Durumu: Medine No : 9822 Üyelik T.:
20 Ağustos 2009 Arkadaşları:0 Cinsiyet: Mesaj:
196 Konular:
26 Beğenildi:2 Beğendi:0 Takdirleri:10 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Kıssaların anası -II
(ikinci sahne)
ALLAH: “Ey Adem! Sen ve eşin cennete yerleşin. Orada ne acıkırsın, ne çıplak kalırsın, ne susarsın, ne de güneşin sıcağında kalırsın. Dilediğiniz yerden yiyin; ancak şu ağaca sakın yaklaşmayın. Aksi halde zalimlik etmiş olursunuz. Şeytan senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, yoksa bedbaht olursun.
ŞEYTAN: (Ayıplarını kendilerine göstermek için fısıldayarak) “Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması melek/melik olmanızı ve burada temelli kalmanızı önlemek içindir. Ey Adem! Sana sonsuzluk ağacını ve yıkılmayacak bir mülke sahip olmanın yolunu göstereyim mi? Yemin ederim, sizin iyiliğiniz için söylüyorum.” (Şeytan ikisini de boş sözlerle aldattı. Adem Rabbine asi oldu, yolunu şaşırdı. Böylece ayıp yerleri göründü de cennet yapraklarıyla örtmeye çalıştılar.)
ALLAH: “Ben size o ağacı yasaklamamış mıydım? Şeytan size apaçık bir düşmandır dememiş miydim?”
ADEM VE EŞİ: (Adem Rabbinden bir takım kelimeler aldı. Rabbi de onu seçti, tövbesini kabul etti ve doğru yolu gösterdi) “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve acımazsan perişan oluruz.”
ALLAH: “Birbirinize düşman olarak gidin. İşte size bir süreye kadar barınma ve geçinme yeri olacak yeryüzü! Orada yaşayacak, orada ölecek ve orada diriltileceksiniz. Artık Benden size bir yol gösterici geldiğinde kim ona uyarsa onun için korku ve hüzün olmayacaktır.” (Bakara; 30–38, A’raf; 11–24, Hicr; 21–44, İsra; 61–65, Kehf; 50–51, Taha; 115–127).
***
Görüldüğü gibi ikinci sahne “cennet” ile başlıyor. Birinci sahne ilahi zamandan/Allah’ın katından (semavi prolog) bir sesleniş idi. İkinci sahne ise “yeryüzündeki” cenneti, oranın nasıl bir yer olduğunu ve orada kalmak/kaybetmemek için neler yapılması gerektiğini anlatıyor.
Terim olarak “yemyeşil bir diyar, yeşillik ve ağaçlık bir bölge” anlamına gelen cennetin, kıssanın mesajı açısından antropolojik ve sembolik iki anlamı olduğu anlaşılıyor.
1- Antropolojik açıdan “cennet”, yeryüzünde bir bölgedir (Ebu Muslim). Bu durumda ilk insan veya insanlar “yeryüzünde” yaratılmış olurlar. “Öbür dünyadaki cennette yaratılıp bu dünyaya düşme/kovulma” şeklindeki Hristyan algısı “ilk günah” doktrinini tazammun ettirdiğinden kabul edilebilir değildir. Bu durumda Adem ve eşi UFO iddialarında olduğu gibi dünyaya gökten iniş yapmış uzaylı bir takım yaratıklar gibi oluyor. Halbuki düşme/kovulma ile “İsteneni (ideal olanı) yapmazsan, konumunu yitirirsin, kaybedersin” denmek istenmektedir. Bunun bize örnek olacak ilk örneği yeryüzünden veriliyor. Zira Adem soyu yeryüzünün bağlık, bahçelik, yeşilliklerle dolu bir bölgesinde ortaya çıkmışlardır. “Bir zamanlar insanlık tek bir topluluktu. Aralarındaki kin ve düşmanlıktan dolayı anlaşmazlığa düştüler.” (Bakara; 213) ayeti de bunu gösterir.
Kıssada “Sen ve eşin cennette ‘iskân’ edin” denmesi, insanların çoğalmaya başladığı, sakinleri insan toplulukları olan yeryüzündeki bağlık, bahçelik bir bölgeyi anlatmaktadır. Fakat bu yerin neresi olduğu konusunda rivayetler muhteliftir. Antropolojik ve sosyolojik verilerle desteklenen en güçlü iddia jeoloji tarihinde bir zamanlar yemyeşil bir diyar olarak gösterilen “Mekke” şehri civarı olduğudur.
