Durumu: Medine No : 5446 Üyelik T.:
30 Kasım 2008 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:64 Mesaj:
682 Konular:
73 Beğenildi:19 Beğendi:0 Takdirleri:10 Takdir Et:
| RE: Yanlış cumhuriyet anlayışı ve Müslümanlar
Yaklaşık iki yüz yıldır Müslümanlar ciddi manada temsil sorunu yaşamaktadır. Temsil makamına oturan yâda oturtulanların yanlışları İslam dinine mal edilmeye başlandı. Müslüman olan İngiliz pop şarkıcısı Yusuf İslam'ın söyleyip söylemediği bilinmeyen ancak yerinde bir tespit olduğu için sizlerle paylaşacağım "ben İslam dinini, Araplar ve Türklerden görüp öğrenmiş olsaydım, Müslüman olmazdım." sözü, temsildeki yetersizliği en güzel şekilde anlatmaktadır.
* * *
Yıllardır eli kalem tutan, yazar, çizer, edebiyatçı, sanatçı, ilim adamı, devlet adamı, siyasetçi, bilimci… Kısaca aydın(!) geçinenlerin tamamına yakını bilerek yada bilmeyerek büyük bir yalanın içinde bulunuyorlar. Nedir bu yalan?
"Osmanlıyı yıkan İslam dinidir. Yâda Osmanlıyı perişan eden dini uygulamalardır."
Bu tespit tamamen hilafı hakikat olup, en küçük bir haklılık payı olmayan bir iddiadan başka bir şey değildir. Her aklıselim şu soruyu sormalı. Bu kadar hayatı bir konu niçin gündeme gelmez. İnsanlara bunun bir yalan olduğu niçin anlatılamadı? Bunun çok sayıda sebebi sayılabilir. Bir tanesini sizinle paylaşacak olursak "yürek adamı çıkmadı" diyebiliriz.
Nasıl olur demeyin? Bundan yüz yıl önce yaşanan bir hadiseyi sizinle paylaşalım da adam var mı yok mu anlayalım.
Sultan Abdülhamid diyor ki:
"Japon imparatoru benden İslamiyet'i ülkesinde anlatacak ilim adamı istedi. Ben İslamiyet'i hakkıyla anlatacak bir adam bulup gönderemedim."
Düşüne biliyor musunuz koskoca Osmanlı imparatorluğu… Osmanlı denince akla İslamiyet gelir. Böyle bir devlette İslami anlatacak insan bulunamıyor.
Bir başka hadise, Osmanlı niçin geri kaldı. Batı sanayi devrimini gerçekleştirirken, Osmanlı buna niçin kayıtsız kaldı. Onu da Sultan Abdülhamid'den dinleyelim.
"Ben batıya, insanları gönderiyordum ki, batının fennini, tekniğini öğrenip yurdumuza dönsünler de onlardan istifade edelim. Benim gönderdiklerim, batının ilmini fennini öğreneceği yerde, onların ahlaksızlıklarını, sapıklıklarını öğreniyor, memlekete döndüklerinde, batılı gibi giyinmek, batılı gibi içki içmek, batılı gibi yaşamaktan başka bir şey öğrenmediklerini görüyordum."
Bu iki örnek, Osmanlı'da insanın ne kadar bozulduğunu gözler önüne sermektedir. Müslümanlar dinin emir ve yasaklarına riayet etmez, peygamberin yolundan gitmezse, meydana gelen olumsuzlukların sorumlusu Müslümanlar mıdır, yoksa İslam dini ve onun aziz peygamberi mi?
* * *
Osmanlı imparatorluğu kuruluşundan Kanuni'ye kadar geçen zaman da İslami kurallarla yönetilen bir imparatorluktu. Bazı tarihçiler, Osmanlı'nın İslam'ı yönetim içinde olmadığından hareket etsek, en azından Kanuni'ye kadar İslam'a aykırı hiçbir karar alınmamıştır. Kararlar şeyhülislam fetvası ile uygulamaya konulurdu.
Osmanlı İslam'ı kuralları uyguladığı dönemde zirvedeydi. Ne zaman bundan uzaklaşılmaya başlanıldı, ardından zayıflama geldi. Osmanlı yükseliş dönemine dâhil uyguladığı İslam dinine bağlılık ve dinin kurlarını uygulama, devam etmiş olsaydı, bugün Osmanlı dimdik ayakta olabilirdi.
