve ayrı*calık olabilirdi. Böyle bir şeyden, Hz. Ali'nin bile bile, buyru*ğunun hilafına Rasulullah'ın mirasını istediği mânâsını çı*karmak uygun değildir.
Behemehal sözü geçen meselede iki hadisenin gerçek ol*duğu inkar edilemez. Birincisi, ehl-i beyt tarafından mirasın istenmesi. Bu istek yapıldığında Hz. Fâtıma, Hz. Ali ve Hz. Abbas beraber idi. İkincisi ise, Hz. Ali'nin beş sene halife ol*duğu ve Hicaz'ın (ki Rasûlullah'ın tüm arazileri burada idi.) tam mânâsı ile kendi kontrolü altında bulunduğu bir zaman*da Rasûlullah'ın mirasını bölüştürmemesi. Şimdi sizin dos*tunuz bu iki hadiseyi nasıl istiyorsa, o şekilde yorumlayabilir. Ancak biz bu meseleyi yorumlar ve tevil ederken bunda Hz. Ali'ye maledilebilecek herhangi bir kusur görmüyoruz. Bize göre miras isteme hadisesi bir yanlış anlamadan dolayı gündeme getirilmişti, (Ki yanlış anlama kesinlikle herhangi bir ahlâki ve itikadi kusur değildir.) Daha sonra Hz. Ebu Be*kir ve Hz. Ömer bu meselenin hakikatini tam mânâsı ile açıklayınca ehl-i beyt efradı da ikna olmuştu. Aksi takdirde Hz. Ali'nin (k.v) kendi hilafeti döneminde hem Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in (r.a) kararını doğru görmeyip ve hem de bu ka*rarı değiştirerek haklılara hakkını vermekten kaçınması için bir sebep yoktu. Bir şeyin bâtıl olduğunu bildiği halde, kasden o şey üzerinde ısrar ettiği, sadece kendisinin değil di*ğer hak sahiplerinin de hakkı olarak bildiği bir şeyi vermek*ten kaçındığı düşüncesinden biz Hz. Ali'yi (k.v) tenzih ederiz. Şüphesiz, böyle şeyler yapmak kusurdur. Ama biz zerre ka*dar da olsa ehl-i beyt'in böyle bir şeye karıştığını kabul edemeyiz.
3. Dostunuzun üçüncü sorusu hadiselerden habersiz ol*duğunu gösteriyor. Hilafet meselesi Mescid-i Nebevî'de değil Sakife-i Beni Sâide'de, Rasûlullah'ın (s.a) vefat ettiği akşa*mın gecesi halledilmişti. O anda Muhacir ve Ensar'dan hiç kimse oraya çağnlmamıştı. Aslında Ensar'dan büyük bir grup orada toplanmış ve hilafet meselesini haletmek istiyor*lardı. Bu toplantı ve topluluğun amacı hakkında bilgi veri*lince Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ebu Ubeyde ibn Cerrah (r.a) fevren toplantı yerine koştular. Onlar büyük bir fitne*nin kapısını kapatmak için o anda Ensar'dan oraya toplan*mış bulunan cemaate meselenin vahametini anlatıp ikna et*tikten sonra, hilafet meselesini ümmetin hayrına olacak bir şekilde hallettiler. O an, her eve bir haberci göndererek in*sanları evlerinden çağıracak zaman yoktu. Eğer bu üç zât bi*raz daha gecikmiş olsalardı, orada müslümanlar arasındaki büyük bir iç savaşın temeli atılmış olur ve bu da daha sonraki irtidad, yani; dinden dönme hadiselerinde müslümanlar ve İslâm için bir felaket mânâsına gelirdi. Böyle bir ortamda akıl sahibi bir insan ayağa kalkıp şöyle bir teklif yapamazdı: "Beyler, bu meseleyi 2-3 gün erteleyin, yarın Rasûlullah'ın teçhiz ve tekfin işini bitirdikten sonra bir toplantı yapacağımızı ilan edelim ve o toplantıda Yüce Peygamberin yerine ki*min geçeceğini belirleyelim." Bu tür bir teklifin mânâsı şu olurdu: Bir taraftan, alemlere rahmet olarak gönderilen Yü*ce Peygamberin vefat haberi yayılırken, O'nun (s.a) yerine ümmetin işlerini deruhte edecek bir kimsenin daha henüz belirlenmediği anlaşılacaktı. Bu ise, İslâm aleyhine isyan et*mek için fırsat kollamakla meşgul unsurların cesaretini bir*kaç kat artıracaktı. Diğer taraftan, böyle bir toplantının ya*pılmasından önce Ensar arasında, halifenin ya Ensar'dan ol*ması veya bir emir Ensar'dan ve bir emir de Muhacirlerden olması gerektiği görüşü kesinlik kazanmıştı. Hz. Ömer (r.a) basireti sayesinde bu yanlışlığın ne gibi kötü neticelere yol açacağını kavramıştı. Bu yüzden o, herhangi bir fitneye ma*hal vermemek için meselenin o anda halledilmesini zorunlu görmüştü. Halifenin hiç zaman kaybetmeden seçilmesi la*zım gelirdi. Kendisine halife olarak biat edilecek şahıs tüm Arap halkı tarafından Yüce Peygamber'in sağ kolu olarak ta*nınan biri olmalı ve dost-düşman herkes Rasûlullah'tan son*ra müslümanlar arasındaki ikinci şahsın o olduğunu kabul etmeliydi.
