Peygamberlerin Bi'set Öncesi Tefekkürde Bulunmaları Soru:
Siz Tefhim'ul-Kur'an'da En'am Sûresi'nin 9. rükün ile il*gili bir açıklama notunda şöyle diyorsunuz.:
"
Hz. İbrahim, (yıldız, ay ve güneş için) bu benim Rabbimdir."
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] demekle şirke düşmüş değildir. Çün*kü hakkın arayıcısının kendi arayışı yolunda sefer ederken arada bir, bir çok makamda düşünme ve tefekkür için takıl*dığı noktalar değil, asıl ilerlemekte olduğu hedef itibara alı*nır.
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Sorumuz şu: Eğer nübüvvet vehbî (Allah'ın doğrudan ih*sanı) olsaydı, Hz. İbrahim (a.s) normal insanlar gibi Tanrı'nın ilah olup olmadığı meselesinde şüphe etmez veya araş*tırma zarureti duymazdı. Eğer peygamberler diğer insanlar gibi zihnî araştırmalarla, mantık ve felsefe yoluyla Allah'ın uluhiyetini idrak etmiş iseler, nübüvvet kesbî (sonradan ka*zanılma) olur ve bir nebî ile bir filozofun gerçeğe ulaşması arasında herhangi bir fark kalmaz!
Cevap:
Nübüvvet'in vehbî olması meselesi yeterince kavranılmadığından dolayı bu sorunun ortaya çıktığı anlaşılıyor. Yi*ne aynı şekilde ilâhî ayetin kılavuzluğunda hakkı aramakla, filozofça fikir yürütmeler eş anlamlı zannedilmiş ve doğal olarak bu da, soru soranın meseleyi yanlış anlamasına sebep olmuş!
Kur'an-ı Kerim, peygamberlerin (a.s) vahiy gelmeden ön*ce sahip olduğu ilim nev'inin, diğer insanların sahip olduğu ilimden hiç bir şekilde farklı olmadığını bildiriyor. Vahiy in*meden önce onlar diğer insanlardan farklı bir ilim kaynağı*na sahip değillerdi. Şöyle ki: Kur'an'da:
"
Sen kitab nedir, iman nedir bilmezdin"[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] yine aynı şekilde:
"
Seni şaşırmış bulup da yol göstermedi mi?"
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] buyurulmaktadır.
Bununla birlikte Kur'an yine bize, peygamberlerin nü*büvvetten önce diğer insanların da sahip olduğu ilim ve ma*rifetin genel kaynakları vasıtasıyla, gayba iman menzille*rinden geçmiş olduklarını bildiriyor. Vahyin gelmesiyle yap*tığı şey, sadece önceden onların kalplerinin şahadet ettiği hakikatlerin gerçekten hak olduğunu daha kati ve yakîn bir şekilde kendilerine göstermek oluyor. Peygamberlere vazi*felerini tam bir güven içerisinde yerine getirebilmeleri için gerçeklerin açık müşahedesi yaptırılıyordu. Bu konu Hûd Suresi'nde tekrar tekrar beyan edilmiştir. Nitekim İlk Nebî (a.s) ile ilgili olarak:
"Rabbinden gelmiş (aklî ve fıtrî hidayet üzerine) açık bir delile dayanan ve kendisini Rabbinden bir şahidin izlediği (Kur'an), ayrıca kendisinden önce, bir önder ve bir rahmet olarak Musa'nın kitabı (elinde) bulunan kimse (inkarcılar gibi) mi dir?"
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] buyurulmaktadır.
Bundan sonra aynı mânâ, Hz. Nuh'un (a.s) diliyle ifade edilmektedir.
"(
Nuh) dedi ki: Ey kavmim! Eğer ben Rabbimden (doğru*luğumu tasdik eden) açık bir delil üzere isem ve O bana ka*tından bir rahmet (Vahy ve nübüvvet) vermiş de siz onu göre*miyorsanız (buna ne dersiniz?) Siz onu istemediğiniz halde biz sizi, ona zarlayacak mıyız?"