* * *
Batı dünyası içinde bulunduğu sefaletten kurtulmak için arayış içine girer. Batı, arayış içinde bocalarken, Osmanlı'da insanlar sorunsuz, refah düzeyi çok yüksek bir hayat yaşıyorlardı. Batı içine bulunduğu durumdan çıkmak için çabalarken, Osmanlı dünyanın hep böyle döneceğini düşüncesindeydi.
Osmanlı şunu düşünemedi; insan hayatında olduğu gibi, devletlerin hayatı da bisiklet teorisi gibidir. Ne kadar hızlı gidersen git, pedal çevirmeyi bıraktığın anda düşmen kaçınılmazdır. Biri iki metrede düşer, daha hızlı olan da beş metrede düşer. Sonuçta pedal çevirmeden bisikletin iki tekeri üzerinde durması mümkün değildir.
* * *
Osmanlı, gücüne, kuvvetine, güvenerek batıdaki gelişmeleri kulak ardı etti. Hâlbuki İslam dini, "ilmi Müslüman'ın yitik malı olarak" vaaz etmektedir.
Bağdat'ta, Buhara'da, Şam'da, Mısır'da hatta İstanbul'daki bir kütüphanede olan kitap kıta Avrupa'sının tamamında yoktu. Bu İslam dininin okumaya, öğrenmeye, ilme verdiği değerin göstergesidir.
Batı'da meydana gelen aydınlanma ve bilimsel gelişmelerin temelinde İslam dini ve Endülüs gerçeği vardır. Endülüs İslam âlimleri bilimsel çalışmaları, o kadar ileri boyutlara ulaşır ki; laboratuarlarda suni bulut ve gök gurultusu meydana getirerek deneyler yapıyorlardı. Bu gerçeği Nobel ödüllü Fransız Fizikçi Pierre Cuirie şöyle dile getirmektedir:
"Endülüs'ten bize otuz kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Eğer yakılan bir milyon kitabın yarısı kalmış olsaydı, bugün çoktan uzayda galaksiler arasıda seyahat ediyorduk."
Batı, yüzlerce yıl boyunca, okullarında ders kitabı olarak İslam âlimlerinin eserlerini okuttu. İbn Sinâ, İbn Rüşd, Fârâbi, İbn Haldun, Gazali bu âlimlerden sadece bir kaçıdır.
* * *
Yıllardır aydınlar(!) ağızlarına sakız yapmışlar "ortaçağ karanlığı" ALLAH aşkına nedir bu ortaçağ karanlığı? İlim adamı olmuş, bir de unvanı var Profesör. Müslümanları dolaylı olarak da İslam dinini ne ile suçluyor? "Dogmalar, bizi ortaçağ karanlığına götürür. Ortaçağ karanlığına dönmemek için İslam dininin kurallarına, şeriatçılara yol vermeyeceğiz." Bu cümleleri aklı başında bir ilim adamının söylemesi mümkün değildir.
Ne diyelim? Bu ve benzeri yalanlara karşı sesiz kala, kala, insanlar inanmaya başladı.
Medya'ya bakıyorsunuz, aydınların(!) kahır çoğunluğunun bu söylemleri açıkça yâda ima yolu ile söylediğini görmekteyiz.
"İslam dinini kontrol altına tutmalıyız, yoksa ortaçağ karanlığına gideriz."
Kitap yüklü merkepleri
biliyor musunuz?
Değerli kardeşlerim!
Bu söylemi söyleyenlere ne diyelim? Bir mümin olarak kitabımız ne diyorsa bizde onu deriz. Kur'an bunlara "kitap yüklü merkep" diyor. Evet, en güzel ismi Kur'an–ı Kerim vermiş, bunlar kitap yüklü merkeplerin ta kendileridir. Niçin mi?
Osmanlı ve İslam âleminin orta çağda bulunduğu seviyeye, bugünün modern dünyası henüz ulaşmış değildir.
Selçuklular ve Osmanlılara bakalım…
Mal ve can güvenliği o kadar ileri seviyededir ki; insanlar ülkenin başından sonuna kadar seyahate ederde, en küçük bir saldırı ve tecavüze maruz kalmazlar. Bizde seyahat özgürlüğü, can ve mal güvenliği bu seviyedeyken, batıda halkın hayat hakkı ile bir hayvanın hayat hakkı arasında fark bulunmuyordu.