İkinci gün sabahleyin Mescid-i Nebevî'deki toplantı, sizin dostunuzun zannettiği gibi hilafet meselesini halletmek için değil de umumi biat için yapılmıştı. O an, önceki gece büyük bir güçlükle halledilmiş bulunan hilafet meselesini Mescid-i Nebevî'de üzerinde tartışılmak üzere yeniden açmanın, gün*deme getirmenin bir mânâsı yoktu. Bu mesele üzerinde yeni*den tartışma açılması, ancak halkın gece varılan kararı ka*bul etmemesi durumunda, söz konusu olabilirdi. Ancak, ka*rar halka duyurulduğunda onlar bunu gönül hoşluğu ile ka*bul ettiler ve bir an evvel biat edebilmek için hemen harekete geçtiler. O halde, umumi kabul görmüş bir meseleyi yeni baştan halledilmesi gerekli bir mesele olarak görüp, yemden gündeme getirmenin ne anlamı vardır?
Sakife-i Beni Sâide toplantısına kimse evinden çağrıla*rak gelmemişti. Tüm insanlar vefat haberini duyar duymaz, uzak uzak yerlerden Mescid-i Nebevî'ye bitişik olarak bulu*nan Hz. Aişe'nin evindeki Peygamber Efendimizin mübarek cesedlerini son bir defalığına olsun görmek için toplanmışlardı. Hz. Âli'nin (k.v), Sakife-i Beni Sâide'ye davet edilip edilmediği meselesi dostunuzun kafasını neden kurcalamış acaba? Acaba orada toplananların hepsi evlerine haberci gönderilerek mi çağırılmıştı? Acaba dostunuz Yüce Peygamber'in vefatının ikinci gününde Hz. Ali'nin (k.v), hem sabah namazına katılmadığını ve hem de gün boyunca Peygamber Efendimizin teçhiz, tekfin işleri ve mübarek mezarlarının hazırlandığı yerde bulunmadığını mı zannediyor?
Dostunuz son olarak, Hz. Ali (k.v) Hz. Ebu Bekir'e (r.a) hiç biat etti mi diye soruyor. Sorusunun cevabı şudur: Hz. Ali ay*nı gün diğer bütün müslümanlarla birlikte biat etmiştir. Taberi, Said b. Zeyd'den; Beyhaki, Ebu Said Hudrî'den ve Megâzi sahibi Musa b. Ukbe de, Abdurrahman b. Avf dan çok kuvvetli senetlerle şu rivayetleri nakletmişlerdir: "Ondan sonra, Hz. Ali (k.v) Hz. Fâüma'nm hatırına altı ay evinde uz*lete çekildi. Hz. Fâtıma'nın (r.a) vefatından sonra biat taze*leyerek hilafet işleriyle şanına yaraşır bir şekilde ilgilenme*ye başladı." Taberi Tarihi'nde, Aileme İbn Abdilberr "El-İstiab" adlı eserinde şöyle bir vaka daha nakletmektedir: Hz. Ebu Bekir'e biat edilince, Ebu Süfyan, Hz. Ali'ye gelip "bu ne biçim iş! Kureyş'in en küçük kabilesinden birisi nasıl olur da halife seçilir? Ey Ali, eğer sen istersen, Allah'a yemin olsun ki ben bu vadiyi atlı ve piyadelerle doldururum" dedi. Hz. Ali'nin (k.v) verdiği cevap işitilmeye değer. O (k.v) şöyle buyurdu:
"Ey Ebu Süfyan, sen tüm ömrünü İslâm'a ve ehl-i İslâm'a düşmanlıkla geçirdin. Ancak, senin düşmanlığın ne İslam'a bir zarar verebildi ne de ehl-i İslâm'a. Biz Ebu Bekir'i bu ma*kama ehil görüyoruz."[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]

__________________
O (cc)’NA SIĞINMAK AYRICALIKTIR
Alıntı ile Cevapla