İkinci sahnede “Adem” ev (beyt) yapan, hukuk (şeriat) ve ahlak kaideleri üreten “insan türünü” temsil etmektedir. Daha önce insanımsı varlıklar evsiz (ailesiz), hukuksuz (can, mal, ırz, emanet, sözleşme kavramları olmadan) ve ahlak kaideleri (insan eti ve leş yeme, kan içme, zina, ensest yasağı vs.) olmadan yaşıyorlardı. Böyle anılmaya değer bir şey olmadan üzerlerinden uzun zamanlar geçmişti. Nihayet “insanoğlu” akıl, bilgi, bilinç ve konuşma yetenekleri ile donatılmış olarak aile, hukuk ve ahlak üretmekle anılmaya değer hale geldi ve tarih sahnesine çıkmaya başladı. Ev yaparak, hukuk ve ahlak kaideleri üreterek medeni hayata geçiş sağlandı. İnsan hayvanlıktan, şehir ormandan ayrıldı.
Demek ki “Adem ve eşi” bu süreci başlatan (ve şu an bu süreci yaşayan) insanların ortak ismi oluyor. “Tek bir topluluk” halinde yaşadıkları, “aç” kalmadıkları, “çıplak” olmadıkları, “susuzluk” çekmedikleri ve “güneşin sıcağında yanmadıkları” ve “yasak ağaçlara” yaklaşmadıkları yer de onların cenneti.
Demek ki kıssaların anası “yitik geçmişi”, bize “ideal gelecek” olarak yeniden inşa ediyor. “Geleceğiniz yitirdiğinizdedir” diyor. Kadim dini metinlerde “atılmışlık”, “düşmüşlük”, “kovulmuşluk” olarak ifade edilen kötümser yaklaşım, aslında, hep o yitik ideale ulaşamama hüznünün terennümleridir
Şu halde Mekke’deki ev (beyt), bu nedenle “Evvelu’l-beyt” (İlk ev) veya “Beytu’l-atîk” (En eski ev) dir. İnsanlaşmanın başladığı, eve dayalı medeni hayatın kurulduğu yer anlamındadır. O evi yapan da Adem ve eşi ile temsil edilen medenîlerdi. Bu nedenle İslam’da hacc ilk eve yönelik yapılır. Namazlar ilk eve yönelerek kılınır. Ev’in etrafı tavaf edilir, böylece Ev’e dayalı yaşam yüceltilir. Bu manada İslam’da haccın çok derin anlamları vardır ve her bir ritüeli (nusuk) bir insanlaşma gösterisini ifade eder. (bkz. ‘Beyt, şeriat ve oruç’ başlıklı makale).
2- Kıssadaki sembolizm açısından cennet ise “ebedi ve ideal ülke” anlamındadır. Burası, en küçüğünden büyüğüne bir “ev” (beyt) olabileceği gibi, bir “mahalle”, bir “şehir”, bir “ülke” veya bir “dünya” olabilir… Çünkü cennet buralardan kurularak başlar. Dikkat edilirse kıssada cennet kurulmuş, tesis ve inşa edilmiş varsayılmaktadır. “Sen ve eşin cennete yerleşin” bunu ifade eder. Var olan, kurulmuş bir cennet var. Şu denmek istenir: İşte Allah’ın istediği cennet (ebedi ve ideal ülke) burasıdır! Öyle ki “Orada ne acıkırsın, ne çıplak kalırsın, orada ne susarsın, ne de güneşin sıcağında kalırsın.” Yani orada açta ve açıkta kalmak (yeme, giyinme, barınma sorunu), susamak (ihtiyacın kadar maddî ve manevî ihtiyaçların tatmini) - bitmek tükenmek bilmeyen ihtirasların değil!- ve güneşin sıcağında yanmak (saldırı tehdidi/güven sorunu) yoktur.
İşte bu temel ihtiyaçların karşılandığı, fazlasının paylaşılıp bölüşüldüğü, yığmanın biriktirmenin olmadığı yer bizim cennetimiz oluyor. Dahası uhrevî cennet dünyevî cennetin de aynası. Yani Kur’an’ın öbür dünyadaki cennet tasvirleri, bu dünyadaki cennetin bir nevi ideal tasviri ve ütopyasıdır. Öyle ya cennette yöneten-yönetilen yok! Ezen-ezilen yok! Zengin-yoksul yok! Zenci-beyaz yok! Devlet yok! Sınırlar yok! Pasaport yok!.. Hürriyet var! Adalet var! Sevgi ve merhamet, kardeşlik, paylaşım var! Serazat selam, güvenlik, barış ve esenlik var!
