Durumu: Medine No : 5587 Üyelik T.:
05 Aralık 2008 Arkadaşları:14 Cinsiyet: Memleket:İstanbul Yaş:35 Mesaj:
2.537 Konular:
2038 Beğenildi:116 Beğendi:0 Takdirleri:270 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | RE: Irk konusuna genel bir bakış
'Cahiliye' Irkçılığı
Irkçılık fikri, İslâm öncesi cahiliye kalıntılarındandır.
Ağır aksak işleyen bir bilgisayara yeni bir format atıldığında kendine gelir ve düzgün bir şekilde çalışmaya başlar. İslâm dini gelmeden önce Arap milleti ağır aksak işleyen bir makine gibi idi. İslâm dini onların hayatlarını yeni baştan tanzim etti ve onları yükseltti. Böylece vahşetin yerini insanlık, bedeviliğin yerini medenilik, geri kalmışlığın yerini ilerleme aldı.
Kur'an-ı Kerim, İslâm öncesi zihniyetlerden "cahiliyye" şeklinde bahseder. Mesela, Allah'ı çok ötelerde tasavvur edip, "artık bu âleme karışmaz, olaylara müdahalesi yoktur" şeklindeki bir zan, cahiliyye zannı; Hak din namına değil, bâtıl şeyler uğruna gayrete gelmek, cahiliyye hamiyetidir. (Bkz. Âl-i İmran, 154, Mâide, 50; Fetih, 26).
Irkçılık fikri de cahiliye kalıntılarından gelen bir yaklaşımdır. İslâm'ın getirdiği "inananlar kardeştir" prensibini benimseyen ilk Müslümanlar, bedevilikten ve kabilecilikten kurtulup medeniyeti yakalamışlar, diğer milletlere de örnek olmuşlardır.
Siyah Kadının Oğlu
Hatadan dönmek fazilettir, hatada ısrar etmek ise o hatadan daha büyük bir hatadır.
Ashaptan Ebu Zerr, Bilal-i Habeşiyle bir gün tartışır ve ona: "Siyah kadının oğlu" diye hakaret eder. Durum Hz. Peygamber'e haber verilince Peygamberimiz son derece kızar ve Ebu Zerr'e şunları söyler:
"Ey Ebu Zerr! Sen Bilali, annesinin renginden dolayı ayıplamışsın öyle mi? Demek ki sen hâlâ cahiliye zihniyeti taşıyorsun!"
Bir anlık öfke ile ağzından çıkan ve kendisinin de istemediği bu sözden dolayı Ebu Zerr çok üzülür, pişman olur. Ağlamaya başlar ve kendini yere atarak yüzünü toprağa yapıştırır. Ardından şöyle der:
"Bilal ayağı ile yanağıma basıp çiğnemedikçe, vallahi yüzümü yerden kaldırmayacağım'"
Bilal-i Habeşiden tekrar tekrar özür diler.
Bilâl ise, yerden. Ebû Zerr'i kaldırır, "bu yüz basılmaya değil, öpülmeye layıktır" diyerek onu bağrına basar.
Öyle görülüyor ki, peygamberlerden sonra en seçkin kimseler olan sahabeler bile zaman zaman yanlış yapabiliyorlar. Ama bu yanlışlarında ısrar etmiyorlar. Zira biliyorlar ki, hatadan dönmek fazilettir, hatada ısrar etmek ise o hatadan daha büyük bir hatadır.
İslâmoğlu Selman
İslâmiyet, ona mensup milletlerin 'üst kimliğidir.'
İslâmiyet soy-sop üstünlüğüne ve bununla övünmeye son vermiştir. Ashab-ı Kiramın bulunduğu bir mecliste, Sa'd bin Ebi Vakkas, sahabenin ileri gelenlerinden bazılarına soylarını saymalarını teklif etti. Kendisi de bu arada kendi soyunu baştan sona sıraladı. Topluluğun içinde İran asıllı Selman-ı Farisi de vardı. Onun, Kureyş ileri gelenleri gibi övünebileceği meşhur bir nesebi yoktu. Soyunu teferruatlı olarak da bilmiyordu.
