Durumu: Medine No : 2229 Üyelik T.:
11Haziran 2008 Arkadaşları:0 Cinsiyet: Mesaj:
364 Konular:
59 Beğenildi:6 Beğendi:0 Takdirleri:10 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Cvp: Bediüzzaman ve demokrasi Mülk-Melekût Ayrımı
Bediüzzaman'a göre "alem-i mülk" hukuk, ahlak ve eylem alanıdır, "âlem-i melekût" ise itikat ve tevekkül alanıdır. Mümin, Allah'ın sonsuz gücü, ilmi, iradesi ve hikmeti olduğuna inanmak durumundadır. Allah, her şeyin yaratıcısı, rızk vericisi, düzenleyicisi ve Rabbidir. Cenab-ı Hakk her an faal ve kayyumdur, o asla unutmaz, uyuklamaz, gaflete düşmez.
Ancak Cenab-ı Hakk hikmeti gereği bir de bu mülk âlemini yaratmıştır. İçinde yaşadığımız dünya âlem-i mülktür. Özellikle insana mülk âleminde diğer varlıklardan farklı olarak önemli bir özerk alan vermiştir. O özerk alanda insan tamamen serbesttir. Aynı şekilde âlem-i mülk'te her şey rasyonel bir şekilde işler. Çünkü bu dünyada Cenab-ı Hakk'ın hikmeti geçerlidir, her şey belli bir sebebin neticesidir; doğa kanunları, beşeri hukuk sistemleri, ahlak sistemi, ekonomik ve politik kanunlar bağımsızca işler. İnsanlar irade ve akıl sahibidirler, dolayısıyla yaptıklarından hem ahlaki olarak, hem de hukuki olarak sorumludurlar. Allah'ın kudret ve ilminin her şeyi kuşatmış olması, insanların eylem alanlarını sınırlamaz ve seçim imkânını ortadan kaldırmaz. İnsan kendi özgür iradesiyle serbestçe alternatifler arasında seçim yapar ve yürürlüğe koyar. "Yaptığım şeyi Allah biliyordu ve irade ediyordu" demenin hukuki, ekonomik, politik ve ahlaki bir değeri yoktur. Çünkü Cenab-ı Hakk sadece insana bir taraftan akıl ve irade vermiş, öbür taraftan da onları destekler, aydınlatır tarzda vahiy göndermiştir ve ekonomik, politik ve kültürel alanda kendi düzenini kendisinin kurmasına imkân tanımıştır. Aklın ve vahyin kılavuzluğunda siyasal ve ekonomik bir düzen kurarsa onun olumlu sonuçlarından hem bu dünyada, hem de öbür dünyada yararlanacaktır; akıl ve vahyin ilkelerini dikkate almadan kaba hayvansal içgüdülerinin egemenliğinde düzenler kurarsa onun politik, ekonomik ve sosyal sonuçlarını da olumsuz olarak yine kendisi yüklenecektir.
Öte yandan politik alanda egemen olan insandır. Hâkimiyet insana aittir. Bu, hukuki alanda insanın mülk sahibi olması gibidir. Tüm kâinatın Allah'ın mülkü olması, nasıl ki hukuk önünde insanın mülk sahibi olmasına engel değildir, sahip olduğu mülk üzerinde tasarruf yetkisi vardır, politik alanda da insanın hâkimiyet sahibi olması, Allah'ın hâkimiyetiyle çelişmez. Kişi sahip bulunduğu insanlık özelliğine dayanarak istediği kimseyi serbest iradesiyle temsilci olarak ya da devlet başkanı olarak seçebilir, hoşuna gitmediği zaman da görevden uzaklaştırabilir.
Bu yaklaşımdan hareketle şunu söylememiz mümkündür. İnsan aklın ve vahyin öngördüğü evrensel adalet, hakkaniyet, refah, insan haysiyetinin olumlu yönde iyileştirilmesi gibi ilkeleri gerçekleştirecek ortak bir politik düzen kurmak zorundadır. Kur'an ve sünnette bu düzenin kesin tanımı yapılmamış, doğrudan insan aklına havale edilmiştir. İnsanoğlunun bugüne kadar geliştirdiği rejimler içerisinde demokratik rejim, adalet, hürriyet, ekonomik ve sosyal gelişme için en uygun sistemlerden biridir. Tekvini Yasa-Şer'i Yasa Ayrımı Bediüzzaman'ın diğer başka ilginç bir ayrımı da "tekvini-şer'i yasa" ayrımıdır. Bu ayrım, demokratik rejimin teolojik ve ahlaki temelleri için son derece önemlidir. İlgili yaklaşıma göre Cenab-ı Hakk'ın kâinatta iki çeşit yasası vardır, biri tekvini, diğeri şer'i. Şer'i yasa bildiğimiz vahiyle gelen yasalardır. Namaz, oruç, zekât vs gibi. Tekvini yasa, şer'i yasaya göre kapsam ve mertebe bakımından daha geniş ve derindir. Tekvini yasa, inanan inanmayan ayrımı yapmaz, herkes için geçerlidir. Mesela, şefkat böyle bir ilkedir. Bu ilke tüm canlılar için geçerlidir. Bediüzzaman'ın verdiği örneğe göre, şefkat ilkesine uymayan bir çocuk bir kuşu öldürür, bu ilkeyi çiğner, sonra bir yerden düşer başı kırılır ve cezasını çekmiş olur. Aynı şekilde bir kaplan, kendi doğal ve helal rızkı olan ölmüş hayvanlarla yetinmez, canlı bir ceylanı avlayıp yedirirse, bir avcının kurşununa hedef olur, cezasını çeker. Disiplinli çalışma ilkesi de tekvini bir ilkedir. Mesela, bir inanan bu ilkeye riayet etmez, tembellik yaparsa, bunun cezası olarak sefalete düşer; buna karşılık bir inançsız adam bu ilkeye riayet eder disiplinli şekilde çalışırsa, ekonomik refahını arttırır, mülk sahibi olur ve mümini emrinde çalıştırır. Çünkü çalışmanın sonucu refah ve zenginlik, tembelliğin karşılığı ise sefalettir. Politik alanda adalet, istişare gibi ilkeler toplumdan topluma değişmeyen evrensel ilkelerdir. Kur'an'da "Allah adaleti emreder." denilerek mevcut olan bir yasanın harekete geçirilmesi emredilmektedir. Yoksa adalet vahiyle birlikte ortaya çıkan bir ilke değildir. Aynı şekilde "Tüm işleri onlarla istişare et." emri de vahiyden bağımsız evrensel tekvini yasaya dâhil olan bir politik sorumluluktur. Bu yasayı hayata geçiren toplumlar insan hak ve hürriyetini, ekonomik ve sosyal güvenceyi, bireyin seçme ve seçilme hakkını, öğrenme ve öğretme hakkını, kazanma ve harcama hakkını güvence altına alacak bir politik organizasyon kurabilir ve böylece bireylerin potansiyel enerjilerini aktif hale getirmeyi başarır, böylelikle toplumlarının refah ve mutluluğunu arttırabilirler; buna karşılık bu ilkeleri dikkate almayan toplumlar, adı Müslüman da olsa otokratik güçlerin elinde tüm enerjilerini heba edebilirler. |