Durumu: Medine No : 9 Üyelik T.:
14Haziran 2007 Arkadaşları:0 Cinsiyet: Mesaj:
761 Konular:
392 Beğenildi:20 Beğendi:0 Takdirleri:87 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Sen Bilme Beni, Ey Ebed Güzeli! Sen Bilme Beni, Ey Ebed Güzeli! Kar yanılgısından yağmur serencâmı. Bu beldenin öyküsünde tütüyor kalbim. Düşten efsânelere şahlanıyor hâradaki atlar. Muğlak yerin içinden bir şeyler ediyor feveran. Heyecandan sıtmanın hası tırmanıyor. Dizlerde bir derman; ha kırıldı ha çatlıyor. Sen bilme beni, ey ebed güzeli! Yazdığım mektupların harflerinden sızıyor mazruf yüzün. Kırılgan sabah yarıklarından bulutu yaran güneş, esrarlı ezkârında. Sen beni bilme!...
Dört köşeyi tutan leyl-i zaman, mumu yakarak varıyor her güne. Şehrin öte ucundan gönül halatını bağlıyorlar. En uzak köyden çocukları topladıklarında, kimse bilmez âlem uykuda, bebekleri okşuyorlar, alınlarında cennet ışıltısı. Ayakların yürüdüğü sırât, müstakîm çizgisini çiziyor dakikalara. Garbın kundağı ağlarken büyüyor Doğu masalı. Hayâlden ırmaklar akmıştı bunca yıl, şimdi gerçeğine kalplerini veriyorlar. Bir bebeğin gözyaşlarıyla zemzem çıkar ya, aşka bağımlı özgürlüğü oynuyorlar. Her şey öylesine ölü müdür her kentte? İnanma buna ebed güzeli! Seni karanlığa ve yılgınlığa teslim eden öğretilere inanma! Bozgun akçelerle yürümez bu bineğin. Üşüyen sonbaharda donmamak için güzleşmeyi bilmelisin.
Dumura uğramış söylentilerde gezindi coğrafyam. Karelerde yandı hasretin çekilen fotoğrafları. Yumup gözlerin dünya cilâsını, uhrâda açan bir çiçeğin göğünde gezinmek gerek. Bir çiçekte kurumuş dalın mıyım? Umuda âcil kan lâzım. İbrahimvâri titremelerin dua burcunda, adını anacakken Vefâ Gülü'nün; umuduma can lâzım. Ayyuka çıkan heyûlada, sönüyor tutuşan ocaklar. Bir görüntü öldürüyor ruhun gökçek inceliğini. Reklâmlardan yağıyor kimi azap. Çocuklar bilge oluyorlar ermeden. Bağırlara dökülen kezzaba alışkın oluyoruz git gide. Ülfetin amansız düşmanına dost değiliz. Hayret makamıyla bir derdimiz kalmıyor mu ne?
Sen beni bilme! Telâşım, hatm-i can. Ölünce ayrılacak siyahtan ak. Al çözülmüş aşk zanlılarını. Yağmurlarla yıka şehrin girift sokaklarını. Yüzlere değdir adının tılsımını. Cevr-i cefâna râzı kılsın bizi aşk. Nasıl da bulunuyor neşide hayranları. Dinletilerde kendini bulanlar var. Uzlethânesine çekilen gezgin, harfleri dokuyor tezgâhında bu bilmecenin. Tepe kalıntısı söylentilerle değil, özden dikey susuşlarla, rahlede elif-bâ... Okudunsa; oku yerleştirdiler okluğuna bil! Büyük kavgan kendinden başkası değil! Yumruğunu yerleştir nefsin cephegâhına.
Kaldırımlardı izleri adım adım büyüten. Enstrüman dalışlarında kuyudan çıkan vardı. Sahranın yitik hüzmesi. Terk ettiğine dönebilirsin belki. Vazifeni yapmamışsan eğer, görmemişsen gölgeleri. Boğulma riski her an! Şu dünya denizinde hangi balık yuttu seni? Hatırlıyor musun, bizi kıyıya çıkaran kimdi? Kaldırımlar... Kalbin kan kıyıları, dünyanın sahil şeridi kaldırımlar... Boyumuzca kazacaklar mezar evimizi. Huyumuzca donatacaklar hücremizi. Dile benden ne dilersen; bir ay'dı. Semâyı her gece çınlattı. İsteyene verilirdi bilirsin, sen beni bilmemeyi mi istedin?