Hz. Sa'd, ona da nesebini saymasını teklif edince, cevaben şöyle demişti:
"Ben İslâmoğlu Selman'ım.. Nesebimi sizin gibi bilmiyorum. Bildiğim bir şey var, o da Allahın beni İslâm ile şereflendirdiğidir..."
Sa'd'ın lüzumsuz, aynı zamanda cahiliyet devri zihniyetini andıran bu nesep sayma teklifinden Hz. Ömer de rahatsız olmuştu. Selman'ın bu manidar cevabı o kadar hoşuna gitti ki, "Ben de İslâmoğlu Ömerim" diyerek Hz. Selman'ın cevabına nazire yaptı.
Hadiseyi Hz. Peygamber (sav) duyunca, o da Selman'ın cevabını çok beğenmiş, "Selman bendendir, benim ehl-i beytimdendir (ailemdendir)" buyurmuştur. (İbnu Hişam, Siretu'n-Nebeviyye)
Malcolm X
'Eskiden sağır, dilsizdim. İslâm ile kendimi buldum.'
Malcolm X
Malcolm X, Amerikada ihtida etmiş zenci Müslümanlardandır. 1925'te Omaha'da dünyaya gelmiş, 1965'te New York'ta şehid edilmiştir. Önceleri, sırf beyazlara tepki olsun diye İslâma girer, öyle ki konuşmalarında "Tanrı siyahtır" demektedir. Ama hac için mukaddes beldelere gittiğinde orada her renkten insanların Ka'be'nin etrafında tavaf ettiklerini görür, ırkçılık fikrinin İslâmda olmadığını anlar, eski fikirlerinden vazgeçer. Çünkü o "masmavi gözleri, sapsarı saçları olan insanlarla aynı tabaktan yemek yemiş, aynı saflarda omuz omuza namaz kılmıştı."
Mekke'den hanımına şunları yazıyordu:
"İnanamayacaksın ama; tenleri beyazdan daha beyaz olan insanlarla aynı bardaktan su içtim ve aynı tabaktan yemek yedim. Hepimiz bir kardeştik. Ben artık ırkçı bir Müslüman değilim. Gerçek peygamberimiz olan Hz. Muhammed ırkçılığı yasaklamıştır."
Dönüşünde, ırklar ötesi bir din olarak İslâm'ı tebliğ eder.
Yavuz Sultan Selim ve İslâm Birliği
'Padişah-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş.
Bir veliye bende olmak cümleden âlâ imiş.'
Yavuz Sultan Selim
Yavuz Sultan Selim, doğuya yaptığı seferlerle büyük ölçüde İslâm Birliği'ni sağlamış, 'mukaddes emanetleri' İstanbul'a getirip 'müslümanların halifesi' ünvanına sahip olmuştur. Bir şiirinde şöyle der:
Milletimde ihtilaf u tefrika endişesi,
Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni.
İttihadken savlet-i a'dayı def'e çaremiz,
İttihad etmezse millet, dağdar eyler beni."
Yani, "Milletimde meydana gelebilecek birbirine düşme ve bölünme endişesi, beni kabrimde bile rahatsız eder. Düşmanları def etmek için tek çaremiz bir ve beraber olmak iken, milletimiz bunu yapmazsa gönlüm yara bere içinde olur."
İdris-i Bitlisî, Yavuz döneminin şark âlimlerindendir. Bu zât, Doğu Anadolu'daki Kürt ve Türkmen aşiret reisleriyle görüşerek onların Osmanlı'ya iltihakını sağlamıştır.
Mehmet Akif ve Milliyetçilik
'Ağlarım, ağlatamam, hissederim, söyleyemem.
