Sonsuzluk ve Bir Gün
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
(Yunanca: Μια αιωνιότητα και μια μέρα, Mia aioniotita kai mia mera, İngilizce: Eternity and a Day), 1998 Yunanistan yapımı Theo Angelopoulos filmi. Ölümcül bir hastalığa yakalanmış olan bir yazarın (Bruno Ganz) hastaneye yatmadan önceki son gününü anlatır. 1998'de Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye kazandı.[
Zaman Bir Çocuk, Deniz Kenarında Deniz Kabuklarıyla Oynayan
Eternity And A Day ölümcül hastalığa yakalanan Alexander isimli şairin son gününde, sokakta tanıştığı küçük bir Arnavut çocukla hikayesini anlatır. Son gününü yaşayan yaşamla, geçmişle, gelecekle mücadelesi olan bu adamın yolu yaşamın henüz başında tüm bunlardan habersiz bir çocukla kesişir. Alexander kendi mücadelesini verirken bir yandan da çocuğu başka ellere, bilinmez sokaklara teslim etmemek için elinden geleni yapar.
Theo Angelopoulos göçler, kayıplar, arayışlar ve hayal kırıklıkları ile bezenen filmlerinde zamanı bir nevi yay gibi kullanır. Gelecek; şimdi ile geçmişin, zaman ve mekanın daralmasından oluşan bir zaman dilimine dönüşür. Kullandığı plan sekanslarla geçmişi, şimdiyi, geleceği bir çizgi üzere koyan Angelopoulos, karakterlerini zamanın içinde yolculuğa çıkarır.
Angelopoulos, Theo’nun Bakışı belgeselinde şöyle demiştir: “İnsanlık serüveninin tarihsel yaralarını tekrar tekrar ele alıyorsam, tarihten gereğince ders alınmadığı, geçmişteki olaylar, travmalar, unutulduğu ve insanlar aynı hataları kadermişçesine tekrar yaşamak zorunda bırakıldığı için… Geçmiş hakkında konuşmaya çalışarak ve bugünü geçmiş üzerinden anlatarak, yaşanmış deneyimlerin işe yaramadığını, geçmişin kanlı izlerini yeniden kanattığımızı anlatmaya çalışıyorum. Bu da kendi içinde bir trajedidir.”
“Büyükbabam diyor ki, zaman bir çocukmuş, deniz kenarında deniz kabuklarıyla oynayan.”
Her Yarın Sonsuzluk ve Bir Gün Kadar
Dünyaya ben yaşayabildim diyebilmek için çırpınıp duruyoruz. Her yer evimiz gibi her eyleme muhtaçmışız gibi davranıp kendimizi yalandan bir girdabın içine hapsediyoruz. Birbirimizin zamanlarından çalarak hayatlarımıza dahil oluyoruz. Bildiğimiz sokakları bilmediğimiz bir sağa, görmediğimiz bir sola saparak onları birer labirent haline getirdik. Bilmek isteme, bir şeyler yapma çabası, dünyada iz bırakma hevesi hayal etme gücümüzü elimizden alıyor. Başka diyarların hevesini kursağımızda hissetmek için bazen bilmemek en iyisi. Küçük bir anı aramalı, küçük bir anı kovalamalı bir çocuk gibi. Ya da en kötü ihtimalle onun peşinde koşarken çocuk olmayı ummalı. Ufak bir karşılaşma yeter daha itinalı yaşamaya. Zamanın içinde yaşamanın ağırlığı üzerimize yapışmış durumda. Bazen bir leke gibi bazen de üzerimizde açan bir çiçek gibi. Geçmişin acı hatıraları şimdinin buruk sevinçleri oluyor.
Tüm bunlar, gelecekte de aradığımız geçmiş ve mutluluk sebeplerimiz olacaklar. Hepsi aynı çizgi üzerinde. Yaralar, şifalar ve atılacak adımlar aynı çizgi üzerinde. Ahmet Hamdi Tanpınar‘ın dediği gibi “Ne içindeyim zamanın/Ne de büsbütün dışında“. Zaman kavramı olmadan bir hayat mücadelesinde kendimizi tanımlamamız ve varlığımızdan bahsetmemiz zorlaşır. Zaman bu yüzden omuzlarımızda ve zihinlerimizde büyük yük olur. Düne, bugüne ve geleceğe hükmettiğimiz düşünür, bunun gerçek olmasını umarız. Dün ve yarın, bugünün içini kemiriyor. Aslında bugün elimizdeki tek şey. Dünde kalanla hesaplaşmak ve yarının gelmesini sağlayacak şey bugün.
Hepimiz yaşamayı, ancak bekleyecek hiçbir şeyimiz kalmadığında öğreniyoruz. Bazen ne bedene ne de zamana söz geçirebiliriz. Argadini (çok geç) dememek lazım çünkü her yarın sonsuzluk ve bir gün kadar sürecek…