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Aynı mânâyı 63. ayette Hz. Salih (a.s) ve 88. ayette Hz. Şuayb (a.s) tekrarlamaktadır. Bundan, vahiy vasıtasıyla ha*kikatten doğrudan ilim hasıl etmeden önce, peygamberlerin gözlem ve tefekkürün fıtrî kabiliyetlerini doğru yolla kulla*narak (yukarıdaki ayetlerde "Rabbimden bir beyyine" ola*rak tabir edilen) Tevhid ve öldükten sonra dirilmenin haki*katlerine kadar ulaştıkları açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Onların bu olgunluğa erişmeleri vehbî değil, kesbî olmakta*dır. Bu merhaleden sonra Allah Teâlâ onlara ilim ve vahiy bağışlamakta ve bu bağış kesbî değil, vehbî olmaktadır.
Varlıkların bu tarzda gözlemlenmesi, tefekkürü, umûmi aklın kullanılması; filozofların kullandığı mantık yürütme*lerden ve tahminlerde bulunmalarından tamamiyle farklı bir şeydir. Bu, tamamen Kur'an-ı Kerim'in her insanı hazır*lamaya çalıştığı ve ona sık sık gözlerim açıp Allah'ın kudreti*nin izlerini görmesini ve bundan doğru bir netice çıkarmasım öğütlediği bir durumdur. Soruyu soran şahıs eğer soru*sunda şüphe ettiği ayetin tefsiriyle ilgili bölümün öncesi ile sonrasını okursa, orada da sözün amacının ilâhî ayetleri göz*lemlemek konusunda mutaassıp olmayan hak arayıcısının hakikate nasıl ulaştığının anlatılmaya çalışıldığını görecek*tir.
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Peygamberlerin Masumluğu (İsmeti) Meselesi Soru:
Peygamberlerin masum olduğu bilinen bir husustur. An*cak Hz. Adem ile ilgili olarak Kur'an-ı Kerim:
"
Bu ağaca yaklaşmayın yoksa zalimlerden olursu*nuz."
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] gibi lafızlarla açık clarak O'nun (a.s) gü*nah işlediğini ve itaatsizlik ettiğini anlatmaktadır. Bu konu*daki araştırmalarınızdan bizi de müstefid eder misiniz?
Cevap:
Peygamberlerin masum olması demek, melekler gibi kendilerinden hata imkanının kaldırılmış olması demek değildir. Aksine masumluğun asıl mânâsı; nebinin öncelikle bilerek itaatsizlik yapmadığı ve eğer herhangi bir hataya dü*şerse Allah Teâlâ'nın onun bu hata üzerinde sabit kalmasına müsaade etmediğidir.
Yine, Hz. Adem'den (a.s) sadır olan o itaatsizliğin kendisi*nin nübüvvet makamıyîa şereflenmesinden önceki bir hadi*se olması ve herhangi bir nebinin nübüvvetten önceki isme*tinin, nübüvvetten sonraki ismeti gibi olmadığı meselesi de burada zikre şayandır.
Nebî olmadan önue Hz. Musa'dan da bir insanı öldürmek gibi oldukça büyük bir günah, sadır olmuştu. Nitekim Fira*vun O'nu yaptığı bu işten dolayı kınayınca O, pişmanlık için*de "Onu yaptığım zaman ben cahillerdendim." diyerek bunu ikrar edecektir.
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Kısaca asıl olarak nebinin masumiyetinin meleklerinki gibi hata, yanlış ve günah işleme kudretinin bile verilmediği bir masumiyet olmadığını anlamalısınız. Aksine onu şu şe*kilde anlamamız lazım: Allah Teâlâ bir nebiyi, nübüvvetin sorumluluk taşıyan makamıyla şereflendirdikten sonra özel bir şekilde gözetim ve korumaya almakta, hatalardan sakındırmakta ve eğer ufak tefek herhangi bir ayak kayması (zelle) olursa onun hatasının bütün bir ümmetin dalâletine se*bep olmaması için, onu vahiy yoluyla hemen düzeltmekte*dir.
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Peygamberliğin Son Bulması Soru:
Benimle devamlı tartışan bir dostum var. Bir talihsizlik eseri olarak onun bir akrabası Mirzai
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] olup bu dostumu kendi cemaatlerine katılmaya davet ederek bir soru sormuş ancak bu dostum ona gerekli cevabı vermekten aciz kalmış ve bu meseleyi bana açmıştı.
