Biz kimiz? 4
toplumla olan İlİŞkİ bİçİmİmİz
hatır için halktan biri gibi yaşayamayacak kadar onlardan ayrışmıştık. çünkü halk bildiğini okuyor, aykırı doğruları kabule yanaşmıyordu. oysa doğrular ne kadar aykırı olsalar da, onlardan yan çizmeye başladığımız an kaybolurlardı. eğer hakikatin onurunu korumanın yolu kurulu düzene, mevcut işleyişe meydan okumak ise bu yapılmalıydı. bir yandan dokunsan kırılası duyarlık, çabucak incinen insanların duyarlılığı, bir yandan da emekle uğraşılan doğrulara dokunanlara, insanı saptıran şeytan ve dostlarına çok şedid, tavizsiz bir tavır arasında denge oluşturmaya çalışıyorduk. toplumun şirki içselleştiren aldırmazlığına, kaynağı İslam olan ve ruhumuzu güzelleştiren dupduru bir hüzünle direniyorduk. toplumun bazı bireylerini zaten köhnemiş bitki ve ağaçlara benzetirsek tebliğimize gerekli ilgiyi göstermeyenleri ölümlere terketmeli, onlardan hicret etmeliydik. zaten insanların çoğu cehennemlik değil miydi? (zariat 42-44) . bu toplumdan kopmak anlamına gelmiyordu. yunus kıssası bu konuda kuracağımız dengelerde önümüzü aydınlatıyordu.
toplumu derinden kavramak gerektiğini rad suresi 11. ayetten öğrendik. bu kavrayış, tevhidi dönüşümün yöntemini doğru bilmek için elzemdi. ali Şeriati'nin kitaplarından öğrendiğimiz sosyolojik kavramları kur'an'ın doğrularıyla karşılaştırıyorduk. topluma çürümüş, kokuşmuş değerlerin ne kadar da işe yaramaz putlar olduğunu ilan etmek gerekiyordu. gerekiyordu gerekmesine de çabalarımızın akamete uğramaması için doğru bir yöntem seçmeli, toplumu iyi tanımalıydık. acaba bu tanımaya sosyoloji hizmet edebilir miydi? bu soru bir çok arkadaşımızın üniversitelerde sosyoloji bölümlerine itibar etmesini doğuruyordu.
az hesaplı çok duygusal hareket etmek şiar haline gelmişti. önceden hesaplı gönül almalar, gücümüze gider gururumuza dokunurdu. bu da toplumla olan ilişkilerimizi azaltıyordu.çünkü geniş kalabalıklar, bizi sitilize etmek, kendi istediği biçimi vermek, kendi değerlerini dayatmak istiyordu. oysa biz ne bireylere ne de toplumla pragmatik ilişkiler kuramayacak kadar onurluyduk. önemli olan emrolunduğu gibi dosdoğru olmaktı. kimseyle ölçünmeye ihtiyaç duymuyorduk. çünkü çevresindekilerden daha haklı olan bize göre tek kişilik çoğunluktu. İmanımız egemen yaşama tarzını, yaygın şirki, güncelinden hukuki temeline varıncaya kadar altüst etmeyi öngörüyordu.
kitleler önünde büyüsel imajlarla hata yapmaz gözüken, otoritelerini yanılmazlık esası üzerine kuran efendilerle kapıştık.başefendilere allah'a eğilir gibi eğilenleri hiç affetmedik. onlara yönelttiğimiz eleştirilerde, ne dediğimize değil, kaç yaşında olduğumuza bakıyorlardı. kur'an'la muhatab olmak belli ellerde kalması gereken bir meşgale olarak, seçilmiş, imtiyazlı, tanrı ile iletişim, yakazalar, ledünni ilimler sahibi olmakla övünenlerin tekeli altındaydı. bu durumu okuduğumuz kur'an'daki düşünen, idrak eden, eleştiren, kabul eden, şahsiyeti olan, yeryüzüne efendilik edebilecek keyfiyetteki insanlar kabullenemezlerdi. ancak körü körüne belli odaklara itaat edip onların verdikleriyle yetinen sunulu bir yaşam tarzını evetleyen, sürü gibi, akletmeyen insanlar kabullenebilirlerdi. kur'an'ın mesajı bu din tekellerinin elinde söndürülmüştü. kur'an muska yazmak, cinlere temas kurmak, karın ağrıları için okunmak, mezarlıklarda ölü sahiplerini soymak için alet ediliyordu. en çok ölülere değil dirilere yaşamın ölü,öldürücü karakterini diriltmek için hitap ediyordu.
kitaplar içimizdeki fırtınaların bazen kaynağı oluyor, bazen da fırtınalara dalga kıran olma işlevini yükleniyor, önceki bildiklerimizi huzursuz ediyor, bir soruyu cevaplarken yeni sorular üretiyordu. artık şunu iyice anlamıştık ki kitaplarla dingin bir kafaya sahip olamayacağız. fakat onlarsız da yapamayacağız.
|