Kütüphanede ocakçıbaşı pişirmiş gözde hikâyesini. Bir çulsuz varmış, dergâhın bahçesinde sanki mâzi kalıntısı. Oyma taşlara bedel, yontulmaya müsait. Ama onu bir tek aşk yontsun istemiş. Malum medya tuzaklarından güç-belâ kaçarak, "belâ"demiş ilk sözde. Sözlüymüş aşkın merâsiminde. Kalabalığına tenhâlıkmış ilk isteği. Aşk bu, gelir mi her söze! Tuzunu içirmiş denizinden kayıklarca. Yetmemiş, su inleyişlerine koca kazanları dayamış fakirin boğazına. Bir insan ateş yutar mı? Yakılmış gemilerle doyar mı? "İç tasnif" demiş aşk, uzun yolculuğa çıkacağız, azığına pay, gözyaşı düştü. Şimdi biraz üşü, yanacağız! Sen aşka hayır diyebilir misin? Dememiş o da, ağzını bıçak açmamış. Aşkmış ağzını açan ve susturmuş her defasında. Bizim ocakçıbaşı hikâyeyi iyi dürmüş kitapların mâbeynine. Kalbin ıslahevine âfiyet olsun!
Sen bilme beni ne olursun… Yakaza hâlinde eser efil efil rüzgârı vefânın. Kervandan geçenler sorar iç cebe dikileni. Ne dediğimi eşkiyâlar bilir. Ateşin ortasında bir ateş, yanmaktan çekinir. Rengi değişir yüzlerin, emaneten almışsam himmetini, zilletten geçmişimdir. Haberlerden, duyurulardan, yankılardan; ya doğruyu söyle ya da sus! Uçurumların çiçeği yalnız mı sanırsın? Evvel fırtınalarda iyi yedi soğuğu. Ufuklardan beklenen görünmese de, örülmese de göz ağı gemilere, yetişmese de kavli kutsal balıkların; dalmışım… Her gün kayalıklar başında, başım iki yana, almışım/ derdin, toprağıma çınar. Asırlık hüzünlere uyanmışım.
Çok sürmez, aşk vaktine kabir kala mırılda O’nu. Mırılda ve sonra beşerden insan vasfına mısralarını yaz. Âminlik yüzünü sakla, kimse görmesin. Perdeler insin bu dünyayla arana, ama gaflet kumaşından, ama sözde çekilmişlikten hür. Ötelerden beste yap güftelerine. Alın bu çağa, alışma! Bak, kendime diyeceklerimi dinledin, sen olup bana dedin, ne iyi ettin ebed güzeli! Böyle kıyılarda, karalarda, karanlıkta g/özlemek seni. Beğenilen bir filmi izlemek gibi, ışıklar kapanınca, sen parlıyorsun! Parla ki; arlansın edep tâcım. Sen parla, payandama tutunayım. O’nun rahmetine muhtacım.
Akıl kevserine akabilmek, akledebilmek… Açmak sayfaları tek tek. Kokusuyla içini çeke çeke. Çekildim gidilesi yerlere, diyar diyar/ tefekkür, panosunda isim oldu resmin. Sen beni bilme! Ağacı marangoz götürdü bir gün. Yaprak ettiler dalını, gövdesini. Ev ödevi kıymıkları kaldı. Kışın tutuşturulmaya yaradı. Kış bitmedi, kıymıklar tükenmedi. Okuldan dönüşte her çocukla düştü yere. Üşüştüler başına, hasta diye. Hâlimi sorarsan bu raddede, can baltasının emâresiyle, hamdolsun iyiyim. Sana ölümlerle geciktim.
Üzülme, şükrolsun ayıklıyoruz pirincin taşlarını. Pîrin inci aşlarını kaşıklıyoruz. Huzura açmış olduğunda ellerini, açtırıldığı için bu gök sofrasına oturuyoruz. Az daha gayret, ay’a aklan ebed güzeli! Yolun belli, tutmayayım seni. Söyle, dilim-dimağım yâre ne desin? Şâir’in dediği gibi: “Sen hamûş ol, mâcerâyı çeşm-i giryân söylesin!”
Susmalarımı oku, sen yine de bilme beni,
ey ebed güzeli!
Fâtıma Zehra Merinos
|