Ben de kendisine ikna edici bir cevap veremedim. Tabiiki bir ilim erbabından bu meseleye cevap istedim. Ancak beni tatmin edebilecek bir cevap bulamadım. Bundan dolayı şim*di size soruyorum. Meselemiz şu: Zikri geçen Mirzaî Bey, Peygamberimizin son peygamber olduğunu bildiren ayetteki "Hatem" kelimesinin mânâsını "Nefy-i Kemâl" olarak alı*yor, "Nefy-i Cins" olarak değil. O, "Hâtem" kelimesinin hiç*bir zaman "Nefy-i Cins" ile birlikte kullanılmadığını söylü*yor ve eğer kullanıldı ise kendisine misal olarak gösterilme*sini istiyor. O kendisine Arapçada "Hatem" kelimesinin mânâsım Nefy-i Cins" olarak gösterebilecek kişiye mükafat vereceğini de iddia ediyor. Nefy-i Kemal'e şöyle misal veri*yor: Bir kimseye "Hâtemül-Evliya" demekle Velayetin bu kişiyle sona erdiğini söylemek istemeyiz. Aksine bunun asıl mânâsı "Velayet'in Kemali" nin bu kişi ile sona erdiğidir. İk*balin "Cihanabad'ın son şairi suskundur.
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] beytini de ken*disine delil olarak getiriyor. Ona göre bu beyit bundan sonra Cihanabad'dan hiçbir şair çıkmayacak anlamına gelmiyor. Bunun anlamı "Cihanabad'ın şiirde kemâle erişmiş son şai*ri" şeklindedir. Buradan hareketle O,"Hatem'un-Nebiyyin" deyiminin Nebimizle birlikte nübüvvetin kemâlâtınm sona ermiş olduğu mânâsına geldiğini, ancak bunun nübüvvetin sona erdiği mânâsına gelmediğini iddia ediyor.
Cevap:
3 Mart 1950 tarihli mektubunuz Nisan'da elime geçti. Cevabımın gecikme nedeni ise yanımda mektup yazacak ka*ğıdın bulunmamasıydı.
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Bazı zorunluluklarımı gözönüne alarak cevap vermekte gecikmemi bağışlayacağınızı uma*rım.
Kur'an-ı Kerimin herhangi bir ayetiyle ilişkili herhangi bir mesele ortaya çıktığında herşeyden önce Kuranın kendi*sinden bu meselenin mânâsını ortaya çıkarmaya çalışmak lazımdır. Bundan sonra herhangi bir sahih hadisin bu mese*leyi açıklayıp açıklamadığına bakmamız gerekir. Bu iki kay*naktan herhangi bir cevap alamadığımız takdirde -ki bu ol*dukça az bir ihtimaldir- başka bir kaynağa yönelmemiz doğ*ru olacaktır.
Peygamberliğin son bulması Ahzab Suresi'nde bildirilmektedir. Bu hadisenin geçmişi şu şekildedir: İslâm öncesi Arap toplumunda evlâtlıklar aynı öz evlât gibiydiler ve öz evlâtlar gibi miras alırlardı. Evlâtlık, babalığının karısı ve kızlarıyla sanki ana oğul ve bacı kardeşmiş gibi samimi iliş*kide bulunurdu ve evlât edinme işi gerçekleşir gerçekleşmez evlâtlıkla babası arasında evlenmeyle ilgili tüm yasaklar ge*çerli olurdu. Allah Teâlâ
"... Evlâtlıklarınızı da öz oğulları*nız olarak kılmadı. Bunlar sizin dillerinize doladığınız boş sözlerdir."[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] hükmünü verdi. Ancak yüzyıllardır re*vaç bulmuş ve kalplerde yer etmiş bir yasağı kolaylıkla sö*küp atmak o kadar kolay değildi. Bu yüzden bu âdetin fiili olarak yıkılması gerekiyordu. Tevafuken o zamanda şöyle bir hadise söz konusu olmuştu: Rasûlullah'ın evlatlığı Hz. Zeyd kendi nikâhı altındaki Hz. Zeynebi boşamıştı.