Demek ki cennet, dünyadayken bastırılmış duyguların ahirette kapıp koyverildiği yer demek değildir. Toplu seks, bir erkeğe yüzlerce huri filan yoktur. Allah’ın dünyada yasakladığı bir şeyi orada serbest bırakması muhaldir (imkansız). Bilakis aynen dünyada olması gerektiği gibi (kadın erkek fark etmez) gözaydınlığı eşler (huri’l-ıyn), mutlu aileler, barış, esenlik, tam bir güven, kardeşlik, sevgi ve merhamet ortamı vardır. Her kim dünyada bunları yaşıyorsa çevresine cennet değerlerini taşıyor veya cennet esintilerini yayıyor demektir. Burada nasıl isek orada da öyle olacağız. Veya orada nasıl olacaksak burada da öyle olmalıyız. Allah’ın dünyada yasakladığı şey ahirette de yasaktır. Yalnız bir farkla; orada yasağa yasak demeye gerek yoktur.
Şu halde “cennete yerleşin” demek, “Böyle bir yer kurun, tesis edin (ve oraya yerleşin) ” demektir. Bu istek bizler için bir ufuk, ideal, hedef, misyon, vizyon, medeniyet, dünya ve gelecek tasavvurudur. Varolanın, varolmayanın içinde ete kemiğe bürünerek yeniden varolmasıdır. Zira her zaman birileri hayal eder ve o hayalin içinde dünya yeniden kurulur. “Kıssaların anası” bize önce o hayali/ideali/ufku veriyor.
Eğer dünyaya bu ufuktan bakarsanız, diğer bütün şeyler gözünüzde küçülür.
Onun için Adem’e ve Eşine (bizlere) deniyor ki: “Sen ve eşin cennete yerleşin.” Yani ebedi ve ideal dünyanızı kurun. Bu, 2+1 bir evde olabileceği gibi, bir mahallede, şehirde veya ülkede bile olabilir. “Dünyada cennet olmaz” diye bir şey yoktur. Eğer kuramazsanız, ömrünüz yetmez veya engel olunursanız, gerçekleştirmeye çalıştığınız yeryüzü cenneti, size, öbür dünyada hem de aslıyla “ödül” (ecr) olarak verilecektir.
Bu öyle bir ideal ki ölümle bile bitmez… Güneşler dürülür, yıldızlar dökülür, dağlar yürütülür, mezarlar deşilir, ölüler diriltilir, yerler ve gökler başka yerler ve göklerle yenilenir ve o ebedi ve ideal dünya eninde sonunda kurulur… Günler gelip geçer ve devran döner dolaşır O’nun dediği yere gelir.
***
Kıssada “ağaç”, “kişi/öteki” anlamına geliyor. Yani ‘kişi”ye (Sümerce kişi=giş; ağaç) dokunma; canına, malına, ırzına, namusuna, aklına, nesline dokunma… Onlar sana yasaktır. Öldürmek, leş, kan, zina, hırsızlık, yolsuzluk, yalan, aldatma vb. yasak ağaçlardır; bunlara yaklaşma…
Peki, her ağacın tohumu olduğuna göre “yasak ağacın” tohumu ne dersiniz? Yani “yasak ağaçtan yeme dürtüsünü” içimizde oluşturan nedir?
Kıssaların anası onu da veriyor: Birinci sahnede “sağlarından, sollarından, önlerinden, arkalarından” diye ifade edilen ve “yeryüzünde insanlara süslü gösterildiği” söylenen şehvet, şöhret, servet ve siyaset ‘hırsları’… Bunların hepsinin de kökünde “iktidar” tutkusu yattığından, tohum da bu: Mülk!
“Melek olmak” (en tekune melekeyn)…”
Buradaki melek olmayı ‘nurdan varlığa dönüşmek’ olarak anlayamayız çünkü hemen sonraki ayette tefsiri geliyor: “Yıkılmayacak bir mülke (mulk-i la yebla) kavuşmak…”
İşte “vesveselerin anası” da bu!