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım.'
M. Akif Ersoy
Mehmet Akif, Osmanlının son dönemini ve Cumhuriyetin ilk dönemini idrak etmiş, insanımızın maruz kaldığı zor halleri kalbinin taa derinlerinde hissetmiş ve bu hislerini şiir kalıbı içerisinde diğer insanlarla paylaşmıştır.
Safahat'ı okuyanlar, bu muhteşem eserin satırları arasında Akif'in ızdıraplarını kolaylıkla görmektedirler.
Osmanlının son döneminde Mehmet Akif'in de içinde yer aldığı bazı aydınlar İslam birliği (ittihad-ı İslam) fikrini savunurken, bazıları Türkleri bir bayrak altında toplamak (Turancılık) görüşünde idiler.
Mehmet Akif, bu konuda şöyle der:
"Turan ili" namıyla bir efsane edindik;
"Efsane, fakat gaye!" deyip az mı didindik?
Kaç yurda veda etmedik artık bu uğurda?
Elverdi gidenler, acıyın eldeki yurda."
Böl - Parçala - Yut!
'Hani milliyetin İslâm idi, kavmiyet ne?
Sarılıp sımsıkı dursaydın ya milliyetine.
'Arnavut' ne demek, var mı şeriatta yeri...
Küfr olur başka değil, kavmini sürmek ileri.?
M. Akif Ersoy
Mehmet Akif, doğma büyüme İstanbullu olmakla beraber aslen Arnavuttur. Osmanlının son döneminde, devlet içinde yer alan bazı unsurlar, müstakil devlet kurmak peşinde koştular, ama hiç de mutlu olamadılar. Osmanlı günlerini mumla arar hale geldiler.
Mehmet Akif, bunu bir şiirinde şöyle anlatır:
Türk Arapsız yaşamaz, kim ki 'yaşar' der delidir,
Arab'ın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.
Veriniz baş başa; zira sonu hüsran-ı mübin,
Ne hükûmet kalıyor ortada, billahi ne din!
'Medeniyyet' size çoktan beridir diş biliyor;
Evvela parçalamak, sonra da yutmak diliyor.
Arnavutlar size ibret olacakken hâlâ,
Ne bu şûride siyaset, ne bu fasid dava?
Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım, çoğunuz,
Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz!
Bunu benden duyunuz, ben ki evet Arnavudum...
Başka bir şey diyemem... İşte perişan yurdum!..?
'Ey Bu Vatan Gençleri!'
'Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız!'
Bazıları hitap ederken belli bir milleti hedef alır, konuşur. Bediüzzaman Said Nursi ise gençlere şöyle hitap eder:
'Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız! Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akıl ile onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok! Yok! Sefihane taklid edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi i'dam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe, hamiyet davasında yalancılık ediyorsunuz! Çünkü şu surette ittibaınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzadır!? (Lem'alar, s. 120)
Bediüzzaman'ın gençlere bu hitabında bir ırk ismi vermeden 'Ey bu vatan gençleri' demesi çok anlamlıdır. Çünkü eskiden beri hicretlerle pek çok milletin gelip geçtiği veya yerleştiği bu mübarek vatanda, günümüzde de farklı milletler beraberce yaşamaktadır. Hepsini tek bir isimde toplamak mümkün değildir. Toplamaya çalışanlar da muvaffak olamamışlardır. Yüzde doksan küsuru Müslüman olan bu cennet vatanın evladını bir araya getiren bağ, İslâmiyettir. Bayram ve Cum'a namazlarında, yedisinden yetmişine, liberalinden radikaline her türlü insanın, camilerde kardeşçe bir araya gelmesi bunun bir ispatıdır.
İslâm Milliyetçiliği
'Ben milliyetimizi yalnız İslâmiyet biliyorum.'