Bu hadise dolayısıyla Rasûlullah (s.a) bu çeşit cahiliye âdetlerinin yıkılma zamanının geldiğini ve O bizzat, kendi evlâtlığının boşanmış karısını nikâhlamadıkça evlâtlığın aynı öz evlât gibi kabul edildiği cahiliye âdetinin yıkılamayacağını hissetmişti. Ama O (s.a), Medine münafıklarının, Me*dine çevresindeki yahudilerin ve Mekke kafirlerinin bu fiil üzerine büyük bir firtına koparacaklarım ve Rasûlullah'ı kö*tülemek, İslam'ı alaya almak için hiç vakit kaybetmeyecek*lerini de biliyordu. Bu yüzden fiilî girişimde bulunmayı iste*mesine rağmen tedbirli davranıp düşünüyor, bir girişimde bulunmuyordu. Sonunda Allah Teâlâ O'na (s.a) Hz. Zeyneb'i nikahlaması yolunda emir verdi. Bunun üzerine beklendiği gibi bir itiraz, bühtan ve iftira tufanı yükseldi ki müslümanların kendi kalplerinde bile çeşit çeşit vesveseler cirit atma*ya başladı. İşte o vesvese ve itirazları savmak için Ahzâb Suresi'ndeki 37-40 arası ayetler nazil oldu.
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Bu ayetlerde Allah Teâlâ öncelikle bu nikâhın kendi emriyle olduğunu ve müminlerin kendi evlâtlıklarının boşan*mış karılarını nikâhlamada bir güçlükle karşılaşmamaları için böyle bir uygulama getirdiğini ifade ediyor. Yine Allah Teâlâ kendi emrini yerine getirmekle herhangi birisinin korkusuyla duraksamanın bir Nebinin şanına yaraşmadığı*nı bildiriyor.
Daha sonra bu meseleyi, şu şekilde sona erdiriyor:
"Muhmmed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değil*dir. Fakat Oy Allah'ın Rasûlu ve peygamberlerin sonuncusu*dur."
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Bu ayeti kerimelerde işaret buyurulduğu üzere burada, Allah Teâlâ'nın itirazcılara cevaben üç delil göstermek iste*diği açıkça anlaşılıyor:
1. Nikâhın kendisine itiraz mümkün değildir. Çünkü bo*şanmış karısıyla nikâh yapılan şahıs Hz. Muhammed'in (s.a) gerçek oğlu olmadığı gibi, O da onun babası değildi.
2. Eğer nikâhın caiz olduğunu kabul ediyor da nikâh yap*manın ne derece gerekli olduğu üzerinde şüphe ediyorsanız şöyle cevap veririz: Rasûlullah'ın (s.a) bu caiz işi yapması zo*runlu idi. Çünkü O Allah'ın Rasûlü'dür ve Allah'ın Rasûlü'nün O'nun kanunlarını bizzat uygulamaya koyması, ge*reksiz yere âdet şeklinde (örfen) haram kılman şeylerin haramlığını ortadan kaldırması gerekirdi.
3. Hz. Muhammed'in (s.a) sadece peygamber olmayıp ay*nı zamanda son peygamber olması dolayısıyla bu işin yapıl*ması daha bir önem arzediyordu. Eğer O'nun eliyle bu cahili*ye âdeti kaldırılmasaydı kıyamete kadar da ortadan kaldırı*lamayacaktı. Ondan sonra başka bir nebî gelmeyecektir ki O'ndan arta kalan noksanlar tamamlanabilsin!
Şimdi siz kendiniz bu açıklama silsilesi içerisinde "Hatemu kelimesinin asıl anlamının ne olduğuna iyi dikkat edin. Eğer onu "nefy-i kemal" mânâsında alırsak, bu kelime burada tamamen mânâsız bir şekil alacaktır. Burada mevki ve mahal bu kelimenin mânâsının, nübüvvet silsilesinin kesin*likle kesildiği şeklinde alınmasını gerektirmektedir. Bu si*yak ve sibak dahilinde, Hz. Muhammed'in (s.a) bu evliliği, nübüvvetin kemâlatının kendi üzerinde tamamlandığını göstermek üzere yaptığını söylemenin ne gibi bir mânâsı ola*bilir? Eğer böyle bir şey söylenmiş olsaydı, İslâm düşmanları "Bu ne biçim bir nübüvvet kemâli ki, onun kemâlatı bir ka*dınla evlenmeye bağlı oluyor." diye alay edeceklerdi.
Bundan sonra hadis-i şeriflere bakınız. Rasûlullah (s.a) bizzat kendisi "Hatm-i Nübüvvet "i şöyle açıklıyor: "
Benim ve enbiyanın misali oldukça sağlam yapılmış bir bina gibi*dir. Ancak o binada bir tuğlalık gedik vardı. Şimdi o gediği ben gelerek doldurdum ve bina tamamlanmış oldu."