Görüldüğü gibi yine mülk meselesi… Yani mal ve iktidar; yani şehvet, şöhret, servet, siyaset; yani yeryüzünde insanlara süslü gösterilenler; yani sağdan, soldan, arkadan, önden ‘adamı’ sersemleten, paçavraya çevirenler; yani şöhretin, şehvetin, servetin, siyasetin (iktidar) insanın “Tanrı-Ben”ini okşayan dayanılmaz hafifliği…
Bütün bunların kökünde “mülk” hırsı var!
Şu halde daha derine inildiğinde yasak ağaç kişideki “mülk hırsı” oluyor!
Demek ki “vesveselerin anası” insanoğlunun iki büyük zaafını kullanıyor; mülk ve huld tutkusu. Yani güç, kudret, para, servet, şan ve şöhret elde etme, böylece bütün dertlerinden kurtularak rahat ve lüks bir hayat yaşama, tanrılar gibi herkese hükmetme, ne isterse onu yapabilme hırsı… Daha yakından bakılırsa bunların insandaki “açlık” ve “korku” güdülerinden beslendiği görülür. Şöyle ki: Zenginliğe duyulan açlık, şöhrete yönelik açlık, cinsel açlık ve iktidara yönelik açlık mülk arzusunu… Yok olup gitme endişesi, unutulma acısı, ölüm kâbusu vs. de huld (ebediyet/sonsuzluk) ihtiraslarını beslemektedir.
Eğer insanoğlunun gözünü bunlar bürümüşse her şey yapabilir. Aç ve doyumsuz, üstelik korkularla dolu bir insanın eğer kendini gemlemezse yapmayacağı bir kötülük yoktur. Bu uğurda her vaade kanabilir. İşte şeytanlık tam da burada ortaya çıkmakta ve insan bu hırslarına kendini kaptırarak son derece yırtıcı bir mahlûk haline gelebilmektedir. Dikkat edilirse hayatta bütün suç ve günahların kökünde bu ihtiras, bu ihtirasın kökünde de mülk ve huld tutkusu vardır.
***
Kıssada “Ayıp yerlerini göstermek” insan hayatının suç ve günah işlemeye yönelik tahrik ve teşviklerini anlatmaktadır. Şeytanın doğru yolun üzerine oturup bu yolda yürüyenleri kandırmak ve yoldan çıkarmak için giriştiği her vesvese veya insanın içinden kabarıp gelen her dürtüyü temsil eden bir örnektir. Âdem ve eşi örneğinde kişileştirilmektedir. Onların işledikleri suçun ne olduğu ise meçhuldür. Aslında önemli de değildir. Genel olarak “suç işleme dürtüsü veya tahriki” veya Türkçe’deki güzel tabirle “ar damarını çatlatmak” için tahrik, kışkırtma, özendirme, suça ve günaha teşvik olarak anlaşılmalıdır.
Şu halde “Onlara ayıp yerlerini gösterdi” demek, “Onları kışkırttı, suç işlemeye teşvik ve tahrik etti; şehveti, şöhreti, serveti, siyaseti (iktidarı) süslü göstererek, suç ve günah işlemelerine vesile oldu” demek olur…
“Ayıp yerlerini cennet yapraklarıyla örtmeye çalıştılar” ifadesi, “İşledikleri suçu örtbas etmeye çalıştılar, gizlemek istediler” manasındadır. Yani hayatta bütün suçluların yaptıklarını yaptılar. Suç işlediklerini, nefislerine uyduklarını; şehvetin, şöhretin, servetin veya siyasetin (iktidarın) dayanılmaz cazibesine kapılarak “utanç” içinde kalacakları bir iş yaptılar. “Ayıp yerleri görünmek” burada “utanç” içinde kalmayı ifade ediyor. Oysa Allah her şeyi görüyor, biliyor. Hayatta önemli olan insanın şeytanın vesvesesine kanmaması, bu vesveselerle kabaran her tür kötülük dürtüsünün daha baştan yanlış olduğunu bilmesi ve nefsine hâkim olmasıdır. İnsan bunu başarabilecek güçtedir. Bunu başarmalı ve “utanç” içinde kalacağı, sonrada mazeretler arayacağı (cennet yapraklarıyla edep yerlerini örteceği) bir iş yapmamalıdır.
“Kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan…” ifadeleri insanoğlunun hayatta suç ve günah işlememesinin esas yolunun içten gelen tövbe ve pişmanlık olduğunu gösterir. Aksi halde her insanın başına bir polis dikmek çözüm değildir. İnanç, ahlâk, iman ve cânı gönülden Allah’a bağlılık yanlış işler yapmamanın en esaslı teminatıdır. Demek ki insan yanlış işlerinde ısrar etmemeli, yaptığı yanlışlığı dürüstçe itiraf etmelidir. Pişmanlık ve tövbe bu açıdan arındırıcı ve ıslah edici ahlâkî bir erdemdir.
“İhbutû” ifadesi “İnin” değil “Gidin, dağılın” anlamındadır (Ebu Muslim). Yani “Dağıldılar, başka yerlere gittiler, birbirlerinden ayrıldılar” manası emir kipinde (gidiniz, dağılınız) şeklinde ifade edilmiştir. Bu, Yakup’un oğullarına yönelik “Mısır’a gidiniz” (ihbitû mısran) (12/ 61) demesi gibidir.
Aksi halde “aslî günah doktrini” onaylanmış olmaktadır. Oysa ibareyi Âdem ve eşinin (ilk insanların) yaşadığı yerde çoğalmalarına, çevrenin genişlemesine, ilişkilerin giriftleşmesine, çıkar (mülk) kavgalarının başlamasına yormak daha isabetli görünmektedir. Bu durumda bir zamanlar “tek bir topluluk” halinde yaşayan insanların bir arada yaşayamaz hale gelmeleri, şehvet, şöhret, servet ve siyaset (iktidar) kavgalarından dolayı bölünüp parçalanmaları ve yeryüzünün başka diyarlarına dağılmaları, gitmeleri anlatılmış olur. Bu okumaya göre kıssada düz mantıkla aslî günah, cennetten kovulma, dünyaya sürgün, dünyada ceza çekme, insanlığa Tanrı’nın ölüm yargısı vs. diye bir şey yoktur. Anlatılmak istenen; insanlığın gelişim aşamaları (yükseliş ve çöküş yasaları), yeryüzünün bağlık bahçelik bölgesinde (kendi cennetleri) birlikte yaşarken giderek ayrılığa düşerek dağılmaları/parçalanmalarıdır.
***
Görüldüğü gibi kıssanın bu ikinci sahnesinde ilk bölümdeki soyut ortam kaybolmuş, yerini “adam ve eşi” (insanlar) almıştır. Artık adam ve eşi yeryüzü toprağının bir yerlerindedirler. Ortada şeytan, melek gibi görünmeyen, insan idrakinin dışında kalan ve fakat hissedilen, sezilen olaylar ve kişiler değil, bizzat görünen, yeryüzünün bir yerlerinde yürümeye, koşmaya, nefes almaya başlayan adam ve eşi (adamlar ve eşleri) vardır. Bir anlamda teoloji antropolojiye, semavî prolog dünyevî diyaloğa, gerçeküstücü anlatım toplumsal gerçekçi anlatıma evrilmiştir. Semavî prologla ilişkiye geçmemiz (tümüyle gerçeküstücü anlatım olduğundan) semboller ve kavramlar üzerinden mümkünken, dünyevî diyalogun izini sürmemiz, (toplumsal gerçekçi anlatıma yer verildiği için) olup bittiği yeri bulmamız mümkün hale gelmiştir. Çünkü artık insanoğlunun ortaya çıkışı yeryüzünün tozuna toprağına bulanarak başlamış oluyor.
Hıristiyanlıktaki “cennetten düşüş”, Âdem ve eşinin cennette işledikleri ilk günah yüzünden tüm insanlığın ölüme mahkûm edilmesi, ölüme mahkûm edilen insanlığı kurtarmak için de Tanrı’nın bizzat kendi oğlu “suretine bürünerek” kendini çarmıha germesi ve böylece kurtuluş kapısını açmış olması… Tevrat’ta geçtiği gibi işledikleri suç yüzünden bütün kadınlar çocuk doğururken acı çekmeye, kocası tarafından yönetilme cezasına, bütün erkekler de hayat boyu geçim derdi ile boğuşmaya, ancak emek vererek hayatını kazanabilme cezasına, bütün yılanlar da Havva’yı yoldan çıkardığı için evcil ve yabanıl hayvanların en lanetlisine, karnı üzerinde sürünme ve hayatı boyunca toprak yeme cezasına çarpıtılmış (Tekvin: 2/4–24, 3/1–21) olması…
Bütün bunlar aslında sembolik dini anlatımlardır.