Aynı yıllarda Batıda insanlar sefalet ve açlık içinde birbirlerini yiyerek karınlarını doyurmaktadırlar. Kimin kime gücü yetiyorsa, efendi o oluyordu.
Bizde; rahat ve huzurlu bir yaşam vardır, geçim sıkıntısı diye bir şey söz konusu değildir. Devlet her tarafı, aş evleri, imaretler, hanlar, hamamlarla donatmıştır. İnsanların refahı yükselmiş sırada hayvanların yaşam şartlarının yükselmesi vardır. Bunun için yapılarda, özellikle de camilerin burçlarına kuşlar için barınaklar yapılmıştır.
Bizde; hayvanlara verilen değer, batıda insana verilmiyordu.
Batı; açlık ve sefalet içinde bulunuyor. Haçlı seferlerinin önemli sebeplerinden biri yağma yapmaktı, seferler boyunca ne kadar vahşilikler yaptıkları ortadadır.
Bizde; hastalıklar tedavi edilir, hastalığa sebep olan mikroplara karşı ilaçlar bulunurdu.
Batı'da; hastalar yerine göre öldürülür, yakılır, bu yolla hastalığın bulaşıcılığından korunmuş olacaklardı.
Bizde; temizlik en ileri boyutta uygulanırken, batı pislikten meydana gelen hastalık sonucunda nüfusunun üçte birini veba kurban vermektedir.
Bizim ilim adamlarımız, dünya haritası çizerken, gök bilimleri ile uğraşırken, batı, dünya dönüyor diyen insanları idam etmekle meşguldü.
* * *
Kitap yüklü merkep'lere deriz ki: sadece biz değil keşke bütün dünya Ortaçağdaki Osmanlı ve Selçuklular gibi olabilsek.
17. Yüzyılda yaşamış ünlü Fransız düşünür Montaigne şunları söylüyor.
"Selim Şam'a girdiğinde, Şam'-ın bağları, bahçeleri meyvelerle doluydu. Selim'in askerleri, Şam'-ın bağlarından tek bir meyve dahi aldığı görülüp duyulmadı. Şam'da ki, bütün dükkânların kapıları açık olduğu halde, dükkânlardan zayi olan tek bir mal olmadı."
Bunları biz söylemiyoruz, batılılar söylüyor.
Bir tarafta Yavuz Selim'in ordusu, diğer tarafta, Amerika, Fransa ve İngiliz ordusunun Irak'ta yaptıkları!
Böyle bir hakikati insanlar nasıl göremez? Hele, hele eli kalem tutan, yazar çizer takımı, anlamak mümkün değil.
Bakın şu Fransız Montaigne başka ne diyor:
"Osmanlıda biri hızsızlık yapsa, biri birinin malına tecavüz etse, onun cezası, dayaktır, kolunun kesilmesidir. Şayet bunu savaşta yaparsa cezası katlanır, ölümle cezalandırılırdı."
Düşüne biliyor musunuz? Osmanlı sefere çıkıyor, düşman topraklarından geçerken, halkın, malına, mülküne, bağına, bahçesine, canına, namusuna en küçük bir yanlışlık yapanının cezası ölümdür.
Birde 21. yüzyıla bakalım.
Irak'ta, Afganistan'da, Bosna'da, Çeçenistan'da, Filistin'de, katledilen çocukların, kadınların sayısı oldukça fazla. Irzına geçilen, çocuk, kız, kadının haddi hesabı yok.
Hangisi ortaçağ karanlığı?
Batı bundan bir üç yüz veya dört yüz sen önce tuvaleti, yıkanmayı, temizlenmeyi bilmezken, İstanbul sokaklarında yere tükürmek abes olarak görünürdü. Devlet sokaklardaki tükürükleri temizlememek için insanlar görevliler tayın ederdi.
Fatih'in İstanbul'u fethinde şehirde yaşayan gayrı Müslim insanlara verdiği özgürlük ve imkânları, bu günün devletleri rüyaların göremiyor.
Fatih'in İstanbul'un gayrı Müslim halkına tanıdığı özgürlüğü, bugün Türkiye cumhuriyeti kendi vatandaşına tanımıyor.
Nerde ortaçağ karanlığı?
* * *
Osmanlı her bakımdan zirvede olduğu için, sonradan gelen işin ehli olmayan yöneticiler, bunun hep böyle devam edeceğini zannettiler. Batı ortaçağ karanlığından kurtulmak için uğraşırken, Osmanlı içinde bulunduğu aydınlığın zevkini yaşıyordu.