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Siz bu hadisi "Mişkat'ul-Mesâbih" adlı eserin "Seyyid'il-Mürselîn" babında da bulabilirsiniz. Bu açıklamaya binaen nübüvvet binası tamamlanmış ve son tuğlanın yeri de artık doldurulmuştur. Şimdi sorun yeni bir tuğlanın getirilip ne*reye konacağıdır. Binanın içine mi yoksa dışına mı?
Artık biraz da işin dil yönüyle ilgilenelim. Herhangi bir güvenilir Arapça sözlüğü alıp "hatem" kelimesinin karşılığı*na bakarsanız, benim yukarıda Kur'an ve Hadîs in aydınlı*ğında yapmaya çalıştığım yorumu Arap dilinin de teyid etti*ğini göreceksiniz. "Hatem" kelimesinin asıl mânâsı mühür*lemek, bağlayıp kapatmak ve herhangi bir şeyin silsilesini kesmek şeklindedir.ise 'mektup yazıp onu mühürledi" şeklindedir. Kur'an-ı Kerim'de hakkı inkar edenler hakkında:
"
Allah onların kalplerini mühürledi"
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] buyuruluyor. Yani onların kalpleri hakkı kabul etmeye kapatıl*mıştır: Ne iman onun içine girebilir ve ne de küfür onun için*den çıkabilir. Öyleyse Efendimize "Hatem'un-Nebiyyîn" denilmesinden maksat şudur: Allah Teâlâ nebiler silsilesini ta*mamlayıp (kemâle erdirip) O'nu (s.a) mühür gibi onların üzerine nasbetmiştir. Artık bu silsileye yeni bir peygamber dahil olmayacaktır.
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Rasullerin Gayb İlmi Soru:
Bir din alimi kitabında, "Rasûl'e gayb aleminden ancak Allah Teâlâ'nın O'nun aracılığıyla göndermek istediği şeyler bildirilmiştir" diye yazıyor. delil olarak ise:
"
O bütün gaybı bilendir. Gaybına kimseyi muttali kıl*maz. Ancak razı olduğu peygamberler bunun dışındadır. Çünkü O bunun önünden ve ardından gözcüler salar ki böy*lece onların (peygamberlerin) Rablerinin gönderdiklerini hakkıyla tebliğ ettiklerini bilsinler."
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] ayeti keri*melerini gösteriyor. Yazarın bu sözlerinden rasullerin gayb aleminden sadece kullara ulaştırılması gerekeni kadar bir bilgiye sahip oldukları, onlara bundan daha fazla hiçbir şey bildirilmediği manası çıkıyor. Acaba bu görüş doğru mu? Yi*ne yazarın delil olarak getirdiği ayetler bu konuda kesin be*lirleyici mi?
Cevap:
Yazar halk arasında mevcut olan "Rasûl, ne olmuş ve ne olacaksa bilir, Allah Teâlâ Ona gayb ilmini tamamen vermistir. Hatta Allah (c.c) ne biliyorsa Rasül de bilmektedir." gibi bir yanlış fikri reddetmek istemiştir. Bu inancın yanlış olduğu açıktır ve bu inancın reddedilmesi noktasında yazar haklıdır. Ancak "Rasûllere, kullara iletilmesi gerektiği ka*dar gayb ilmi verilmiş olduğu" şeklindeki yazarın görüşü doğru değildir. Bu görüş Kur'an ve Sünnet'in açıklamalarına da terstir. Dahası, yazarın delil getirdiği ayetin kendisinden bile böyle bir anlam çıkmamaktadır. Kur'an-ı Kerimde Hz.Yakub'un (a.s) oğullarına şöyle buyurduğu bildirilmiştir.
"
Ve ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri Allah tarafından (vahy ile) biliyorum."
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Buna ilaveten bazı kavimlere azap gönderilmeden önce, peygamberlerine bildirilmesine rağmen onların azabın vak*tini ve keyfiyetinin ayrıntılarını kavimlerine açıklamadıkla*rı Kur'an-ı Kerim'in birçok bölümünde zikredilmektedir.
Hz. Nuh'a (a.s), tufan gelmeden gemi yapabilecek kadar bir zaman önce, azabın geleceği haber verilmişti. Ama O, kavmine üzerlerine bir sel azabının gelmek üzere olduğunu bildirmemişti. Yine hadis-i şeriflerden anlaşıldığına göre Peygamber Efendimize (s.a), ümmetine bildirilmeyen birçok durumlar bildirilmişti. Şöyle ki: Bir defasında Peygamber Efendimiz (s.a) hutbede iken:
"
Ey Muhammed Ümmeti Allah'a yemin olsun ki bildik*lerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız."
