Siz mazlumun hangi türündensiniz ? /Mevlüt Hönül
1999 - Makaleleri
Bir "korku krallığı" oluşturup, iktidarlarını etrafa korku salarak
sürdürenlerin savunulacak hiç bir yanı yok. Onlar, korkunun
ekmeğini yiyerek bu günlere geldiler ve bundan böyle de korkudan
beslenmeğe devam edecek gibi görünüyorlar. Onların işi
korkutmak. Ne kadar korkuturlarsa, gayrı meşru varlıklarını o
kadar sürdüreceklerini iyi biliyorlar.
Peki, ya korkanlara ne demeli? Aslında, kanla beslenen malum
mahluk gib, korkuyla beslenen Korku Krallığını ayakta tutma
suçuna, "korkutanlar" kadar "korkanlar"da ortak değiller mi?
Evet, ortaklar; hem de en az "korkutanlar" kadar! Çünkü, onların
korkuları, korkuyla beslenenleri cesaretlendiriyor. Onların, "Ellerine
vur ekmeklerini al, enselerine vur lokmalarını al!" kanaatlerini
güçlendiriyor. Hatta bazı zalime şefkat ve muhabbet gösterisinde
bulunmaya kadar vardırıyor işi. Canavarın iştahını artırıyorlar; tıpkı
Said Nursi'nin dediği gibi: "Aç canavara tahabbüb, canavarın
iştahını artırır."
Korkakların mazlumiyeti, savunulacak bir mazlumiyet değildir;
mazereti korku olan bir mazlumiyet, sahibini sadece "mağdur"
etmekle kalmaz, aynı zamanda "onursuz" da eder. Onun içindir ki,
bu tür bir mazlumiyeti, hiç kimse mazur görmez. Allah da mazur
görmez.
Kur'an'da üç tür "mustaz'af'tan (ezilen, mazlum) söz edilir.
Bunlardan biri çocuklar, sahipsiz kadınlar ve güçsüz/yaşlı
erkeklerdir; ki bunlar, mazlumiyetlerinde mazurdurlar. (4:98)
İkincisi, hakkını savunduğu halde, kendisinden daha güçlü zalim
karşısında hakkını koruyamadığı için mazlum olanlar; ki bunlar da,
zaten haklarını son sınırına kadar savundukları için
mazlumiyetlerinde mazurdurlar ve onların haklı mücadelelerinde
eninde sonunda başarıya ulaşacakları müjdelenmektedir. (28:5)
Üçüncüsü ise, haklarını savunmayan, savunmaya yanaşmayan,
mazlumiyetlerini zulme gönüllü boyun eğmelerine bir gerekçe olarak
sunanlar. Kur'an, bu tür "zalime gönüllü koltuk değneği olan"
mazlumlar için, korkunç bir sonu peşinen haber vermektedir. (4:97)
Hakkımdan vazgeçmeye razıyım; yeter ki sorumluluğumun gereğini
yerine getirmekten kurtulayım!..
Tek başına haklı olmak yetmiyor; hakkın onurunu ve haklı olmanın
gururunu taşımak gerekiyor. Söz konusu onuru ve gururu
taşımayanların çoğunda görülen ortak zaaf, "sorumluluğunun
bilincinde olmamak" şeklinde tecelli ediyor.
Sorumluluğunun bilincinde olmayanların, sorumluluklarını yerine
getirmemeleri bir yere kadar anlaşılabilir bir şey. Ya
sorumluluğunun bilincinde olduğu halde, sorumluluğunu yerine
getirmeyenler? İşte onların söyleyebileceği hiçbir şeyleri yok. Fakat
onlara söylenecek çok şey var. Ne ki, önce onların sorumluluklarını
yerine getirmekten niçin kaçtıkları iyi anlaşılmalı.
Sorumluluğunu bildiği halde, hep "insan!" deyince, "Adam!"
deyince, kendisi ayağa kalkmak yerine arkasına bakanlar,
kendilerine güven ve saygılarını yitirmekle yüz yüze olanlardır.
Onlar, sorumluluklarından kaçmak için haklarından peşinen
vazgeçmeye can atarlar. Hele bunu da, bir fedakarlık gibi takdim
edip kendi kendilerini tatmin etmeleri yok mu; işte ona diyecek söz
bulunamaz.
Sorumluluktan kaçmak için, en doğal ve insani haklarından
vazgeçmeye hazır olanların yüreklerinin ta derinliklerini yoklayın;
orada "halkın" ve "haklı olmanın" bedelni ödeme korkusunun
yattığını görürsünüz. Evet, hakkı savunmak bedel ister. Hem de,
savunduğunuz "hak" ne kadar yüce ve değerli ise, ödemeniz
gereken "bedel" de o kadar ağır ve acı olur.
Haklı olup da, haklarını, ona yaraşır bir bedel ödeyerek savunmayı
göze almayanlar, kendilerini mağdur eden "mazlumluklarının" yanına
bir de "zalimliklerini" eklerler; çünkü "hakka" zulmetmişlerdir.
Bu tip mazlumların, zalimlerini "mazur" gördüklerini ve göstermeye
çalıştıklarını görürseniz hiç şaşırmayın; onlar kendilerinin "hakka"
olan zulümlerini örtmek için, zalimlerin kendilerine yaptığı zulümlerin
üzerini örtmeye, hatta zalimleri "cici" göstermeye dünden razıdırlar.
Peki, ne yapmalı?
Benim bu soruya ne cevap vereceğimi, bu satırları takip eden
herkes bilir: İnsan kumaşının kalitesini artırmalı. Kişinin ameli
bilgisini aşamaz; kişinin bilgisi bilincini aşamaz; kişinin bilinci,
inancını aşamaz. Bunlar hep birbirini besleyen unsurlardır.
Etrafınıza bakınız: Özgüveni olmayan, kendi kendisini "adam" yerine
koymayan, dolayısıyla sistemin kendisini adam yerine koymayışına
aldırmayan bir sürü insan göreceksiniz. Bu tiplerin, Firavun'un İnek
Tanrısı (Hotor)'na aşık olan İsrailoğulları gibi, düşmanına aşık
olmasını, özgürlüğünü "soğan ve sarımsağa" fade etmesini
önleyecek hiçbir güç yoktur.
"Ben kendime zulmettim!", "ben sorumluluğumu yerine
getirmedim!", "ben hakkımı savunmadım!" diyebilecek bir
dürüstlüğe sahip olmak dahi, aynada kendi yüzünü çıplak
seyredecek kadar özgüvene sahip olmaktan geçiyor.
Umutsuzluğa ve yılgınlığa hiç gerek yok. Tolstoy "İtiraf eden
kurtulur" diyor; fakat biz itiraf etmekle pek kurtulacağımızı
sanmıyoruz; fakat itiraf etmeden de hiç kurtulamayacağız.
O halde, hadi, önce doğruyu itiraf edelim; hem de bir istiğfar bir
tevbe gibi:
Biz sorumluluğumuzu yerine getirmedik.
( 17 Mayıs 1999 )
Mustafa İSLAMOĞLU
www.medineweb.net