Batı bir yandan çırpınırken, bir yananda yeni arayışlar içine girdi. Önce dinden kurtulmak istedi. Batıda yaşanan ortaçağ karanlığının en büyük nedeni, sapık din anlayışıdır. Batı şunu gördü, insanlar inançsız olamaz, insanların inanç ihtiyacını gidermek için önlerine bir şeyler koymak lazım. Hıristiyanlığı, kiliseye hapsettiler, insanlara da dediler ki; "din ihtiyacı olan gitsin kiliseye, ihtiyacını orada gidersin." Kilisenin dışında din olmayacak. Bu kavga bayağı devam etti, sonuç da batı insanı bu yeni din anlaşışını benimsedi.
Batıdaki yeni durum beraberinde birçok düşünce ve akımı da beraberinde geliştirdi. Batı fikir ve düşünce yapısını, ezilmişlik, aşağılanmışlık üzerine kurdu. Bir yandan sefaletten, diğer yanda da Osmanlı hegemonyasından kurtulacaktır.
Batıdaki bu gelişmeye, Osmanlı kayıtsız kaldı. İş başına gelen idareciler, hadislere uzun vadeli bakamadılar.
Çok konuşulan bir konudur matbaa hadisesi. Batı matbaa'ya adım attığı yıllarda, Osmanlı bunu niçin karşı geldi? O devirde on binlerce kişi yazma kitaplar sayesinde iş imkânı bulmuştu. Kiminin geçimi, kiminin de özel uğraşısıydı. Osmanlının ve İslam coğrafyasının yazı ile bir sorunu yoktu. Batı kendiside olmayan bir şeyi bulmuş ve ona sarılmıştı.
Osmanlıda, insan hakları, yönetim şekli gibi konularda hiçbir sıkıntı yoktur. Çünkü Osmanlıda hukuk değil, adalet vardı. Adalet terazisi herkesi aynı kefede tartardı.
Batıda öyle değildi. Batı demokrasiyi, insan haklarını keşfetmeye başlayınca, Osmanlı bunlara duyarsız aldı. Niçin? Çünkü ihtiyacı yoktu.
Netice itibariyle; batıda meydana gelen olaylara kayıtsız kalmanın meydana getirdiği olumsuzluklar ortaya çıktığında iş işten çoktan geçmişti.
* * *
Osmanlının en büyük dezavantajlarından biri uzun yıllar batıyı kontrolü altında tutması nedeniyle, batılı aydın (!) ve devlet idarecilerinde oluşan Osmanlı düşmanlığıdır. Batı öyle bir noktaya gelmişti onlar için "ne olursa olsun Osmanlı yıkılmalıdır." Ne zamanki güç dengesi batıdan yana döndü, bütün güçlerini Osmanlıyı yıkmak için seferber ettiler. Batının bu faaliyetine birde içerdeki satılmış idareciler eklenince, Osmanlı'nın mukadderatı kaçınılmaz oldu.
Osmanlı'nın yıkılmasında dinin en küçük bir etkisi olmamıştır. Şu manada olmuştur. Osmanlı ne zaman dininin kuralarını göz ardı etmeye başladı, bünye zayıflamaya başladı ve kaçınılmaz son gelip çattı.
* * *
Osmanlı'nın son yüzyılında dinin yaşanıp yaşanmadığına vereceğimiz şu örnek ışık tutacaktır. Birçoklarının göz ardı ettiği bir hususu bilgilerinize sunacağız. Cumhuriyeti kuran Mustafa Kemal'in ailesi ile Osmanlı hanedanının aile yapısına bakalım. M. Kemal'in annesi Müslüman, çarşaflı namazında niyazında bir kadındır. Kız kardeşi kapalı, İslam ahlakı ile ahlaklanmış bir hanımefendidir. Ya hanımı, oda tesettürlü bir hanımefendidir.
Ya Sultan Vahdettin, Sultan Reşat'ın aileleri? İslami ölçüde tesettürde olanı yok denecek kadar azdır. Namaz kılanların sayısı da son derece azdır. Buradan şu sonucu çıkarıyoruz: "Batı sapık ve bağnaz dinini kiliseye hapsetti, dininden uzaklaştıkça yükseldi. Bizde insanlığı karanlıktan nura çıkaran güzel dinimizden uzaklaştıkça alçaldık." Mesenlin özü budur.
ALINTI
|