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] buyurmuşlardır.
Yine başka bir yerde:
"Ben sizi önden gördüğüm gibi arkadan da görüyor." [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] buyurmuştur.
Buna benzer birçok ayet ve rivayet olunan birçok hadis, Allah'ın kullarına ulaştırması için nazil etmiş olduğu gayb ilminden daha fazlasını rasûllere verdiğine delâlet etmekte*dir ve akıl da bunun böyle olmasını gerektirmektedir. Çünkü kullara sadece inanç esaslarıyla ilgili meselelere ait gayb il*mi verilmesi zarureti vardır. Halbuki rasûllerin, risaletin gereklerini yerine getirebilmelerinde onlara yardımcı olabi*lecek daha birçok malumata sahip olmaları gerekir. Nasıl ki saltanat siyasetinden ve sırlarından vezirlerin veya valile*rin bir noktaya kadar haberdar olmaları gerekiyorsa ve bu sırların halka bildirilmesi faydalı olacağı yerde zararlı oluyorsa, aynı şekilde ilahi sırların da Allah'ın has kullarının ve rasûllerinin bilip de diğer kulların bilmediği bir çok yanları vardır. Bu gayb ilmi rasûllerin vazifelerim yerine getirmele*rine yardımcı olmaktadır. Ancak normal bir kulun ne bu ilimleri bilmesine ihtiyaç vardır ve ne de zaten buna taham*mül edebilir. Oldukça sıhhatli bir şekilde kısaca diyebiliriz ki; peygamberin ilmi Allah'ın ilminden az, kulların ilminden çoktur. Geriye peygamberin bu ilminin ne kadar olup olma*dığı kalıyor ki bunu ölçmek bizim imkanımız dışında olan bir şeydir.
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Ateizm (Dehrilik), Materyalizm Ve Kuran Soru:
Sizin "Kur'an'da Dört Terim" adlı kitabınızda açıkladığı*nız gibi o dört terimin anlamlarından hiçbirinde; "Dünyada kendilerine nebî gönderilen hiçbir kavmin o nebi tarafından, Allah'ın varlığını kabul etmeye veya Allah'ın İlah ve Rab olu*şunu Hâlık ve Râzık olarak anlamaya davet edilmediği" gö*rülmekte ve bunun sonucu olarak da "Her kavmin Allah'ın Fâtır ve Hâlık (yaratıcı) olduğuna inandığı" neticesi çıkmak*tadır.
Buradan zahiren o kavimlerde Alah'ı inkâr edenlerin, ya*nı materyalist ve ateist kimselerin (Dehrî) olmadığı şüphesi ortaya çıkıyor.
Halbuki bazı ayetlerde bu gibi kirdelerden bahsedildiği*ne rastlıyoruz. Örneğin; Casiye Sûresi 24. ayette:
"
Dedilerki; hayat ancak bu dünyana yaşadığımızdır. (ki*mimiz) ölürüz, (kimimiz) yaşarız. Bizi ancak zaman helak eder." buyurulmaktadır.
Aynı şekilde Hz.Musa (a.s) ile Firavun ve Hz. İbrahim (a.s) ile Nemrud'un arasında geçen konuşmaların yer aldığı bazı ayetler bu ikisinin materyalis/ateist olduklarına açıkça delâlet etmektedir. Mesela; İbrahim Sûresi 10. ayette:
"
Peygamberleri dedi ki; gökleri ve yeri yaratan Allah hak*kında şüphe mi var?" denilmektedir. Yine Tûr Sûresi
"
Acaba onlar, hiçbir şey olmadan mı yaratıldılar? Yoksa yaratanlar kendileri midir?" denilmektedir. Sizin ikinci ayet üzerinde akıl yürüterek yaptığınız yorum ise tartışıla*bilir. Çünkü kendileriyle delil getirilen o ayetlerin daha fark*lı yorumlan da yapılabilir!