Bediüzzaman Said Nursî
Bediüzzaman Said Nursi, İslâmî açıdan milliyetçiliği şöyle değerlendirir:
"Milliyetimiz bir vücuttur. Ruhu İslâmiyet, aklı Kur'ân ve imandır."
(Münazarat, s. 99)
Bilindiği gibi, bir vücudun ruhu olmasa o vücut bir işe yaramaz, aklı olmasa çılgınca işler yapar. Onun gibi, müsbet manada bir milliyetçiliğin de ruhu İslâmiyet, aklı Kur'an ve imandır.
Bir Müslüman hangi ırka mensup olursa olsun İslâmiyetten ruh alır ve almalıdır. Mesela, günümüzde Macarlar ve Bulgarların bir kısmı Türk olmalarına rağmen İslâmiyetten ruh almadıklarından Türklükle de pek bağları kalmamıştır.
Öte yandan, bir Müslüman mücerret kendi aklıyla değil Kur'an'ın ölçülerine göre ölçer, biçer ve meseleleri değerlendirir. Mesela kendi aklı ona kendi milletinden olanları daha üstün gösterebilir.
Ama Kur'an'a baktığında üstünlüğün takva ile olduğunu görür, kendi aklına göre değil Kur'an'a göre değerlendirir.
Doğuda Din Gerçeği
Peygamberlerin çoğunun doğuda, felsefecilerin çoğunun batıda çıkması, doğuyu ayağa kaldıracak esasın din olduğuna kaderin bir işareti gibidir.
'Doğu' denildiğinde daha çok İslâm âlemi, 'Batı' denildiğinde ise hristiyan dünyası hatıra gelir.
Her milletin kendine has özellikleri olabilmektedir. Mesela, batı toplumlarına nisbetle doğuda din daha ön plandadır. Bediüzzaman Said Nursi, Birinci Millet Meclisinde bir beyanname neşreder. Bu beyannamede dikkat çektiği hususlardan biri de halkımızın batı milletlerinden farkıdır. İdarecilerin bu farkı görmeleri ve ona göre icraatlarda bulunmaları gerekir. Said Nursi şunları nazara verir:
"Bu İslâm milletinin cemaatleri, gerçi bir cemaat namazsız kalsa, fâsık da olsa yine başlarındakini dindar görmek ister. Hattâ doğu illerinde bütün memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: "Acaba namaz kılıyor mu'" derler. Namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa, ne kadar muktedir de olsa nazarlarında müttehemdir.
Bir zaman, Beyt-üş Şebab aşiretlerinde isyan vardı. Ben gittim, sordum: "Sebep nedir?" Dediler ki: "Kaymakamımız namaz kılmıyordu, rakı içiyordu. Öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?" Bu sözü söyleyenler de namazsız, hem de eşkıya idiler." (Mesnevi-i Nuriye, s. 99-100)
Türkler ve Kürtler
'Girmeden tefrika bir millete düşman giremez.
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.'
M. Akif Ersoy
Kendisi Bitlis'te dünyaya gelen, ömrünün büyük bir kısmını Türkler içinde geçiren ve eserlerini Türkçe olarak yazan Bediüzzaman'a göre
Kürtler,
' Türklerin hakiki bir vatandaşı
' Eskiden beri onların cihad arkadaşıdır. (Mektubat, s. 430)
Türkler ise,
' İslâm ordularının en kahramanı, (Lem'alar (Osm.), s. 757)
' İslâmiyetin kahraman bayraktarıdır. (Emirdağ Lahikası II, s.103)
Bediüzzaman, 1908 yılındaki meşrutiyet sonrasında neşrettiği Nutuk isimli eserinde, günümüze hayli benzeyen o günün şartları içinde muhataplarına şöyle der:
'Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvveti. Mecmuumuz bir iyi insan oluruz.'
Bir şair ve bir hattat beraber gezerlermiş. Bu samimiyetin sırrı sorulduğunda şöyle cevap vermişler:
"Birimiz okumayı biliyor, diğeri yazmayı. Ayrı ayrı olunca noksan oluyoruz. Ama bir araya gelince birbirimizi tamamlıyoruz, oluyoruz, okur - yazar."