Fakat mecaz, avama inince hakikate kalbeder.
Yahudi, Hristiyan ve Müslüman avam zihni, basbağı kıssada Adem ve Havva’nın işledikleri ilk günah sonucu cennetten kovulup, yeryüzüne ‘paraşüt’ ile iner gibi indiğine inanıyor.
Bu noktada Hıristiyan teolojisinin kıssanın birinci sahnesine, Yahudi teolojisinin de ikinci sahnesine üstelik tuhaf teolojiler üreterek yoğunlaştığını görüyoruz. Nitekim Tevrat’ın hiçbir yerinde kıssanın birinci sahnesi (semavî prolog) geçmez. Adam ve eşinin Aden adı verilen bahçedeki maceraları öne çıkarılır. Kitab-ı Mukaddes geleneğinde insanlık tarihi Âdem ve eşinin cennetten veya Aden’deki bahçeden kovulmalarıyla başlar. İnsanlık macerası bu kovulmanın tarihidir. Kurtulmak için ya Tanrı’nın seçtiği millete (İbranîlere) hizmet etmeli veya İsa’nın dönüşünü bekleyen kiliseye sığınmalıyız. Aksi halde ebedi lânet bizimle olacaktır (!).
Oysa Kuran’da birbirini tamamlayan her iki sahnesiyle kıssayı, bu ayetleri okuyan herkesin kendi hayat macerasının duyulur ve akledilir kavramlarla kişileştirilmesinden (semavî prolog) ve bunun insanlığın doğal halindeki bir örneğinin gösterilmesinden (dünyevî diyalog) ibaret görmek gerekmektedir.
***
Demek ki kıssaların anası, geçmişte öykülendirme yöntemi ile aslında gelecek tasavvuru inşa etmektedir. Demek ki bizler için cennet “aç” kalmayacağımız, “çıplak” olmayacağımız, “susuzluk” çekmeyeceğimiz ve “güneşin sıcağında yanmayacağımız” ve “yasak ağaçlara” yaklaşılmayan bir ebedi ve ideal ülkedir . Kur’an buna evrensel adalet ve barış yurdu (daru’s-selam) diyor: “Allah daru’s-selam’a çağırıyor” (Yunus; 25).
Bunlarla ne denmek istendiği yukarıda açıklanmıştı.
Kanımca tanrısı “Mamon” (para/mülk) olan bir dünyanın alternatifi ancak buralardan çıkabilir. İnsanlığın geleceği açısından tanrısı “Hakk” (gerçek/adalet) olan bir dünyaya geçişten başka bir yol kalmamıştır. “Cenâb-ı Hakk” ise böylesi bir dünyayı kurmak için yola çıkanların gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı olacağını vaat ediyor…
Demek ki “kıssaların anası” başta olmak üzere, Kur’an’ın tüm kıssalarının “yaşayan kıssa” mantığı içinde okunması gerekiyor. Kıssaları dinamik ve aktüel bir yaklaşımla okumalıyız. Çünkü bizim için artık Kur’an’ın tarihi değil; mesajı daha önemli ve öncelikli olmak durumunda. Bu nedenle ilahî mesajda “çağa ve bize ne deniyor” ona bakılması icap eder. Aksi halde Ramazan hocalarından mebzul miktarda dinlediğiniz o sahur mahmurluğunun “ölü kıssaları” ortalıkta cirit atar.
Sonuç olarak, demek ki hayatın akışı içinde her doğan çocuk Âdem’dir. Ve her doğan çocukla birlikte Âdem kıssası yeniden başlar. Anlatılan eskiçağlarda olup bitmiş bir masal değil, bizim kendi hikâyemiz; yaşadığımız hayattır. Burada yaratılış sürecine doğumuyla birlikte katılan her Âdemoğlunun hayatı boyunca nelere dikkat etmesi gerektiğinin öğütleri vardır; iyi ve kötünün doğası, yaşam ve ölümün anlamı, varlık ve oluşun manası vardır. Çünkü her oluş gibi insanın oluşu da bir şeyin içinden yarılıp sökülerek (felaq) gerçekleşir. Her yarılıp sökülen de acı çeker; olma, oluş (kevn) acısı…
recepihsan@gmail.com |