Cevap:
Kur'an-ı Kerim üzerinde yaptığım çalışmalara ve tarihi bilgilerime dayanarak dünyada tümüyle Allah'ı inkar eden ve dehriye (ateist) diye bilinen bir toplumun yaşamamış ol*duğu sonucunu çıkarıyorum. O toplumlarda fertler ya da ba*zı küçük felsefeci gruplar mutlaka vardı, ama doğrudan doğ*ruya kendilerini muhatap alan bir nebinin gönderilmesini veya bir kitap indirilmesini gerektirecek denli bir önemi haiz değillerdi. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim'de bu güruhla ilgili ola*rak zaman zaman bazı kısa hatırlatmalar yapılmakla birlikte, davet direkt olarak müşrikleri muhatap almaktadır. Ge*nelde Tevhid'le ilgili olarak verilen deliller; şirkin iptali ile birlikte tanrıtanımazlığı da iptal edecek ve ayrıca onun aley*hine delil getirmeye ihtiyaç bırakmayacak bir tarzda verilmiştir.
Firavun ve Nemrud'la ilgili yazdıklarınızı sadece kıyasa dayalı olarak yazmışsınız. Oysa muteber bilgiler bunun hilafinadır.
Bugün Eski Babil ve Eski Mısır'la ilgili tarihi kalıntıların kazılarla ortaya çıkarılması sonucu oldukça ayrıntılı bilgiler elde edilmiştir. Bu bilgilerden Babil ve Mısır hükümdarları*nın aynı zamanda birer din adamı (priest kings) oldukları, onların kendi kavimleri tarafından tapılan ilahları sadece mabud olarak kabul etmekle kalmayıp; bu hükümdarların, ilahların temsilcisi olarak tanınan dini bir kesimi da yanla*rında bulundurdukları anlaşılmıştır. Kur'an-ı Kerim'in be*yanı da bu hususu tasdiklemektedir. Ayrıca o insanların bu*günkü mânâda söylendiği gibi ateist olmadıkları da açıkça anlaşılmaktadır.
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] “Lehu Ma Selef” İbaresinin Yorumu Soru:
Tefhim'ul-Kur'an'da faizin haramlığı konusundaki:
"
Kime Rabbinden bir öğüt gelir de (o öğüte uyarak faiz*den) vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir..." [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] ayeti üzerine yazdığınız dipnotta getirdiğiniz deliller beni ikna etmiyor. Siz, "Önceden kazanılmış bir maldan aynı şekilde istifade eden bir kişinin bu haramı yemesine karşılık cezasını görmesi uzak değildir." diye yazıyorsunuz.
Sorum şu: Faizin haram kılınması üzerine ashab-ı kiram (r.a) ne yapmıştır? Eğer ahlâkî yüceliklerinden dolayı hak sahiplerine mallarını geri vermişlerse sizin istidlaliniz doğ*rudur. Yine eğer sahabe (r.a) böyle bir şey yaptı ise sizin Tefhim'de bunu belirtmeniz gerekmez miydi?
Cevap:
Siz, bu konuda Kur’an’da zikredilen “felahuma Selef” ibaresinden hemen sonra buyrulan "Ve Emruhu İlallah" lafzının mânâsının ne olabileceği konusuna belki de dikkat etmediniz. Bunun manası şöyle de verilebilir: Dünyevî adaletle ilgili olduğu kadarıyla faizin haram kılınmasından önceki davalar gündeme getirilmeye*cek; ancak uhrevî adaletle ilgili olduğu kadarıyla Allah Teâlâ, yenilmiş olan faizin affını ilân etmemiş olup, bunun mahkemesini karar safhasında bırakmıştır. Faizden elde et*tiği serveti; yaşamı, lüksü, şan ve şevketi için vesile yapan kimsenin durumu, pek tabii ki önceki günahları için hiçbir pişmanlık duymayan kimsenin durumu gibi olacaktır. Bu yüzden Allah Teâlâ'nın bu kimseye karşı davranışı; eski gü*nahlarından pişman olan, zorbalık ve zalimlikle elde etmiş olduğu malı kendi yaşamı için harcamak yerine, cahiliye üzerinde iken yapageldiği cürümlerini bir noktaya kadar te*lafi edebilmek kasdıyla Allah'ın kullarına sarfeden bir kişiye olan davranışından daha değişik olacaktır. Tarihte bu ko*nuyla ilgili misaller bulamasak bile bu, Kur'an-ı Kerim'in açıkça işaret ettiği hükmün kastettiği mânâya gözlerimizi kapamamız anlamına gelmez