RE: 25.Haftanın Konusu Kulluk Şuuru
Allah’a kul olmak hem en yüce insanlık mertebesidir hem de tevâzuun en mükemmel şeklidir. Zira kul, her hangi bir varlığı olmayan, kendi güç ve kuvveti dâhil her şeyden kopup uzaklaşan, sadece Allah’a dayanan ve teslim olan; sadece nefsine değil, Allah dilemedikçe hiç kimseye fayda ve zarar veremeyeceğinin şuuruna varan kimsedir. Bundan ötürü, başta Kâinatın Efendisi olmak üzere, Allah (c.c.) kendisine en yakın kişileri kulları olarak tavsif ve tebcil etmiştir. Ezcümle İsra, Furkan ve Kehf surelerinin ilk ayetleri şu şekildedir: “Bir gece kendisine bazı delillerimizi gösterelim diye kulu Muhammed’i, Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren O zatın şanı ne yücedir.” (İsra, 17/1) “Hamd o Allah’a mahsustur ki, kuluna kitabı indirdi ve onun içine tutarsız hiçbir şey koymadı.” (Kehf, 18/1) “O da kuluna vahyetmek istediği her şeyi vahyetti.” (Necm, 53/10)
Efendimiz (s.a.s.)’in tevâzuu seçerek, kulluğu melikliğe tercih etmesi ise şöyle anlatılıyor: “Allah Rasûlü, Cibril’le oturmuş sohbet ediyordu. Kim bilir kaç günden beri ağzına bir şey koymamıştı. Cibril O’nun en sadık dostuydu. Zayıf bir rivayette Allah Resulü’ne şöyle demişti: “Ben, Sen’den sonra, yeryüzüne ancak birkaç defa ineceğim”. Çünkü Hz. Muhammed (aleyhisselam)’sız bir dünya Cibril’e de hicran olur. Ve Cibril’e bu durumunu söyledi: “Günlerdir ağzıma bir şey koymadım.” Birden gök gürültüsü gibi bir ses duyuldu. Bir melek iniyordu. (Taberanî onun İsrafil Aleyhisselam olduğunu söyler). Cibril, Efendimiz’e bu meleğin, dünyaya ilk defa indiğini haber verir. Melek Cenâb-ı Hak’tan selam getirmiştir. Allah (c.c.) sormaktadır: “Melik bir peygamber mi, yoksa kul bir peygamber mi olmak istersin?” Allah Resulü, Cenâb- ı Hak’tan gelen bu teklif karşısında tahayyürle Cibril’e bakar. Cibril Allah Resulü’ne işaret eder ve şöyle der: “Ey Allah’ın Resulü! Rabbine karşı mütevazı ol! Allah Resulü de aynı şeyi talep etti. “Kul bir peygamber olmayı isterim!” (Müsned, 2/231; Kenzü’l-Ummal, 7/191)
O kulluğu tercih edince, Allah (c.c.) da O’nun kulluğunu O’na baş tacı yaptı. Yukarıda geçtiği gibi Kur’ân O’nu birçok yerde hep kulluğu ile anlatır. Müslümanlar da şahadet getirirken, O’nun, Allah’ın kulu ve Resulü olduğuna şahitlik ederler. Evet O, evvela Allah’ın kulu sonra da Resulü’dür. Zira kulluk risaletten önce gelir.
Bu ayet ve hadisler, kullukla tevâzuun bir bütünün ayrılmaz iki parçası olduğunu belirtmekte, kulluk şuurunu taşımayanda tevâzuun olamayacağını, olsa da bir anlam taşımayacağını; mütevazı olmayanın ise kulluk zevk ve tadını almasının mümkün olmayacağını göstermektedir.
Efendimiz (s.a.s.)’in Tevâzuu
Büyüklerde büyüklüğün alâmeti tevâzu ve mahviyettir. Küçüklüğün emaresi ise tekebbürdür. Allah Resulü insanlar içinde en büyük insandır. Öyle ise tevâzuu da öyle olmalıydı.
Mescid yapımında, herkes bir kerpiç taşırken iki kerpiç taşıyan, hendek kazma işinde herkes karnına bir taş bağlarken iki taş bağlayan, karşısına gelen ve mehabetinden dolayı sıtmalı gibi titreyen bir adama, “Kardeşim, korkma, ben de senin gibi, anası kuru ekmek yiyen bir insanım” diyen Allah Resûlü hiç şüphesiz insanların en mütevazısıydı. Bu tevâzu hem selim fıtratından kaynaklanıyor hem de Allah’ın emrine imtisalin eseri olarak ikinci bir fıtrat halinde tezahür ediyordu. Zira Yüce Rabb’imiz O’na şöyle hitap etmişti: “Sakın o kâfirlerden bir kısmına geçici bir zevk olarak verdiğimiz dünya nimetlerine göz dikme! Onların iman etmemelerinden ötürü üzülme ve müminlere kol kanat ger, onlara alçak gönüllü ol.” (Hicr, 15/88). “Sana tabi olan müminlere (merhamet) kanadını indir.” (Şûarâ, 26/215).
|