Durumu: Medine No : 6340 Üyelik T.:
19 Ocak 2009 Arkadaşları:20 Cinsiyet:Erkek Memleket:ANKARA Yaş:56 Mesaj:
6.134 Konular:
555 Beğenildi:1084 Beğendi:252 Takdirleri:10770 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | RE: İslam Hukukunda ÖRF III-Örf ve Adet Arasındaki Münasebet ve Farklar:
Fukahanın, örf ve adeti hukuk açısından aynı ayarda kabul ettiklerini, birbirlerinin yerine kullandıklarını belirtmiştik. Bunların hukuki yönden aynı seviyede olmaları, mahiyet itibariyle de aynı olmalarını gerektirmez. Örf ve adet aynı manada kullanılmalarına rağmen, aslında iki kavram söz konusudur. Bunlardan örf, irfana dayanan bir kaidedir. Yani örfün hukuktaki geçerliliği alimlerin ve ariflerin koyduğu esaslara bağlıdır. Fakat adet kavramında bu kaide ve esaslar yoktur. Zira batıl ve kötü şeyler de adet olabilir . Bu sebeple iyi adet; kötü adet denir. Örf ise böyle değildir. Yani iyi örf; kötü örf denilmez. Örfün hepsi güzeldir. Örf her zaman münkerin zıddı olarak kullanılır . Bu ikisi arasında umum ve husus münasebeti vardır. Yani adet daha umumi (genel); örf ise hususidir. Bu itibarla, her örf adettir; fakat her adet, örf değildir . Müşterek yönleri ise, her ikisinin de toplumda yaşayan ve yazılı olmayan hukuki kaidelerden olmalarıdır.
Bugünkü modern hukuk, örfü, adetin daha şuurlaşmış bir şekli sayar. Bu bakımdan örf, yazısız hukuk ile yazılı hukuk arasında bir köprüdür . IV-Örf ve Âdetin Doğuşu:
İrade ile yapılan her şeyin, bir sebebi vardır. Bu sebep, ya ilmin veya tecrübenin yahut çevrenin verdiği harici bir sebep olabilir veya aksine, kişiyi aşırı sevgiye, utanmaya ve intikam almaya, zevk almaya sevkeden dâhili bir sebep olabilir. Bu sebepler, kişide bir şey yapma arzusu veya ona meyletme hissi uyandırır.
İnsan arzuladığı şeyi yapar ve onu birkaç defa tekrarlarsa, bu alışkanlık (adet) haline gelir. Âdetin meydana gelmesine sebep olan şey de, arzu edilen bir şeyin, tekrar tekrar yapılmasıdır. Arzu edilen, ilgi duyulan şeyler, sözler, fiiller ve inançlarla ilgili olabilir.
Tekrarlanarak yapılan ve kişilerin bilhassa menfaatleriyle ilgili olan adetler, birçok kişiler tarafından benimsenir ve yapılırsa, cemiyet içinde yaygın hale gelir, adet olarak yerleşir. Neticede toplumun onu benimsemesiyle, cemaat örfü meydana gelmiş olur. Bir adet veya örf, bu dereceye ulaşıncaya kadar; meyletme yapma, taklit etme ve tekrarlama gibi safhalardan geçer ve sonra yerleşir . V-Örfün Hâkimiyeti (Sultanü’l-Örf):
Fıkhın çeşitli bölümlerinde müşahade edilen örf, insanlar arasındaki muameleler dille ilgili hükümlerin birçoğu için de önemli bir mesneddir, delildir. Bu bakımdan, İslam hukuku nazarında örf -nasslardan sonra- büyük bir hukuki değere sahiptir. Ayrıca birçok yeni hükümlerin doğmasında, örfe bağlı hükümlerin yenilenmesinde, değiştirilmesinde ve sınırının tesbitinde örfün tesiri (otoritesi) büyüktür.
Gerek ferdi, gerek içtimai zaruret ve ihtiyaçlar, örfü doğuran en önemli âmillerdir. Bu sebeple doğan örf ve âdetler, zamanla tekrar edile edile insanlar arasında uyulması gerekli, hakim bir nizam mevkiine geçer. Fert ve cemiyet üzerinde otorite kuran örf- âdet, iyice yerleştikten sonra, artık o, hayatın zaruretlerinden sayılır. Kişiler bunları yapmaya alıştıkları zaman, bu adeta vazgeçilmez bir unsur haline gelir. Eğer âdet bir ihtiyacın gereği olursa, daha da önem kazanır . Kişiler üzerinde bu derece tesir icra eden âdet, psikologlarca “insanın ikinci tabiatı” sayılır . Yani insan, hayatını devam ettirebilmesi için, tutacak bir ele; yürüyecek bir ayağa; görecek bir göze ve işitecek bir kulağa olan ihtiyacı, nasıl fıtrî -doğuştan gelen- bir ihtiyaç (tabiat) ise, nefislerde yerleşen âdet de buna benzer bir tabiattır . Fukahâ: “İnsanları âdetlerinden vazgeçirmek, oldukça güç bir şeydir”, sözü ile her halde âdetin bu yönüne işaret etmek istemişlerdir .
Peygamberler ve onların izinden gidenler, mensub oldukları dinlerini yayarlarken, birçok bela, musibet ve zorluklarla karşılaşmışlardır, buna rağmen tebliğlerinde çoğu zaman tedrici usulü uygulamışlardır . Bu metod insanların ruhlarına nüfuz eden birçok kötü âdetlerin terk edilmesini sağlayacak en güzel usullerden biridir. Aynı zamanda teşride (hüküm koyma) de uygulanan bu tedric metodunun önemine, mü’minlerin annesi Hz. Âişe (r.a), şu kıymetli cümleleriyle işaret eder; “İlk nazil olan sure ve ayetler, cennet ve cehennemden bahseden surelerdir. Ta ki insanlar peş peşe İslam’a girip, kalpleri O’na ısınınca, helal ve haram bildiren ayetler, hükümler inmeye başladı. Eğer ilk önce “İçki içmeyin, zina yapmayın” gibi hükümler inmiş olsaydı, onlar: “Biz ebedi olarak ne içkiyi bırakırız, ne de zinayı terk ederiz” derlerdi . Görülüyor ki, içki ve zina gibi kötü âdetler, adeta Arapların cahiliye devrinde ruhuna sinmiş ve yerleşmişti. Şayet İslam dini ilk olarak “… içki içmeyin, zina yapmayın, kumar oynamayın…” gibi hükümleri emretmiş olsaydı, belki de onların hemen bunlardan vazgeçmeleri mümkün olmayacaktı. Çünkü onların senelerdir yapageldikleri bu kötü âdetler, onlarca adeta zaruri ihtiyaçlar mesabesinde idi. Bu derece önemli olan bir şeyi bırakıp terk etmek, elbette güç olacaktı.
Sonuç itibariyle, âdet, insanların nefislerinde yerleşen ve söküp atılması oldukça güç olan bir durumdur. Onun bu özelliği, fert ve cemiyet üzerinde kurduğu hâkimiyeti açıkça ortaya koymaktadır.
--------------DEVAM EDECEK---------------------
|