Her milletin kendine has bazı karakterleri vardır. Bu özellikler milletin her ferdinde aynen olacak demek değildir. Ama o millet toptan değerlendirildiğinde o karakter kendini gösterir. Bediüzzaman, bu ifadesinde iki milletin bariz özelliklerine dikkat çekerek beraberliğin lüzumunu anlatmıştır.
Bediüzzaman'ın Celal Bayar ve Adnan Menderes'e Gönderdiği Mektubundan Bir Bölüm
1960 yılında vefat eden Bediüzzaman Said Nursi, vefatına yakın yıllarda yazdığı bir mektupta, zamanın cumhurbaşkanı ve başbakanına bir mektup yazar. Bu mektupta, günümüzün hâlâ halledilmemiş bazı problemlerine reçeteler bulmak mümkündür. Said Nursi, şunları söylemektedir:
"Altmış beş sene evvel Câmi-ül Ezher'e gitmek istiyordum. 'Âlem-i İslâm'ın medresesidir' diye, ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki: Câmi-ül Ezher Afrika'da umumi bir medrese olduğu gibi; Asya, Afrika'dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir dârülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya'da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan'daki milletleri, menfî ırkçılık ifsad etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî hakiki milliyet olan İslâmiyet milliyeti ile Kur'anın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fenleri ile dini ilimler birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakikatleriyle tam musalaha etsin. Ve Anadolu'daki ehl-i mekteb ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye doğu illerinin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan'ın ortasında Medreset-üz Zehra manasında, Câmi-ül Ezher üslûbunda bir dârülfünun; hem mekteb, hem medrese olarak bir üniversite için, tam ellibeş senedir Risale-i Nur'un hakikatlerine çalıştığım gibi, ona da çalışmışım.
En evvel bunun kıymetini -Allah rahmet etsin- Sultan Reşad takdir edip yalnız binasını yapmak için yirmi bin altun lira verdiği gibi, sonra ben 1. Dünya Savaşındaki esaretimden döndüğüm vakit, Ankara'da mevcud 200 meb'ustan 163 meb'usun imzası ile 150 bin lira, o zaman paranın kıymetli vaktinde, aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemal de içinde idi. Demek, şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle, tâ o zamanda böyle kıymetdar bir üniversitenin tesisine her şeyden ziyade ehemmiyet verdiler. Hattâ dinde çok lâkayd ve batılılaşmak ve geleneklerden sıyrılmak taraftarı bulunan bir kısım milletvekilleri dahi onu imza ettiler.
Yalnız onlardan ikisi dediler ki: "Biz şimdi an'anevî ve dinî ilimlerden ziyade batılılaşmaya ve medeniyete muhtacız."
Ben de cevaben dedim:
"Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da ekser peygamberlerin Asya'da, Doğuda çıkması ve ekser feylesofların Batıda gelmelerinin delaletiyle; Asya'yı gerçek anlamda ilerletecek, fen ve felsefenin tesirlerinden ziyade din hissi olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak batılılaşmak namıyla İslâmi gelenekleri bıraksanız ve dine dayanmayan bir esas yapsanız dahi, dört-beş büyük milletlerin merkezinde olan doğu illerinde millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyet'in hakikatlarına kat'iyyen taraftar olmak, size lâzım ve elzemdir. Binler misallerinden bir küçük misal size söyleyeceğim:
Ben Van'da iken, hamiyetli Kürd bir talebeme dedim ki: "Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?"
Dedi: "Ben Müslüman bir Türk'ü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünki tam imana hizmet ediyorlar."
Bir zaman geçti o talebem, ben esarette iken, İstanbul'da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı öğretmenlerden aldığı aks-ül amel ile, o da Kürdçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: "Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürd'ü, sâlih bir Türk'e tercih ediyorum."
Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaatı geldi ki: Türkler, bu İslâm milletinin kahraman bir ordusudur.
Ey sual soran milletvekilleri! Şarkta beş milyona yakın Kürd var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hindliler var. Yetmiş milyon Arab var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van'daki medreseden aldığı dinî ders mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırkdaşlarından başka düşünmeyen ve İslâm kardeşliğini tanımayan sırf felsefi ilimleri okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum!?
İşte bu cevabımdan sonra, an'ane aleyhinde ve her cihetle batılılaşmak fikrini taşıyanlar, kalktılar imza ettiler. İsimlerini söylemeyeceğim, Allah kusurlarını afvetsin, şimdi vefat etmişler'"
(Emirdağ Lahikası II, s. 224-225)
Üç Düşman
'Bizim düşmanımız cehalet, zarûret ve ihtilaftır.
Bu üç düşmana karşı san'at, mârifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz!'
'Düşman" denildiğinde daha çok dış düşmanlar akla gelir. "Cihad" denildiğinde ise genelde dış düşmanlara karşı savaş hatırlanır. Bediüzzaman Said Nursi, şu ifadesinde aynı kavramlara farklı açıdan yaklaşır:
'Bizim düşmanımız cehalet, zarûret ve ihtilaftır.
Bu üç düşmana karşı san'at, mârifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz!'
(Tarihçe-i Hayat, s. 64)
Cehalet, bilgisizlik; zaruret, fakirlik; ihtilaf ise ayrılıktır.
Cehaletin ilacı marifet, zaruretin ilacı sanat, ihtilafın ilacı ittifaktır.
Cehaletten kurtulup "bilgi toplumu" olma yolunda gayret sarfetmek, ekonomik yönden güçlü olma uğraşısı vermek ve toplumdaki ayrılık pürüzlerini giderme mücadelesi yapmak mukaddes bir cihaddır.
Hiçbir İslâm toplumu, böyle bir cihaddan müstağni olamaz. Zira bu düşmanlar, hemen her devrin ve her toplumun ortak düşmanıdırlar.
Kardeşlik Çağrısı
Hepimiz insanız
Küçüklüğümüzde dillerde dolaşan şöyle bir şarkı vardı:
"Bütün dünya buna inansa,
Bir inansa,
Hayat bayram olsa.
İnsanlar el ele tutuşsa,
Birlik olsa,
Uzansak sonsuza'"
Bütün dünya insanlarının el ele tutuşmalarını, bir ve beraber olup huzur içinde yaşamalarını istemek, şüphesiz güzel bir temennidir, ama böyle bir ideal bugüne kadar tarihin hiçbir devrinde gerçekleşmemiştir. Ülkemiz dâhilinde bunu istemek ise bir ütopya olarak görülmemelidir, tarihimiz bunun en güzel örnekleriyle doludur. 600 yıldan fazla devam eden Osmanlı Devletinde, değil sadece aynı dine mensup İslam milletleri, gayr-i müslim azınlıklar da huzur ve barış içinde yaşamışlardır.
Sonuç
Hep birlikte daha mutlu ve daha huzurlu yarınlara...
On yıl devam eden Irak - İran savaşıyla alakalı şöyle bir yorum dinlemiştim: "Irak ve İran savaştı, bir milyon kişi hayatını kaybetti, her iki devlet de aynı sınırlarında kaldı, hiç biri bir şey kazanmadı. Bu savaşı, silah satan ülkeler kazandı!"
Son otuz yılda terör yüzünden onbinlerce insanımız hayatını kaybetti. 2007 sonlarında yapılan bir açıklamada, ülkemiz dâhilinde meydana gelen terörün 23 yıllık faturasının 300 milyar dolar civarında olduğu belirtildi. Bu korkunç meblağ, terörün kimlere yaradığını açıkça göstermektedir. Bazı güçler, güçlü bir Türkiye istememektedirler. Bunun da yolu, bir takım olaylarla milletimizin oyalanmasından geçmektedir.
İstiklal şairimiz merhum Mehmet Akif Ersoy şöyle der:
"Sen! Ben! desin efrad, aradan vahdeti kaldır,
Milletler için işte kıyâmet o zamandır."
Osmanlı Devleti, bünyesinde pek çok milletleri barındırmıştı. Bu milletler aynı devlet çatısı altında asırlarca kardeş olarak yaşadı. Osmanlının torunları olarak bizlere düşen görev, birlikte yaşamanın en güzel örneklerini verebilmektir. Dinimiz bunu emreder, tarihimiz bunu gösterir, kültürel alt yapımız buna müsaittir. İçinde bulunduğumuz şartlar da birlik ve beraberlikten başka tercih hakkımız olmadığına işaret eder. İnanıyoruz ki, bu cennet vatanın insanları basiretli davranacak, kaos ve kargaşa yerine huzur ve refahı seçeceklerdir.
Ülkemiz, yeni bir diriliş heyecanı yaşamaktadır. Tarihe yön veren bir milletin, bir kaç asırdır "gelişmekte olan ülkeler" arasında sayılması, hamiyet ve gayret sahibi insanlarımızı derinden üzmektedir. Şimdi maddi ve manevi kalkınma zamanıdır. Yeniden, tüm dünyaya gerçek medeniyetin nasıl olacağını gösterme zamanıdır.
Allah, yar ve yardımcımız olsun.
Kitabı resimleri ile birlikte PDF olarak indirmek için tıklayın.
Bu makale Mega Ofset tarafından basılan aynı isimli kitapdan alıntıdır. Yararlanılan Kaynaklar
ACLÛNİ, Muhammed, Keşfu'l-Hafa
BAŞAR, Alaaddin, Irklar Ötesi Dava, Zafer Yay. İst.
BEYHAKİ, es- Sünenü'l- Kübra
BEYDÂVİ, Kadı, Envaru't-Tenzil ve Esraru't-Te'vil
BUHARİ, Muhammed İsmail, Camiu's-Sahih (Sahihu'l-Buhari)
DARİMİ, Ebu Muhammed b. Abdurrahman, Sünen
EBU DAVUD, Sünen
ERSOY, Mehmed Akif, Safahat
GÜNDÜZALP, Selim, Sevgi Öyküleri, Zafer Yay.
HAKİM, Ebu Abdullah (Nisaburi) Müstedrek, Matbaatu'l-İslamiye, Beyrut
İBNU HANBEL, Ahmed, Müsned
İBNU HİŞAM, es-Siretu'n-Nebeviyye
İBNU KESİR, Hafız, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim
İBNU MACE, Sünen
İMAM MALİK, el- Muvatta
MEVLANA, Celaleddin Rumi, Mesnevi, Tercüme ve şerh: Tahiru'l-Mevlevi, Ahmed Said Matb. İst. 1963
MÜNAVİ, Feyzul-Kadir
MÜSLİM, İbnu Haccac, Camiu's-Sahih
NURSİ, Said, Risale-i Nur Külliyatı
RÂZİ, Fahreddin, Mefatihu'l-Gayb (Tefsiru Kebir)
SABUNİ, Muhammed Ali, Safvetu't-Tefasir
SÜYUTİ, Celaleddin, el-Camiu's- Sağir,
TABERİ, İbnu Cerir, Camiu'l- Beyan an Te'vili'l- Kur'ân, (Tefsiru't- Taberi)
TİRMİZİ, Ebu İsa Muhammed, Sünen
WATT, W. Montgomery, Modern Dünyada İslâm Vahyi Ter: Mehmet Aydın, Hülbe Yay. Ank. 1982.
YAZIR, Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili
Şadi Eren Doç.Dr.
|